@rubyregent
|
Not: "Nat", bir saatte yürüyerek gidilebilecek mesafeyi ifade eden eski bir ölçü birimidir.
*Göğün en yüksek katı çatladığında ve tüm yaratılış rahme geri döndüğünde... * Kızıl bulutlar, ufkun hemen üzerinde süzülüyor, binlerce yıllık Men Al Eira Tapınağı, bu sonsuz kızıllığın altında, mağrur ve yıkılmaz bir şekilde yükseliyordu. Tapınağın iki yanında, gerçekliğin sınırlarını zorlayan devasa üçgen çerçeveler asılıydı; havada süzülüyor, tapınağın etrafına gizem dolu bir aura katıyorlardı. Gece çöktüğünde, bu geometrik yapılar kızıl ışıklarla parıldıyor, tapınağın etrafında titreşen bir aura yaratıyordu. Işıkları, sonsuz boşluğa doğru yansıyor, yüzlerce nat öteden bile görülebiliyordu. Kızıl ışıkların sınırında, uçsuz bucaksız toprakların ötesinde üç atlı belirdi. Her nal darbesi, toprağın üzerine kıvılcımlar saçarak ilerliyordu; sanki bu kadim topraklar, onların her adımına meydan okuyordu. Karanlık, tapınağın ışıklarıyla kırılıyor, ancak yolculuklarının derin bir sır taşıdığı her adımda yankılanıyordu. Atlıların koyu zırhları, sadece karanlığa karışmıyor, onları saran kızıl toprağın ince toz tabakası, zırhların üzerinde bir kabuk gibi duruyordu. Omuzlarından dökülen pelerinler, rüzgârın her dokunuşunda bir güçle dalgalanıyor, arkalarında bırakılan izler bile adeta birer kehanet gibi görünüyordu. Ellerindeki kılıçlar, tapınağın ışığında yankılanıyor, her parıltı onları takip eden kadim bir gücün yansıması gibi etraflarını sarıyordu. Görevlerinin kutsallığı ve soylu geçmişleri, her adımlarında onlarla birlikteydi. Miğferlerinin ardında kararlılık ve cesaret parlıyordu. Atların toynakları kızıl toprağa vurdukça yankılanan melodiler, eski ruhları uyandırıyor, adanmışların inancını besliyordu. Onlar, kızıl toprakların sırlarını taşıyan, geçmişin izlerini silip geleceğe doğru koşan kutsal bir görevle ilerleyen adanmışlardı. Kızıl topraklar boyunca ilerleyen adanmışlar, nihayet Men Al Eira tapınağının muazzam siluetine ulaştıklarında, gökyüzündeki kızıl bulutların altında dizlerinin üstüne çökmüş bir rahibe ile karşılaştılar. Rahibenin kızıl giysileri, tapınağın kadim ışığıyla adeta birleşmiş, etrafına yayılan titreşimlerle parıldıyordu. Bedeni, bu kutsal ışıkla sarılmış, varlığı neredeyse bu dünyaya ait olmayan bir huzurla dolmuş gibiydi. Gözleri kapalıydı ve derin bir transın ağırlığı altında yavaşça öne ve arkaya doğru hareket ediyordu. Hareketleri, görünmez bir ritimle birleşmiş, zamanın dışına çıkmış gibiydi. Birden, göz kapakları yavaşça aralandı ve gözleri, adeta cehennemin derinliklerinden gelen bir alevle parlamaya başladı. Tapınağın kızıl ışıkları, onun bakışlarında bir fırtına gibi titreşiyordu. Bu, ruhani bir vizyon içinde olduğunun işaretiydi. Üç adanmış, bu büyüleyici manzarayı hayranlıkla izlerken içlerinde büyüyen bir korku ve saygı hissi vardı. Sessizce, dikkatli adımlarla tapınağın merdivenlerine doğru ilerlediler. Rahibenin yanına vardıklarında, atlarından inip saygıyla diz çöktüler. Onun gözlerindeki ateş, adanmışların içindeki en karanlık korkuları bile uyandırıyordu; bu alev, sadece bir bakış değil, tapınağın kadim sırlarının aydınlatıcı bir gücü gibiydi. Rahibe, kızıl ışıklar saçan bakışlarıyla yavaşça onlara döndü ve derin, yankılı bir sesle konuşmaya başladı. Rahibenin sesi, sadece kelimeler değildi; bu ses, adeta taşlara kazınan bir kadim kehanet gibi yankılanıyor, her bir kelime adanmışların zihnine birer mühür gibi işleniyordu. Sözleri, ruhlarının derinliklerine inen bir kadim fırtına gibiydi. O anlarda, zaman neredeyse durmuştu. Çevredeki rüzgâr, tapınağın taşlarına çarpan yankı bile kaybolmuştu; geriye sadece o ilahi sesin kadim melodisi kalmıştı. Rahibenin kelimeleri her bir damla gibi ağırlaşıp havayı doldurdukça, iki adanmışın yüzlerine birer gölge düştü. Her bir kelime, sanki onları içine çeken görünmez bir güç gibi etraflarını sardı. Zihinleri, kelimelerin ardındaki o korkunç güç karşısında çatırdayan bir duvar gibi yıkıldı. İçlerinde yükselen huzursuzluk, nefeslerini kesiyor, kalplerini sıkıştırıyordu. Bu karanlık, onları yavaşça içine çeken derin bir çukur gibiydi. Acıyla inlediler, ardından bu dalga onları karanlığın derinliklerine sürükledi. Ruhları, bu tarifsiz ağırlığa dayanamayarak derin bir sessizliğe gömüldü. Bilinçleri, karanlık bir boşlukta kayboldu; etraflarındaki her şey, bir anda yok olup, sadece o ağır sessizlik kaldı. İki adanmış, sessizce ve yavaşça yere devrildi; bedenleri, sanki zaman durmuş gibi ağır ağır toprağa teslim oldu. Geriye yalnızca derin bir sessizlik kaldı. Ruhani baskının altında, iki adanmış yere yığılırken yalnızca en deneyimli olanları ayakta kalmayı başardı. Kalbi korkuyla hızla atıyordu, fakat zihni henüz çözülmemiş bir sırra sarılıydı. Etrafındaki ağır havanın etkisinden sıyrılıp, yoldaşlarına baktı. İkisi de sakin bir uykunun içinde gibi hareketsiz yatıyordu. Sonra yüzünü rahibeye çevirdi; rahibe, sanki başka bir dünyadan gelen bir şeyler fısıldıyor gibiydi. Dudaklarından çıkan sözler rüzgârla birlikte tapınağın karanlıklarına karışıyordu. Kısa bir süre sonra, yere yığılan iki adanmış yavaşça gözlerini açtı. Sanki derin bir rüyadan uyanmış gibi etraflarına bakındılar. Gözlerinde bir şaşkınlık ve içlerinde anlamaya çalıştıkları bir merak vardı. Yavaşça doğrulup ayağa kalktıklarında, diğer adanmışın titrek ama kararlı duruşunu fark ettiler. Rahibe hâlâ fısıldıyordu. Sözleri bir sır gibi havada asılı kalmıştı; o kelimeler, onların anılarında birer gölge gibi yankılanacak, asla unutamayacakları bir gerçeklik olarak zihinde yer edecekti. Genç adanmışlardan biri, derin bir nefes aldı, titrek bir sesle fısıldadı: “Ne oldu bize? Neden... neden bayıldık?” Gözleri hâlâ yaşadığı deneyimin ağırlığını taşıyordu, sesi boğuk ve titrek çıkıyordu. Diğeri, etrafına endişeyle bakarak ekledi: “Bu... bu yer mi bizi etkiledi? Tapınağın gücü müydü? Rahibe ne söyledi?” Sözleri aceleci, soruları kaygıyla doluydu. Yaşlı adanmış, gençlerin sorularını sakin bir şekilde dinledi, derin bir nefes aldı. Sesinde sabır vardı, ama bakışları tapınağın ışıklarından bir an olsun ayrılmadı. “Evet,” dedi yavaşça, “tapınağın kudreti ve rahibenin sözleri ruhlarınızı etkiledi. Bu güç, yalnızca burada hissedilebilir.” Genç adanmışlardan biri kaşlarını çatarak, şaşkın bir sesle sordu: “Ama rahibenin söylediklerini neden duyamadık? O konuşuyordu, fakat hiçbir şey işitmedik.” Diğeri de sabırsızlıkla ekledi: “Evet, sadece fısıldıyordu. Ne dediğini anlamadık. Neden?” Yaşlı adanmış, gençlerin sorularını sakin bir şekilde dinledi. Yüzünde, yılların getirdiği bilgelik ve tapınağın kadim sırlarını bilen biri gibi ağırbaşlı bir ifade vardı. Gözleri hâlâ tapınağın ışıklarında, sanki o derin bilginin kaynağını arıyor gibiydi. Derin bir nefes aldı ve yavaşça, fakat kelimelerinin ağırlığını hissederek konuşmaya başladı: “Rahibenin sözlerinde...” dedi, sesi yumuşak ama derinlerden gelen bir yankı gibiydi. Sözleri adeta bir melodi gibi ağır ağır gençlerin kulaklarına ulaşıyordu. “... ilahi bir güç var. O sözler sadece kızıl kumların gücüne sahip olanlara ulaşabilir.” Konuşurken, başını hafifçe eğip gençlerin yüzlerine baktı. Gözlerinde sabır ve anlayış vardı, fakat bakışları sanki onların ruhlarını tartıyormuş gibi derindi. Sesi, bir sır verircesine alçaldı, ama her kelimesi net ve belirgindi. “Tapınağın kalbiyle bütünleşmiş olanlar, bu kelimelerin gerçek anlamını duyabilir.” Yaşlı adanmış, ağır ağır doğrulup etrafına baktı, sanki tapınağın etrafında dolaşan gizemli enerjiyi hissediyor gibiydi. Elini hafifçe gençlerin omuzlarına koydu, onlara güven vermek istercesine. “Siz henüz bu derinliğe erişmemişsiniz...” dedi, sesi yumuşak ama içinde hâlâ o mistik gücün izleri vardı. “...belki de bu yüzden duyamadınız.” Genç adanmışlar, yaşlı adanmışın sözlerini içlerinde tartarak başlarını salladılar, ama gözlerinde hâlâ bir parça şaşkınlık vardı. İçlerinde bir şeyler hâlâ netleşmemişti. Yaşlı adanmış ise onlara güven verirken, kendi içindeki belirsizlik ve karmaşa ile yüzleşmeye başlamıştı. Yüzündeki hafif gerginlik bu derin içsel çatışmayı ele veriyordu. Derin bir nefes alarak sanki kelimelerini tartar gibi devam etti: “Aslında,” dedi, sesi hafifçe titreyerek havaya yayıldı, “ben de rahibenin söylediklerinin hepsini tam olarak anlayamadım.” Gözleri bir an için rahibeye kaydı, sonra tekrar tapınağın görkemli siluetine çevrildi. İlahi kudretin ağırlığı altında ezilircesine bir iç çekti. “O kadar güçlüydü ki...” dedi, sesi bir an duraksadı, sanki bir içsel savaş veriyordu. “Birçok şeyi kavrayamadım. Ama bildiğim bir şey var ki...” Sözleri ağırlaştı, gözleri tapınağa derin bir bakışla kilitlendi, sanki tapınağın taşları ona sırrını fısıldayacakmış gibi. “Tapınağın içinde, tüm kaderimizi kökünden değiştirecek bir şey yatıyor.” Bu gizemli cümlelerin ağırlığı, havada asılı kaldı. Genç adanmışlar, gözlerinde beliren bir heyecan ve endişeyle yaşlı adanmışa bakarken, düşüncelerinin derinliğine doğru çekildiler. Ancak, yaşlı adanmışın bu açıklaması bile onların kafalarındaki soruları çözmeye yetmedi. Kafalarındaki bulanıklık daha da yoğunlaşmıştı. Yine de, pür dikkat rahibeye döndüler. Rahibenin fısıltıları, bir rüzgâr gibi etraflarında dönüyor, sanki her kelime bir sır taşıyordu. Tam o esnada, tapınağın derinliklerinden yükselen gür ve ağır bir ses, onları yerlerinden sıçrattı. Ses, adeta gök gürültüsü gibi yankılandı ve taşların arasından doğup bütün çevreyi sardı. Her bir kelimesi, yeryüzünün derinliklerinden yankılanıyormuş gibi güçlü ve kesindi: “Göğün en yüksek yeri çatladığında ve tüm yaratılış rahme geri döndüğünde...” Rahibe, ses yavaşça kaybolurken aynı ilahi sözleri tekrarladı. Gözlerini sıkıca kapatıp, bedenini yavaşça döndürmeye başladı. Her dönüşünde yere zarif bir şekilde eğiliyor, ellerini önünde birleştirip yumruğunu sıkıyor, ardından doğrulup göğsüne sertçe vuruyordu. Hareketlerinde bir ritim vardı; her dönüşünde ayaklarını neredeyse dans edercesine yavaşça yere değdiriyor, ellerini evrenin enerjisini toplamaya çalışıyormuş gibi havada gezdiriyordu. Göğsüne vurduğu her an, kutsal bir yankı gibi tapınağın duvarlarında hafif bir titreşim yaratıyordu. Gözleri kapalıydı, sanki dünyevi varlıkların ötesinde bir huzura ulaşmış gibiydi. Onun bu kutsal ritüeli, eski yazıtlarda anlatılan kadim ibadetlerden biriydi; sadece en kutsal rahibelerin bildiği ve uygulayabildiği bir tören. Rahibe, bu hareketli ibadete devam ederken adanmışların gözleri onun üzerindeydi. Genç savaşçı, merak dolu bakışlarını rahibenin zarif hareketlerinden ayıramıyordu. Kaşları çatılmış, gözlerinde bir parça şaşkınlıkla fısıldadı: "Bu... bu ritüel kutsal yazıtlarda bahsedilen ibadetlerden biri mi?" Adanmışların en yaşlısı, genç savaşçının sorusunu duyduğunda kısa bir süre sessiz kaldı. Gözlerini bir an kapattı, sanki ne diyeceğini tartıyormuş gibi düşündü. Yüzünde yılların izlerini taşıyan bir yorgunluk, ama aynı zamanda derin bir kararlılık vardı. Genç adanmışa dönüp ciddi bir tonla konuştu: "Evet, bu ritüel eski zamanlardan beri var olan bir ibadettir," dedi, sesi yavaş ama netti. "Sadece tapınağın yüksek rahibeleri bu ritüeli bilir ve uygular. Her hareketin, bir anlamı vardır. Göksel enerjiyi toplamak için yapılan bu hareketler, tapınağı koruyan ışığı güçlendirir ve sırları güvende tutar." Orta yaşlı adanmış, yaşlı büyüğünün sözünü kibarca keserek öne çıktı. Yüzünde bir endişe vardı, bakışları rahibeye odaklanmıştı. Sesi hafif titrerken, düşüncelerini hızlıca dile getirdi: "Ancak bu ritüel, genelde bir grup tarafından ve Yüce Anne'nin önderliğinde yapılır," dedi, sesinde hem merak hem de kaygı vardı. "Ritüelin başlamasının sebebi, kâhin Despon Dela'nın kızıl çemberde gözükmesidir. Ama burada tek başına bir rahibe var... Ve sanki bu ritüeli istemsizce gerçekleştiriyor gibi görünüyor." Bir an duraksayıp derin bir nefes aldı, bakışlarını adanmışlara çevirdi. "Belki de hemen tapınağı araştırmalıyız," diye ekledi, tereddütle. "Ya da en iyisi, hiç içeri girmeyip ritüel bitene kadar beklemek ve olanları rahibeden dinlemek." En yaşlı adanmış, orta yaşlı adanmışın sözlerini dikkatle dinledikten sonra gözlerinde anlayışlı bir bakış belirdi, başını hafifçe sallayarak onayladı. Çevresine kısa bir bakış attıktan sonra, derin ve dingin bir sesle konuşmaya başladı: "Doğru," dedi, bakışlarını rahibenin üzerinde gezdirerek. "Bu ritüel, normalde Yüce Anne ve onun seçilmiş rahibeleri tarafından icra edilir." Sesi, tapınağın havasını daha da ağırlaştırıyordu. "Ancak... kahin Despon Dela'nın kızıl çemberde belirmesi, bu ritüelin bir vahiy üzerine yapıldığını gösteriyor." Kısa bir süre sustu, sanki sözlerinin ağırlığını tartıyormuş gibi. Ardından devam etti: "Muhtemelen Yüce Anne ve rahibeler, tapınağın içinde bu vahyin tamamlanması için ritüeli sürdürüyorlar. Az önce duyduğumuz ses de bunun kanıtı." Yaşlı adanmış, içinden fısıldar gibi, tekrar etti: “'Göğün en yüksek katı çatladığında ve tüm yaratılış rahme geri döndüğünde...' Bu, yalnızca bir kehanet değil," dedi ve bakışlarını genç savaşçıya çevirdi. "Bu, kesinlikle bir vahiy." Genç adanmış, endişeyle gözlerini kısarak yaşlı adama sordu: “Peki, ritüel bitmeden içeri girersek bir şey olur mu? Koruma gücü zayıflar mı, yoksa daha kötüsü mü olur?” Orta yaşlı adanmış, hafifçe başını eğerek gence baktı, ama cevap yaşlı adanmıştan geldi. Ses tonu dingin ve güven vericiydi: “Hayır, bir şey olmaz. Bizim buradaki varlığımızın ritüelle pek ilgisi yok. Bu tören, kızıl rahibeler tarafından yapılan bir şey. Onlar enerjiyi yönlendiriyor, bizse sadece izliyoruz.” Genç adanmış rahatlamış gibi bir nefes aldı. “Yani sadece beklememiz gerekiyor, öyle mi? Rahibelerin ve Yüce Anne’nin ne yapacağını görmek daha iyi.” Orta yaşlı adanmış, gencin omzuna dokunarak onayladı: “Aynen öyle. Sabırlı olup gözlem yapalım. Olanları izleyelim, ne yapmaları gerektiğini biliyorlar.” O an tapınağın derinliklerinden bir gürültü yükseldi. Sanki aniden patlayan bir fırtına gibi, tapınağın içi titremeye başladı. Üçgen çerçevelerden sızan ışık, bir anda güçlenerek kadim taş duvarları kan kırmızısına boyadı. Havadaki kızıl duman yoğunlaştı, sanki eski çağlardan gelen bir ejderhanın nefesiymiş gibi her bir köşeyi kapladı. Bu esrarengiz sis, tapınağın ruhunun uyanışı gibiydi; sessizce, ama derin bir karanlıkla her çatlağı doldurdu. Rahibe, bu kudretli, gizem dolu anın bir etkisiymiş gibi, sanki içinde biriken tüm enerji, tüm duygular bir anda boşalıvermiş gibi bir çığlıkla yere yığıldı. O an, sanki tapınağın kadim sırlarının ağırlığı altında ezilmiş bir yaprak gibiydi. Yaşlı adanmış, şaşırtıcı bir çeviklikle hareket ederek rahibeye doğru koştu. Yılların yorgunluğunu bir an için geride bırakmış gibi, onu dikkatlice kollarına aldı. Rahibeyi yere yavaşça yatırdı; hareketlerinde adeta bir törensellik vardı. Rahibenin yüzü solgundu, gözleri kapalıydı. Cildi bembeyazdı, sanki süt beyazı bir heykel kadar soğuk ve hareketsizdi. Göz kapaklarının kenarlarından ve burnundan ince kırmızı kandamlaları süzülüyordu. Bu damlalar, tapınağın duvarlarına düşen gölgeler gibi gizemli ve sessizdi. Tapınağın içinden yükselen sesler, korku dolu bir sessizliğe bıraktı yerini. Kızıl dumanlar, her bir köşeyi, her bir sütunu sarmaya başladı. Antik duvarlara düşen kırmızı ışıklar, binlerce yıl öncesinden kalan ruhları temsil eden gölgeler yaratıyordu. Bu gölgeler, tapınağın derinliklerinde saklı olan eski hikayeleri, efsaneleri fısıldıyor gibiydi. Rahibenin düşüşüyle birlikte, tapınağın sırlarını koruyan bir sessizlik çöktü. Bu sessizlik, zamanın ötesinden gelen bir büyüyle doluydu; her nefeste, geçmişin ve geleceğin birleştiği, yaratılışın nefesinin kesildiği bir ânı yaşatıyordu. Mistik atmosferin taşıdığı korku, adanmışların yüzüne sindi. İki çift göz, en bilgeleri olduğunu düşündükleri yaşlı adanmışa dikildi. Ancak onun gözleri, kanlar içinde olan kızıl rahibenin yüzündeydi. En bilgeleri bile, bu anın sırrını çözememiş, ne olduğunu anlayamamıştı. Bu, Men Al Eira'nın kalbinde, kutsal ve yasak olan arasındaki ince çizgide, tüm yaratılışın nefesinin kesildiği bir andı. Birden, tapınağın havasını dolduran o sessizlik, kırılgan bir yankıyla bozuldu. Kızıl rahibenin bedeni, ölümün soğuk dokunuşuna rağmen ansızın bir hayat belirtisi gösterdi. Önce, gözleri, ölümün derinliklerinden çıkıp kırmızı ışığın içinde parlayarak açıldı. Ardından, bedeni, sanki görünmez bir güç tarafından çekiliyormuş gibi, yavaşça doğruldu. Adanmışlar nefeslerini tutmuştu, yaşlı bilge ise bu beklenmedik hareket karşısında donup kalmıştı. Gözleri, gördüğü şeyin gerçek olup olmadığını anlamaya çalışırken, korku ve şaşkınlıkla açıldı. Rahibenin bedeni, cansız haliyle meydan okurcasına, yaşlı adanmışa doğru eğildi. Ölümün soğukluğunu taşıyan elleri, yaşlı adamın yakasını sıkıca kavradı. Zaman tapınağın kutsal duvarları arasında durmuş gibiydi. Nefesler tutulmuş, tüm evren bir an için susturulmuş gibiydi. Tam o anda, rahibenin çatlamış dudakları son bir kez, son bir güçle hareket etti. Kızıl karanlıkta yankılanan derin bir sesle haykırdı: "Işığın kızıllığına aldanmayın, bilinmeyenin ardında yatan karanlığa dikkat edin." Bu sözler, tapınağın içindeki her bir taşa, her bir sırra kazınmış gibi yankılandı. Yaşlı adanmış, rahibenin bu son uyarısını duyduktan sonra, onun gözlerindeki acil ve derin mesajı anladı. Bu, sadece bir uyarı değil, aynı zamanda bir veda ve bir emanetti. Rahibenin bedeni, son bir kez titredi ve sonra yeniden sessizliğe büründü. Kızıl ışık bir kez daha parladı ve sonra yavaşça söndü, tapınağın sırlarıyla birlikte karanlığa gömüldü. Yaşlı adanmış, korku ve aceleyle ayağa fırladı. Gözleri, tapınağın karanlık koridorlarına dikildi. "Çabuk!" diye haykırdı, sesi yankılanarak tapınağın antik duvarlarında gezindi. "Çabuk, tapınağın kalbine!" Adımları, geçmişin yankıları ve geleceğin umuduyla hızlandı, her biri kızıl zeminde kararlılıkla yankılandı. Genç adanmış arkasından seslendi: "Rahibeye ne olacak?" Yaşlı adanmış, omuzlarını geri atarak ve genç adanmışa dönerek, sert bir şekilde cevap verdi: "O artık ölü bir rahibe. Diğer ölü rahibeler gibi bedeni kızıl bir dumana dönüşüp göğe karışacak. Şimdi yürüyün, zamanımız daralıyor." Adanmışlar, tapınağın taş merdivenlerini sessizce tırmandı. Her bir basamak, onların kararlı adımlarıyla inilti verdi. Kapıya vardıklarında, derin bir nefes aldılar ve ağır kapıyı iterek içeri girdiler. |
0% |