Yeni Üyelik
12.
Bölüm

Küçük Kız Çocuğu

@ruhlarinyazicisi

Ahsen Karabağ

Kan Tanesi

(Doğum Günü)

 

Yaşın ve yaşadıklarının bir önemi yoktu belki de..

 

Küçücük bir bedeni kaplıyordu ruhun, çok acı çekiyordu çünkü kimsesi yoktu.

 

Camdan dışarıya bakıyordum, yine damla damla yağmur yağıyordu.

Küçücük parmaklarımı cama değdirip yağmur damlaları aşağıya kaydıkça parmağımla takip ediyordum o damlaları.

 

Canım sıkılıyordu bugün benim doğum günümdü ama yine yağmur yağmıştı, her doğum günümde yağmur yağıyordu ve nen bunu asla anlamıyordum.

Bugün 9 yaşım'dı.

 

Doğum günlerimde yağmur yağdığı için eve tıkılıp kalıyordum, ne dışarıda kiremit taşlarıyla boyama yapabiliyordum ne de arkadaşlarımla çıkıp oyun oyniyabiliyordum.

 

Kapimin açılmasıyla son damlayı da takip edip kafami kapıya çevirdim, annem gelmişti.

 

Neden gelmişti ki?

Onu kızdıracak hiç bir şey yapmamıştım.

 

Yatağimin köşesine oturduğunda

Bende hemen yanına oturdum bana yorgun gözlerle bakıyordu, ağlamışmıydı?

 

“Nasılsın, kızım?”

 

Kızım mı? Bu annem değildi. Annem bana asla kızım demezdi!

 

Hemen ayağa kalkıp karşısına çatık kaşlarımla baktım

 

“Sen annem değilsin! Annem bana asla kızım demez. Bana kızım demez!”

 

Odayı anında terk ettiğimde dışarıda yağan yağmuru umursamadan çıplak ayaklarım yağmur suyuna karışıyordu.

 

Nereye koşuyordum, neyden kaçıyordum. Arkamda neyi bırakıyordum kestirememiştim.

 

Üzerimdeki kısacık gecelikle, çıplak çorapsız minik ayaklarımla ben nereye koşuyordum?

 

Nereye gidiyordum..

 

Yağmur arkamdan daha fazla yağmaya başladığında, adımlarım kendi kaderini belirlemek istercesine koşuyordu.

 

Koşan ben değildim, sanki adımlarım benden istemsiz felaketine kucak açıyordu.

 

Çıplak ayaklarım artık çimenlere değdiğinde ne zamandır yerden kaldırmadığımı bilmediğim kafamı hemen önümde duran yıkık duvarlı, gece konduya çevirdim.

 

Kafama çarpan yağmur damlaları artık canımı yaktığı için gözlerimi gökyüzüne çevirip öylece baktım.

 

Artık dolu yağmaya başlayınca minik parmaklarımla kafamı tutup hiç düşünmeden gece kondudan içeriye atıverdim kendimi.

 

Taşa çarpıp düşmemle kendimi yerde bir odanın içinde bulmuştum.

 

Ddiz kapaklarım kanamaya başlayınca ağlamaya başladım.

 

Kıyafetimden akan su diz kapağımda ki kanla karıştığında yere oturmaya çalıştım.

 

Dizimi karnıma doğru çektiğip üfledim, derim soyulmuştu. Yaraya dokunduğumda çok acıyordu.

 

Gözlerimi duvarlara çevirmiştim, çok garip bir yerdi. Tertemizdi bir o kadar da kirliydi. Burası nasıl bu hâle gelmişti bilmiyordum ama içler ürperticiydi.

 

Ayağa kalkmaya çalıştığımda girdiğim kapıdan içeriye birinin girdiğini gördüğümde paniğe kapıldım.

 

Hemen yanımda duran sobanın arkasına geçip saklandığımda içeriye iki kişinin girdiğini gördüm.

 

“Burada mı yaşıyacağız yani?”

 

Kadın konuşmaya başladığında ev aradıklarını anlamıştım, yaninda dikilen adam

 

“Kalmak zorunda olduğumuz için buradayız, keyfimden değil!”

 

Adamın kükrercesine çıkan sesiyle için titredi, babamda böyle bağırırdı anneme değil ama bana böyle bağırıyordu.

 

İçeriye benim yaşlarımda Esmer bir çocuk girdiğinde ikiside sustular

 

“Esvet oğlum sen arabaya geç, yarın taşınmaya başlarız. Dolu yağıyor sonuçta bu gecede otelde kalıcaz”

 

Esmer çocuk tekrardan dışarı çıktığında, araba kapısının açılıp kapanma sesi gelmişti, adam tekrardan eşine dönüp;

 

“Bunları sonra konuşacağız”

 

Diye uyarıp ikiside evden çıkmıştı

Rahat bir nefes aldığımda arabanın çalışıp ana yola doğru gittiğini gördüm.

 

Dizimin acısı hafiflediğinde eve tekrar geri dönmek için bende o evden çıkıcaktım ki duvarda gördüğüm şeyle yutkundum.

 

Bu yazının daha önce orada olmadığına emindim.

 

“Kaderini değiştirecek, sana herşeyi unutturacak birini vâr ediyorum. Kendi kaderini bilemezsin, ama değiştir. Zamanın varsa değiştir o kaderi, değiştir ki istediğini sev, sev ki kaderindeki kişi daha fazla acı çekmesin.”

 

Bu? Bu neydi?

 

Kafamı iki yana salladiğim, “saçmalık” fısıldıyarak koşar adımlarla evin yola doğru ilerlemeye başladim.

 

Dolu geçmişti, yağmur artık çiliyordu.

 

Evin önüne geldiğimde kapı ardına kadar açıktı ve içeride ki konuşmaları duyabiliyordum.

 

“Bir çocuğa bakamıyacaksan neden evlendim ben seninle!”

 

Babamın kızgın ve öfkeli sesi kulaklarımda uğuldadığında merdivenlerden hızla çıkıp kapıdan içeriye girdim.

 

Gördüğüm manzara alışık olduğum bir manzaraydı ama bu sefer bana değil anneme bağırıyordu.

 

Masa ve sandalyeler yere devrilmiş yerde cam kırıkları vardı.

 

Annem, babamın karşısında dikilmiş güçlükle ayakta durmaya çalışıyordu, ağlamaktan harap olmuş gözleri kapıya yani bana döndüğünde ilk önce şaşırdı ardından acı şekilde gülümsedi.

 

Babamda bana bakınca yüzündeki kızgın ifade daha çok belirginleşmişti kaşlarını daha çok çattığında, öfkeli ve sert adımlarıyla yanıma ulaşıp değersiz bir şeyi tutuyormuşcasına kolumu vâr gücüyle tutup beni soğuk odaya fırlatıvermişti.

 

Yere düştüğümde avuç içleriminde soyulmasiyla her tarafım kan içinde kalmıştı, yere ağlamaya başladığımda, ağlak gözlerim, öfkeden laciverte dönen gözlerle buluştu.

 

Benim gece mavim artık yağmur suyuna bulanmıştı, onun bebek mavisi öfkeden okyanus derinliğine gömülmüştü.

 

“Sen kendini ne sanıyorsun lan!”

 

Üzerime doğru yürüyüp kocaman eliyle sertçe vurduğunda yana doğru savrulup yere düştüğümde daha fazla ağlamaya başladım,

 

“Vurma! Baba nolur vurma!”

 

Titrek sesimle yalvarışlarım hiç bir işe yaramamıştı. Vuruşları bir diğerine göre daha sert, daha acımasız daha soğuk kanlıydı.

 

Ağlayacak halim bile kalmamıştı ama o hâlâ beni duvardan duvara sanki bir eşyaymışım gibi savuruyordu.

 

“Lüt-fen! Baba... Canım yanıyor... Dur!”

 

Dinlemedi soğuk odanın içinde tek sıcak şey vücudumdan oluk oluk kanlar olmuştu, ellerimden destek alıp doğrulmak istediğimde başarısız olmuştum.

 

Kalkamadım. Ayağa kalkamadım daha çok yere yıkıldım.

 

Tokatların sertliğinden uyuşan yanağım soğuk mermerle buluştuğunda başıma aldığım son bir darbeyle görüş açım bulanıklaşmıştı. Her yer karanlıktı, gözlerimi açmaya çalışıyordum ama olmuyordu. Açamıyordum. Uyumak istiyordum, ama uykum yoktu ki benim? Neden uyumak istiyeyim.

 

Gözümü zorlukla açıp kapattığımda en son hissettiğim, vücudumdan alınan yüklerdi..

 

Soğuk odada çırıl çıplak kalmıştım.

 

Zeminin üzerinde kanlar içinde yatıyordum.

 

Son duyduğum ses kitlediği kapının çevirilip sertçe kapatılması, ardından tekrar kitlenmesi olmuştu.

 

Bilincim kapandığında duyduğum bir sesi silik silik hatırlıyordum.

 

“Unutucaksın, bütün acılarını bir hiçlik için unutucaksın. Sen vâr olduğun sürece kan akıcak, sen vâr olduğun sürece herkesin canından kan alınıcak. Sen kıyameti karatmicaksın, sen kıyametin ta kendisi olucaksın. Sen Kan Tanesisin. Uyan ve sil baştan”

 

Doğum Günümdeki tek hediyem Kan Taneleri olmuştu...

 

Gözümün önüne, o karanlığın içinde tek bir şey gördüm. Şuan ki halimin kanlı bir fotoğrafını..

 

Sen Kan Tanesi'... Sen Kan Dökmek Değil, Kan Döktürtmek İçin Vâr Oldun...

 

Banu Altınsoy

Kar Tanesi

(Karanlık Oda)

 

Aydınlık hep kör etmişti gözlerimi, körlük ise aydınlıktı benim için..

 

Karanlığa mahkum bırakılan bir kız çocuğu, aydınlığı hak edermiydi?

 

Yine özel güvenlik derslerinden birindeydim “Güven-lik”

 

Güven ve Koruma dersi...

 

Altınsoy üyesiyseniz ki Orkun Bolat Altınsoy babanız ise işiniz gerçekten çok zordu.

 

Kendini koruma ve savunma diye adlandırdıkları bu eğitim canıma tak ediyordu.

 

8 yaşındaydım ama 38 yaşında ki birisinin katlanamayacağı acılara katlanmak zorundaydım.

 

Su'da nefes alma, elektiriğe dayanıklılık, dövüş, silah ve bıçak eğitimi, sözsel laf eğitimi... En kötüsü ise Karanlık Oda eğitimi.

 

Ve bugünkü listemde

 

Sabahtan yapılıcaklar;

 

06:00 Uyan

06:10 Kahvaltı

06:50 Eğitim için hazırlan

07:20 Silah Eğitimi

08:40 Tek duvar dövüş

10:00 Mola

10:30 Orkun Bolat Altınsoyun emrinde hizmet etmek

12:00 Öğle Molası

13:00 Havuz

15:00 Elektiriğe karşı direnç

15:50 Edebi eğitim

16:40 Ahlaki eğitim

17:20 Bahar Altınsoyun hizmetinde mutfak eğitimi

19:00 Akşam yemeği

20:00 Bıçaklı Dart

20:40 Köpeklerle koşu

22:00 Günlük Eğitim Notları

00:00 Karanlık Oda

04:00 Uyku.

 

Ve şuan akşam yemeğindeydik, Cevizli salata ve yoğurtlu meze vardı önümde.

 

Annemin tabağına baktığımda sadece şarabını ve somon balığından bir çatal alıp geri ittiğini gördüm. Hamileydi ve yağlı şeylerin ona yasak olmasına rağmen yiyordu.

 

Babam ise ona defalarca bunu yapmamasını söylediği halde “ alışkanlıklarımı bir çocuk doğucak diye bitiremem ” demişti.

 

Kardeşim 7 aylık oldu olucakti annemin şuana kadar ne kadar sigara, alkol, yağli yiyecek, kendini zehirleyecek her türlü şeyi yemesine rağmen bir sorunun çıkmamasına şaşırıyordum ama şükür bile ediyordum.

 

Sürekli kusup miğdesinin bulanmasına sövsede arada duygusallığı tutuyor kardeşimi seviyordu.

 

“Eğitimler nasıl gidiyor, Banu”

 

Babamın sesini duyar duymaz, tabağımdan kafamı kaldırıp onun hırçın karanlık kömür gözlerine çevirdim gözlerimi.

 

“Güzel gidiyor, Baba. Köpeklere bile alıştım hatta Yuti ve Pola ile çok iyi anlaşıyoruz ben koşarken artık arkamdan değil yanımdan k-” babamın çatalı sertçe tabağa bırakıp ayağa kalkması bir olduğunda içeriye Feyzullah abi girmişti.

 

Babamın çatık kaşlar altında yangına dönen gözleri, soğuk ve kızgın kör ateşi sesi, kulaklarımda yankılandı;

 

“O köpeklere kendini alıştırmıyacaksın! Onlar seni kovalıyacak sen kaçacaksın! Gerekirse sana saldıracaklar, sen eğitimlerini böyle mi görüyorsun! Ben boşuna mı bu insanlara paralarını ödüyorum!”

 

Dünya sustu, derin bir sessizlik çöktü ortama tek bir ses vardı, annemin hiç birşey yokmuşçasına yudumladığı şarap bardağındaki şarabın boğazından geçen sesi..

 

Feyzullah abinin adımları arkamda durduğunda sandalyem geriye doğru çekildiğinde artık gitme vaktimin geldiğini anlamıştım.

 

Acıdan yanan gözlerim ağlamamak için zor duruyordu.

 

“Altınsoysan Asla Göz Yaşı Dökme”

 

babamın her gece kulağıma fısıldadığı cümleler zihnimde gezinirken oturduğum yerden kalkıp babamın karşısına doğru yürüdüm, “Özür dilerim, Baba. Bir daha olmaz” gülümseyip ona sarıldığımda karın kasları öfkeden inip kalkıyordu. Bedeni bir zehirdi, elektirik çarpmış gibi oluyordum ama o öğretmisti bana dirençli olmayi bundan şikayetçi olamazdım hakkım yoktu.

 

Beni ne geri itti, ne de bana sarıldı. Sadece derin bir nefes alıp omzumdan tutup bedeninden ayrdı beni.

 

Benimle aynı boya gelmek için yere çöktüğünde kömür karası gözleri, karanlığımdaki gözlerimle buluştu o an farketmiştim babama bu denli benzediğimi. Ona hiç bu kadar yakından bakma fırsatım dahi olmamıştı. Yeni tıraş olmuş olacak ki traş losyonunun mental kokusu genzimi rahatlatmıştı.

 

Gece karanlığından bile parlak duran saçlarında ki mentol kokusuyla karışan bu koku içimde birşeylerin kıpırdanmasına sebep oluyordu.

 

“Unutma evlat, sen güçlüsün hep güçlü kalacaksın. Boyun eğmek yok. Neydi bizim kurallarımız kızım?”

 

“Kural 1: Karşılarındaki kişi Altınsoylardan bizden birisi ise, onu asla hafife almamaları gerek, rütbeleri ne olursa olsun.

 

Kural 2: Altınsoy'ları asla basit oyunlar ile tehdit edebileceklerini asla düşünmesinler, oyuna gelen onlar olur.

 

Kural 3: Karşımızda ki insan bize nasıl yaklaştiysa bizde öyle yaklaşmalıyız, yoksa herkes hakettiğini bulmalı.

 

Kural 4: Onların kuralları varsa bizimde kuralsızlıklarımız vardır, söz bizden bir kere çıktıysa o kişi üstüne söz bile konduramaz.

 

Kural 5: Asla birinin önünde boy eğme, boy eğdiren ol. Yenilmek değil yenmek için gir o oyuna, eğer ki yenilecek olursan kaybeden sensen beraberliğe dönüştür o fırsatı. Kazandım zannederken kaybetsin, farkında bile olmaz.”

 

Son cümlemizi ikimiz aynı anda söylemiştik.

 

“Çünkü onlar aptal, bizim gibi zeki değiller”.

 

“Çünkü onlar aptal, bizim gibi zeki değiller”.

 

Babam gülümseyip tekrardan ayağa kalktığında, “Eğitimin başladı, vakit geçiyor. Hadi bakalım küçük kız, görelim seni”

 

Feyzullah abiyle aşağı kata tozlu duvarların arasında merdivenlerden inip o pis ve sigara kokulu odaya girmiştik.

 

Masanız üzerinde küçüklü büyüklü kanlı bıçaklar vardı.

 

Karşımdaki darta baktığımda, babamın düşmanlarını sırayla dizili hâlde gördüğümde gözlerim şaşkınlıkla açılmıştı.

 

Feyzullah abiye şaşkın bakışlarımı çevirdiğimde;

 

“Artik büyüdün. Sen büyüdükçe eğitimin de büyüyecekdi, artık Elam armut yok. Düşmanlar var.”

Eline en küçük bıçaklardan birini aldı. Nişan alıp adamın omzundan vurduğunda tiz çığlığı sigara kokulu odada yankılanıp kulağıma çarptı.

 

“Artik bütün eğitimin savunma üzerine, düşmanına acıma. Onlar sana acımayacak” bıçağı yerinden çıkartıp masaya sapladığında adam hâlâ inliyordu.

 

“Hadi görüyim seni, Kara Bela”

Masaya doğru ilerleyip, Feyzullah abinin sapladığı küçük bıçağı yerinden söküp elime aldim.

Bir bıçağa birde adamlara bakarken ruhsuz bir şekilde nişan alıp ortadaki adamın karnına saplamıştım.

Acı dolu çığlıklarının arasında Alkış sesi yankılanıyordu, Feyzullah abiye kafamı çevirip baktığımda “Afferim Kara Bela, ama biraz hafif degil mi bu. Unutma sen onlara acımayacaksın onlar sana asla a-”

 

Orta bıçaklardan birini aynı adamın boğazına sapladığımda etrafa kan sıçramıştı adamın bu sefer bütün benliğiyle çıkardığı o çığlık hepimizi susturmaya yetmişti. Ben susmazdım. Ama onlar susmaya mahkumdu.

 

“Bu fazla acımasız olmadı umarım” dudaklarımda belli belirsiz bir sırıtışla Feyzullah abinin şaşkın suratına bakıyordum. O ise adamın boğazını delip geçen bıçaktan akan kan gölüne.

 

Yine orta boylarda bir bıçak alıp aynı adamın koluna saolayıp, tekrar bir bıçak alıp sol koluna. Adamın taslağını bıçakla çıkarttığımda artik ayak uçlarindaki kan benim ayak ucuna kadar gelmişti. Yüzüme yayılan saçlarımı geri itip, adamın karşısına dikildim.

 

Ölmemişti ama yaşıyorda diyemezdim. Gözleri beyaza dönerken boğazındaki bıçağı bir hızla çektiğimde yüzüme bulaşan kanla yüzümü buruşturdum. Gözlerimi kapatıp geri adımlarla tekrar masanın dibinde bittim.

 

Gözlerim hâlâ kapalı bir şekilde nişan alıp bir sonraki adamı hedefleyip bıcağı fırlattığımda gözlerim hâlâ kapalıydı.

 

Çığlık yoktu, ne bir acı haykırış ne de alkış sesi. Hiç bir ses yoktu..tek bir ses hariç kapı gıcırdayıp açılması dışında.

 

Gözlerimi yavaş yavaş araladığımda boğazindan bıçağı çekip aldığım adamın artık kafası aşağı doğru kaynış ve tam kel kafasının ortasında attığım bıçak duruyordu. Şaşkinlikla kafasından akan kanlara bakarken kapidaki silüete cevirdim bakişlarimi.

 

Kara kaşlarinin altindaki kara gözleri gurur ve şaşkinliktan parlıyordu. Babamın bakışları bana döndüğünde odayı Alkış sesi kapladı, sağımdan ve solundan gelen bu alkış sesi babamın bana doğru ilerlediğinde bile devam ediyordu. Babam tam karşıma geçtiğinde bembeyaz gömleği kan içinde kalmıştı.

 

O temiz severdi

 

Bakışlarımı üzgün bir şekilde ona çevirdiğimde “Özür dilerim,.gömelğini kirlettiği-” diyordum ki beklemediğim bir şey oldu hiç beklemiyordum. Babam bana sarılıyordu. Bana hiç satılmayan babam bana ilk defa sarılmıştı.

 

Ellerimi nereye koyucağımı bilemediğim bir şekilde orda burda gezinirken en sonunda cüsseli sırtını buldu. Kafamı sola yatırıp bu kan ve sigara kokulu ortamda en güzel koku onunkiydi toprak kokuyordu, karanlık kokuyordu, is kokuyordu ama güzel kokuyordu. Kimse anlayamazdı bu kokunun ne denli güzel olduğunu.

 

Bedeni benden ayrıldığında bende ellerimi yanıma düşürmüştüm.

 

“Afferim benim Siyah İncim. Bugünlük bu kadar eğitimin yeter üstünü değiştir. Karanlık odaya dinlen. Beni çok gururlandırd8n bugün.”

 

Gülümseyerek odadan çıktığında arkasindan hem şaşkin hem de gülüyordum.

 

Feyzullah abi ile karanlık odaya girdiğimizde barut kokusu her yeri sarmıştı, küf kokuyordu. Rutubet vardı ama bu koku güzeldi. Feyzullah abi kapıyı kapatıp kitlediğinde dolabıma titrek adımlarla ilerleyip siyah bir tayt ve sweatshirti üzerime geçirip siyah terliklerimi giyip koşarak yatağımın üzerine oturdum.

 

Bu oda o kadar büyüktü ki her yeri rutubetten dökülüyordu. Evimizin en alt katı bodrum katıyıyken burası kimsenin bilmediği gün ışığının buraya asla uğramadığı bir yerdi. Burası toprak altındaydı. Karanlık Oda kabus odasıydı. Karanlık oda canımı yakan odaydı. Yastığımı karnıma doğru çekip yatakta cenin pozisyonunda yattım.

 

Bir süre uykuya dalmıştım.

Yorgundum ve kaç yıldır ilk defa bu kadar erken huzurlu bir uykuyla yatıyordum. Şimdilik huzurluydu tabii..

 

☾ᚐ҉ᚐ☽

 

Saatin kaçıydı bilmiyordum ama kulağıma gelen fısıldama sesleriyle korkuyla gözlerimi aralamıştım. Baş ucuma oturmuş beni izleyen Kuvarsı görmemle yattığım yerden doğrularak gözlerimi ovuşturdum.

 

Artık görüş açım kadanlığa inat daha netti karanlığa inat parlayan kara gözleri gülümserken kısıldı.

 

“Nasıl girdin sen buraya, yine azar işiticeksin” desende omuz silkip yanıma oturdu. Bedenimi ona çevirdiğimde “Bugün neler yaptığını gördüm, kara gülüm. Bunları yapmak zorunda değilsin. istemiyorsun biliyorum ama seni kaçıra bilirim bu lanet cehennemden. Bi he de gidelim” bu konuyu kaç kere konuşmamıza rağmen yine üstelediğinde sesli bir şekilde nefesimi dışa verdim. Ben 8 o 12 yaşındaydı ama yaşımıza göre olgun daha olgun davranıyorduk. Büyüme biçimlerimiz yüzünden....

 

“Ben 8 sen 12 yaşındasın nereye gidicez ki evden bile zarzor çıkıyorum. Ya lojmana gidicem ya eve iki seçenek dışında hepsi çıkmaz sokak benim icin” babası askerdi. Babamsa büyük bir örgütün tehlikeli kurucusu.

İkimizde farklı şekilde büyümüştük.

 

O babasını beklemekle ben babama hizmet etmekle...

 

“Senin çıkmaz sokaklarını aydınlatan bir sokak lambasıyım,.tekrar bak o yollara aydınlandığında çıkmaz mı oluyor yoksa sonu olmayan bir yol mu?”

 

Kurduğu cümleyle istemsizce sırıttığımda tekrar o soruyu yönelttim “Nasıl girdin buraya”.

 

Yutkundu sadece gözleri gözlerimdeydi. Ama ilk defa onun gözlerinden hiç birşey anlamıyordum. O mu bu kadar anlamsızdı yoksa ben herkesi okuyabiliyorken bir tek onu mu okuyamıyordum.

 

“Yolun ucunda sen varsan, giremeyeceğim yer yoktur. Kara Gülüm”

 

Ayağa kalkıp yatağımın üzerinde durduğunda görüntü silikleşmişti. Karşımda artık Kuvars değil Kara silüetli bir kadın vardı duvar dibine yapışıp hızlı soluklar aldığımda etrafında uçuşan fotoğraflara baktım. Kanlı fotoğrafların içinde bugün cesedini çıkardığım kanli adamın fotoğrafları en ortadaysa şuan yatmış olduğum yatakta kanlar içinde kalan bedenimin kanlı bir fotoğrafı..

 

Hızlı nefes alış verişlerim, anlamdan akan o soğuk ter damlaları...

 

Artık o kadında yoktu karşımda hiç birşey yoktu sadece burnumdan akan bir sıvı..

 

Kan...

 

Zehra Melek Aksu Karayel

Bir Kum Saati

 

Turuncu neyi anımsatıyor insanlara, sonbahar yağmurlarının üzerine çarpan kuru yapraklarla dansa giren minik su damlaları hayatlarından akıp giden birer birer sevdikleri canından çok sevdiği insanlar için mi turuncusuyla mavisini kavuşturuyordu.

 

Turuncu neyi anımsatıyor insanlara,

Bazıları için yenilikçi, sevinç, hayat demektir bence turuncu? Umutsuzluk, kaygı, karın ağrısı demekmiydi? Turuncu...

 

Turuncu neyi anımsatıyordu insanlara?

Sonbaharın rengi misal, neden turuncuydu? Yapraklar sararınca , ömürlerinin en kısa zamanlarının rengimiydi bu turuncu rengi?

 

Kimi insanlar için farklı anlamları olan bu turuncu renk benim için bir kum saatinin, akıp giden tanecikleriydi...

 

ᚐ⌛⛧⏳ᚐ

 

Son dersin olmasını fırsat bilip sınıftan kaçtım. Bahçeye çıktığımda kimseye gözükmeden okulun duvarına tutunup kendimi yukarıda bulmuştum. Artık önümde sadece teller vardı keskin bir o kadarda sivri olmalarına rağmen derin bir nefes verip eteğimi yukarı doğru toparladım.

 

Bir bacağımı dikkatlice karşıya geçirdiğimde seri bir şekilde sağ bacağımı da hemen yanına attığımda telin sivri ucu bacağımı boylu boyunca kesince tiz bir çığlık attım, kimsenin beni duymamasını umut ederek aşağıya atladım. Yere düştüğümde acıdan dolayı gözümden bir damla yaş düşmüştü.

 

Yere oturup bacağımı kendime doğru çektim, derin bir kesik değildi ama bir karıştan fazla kesmiştim diz kapağımdan ayakkabımın bitimine kadar kesik izi vardı.

 

Sırtımdaki çantamı yere atıp seri bir şekilde içinden peçete çıkartıp kanayan bacağımın üzerine bastırdığımda peçete anında kana bulanmıştı. Elime gelen kan ile yüzümü buruşturup, yere attım. Miğdemde ki fokurdamalar ağzıma geliyordu.

 

Kandan ölesiye korkuyordum, nefret ediyo ve miğdemi şiddetli derecede bulandırıyordu.

 

Bir peçete bir peçete derken zamanımın çoğunu burada geçirdiğimi fark ettim. En son bir ıslak mendille boydan boya silip, karikatürlü yarabantlarımdan yapıştırdım.

 

Çantamı koluma atıp, ayağa kalkıp dikkatli adımlarla ana yola doğru koşmaya başladım.

Ayağım acıyordu ama yetişmem gereken çok önemli bir yer vardı.

Yarami temizlerken tamamen unuttuğum bir yer.

 

Yosun gözlümün yanı...

 

Bugün doğum günüydü, çok yoğundu ve kutluyacak zamanınızın olmadığını bile bile ben o hediye dükkanına gidecek ve aklımdaki ilk şeyi ona alacaktım.

 

Polis olmak istediği için çok çalışıyordu, gece gündüz masa başında iki büklüm içtiği kahvelerin maddi manevi hesabı yoktu.

 

Bunca işinin arasında bir de benimle uğraşiyordu ama yorgunluğunu aldığımı söyleyip durduğu için kötü bütün düşünceler aklımdan uçup gidiyordu.

 

Kaldırımdaki taşı sektire sektire hediye dükkancısının yanına gitmeye başladım. Bu kaçıncı devamsızlığım hiç bilmiyordum ama iplediğimde söylenemezdi, eğer yolun ucunda yosun gözlüm varsa bende ölümü bile düşünmeden atlardım kucağına.

 

Dükkanın önüne geldiğimde kafamı kaldırıp içeriye baktım, bin bir türlü süs eşyaları vardı. Kapıyı açtığımda koyun canı gibi bir zil sesi gelince istemsizce gülümsedim.

 

Sonbaharın sevdiklerimden birisi de buydu. İnsanlar mutluydu, hediyeleri güzeldi. Mutluluklari daimdi ve seviyordum. İçimi ısıtıyorlardı .

 

İçeriye adım attığımda sıcaklık bedenimde istemsizce tatli bir kıpırdanma olurşturdu.

 

Kar küreeleri, marangoz eşyalar, gemiler derken aradığımı sonunda bulmuştum. Kum Saati.

 

Turuncuya çalan sütlü kahve tonlarinda ki kumların akışını izlerken büyülenmiş gibi kumların akışını izliyordum.

 

O sırada yanıma gelen adım sesleriyle kitlenip yan tarafima baktım, dükkanda bu güzel mi güzel hediyeleri satan 50-60 yaşlarinda, saçlari artık beyazin en parlak tonlarini almiş, kafasina geçirdiği sonbahharin renklerinden oluşan şapkasiyla tatli bir amca yanımda duruyordu.

 

“Beğendiysen al yavrum, zaten ona burda dönüp de bakan olmadı. Pek bı beğenmişe benziyorsun”.

Amcanin söyledikleriyle hüzün kapladı içimi. ‘Kimse dönüpde bakmıyormuş’ diye kum saatinin kumlarinin akışını izlerken bakışlarımı amcaya çevirip buruk ama en içten bir şekilde tebessüm ettim.

 

“Alıcam” dedim sadece.

 

Amca da bana gülümseyip kasanın yerini gösterince ilerlemeye başladik.

 

İlerlerken ben mekanin içini incelemekle meşguldum.

Küçük ama içi büyük bir yerdi, çok tatli süs eşyaları vardı. Amcaya elimdeki kum saatini verip hediye pakedi yapmasini ve bir kaç not yazmasini istiyerek, hediyemi alip Yavuzun evinin yolunu tuttum.

 

18 Yaşındaydık ailelerimiz den uzun yıldır ayrı şehirlerde büyümüştük ve içimde hâlâ kırık bir yerleri daha çok parçalıyordu. Bir kaç dakika sonra Yavuzun evinin önüne gelmiştim. Soğuk ellerimle zile basıp, elimdeki hediye kutusunu sıkı sıkı tuttum. Kapı açıldığında tebessüm edip yeşillerine baktım. Hep bir yosundu o benim için, koyu yeşillerinin ardında daha güzel bir aydınlık vardı. Beni görünce şaşırmıştı ama kısa sürede toparlayip gülümsemişti.

 

Elimden tutup beni içeriye geçirdiğinde arkamda sıkı sıkı tutuğum hediyeyi ikimizin arasına koydum.

 

“İyi ki doğdun sevgilim”

 

Bir hediyeye bir bana bakıyordu, en içten bildiğim o sıcaklıkla gülümsediğinde “Ne gerek vardı, haber etseydin bari. Hava soğuk beraber gidip alırdık”.

 

Düşünceliydi ama aptaldi. Koluna şakasina bir fiske vurduğumda -vuramadiğimda- sanki elimi masaya vurmuş gibi acıyla geri çektim.

 

“Ya senin vücudun demirden mi! Elim kırıldı!”.

 

Gülümseyip hediyeyi elimden aldı.

Acıyan elimi eliyle acısını hafifletmek istermiş gibi avucunun içine alıp okşamaya basladiğinda koltuklara geçip oturmuştuk.

 

Yavuz bana -bekle- diyip yerinden kalktiğinda, ne olduğunu anlayamamıştım.

 

Masaya koyduğu hediyeye baktiğimda acaba beğenmedi mi diye içimi kemiren sorularla baş başa kalmıştım.

 

Bir kaç dakika sonra tekrar heybetli cüssesiyle koltuğu delip geçercesine oturunca yerimden havaya uçmuştum. Elindeki sargı bezi, tentürdiyot, kolonya, makas, bantlari görünce bir kuşku daha kaplamıştı içimi.

 

“Neden bunları getirdin, bir yerine birşey mi oldu, bir yerini mi kestin, ya sakarmisin dikkat etsene! Nerene birşey o-” diyordum ki dudaklarima kapanan dudaklarla lafim bölünmüştü. Bu “Sorun Yok” dercesine kısa bir öpüştü oysa hemen geri çekildiğinde gözlerindeki o koyu yeşilelr kaybolmuş en sevdiğim yosunlarini ortaya salmişti.

 

Yapma be adam! Eririm ben bu bakışlara!

 

“Beni bu kadar düşünme, Küçük Hanım. Ayağına her ne olduysa iyice temizledikten sonra konuşucaz ama ilk kendi yaptiğim aptalliği sarmam lazim”.

 

Dediğinde. Eline kolonya alip pamuğa biraz döktü, küçük elim onun büyük avuçlarinin içinde kaybolup gitmişti. Yavaş ve narin bir şekilde kizaran elime kolonya sürüyor, şaşkin bir şekilde ona bakıyordum. Bir yara bandi alıp üzerine yapiştirdiğinda, tekrar elimi ellerinin arasina alip dudaklarina götürüp derin bir öpücük kondurdu.

 

Eben erimiş bakışlarla ona bakarken o yeni farkettiği bir ayrinti nedeniyse kaşlarini çatip bana bakıyordu, dudaklarimi dişlediğimde bakışlarımı kaçırmama sebep olucak uyarici bir yandan da kızgın kalın erkeksi bir sesle konuşmaya başladi;

 

“Sen yine okuldan kaçtın demi” bacağımı bacağının üzerine koyup eteğimi sıyırdı , “Hah birde yarala kendini!” kızgın çıkarmaya çalışan sesiyle ben ona melul melul bakıp göz kirpiştirmakdan başka birşey yapmamiştim.

 

Bantlari tek tek söküp yarayi iyice temizledikten sonra gazlı bezle sarmaya başladiğinda bende sorularimi ardi arkasi kesilmeyecek bir şekilde sıralıyordum.

 

“Nerden anladın okuldan kaçtiğimi, yada bunu anlarsın evet bu kolaydı. Ya yarali olduğumu nasil anladın eteğim kapatıyordu kii! Hem ne olmuş kendimi yaraladiysam benim yaram sen olmadiğin sürece kanamaz. Sana kaçtim hem ben niye okuldan kaçiyim ki? Çok kızdın mi b-”

 

Tekrardan beklemediğim derin bir öpücük dudaklarimi sardiğinda bu sefer sadece bacağimla elimi değil ruhumu iyileştirmek istercesine öpüyordu. Koltukta biraz daha yanına kayıp öpüşüne karşılık verdiğimde bunu bekliyor olucakdı ki elleri belimden tutup beni tek hamlede kucağina alinca dudaklarından ayrılmadan kıkırdadım. Elleri ilk önce kahverenginin en açık tonu olan kumral saçlarimda gezinip narince okşamaya başladı. Bende ellerimi boynuna dolayip daha çok gögsüne sokuldum. Kucağinda olduğum için öpüşmemiz daha kolay oluyordu.

Ensesindeki ellerimi saçlarina daldirdiğimda yavaş ve narin bir şekilde okşamaya başladim.

Öpmüşü yavaş yavaş durduğunda alnını alnıma dayayıp nefesi nefesime karışmıştı. Nefes nefese kaldığımızda kucağinda biraz daha ileri kaymıştım. Ama galiba bunu yapmamam lazimdi ki dişlerini dudaklarina geçirip tekrardan dudaklarima kapandiğinda bu sefer hoyrat bir şekilde öpüşmeye başlamıştık. Saçımdaki elleri yavaş yavaş tişörtümün altındaki soğuk ve beyaz tenime bir sıcaklık kavuşturduğunda hâlâ dudaklarım onun dudaklarinin üzerindeyken gülmüştüm.

 

Bunun hoşuma gittiğini anlayınca elleri biraz daha aşağilara kaydiğinda kalçamı sıkmaya başlamıştım kesik bir inilti dudaklarimdan onun dudaklarına çarptiğinda köyü mavilerimi yeşillerine dikmiştim. Dudaklarından yavaş yavaş ayrılıp boynunu öpmeye başladiğimda iki eliyle kalçamdan kavrayıp ayağa kalktiğinda merdivenlerden yukarı çikiyordu ve ben hala boynundan onu öpüyordum. Bir odaya girdiğinde ortaliği yosuna çalan toprak kokusu burnuma geldiğinde yatak odasina geldiğimizi alnadiğimda basimi kaldirip ellerimle yüzünü kavradım.

 

Yatağin üzerine oturduğunda dudakları bir ateş gibi tekrar dudaklarimi kavradı.

Elleri kalçalarimda oyalanirken kendimi sırt üstü yatakta bulduğumda afallamıştım ama hâlâ dudaklarını öpüyordum.

Orası benim evimdi, yaşmaa sebebim. Tek nefesimdi.

Belimden tutup beni biraz ileri ittirdiğinde kafam yastığa değmişti.

Yavuzun elleri hâlâ belimde dolanırken ben dudaklarini haps almıştım. Dudaklarıma küçük bir öpücük birakip tek hamlede üstündeki salaş kazaği çıkardığında, içimdeki anlamsız hormonlar devreye girmişti.

 

Polis adaminda meyveleri bir başka. Üzerimdeki okul kıyafetini çikartip ileri atildiğimda ayni anda tekrar dudaklarimiz buluştu ellerimi boynuna dolayip gögsüne bir koala edasiyla sokulduğumda tek hamlede beni yine kucağina aldiğinda bacaklarımın arasina değen sertlikle yutkundum. Şuan sırt üstü yatmış bende kucağında oturuyordum.

 

İçimdeki alev daha çok korlandiğinda elleri belimi kavrayip beni yavaş bir şekilde kendi göğsüne çektiğinde sertlik artık bütün hücrelerimi esir almıştı, saç diplerime kadar hissetmiştim.

 

Yavuzun dudaklarında yarim bir gülüş olduğunda gülüşünde öpüp kucağında ileri geri onu öpmeye başlamıştım.

Elleri belimden aşağıya kayıp kalçalarimdan yana gittiğinde bacağimi iki yana açmıştı.

 

 

Gözlerimi yavaş yavaş araladiğimda beyaz yorganin içinde Yavuzun o mükemmel yüzüyle uyanmıştım.

Öpüşmemizden sonra yorgun düşüp uyuya kalmıştık. Yavaş yavaş doğrulduğumda ayağa kalkip dolabından yeşil bir kazak çıkartıp üzerime geçirdiğimde aşağıya indim. Masanin üzerinde aldiğim hedidyeyi görmemle buruk bir gülüşle yavaş adimlarla koşup masanin üzerindeki hediyemi aldiğim gibi ayni yabaş ve hızlı adimlarla odaya geri girdiğimde Yavuzu üstünü değiştirmiş bir şekilde bulmayi beklemiyordum.

 

Gülümseyip yanına gittiğimde tekrardan hediyeyi öne uzattiğinda bu sefer hediyeyi alip yatağa oturdu. Bende yanına oturduğumda dikkatli bir şekilde kutuyu açmaya çalişiyordu. Dış kaplamasini açip içinden çıkan Kum Saatine büyülenmiş bir şekilde baktiğinda gülümsedim. O kum saatine bayılırdı. O kum tanelerine bayılırdı. O Kum Tanesi'ne de bayılırdı.

 

“Kum Tanem'den Kum Saati. Şaşırdım ve sevindim yavrum”

 

Yeşilleri sevdiğim tonda olunca eriyip gitmiştim ama “Birşey değil hadi bir yer bulalim ona” diyip elinden tutup ayağa kaldirmiştim onu da. İlk önce komidinin oraya gitti bakişlarim. Boştu ve kesinlikle buraya koymaliydi.

 

Elindeki kum saatini alip oraya koyduğumda gulumseyen bakişlarimla ona döndüm.

 

“Biliyormusun gece kumların içinden öpüşen iki genç figür çıkıyormuş.”

 

Gülümseyip ona baktiğimda oda gulumsemişti.

 

Bir kaç saat daha kalıp üstüme kendi kiyafetlerimi geçirmiş kapıdan dışarıya çıkmıştım. Artık vedalaşma vaktiydi. Ve ben vedalari sevmezdim.

 

“Dikkat et kendine. Eve gidince ara beni, aklım sende kalmasın Kum Tanem”

 

Gülümseyip dudaklarına küçük bir buse kondurup geri çekidliğimde

 

“Sen varken bana ne olabilir ki Yosun Gözlüm. Ararim görüşürüz”

 

Vedalaştiktan sonra kaldirimdan 2 sokak geriye gidiyordum. Aramızda 2 sokak vardı ama nefeslerimiz hep beraberdi. Kalplerimiz beraber atıyordu. Kulakliğimla müzik dinlerken yüzümün bembeyaz atacaği bir ses duyduğumda kulakliği çıkartıp sağima soluma baktım. Kesinlikle bir kurşun sesi duyduğuma eminim!

Tekrar kulakliği takıyordum ki bıçak kesme sesleri kulağimi tirmalamaya başladiğinda yüzümü buruşturup tekrar korkuyla sağima soluma baktım. Kimse yoktu. Tam yuruyecektim ki önümde siyahlar içinde kızıl bir kadın görmemle duraksadim. Yüzü yoktu. Siyahtı. Yanmış gibiydi. Kalbinin tam ortasında bir delik vardı hemen ayak ucunda da bu kurşun. Kollarında ve vucudunun çeşitli yerlerinde bıçak izleri vardı ve her yeri kan içindeydi.

 

Yutkunduğumda kafasiyla bir yeri işaret etti. İşaret ettiği yer ayak uçlarim olunca gördüğüm şeyle donup kaldım. Bir fotoğraf kanli bir fotoğraf. Gelinliğin içinde Yavuzun kollarında kanlar içinde duran ben.. yüzüm yok yanmış... Karnm delik deşik...

 

Yutkunup tekrar önüme baktiğimda kadin silikleşmeye başladiğinda kulaklarımda tek bir cümle uğuldadi.

 

“Evlenme, sev! Evlenme, sev! Ölüceksin ve herşey batıcak! Ölüceksin ve herşeg batıcak!

Kıyametin olucak, o seni öldürmek için gelicek!

Kıyametin olucak, o seni öldürmek için gelicek!”

 

Beynimde çalan bu feryatlar başımı döndürüyordu, gözüm kararmaya başladiğinda karşimdaki siyahli silüet kaybolmuştu.

Burnumdan bir sıvı aktığında zifiri karanlik beni bedenime haps etmişti.

 

Kan..

 

 

Evveeeett!!!! Up uzun bir bölüm ve genellikle seviceğiniz, bir cogunuzun ağliyacaği, psikolojinizin bozulacaği bir bölüm olucaaaakkk!! Hepinizi seviyorum!! Hadi montajlandikk🥊💗

Loading...
0%