@ruhumunilacii123
|
BÖLÜM 3 KARŞILAŞMA “Allah cezanı versin Can! Ne kızı ya?” diye bağırdım önümde olanları anlatan Can’a. Beni kızı olarak tanıtmış ya! Olabilir mi böyle bir şey? Bu çocuğun asla aklı başına gelmeyecekti. Can benden sadece bir yaş büyük olmasına rağmen nasıl babam olduğuna inandıracağız bilmiyordum. Bazen cidden kafasının içinde olan şeyi kullanmayı unutuyordu. “Ya kızım bağırmasana deli gibi. Ne olacak sanki. Daha rahat gireceksin içeri işte!” deyip Haktan’ın yanına gitti. “Değil mi ama?” diye sorduğunda Haktan ona sadece bomboş baktı. Ellerimi kaldırım Can’ı alkışladım. “Aferin. Bravo sana! Bizi nasıl bir işin içine soktuğunun farkında mısın Can? Kız ve adam hakkında hiçbir şey bilmiyoruz ve şimdi hayatlarını oynamak zorundayız!” bu sözlerim üzerine Eylül kafasını salladı. “Arkadaşlar, haklısınız ama böyle kavga ederek de bir yere varamayız. Yıllarca birlikte çalıştık ve her zorluğu da beraber aştık. Yine öyle olacak. Şimdi sakin olun ve şu insanlar hakkında araştırma yapmaya başlayalım. Yoksa yarın şirkete gittiğinizde Sinan Kozanlılar’a sadece bakarsınız.” Dedi. Çok haklıydı ancak Can’dan sinirimi çıkarmadan da rahatlamayacaktım. Şimdi araştırma yapmamız gerekti. Hepimiz masalarımızın başına oturduk ve klavye seslerimiz kulaklarımızla buluştu. İlyas Çanak’ın adını arattığımda karşıma çıkan ilk siteye tıkladım. “Son on yıldır Lösev’e düzenli bağış yapan İlyas Çanak, dönemin en saygıdeğer ve yardımsever iş adamı ilan edildi.” Ne saçma bir slogan! On yıldır Lösev’e düzenli bağış yapıyormuş ve bir iş adamıymış. Acaba nerede çalışıyordu? * “Amacımız sadece bu adamın mafya olup olmadığını öğrenmekti. Ne ara ‘İlyas Çanak’ oldun sen?” dedi Kumsal, Can’a bakarak. “Ama cidden artık yeter. Tamam yaptık bir şey ama biraz yardımcı olun. Hep suç atıp duruyorsunuz bana!” diye sitemle söylendi Can. Söylediklerinde asla haklı olduğunu düşünmüyordum. “Peki, İlyas Çanak denilen adam cidden çıkıp gelirse o zaman ne yapacağız?” dedi Eylül Tedirginlikle birbirimize baktığımızda herkes aynı şeyi düşünüyor olmalıydı. “Kaçıracağız.” Diye, hepimizin düşündüğü şeyi dile getiren Deniz oldu. “Koskoca İlyas Çanak’ın telefonunda ya da en azından saatinde falan takip cihazı vardır bence. Hemen bulurlar bizim de kim olduğumuz ortaya çıkar.” Dedi haktan dosyaların bulunduğu dolabın yanından olanları dinlerken. “Yok be! ne koskoca İlyas Çanak’ı? Adam sadece uygulamaların hepsini satın almış ve hepsinin VIP’sini kullanıyormuş. Yani sadece zengin.” Dedi Can. Sonra Deniz laf arasına girdi. “Oğlum zaten adamın yüzünü daha önce kimse görmemiş ki. Kendi şirketi varmış ama yeri bilinmiyormuş hatta evden çalışıyormuş. Bu adamda da bir gizemler var ben söyleyeyim.” Evet, edindiğimiz bu türden birkaç bilgi vardı hatta İlyas Çanak’ın şirketinin olduğunu iddia eden yalan yanlış şirket fotoğrafları koyan bir sürü de yalan habere rastlamıştık. Herkes bu adamı da merak ediyordu ve biz Sinan Kozanlılardan girip, İlyas Çanak’tan çıkacak gibiydik. * Yine sabah olmuştu ve bugün ben “Deren Çanak” olacaktım. İlyas Çanak’ın kızı! Kalktığımda darmadağın olan odamla bir süre bakıştıktan sonra dolaptan giysilerimi çıkartıp hızlıca giyindim. Belime kadar gelen kahverengi, hafif dalgalı saçlarımı düzelttim. Bugün düzleştirmeyecektim. Nasıl İlyas Çanak’ın yüzü bilinmiyorsa, kızının da bilinmiyordu. Nerede arasak yoktu. Bu yüzden kendi tarzıma göre hazırlanabilirdim. Kırmızı rujumu alıp dudaklarıma sürdükten sonra kirpiklerimi de kıvırdım. Bence gayet zengin görünüyordum. Kıyafet olarak beyaz, kısa, pileli bir etek giydim. Üstüme de tek kol, siyah bir crop giydim. Zaten nisan ayında olduğumuz için havalar soğuk değildi. Saçıma küçük yıldızlı, kıstırmalı bir toka taktım ve çantamı da alıp mutfağa gittim. Annem uyanmıştı. “Kızım?” dedi annem şaşkınlıkla. Derin bir nefes alıp kahvaltı hazırlanmış masaya oturdum. Annem ise hala şaşkınlıkla bana bakıyordu. “Hiç sorma anne. Can’ın aptallıkları yüzünden bu haldeyim.” Dedim kendimi göstererek. “Yine ne yaptı acaba o çocuk. Her şey onun başının altından çıkıyor. Dikkat edin.” Dedi annem elindeki çatalı sallayarak. Kafamı onaylar şekilde salladım. Annem yine haklıydı. Elindeki reçel kavanozunu da masanın tam ortasına bıraktıktan sonra karşıma oturdu. Hafiften beyazlamaya başlamış olan saçlarını, masanın üstündeki kıstırmalı tokayla arkaya tutturdu. Elini bana uzattı ve ellerimi, ellerinin içine aldı. “Anneciğim. Güzel kızım. Dikkat et kendine tamam mı? Bu mesleği sen istedin. Biliyorum. Sen kendini de koruyabilirsin. Bunu da biliyorum ama bir anne olarak bunları söylemek içimi rahatlatıyor. Çünkü sen büyürken pek iyi şeyler yaşamadın. Kardeşin de öyle. Hatta benim için de öyle. Birbirimize sahip çıkalım. Tamam mı kızım?” dediğinde güzümde küçük bir tebessüm oluştu. Annem de benimle aynı şeyleri düşünüyordu. Babam öldüğünde, Demir amcayla evlenmişti ve ben bu yüzden ona kızmıyordum. Çünkü ömrünün sonuna kadar acıyla yaşayamazdı. “Biliyorum. Siz de kendinize dikkat edin. Ben artık başımın çaresine bakabiliyorum.” Dedim. Cümlemi bitirdiğim anda mutfak kapısından içeri, Demir amca girdi. “Günaydın kızlar.” Dedi sandalyelerden birine otururken. “Günaydın hayatım. Siz Miran’ı çağırın, ben yumurtaları tabaklara pay edeyim.” Deyip masadan kalktı annem. Ben de onunla birlikte kalkıp Miran’ın odasına doğru ilerledim. Miran’ın odasının önünde durup bir elimi belime koydum ve diğer elimle de kapıyı tıklattım. Ses gelmedi. Tekrar tıklattım ve yine ses gelmedi. En son içeri daldığımda, yatağa ahtapot gibi sarılmış olan Miran’ı gördüm. Lükse dair en ufak bir parça olmayan, bu klasik aile evi odasında hayatını sürdüren Miran’ın hala uyanmaya niyeti yoktu. “Miran kalk ablacım.” Dedim yatağın başında dururken. Miran hiçbir yaşam belirtisi göstermedi. Tekrardan konuştum. “Canım kardeşim kalkar mısın? Kahvaltı hazır.” Dediğimde yine hiçbir ses vermemişti. En sonunda sinir seviyem aşılmış olduğu için: “KALKSANA BE!” diye bağırıp kafasının altındaki yastığı çekip, kafasına fırlattım. Korkuyla gözleri açılmış olan Miran, beni gördüğü anda, ona fırlattığım yastığı alıp yine, başının altına koydu. “Miran kalksana! Zaten yatağı işgal etmişsin.” Dediğimde bu sefer başını bana döndürdü. “Kendi yatağım ve kendi odam. Sana ne?” bu sözlerinden sonra yastığını yine çektim ve kafasına bastırdım. “Terbiyesiz! Ablanla düzgün konuş bakayım!” bu sefer yastığı odanın farklı bir köşesine fırlattım. Miran artık oturur pozisyona gelmişti. “Sen mi bana ‘terbiyesiz’ diyorsun? Geçen gün kaybolan şarj aletin için saatlerce bana söylemediğin söz kalmamıştı ve şarj aleti odandan çıkmıştı hatırladın mı?” gözlerimi kırpıştırdım ve bir süre düşündüm. “Ablanım ben senin. Kalk!” dedim ve odadan hızlıca çıktım. Evet gerçekten böyle bir şey yaşanmıştı… Ailecek bir güzel kahvaltımızı ettikten sonra, benim evden çıkma zamanım gelmişti. “Görüşürüz. Bana şans dileyin.” Dedim kapıdan çıkarken. Evden çıktıktan sonra hemen arabama atlayıp işimin yolunu tuttum. * “Sakin olun ve doğru düzgün davranın. Tamam mı? Zaten bütün uygulamaları VIP’siyle bitlikte satın aldık.” dedi Eylül. Biz ise Can’la, azarlanıp nasihat verilen çocuklar gibi dikilmiş, onları dinliyorduk. “Ayrıca açık verirseniz biteriz. Adam mafya oğlum. Anlar.” Dedi Haktan. İkimiz de başımızı salladık ve bize söylenenleri dinledik. Herkes bir şeyler söyledikten sonra artık gitme zamanımız gelmişti. Can da en az benim kadar tedirgindi. Çünkü ilk defa hiç tanımadığımız insanların kılığına bürünüyorduk ve bu o kadar da kolay değildi. Çünkü Sinan, Aygun veya şirkette çalışan farklı bir kişi, bu İlyas denen adamla veya kızı Deren’le arkadaşsa, yüz yüze görüşmüşlükleri varsa foyamız ortaya çıkabilirdi. Bu yüzden kimseyle muhatap olmamamız gerekiyordu. İlk defa bir işin altından kalkamayacağız gibi geliyordu. “E haydi! Çıkın artık ve cihazdan haber yollayın. Tamam mı? Bizde sizinle kulaklıktan iletişim kuracağız.” Dedi Deniz. Kafamızı salladık. Kulağımızın içinde çok ufak bir cihaz vardı. Bir insan baktığında göremezdi. Bize o kulaklıklardan haber yollayacaklardı. Benim boynuma bir de kolye takmıştık. Kolyede kamera vardı. Bizimkiler beni oradan izleyeceklerdi. Kolyede bulunan bir ses cihazı daha vardı. Ben de kolyenin şekli gibi duran ufak yuvarlak çıkıntıya basılı tutup, haber vermek amaçlı teşkilattakilerle iletişime geçecektim. Can ise bunları kolundaki saatten yapacaktı. İstihbarattan çıktık ve arabamıza atlayıp yola koyulduk. İkimiz de yol boyunca hiç konuşmamıştık. Varmamıza az kalmıştı. “Sence becerebilecek miyiz?” dedim kafamı ona döndürerek. Can arabayı sürerken bir saniyeliğine bana baktı. “Bizim şu ana kadar beceremediğimiz şey oldu mu?” dedi Can, soruya soruyla karşılık vererek. “Olmadı.” Dedim tek kelimeyle. “Evet olmadı. Şimdi de olmayacak.” Dedi ve arabayı şirketin otoparkına park etti. “Haydi ‘Deren Aktunç’ şimdi hemen ‘Deren Çanak’ ol bakalım. Ayrıca cidden babanmışım gibi davran. Kendimi yaşlı gibi göstereceğim diye yüzüme makyaj malzemeleriyle kırışıklıklar bile yaptım!” dediğinde hayretle kahkaha atmaya başladım. O ise kaşlarını çatmıştı. “Gülmesene hain!” dedi ve arabanın kapısını kilitledi. Birlikte şirketin girişine doğru yürüdük ve tam içeri giriyorduk ki: “Siz kimsiniz? Dingo’nun Ahırı değil burası. Şirket.” Diyen bir adam sesiyle durduk. Güvenlik önümüzde bize bakıyordu. “Biz…” dedi Can. İkimizin de kulağına sinyal gelmiş olacak ki, birbirimize çaktırmadan baktık. Gelen sinyalde konuşan Eylül’dü. “Deren. Sen Deren Çanaksın.” Dedi Eylül. Büyük ihtimalle Can’a da İlyas Çanak olduğunu söylemesi istenmişti. Ancak bunu söylememiz doğru muydu? Sonuçta kimse onların yüzünü bilmiyordu ve kanıtlamamızı söylerse hiçbir şey yapamazdık. Ben aklımdan saniyeler içerisinde bunları düşünürken, Can sonunda cevap verdi. “Ben İlyas Çanak. Girmemde bir sakınca mı var yoksa?” dedi. İçimden geçirdiğim korkunun aksine cesur bir yüz ifadesiyle güvenliğe baktım. “Ben Deren Çanak. Kızıyım.” Dedim kollarımı önümde birleştirerek. Adam “İyi madem” der gibi gözlerini açıp, kafasını yana yatırdı. “Peki İlyas Bey. Kimliğinizi görebilir miyim? Kim olursanız olun bunu istemek zorundayım.” Dediğinde her şeyin sonuymuş gibi gelmeye başlamıştı. Asla giremeyecektik! Can tam konuşacaktı ki, kapının ilerisinden, bize doğru gelen Aygun Beyi gördük. Ben, Aygun Beyi de araştırmıştım. Onun hakkında da bilgi sahibiydim. Yanımıza kadar geldiğinde çatık kaşlarla güvenlik adama baktı. “Onlar bizim özel misafirlerimiz. Buraya geldiklerinde bir daha onlardan asla kimlik istemeyin.” Dedi. Bizim Can’la ikimizin de içinde mutluluk kıyametleri kopuyordu ama asla belli etmiyorduk. Güvenlik başını hiçbir şey söylemeden salladığında Aygun, bize dönüp gülümsedi. “Hoş geldiniz. Şirketimize şeref getirdiniz.” Dedi elini Can’a uzatarak. -Tabii onu İlyas Çanak zannederek- “Hoş bulduk efendim.” Dedi Can saygıyla. Aygun elini bana uzattı. “Merhaba Deren Hanım. Sizler de hoş geldiniz. Daha önce tanışma fırsatımız olmamıştı.” Dedi. İlyas denen adamın kızının da adının benimkisiyle aynı olması çok büyük şanstı. Yabancılık çekmiyordum. “Hoş buldum. Evet, hiç tanışma fırsatımız olmamıştı. Memnun oldum.” Deyip elimi geri çektim. “Buyurun. Sinan Beyin odasına geçelim.” dedi şirketin içini göstererek. Adamı onayladık ve arkasından takip etmeye başladık. Kocaman şirketin içinde bir sürü insan dolanıyordu. Öyle büyük bir şeydi ki, tüm ili buraya getirsek anca dolardı! Adam bizi şirketin yana ayrılan uzun merdivenlerin ortasındaki asansöre bindirdi ve en üst katın düğmesine bastı. Vay! Sinan’a bak sen. Mafyalıktan, şirket sahipliğine geçiş yapmış da en üst odayı kapmış! Asansörde yukarı çıkarken, tüm şirket camdan olan asansör sayesinde gözler önünde çıkmıştı. En üst kata vardığımızda, ilk Aygun Bey olmak üzere, hepimiz asansörden indik. “Sinan Bey ile bir tanışmışlığınız var mıydı?” dedi Aygun Bey ikimize bakarak. Kulaklığıma yine bir ses geldi. Bu sefer konuşan Kumsal’dı. “Hayır, yok.” dedi. Bende onun söylediği cümleyi tekrar ettim. “Hayır, benim yok.” dedim. Can da kafasını salladı. “Benim de yok.” dedi. Aygun denen adam gülümsedi. “Merak etmeyin, iyi birisidir. Çabuk alışırsınız birbirinize. Zaten bundan sonra görüşürüz hep. Değil mi?” dediğinde ikimizde gülümseyerek, onaylar şekilde başımızı salladık. Sinan’ın odasının önüne geldiğimizde Aygun Bey kapıyı çaldı ve içeri girdi. Kapı tamamen açıldıktan sonra biz de havamızdan ödün vermeyerek içeri girdik. Oda da şirket gibi heybetliydi. Gerçi ben altından olacağını falan düşünmüştüm ancak değildi. Tertemiz bir masa vardı ve üzerindeki isim yazılı kalem koyma platformu dikkatimden kaçmamıştı. Avize kullanılmamıştı tabii. Led lambalar vardı. Mavi renkte. Sinan, odun desenleri olan masasıyla uyumlu, kahverengi ve gri renkleri olan sandalyesinde oturmuş, bize bakıyordu. Sinan Kozanlılar... Koyu renk saçları çok hafif beyazlamış olan, elli bir yaşında, bir yetmiş boylarında, takım elbiseli ve en önemli olarak mafya mı yoksa sadece şirket sahibi mi bilinmeyen o adam. Sinan’ın oturduğu yerin arkasında duvar yoktu. Tamamen camdı. Oda ise büyük bir salon gibiydi. Oldukça da lüks ve modern eşyalar kullanılmıştı. Odanın bir köşesinde de bir manken duruyordu. Bir dakika. O manken değilmiş ki adammış! Eray Kozanlılar… Odanın içerisinde Eray Kozanlılar da vardı. O herkesin tanıdığı ama kimsenin tanımadığı Eray Kozanlılar. Sinan Kozanlılar’ın oğlu.
|
0% |