@ruhumunilacii123
|
DİNLEMEK VAR, KONUŞMAK YOK… (DEREN AKTUNÇ’UN ANLATIMIYLA) Planımız son hız devam ediyordu. Galiba gerçekten becermiştik. Ancak aklımda bir düşüne kalmıştı. Biz şimdi bu adamları yakaladık ve götürüyoruz. E, götürüp ne yapacaktık? Öldürecek halimiz yoktu. Umarım koskoca korumaları bayıltırken bunu da düşünmüşlerdir. Lakin asla düşündüklerini sanmıyorum. İpek’le sohbetimize çok saçma bir şekilde devam ederken. Kumsal ve Deniz’in artık şu adamı çıkarmalarını diliyordum. Çünkü artık sürdürebileceğim bir konu da kalmamıştı. Dedesine, babasına kadar sormuştum kızın. “Valla senin işin de zor. Burada bütün gün insanlarla uğraşıyorsun.” Dedim muhabbeti uzatmaya çalışarak. Kafasını onaylarca salladı. “Biraz öyle. Sıkılıyorum ama işim bu sonuçta. İsteğime bağlı bir şey değil.” dedi. Sanırım artık o da benden bıkmıştı. Merak etme, ben de sana pek meraklı değilim İpek. Ama işim nedeniyle seninle burada sohbet etmek zorundayım. On beş dakikaya yakındır buradaydım. En sonunda İpek de bana bir soru sordu. “Sen de İlyas Çanak’ın kızısın. Torpil geçiyorlardır sana, değil mi?” dedi. Bu cümlesi üzerine biraz tedirgin olmuştum. Ama yine de hiç çaktırmadan cevap verdim. “Yok canım! Bende sizin gibiyim. İlyas Çanak’ın kızı olmam ne değiştiriyor ki?” dediğimde: “Çok şey değiştirir Deren.” Dedi. Bu kız konuyu çok farklı yerlere çekmek istiyor gibiydi. Sürekli bana alttan alttan laf sokuyordu. “Ben kendi emeklerimle buraya geldim. Çalışarak. Sen ise direk şirkete girdin. Yanlış anlama! Asla seni suçlamıyorum. Hatta senin adına seviniyorum. Çok şanslısın.” Deyip biraz durdu. Ben ise ne cevap vereceğimi bile bilmiyordum. “Aman canım. Her neyse. Kusura bakma kendimi tutamadım.” Sözleri bu kadardı. Yutkundum ve kafamı iki yana salladım. “Sorun yok.” ayağa kalktım. Bizimkilerin işleri bitmiş olmalıydı. “Ben gideyim artık.” Bu sözlerim üzerine beni onayladı. “Görüşürüz.” “Görüşürüz.” İpek’in yanından hızlıca uzaklaşmak adına asansöre bindim. En alt kata indim. Artık benim de acilen buradan çıkmam gerekiyordu. Eylül de çıkmış olmalıydı. Asansörden indiğim gibi hiçbir şey yokmuş gibi şirketten çıktım. Daha sonra telefonumu açıp “Gizli Operasyon” adlı gurubumuza girdim. Haktan konum atmıştı. Hemen oraya doğru ilerledim. Üç veya dört dakika yürüdükten sonra arabaya varmıştım. Arabanın içinde oturan Haktan’ı, siyah camlar yüzünden ilk başta görememiştim. Camı açtığında orada olduğunu anladım ve hemen sürücü koltuğunun yanındaki koltuğa geçip oturdum. Çok gergindim. Benim kulaklığım olmadığı için neler olup bittiğini bilmiyordum. Ya yakalandılarsa? Ya da Can adamı dışarı çıkartamadıysa? Hiçbir şey demeden Haktan’a baktım. “Yalvarıyorum iyi şeyler olmuş olsun” der gibi bakıyordum. Nefes alıp, tek bir cümle kurdum. “Başardık mı?” dedim. Haktan bir süre hiçbir cevap vermedi. Daha sonra gözündeki siyah gözlükleri çıkardı ve bana bakarak gülümsedi. “Başardık.” İşte buydu! Duymak istediğim, duymak için her şeyimi verebileceğim şey buydu. Başarmıştık! Ellerimi ağzıma kapattım ve: “Başardık!” dedim inanamamış bir şekilde. Haktan ise tekrar beni onaylarca kafasını salladığında benden mutlusu olamazdı. “Let’s go!” diye bağırıp arabayı sürmeye başladı. Kahkaha atmaya başlamıştık. Yolda giderken Haktan bana her şeyi anlatmıştı. Adamların birisi Kumsal ve Deniz’in arabasında, diğeri ise Can’ın arabasındaydı. Bir ara Can ve Haktan birlikte buluşmuşlar ve adamın kafasına tava vurmuşlar! İnanabiliyor musunuz? bu fikir de tabii ki Can’dan çıkmıştı. Eylül de Can’laydı. Bu kadar çok arabayı da istihbarattan alıyorduk. Evet, belki biraz abartmış olabiliriz ama lazımdı. Hepimiz birlikte ayarlamış olduğumuz boş hangara gidiyorduk. Yol yaklaşık bir saatti. * Hangara gelmiştik ve bu bomboş olan hangarın tam ortasında sadece iki tane sandalye vardı. Eskiden fabrika olan bu yer, şimdi bomboştu. Böyle bırakılmıştı. Birkaç fabrika kalıntısı dışında hiçbir şey yoktu. Koskoca iki adamı arabalardan indirmiş ve Amerikan filmlerindeki gibi, sandalyelere bağlamıştık. Sonunda ekiple de bir araya gelmiştik. Hepimiz adamların başındaydık ve biz kızlarla yan yana dizilmişken, Can, Haktan ve Deniz, bizden bir, iki metre kadar daha önde, adamların tam karşısındaydılar. İsimlerinin Atakan ve Sertaç olduğunu öğrendiğimiz bu adamların uyanmalarını bekliyorduk. En az yarım saattir içeride dört dönüyorduk. Ta ki şu ana kadar. Adamlardan birisi kıpırdanmaya başlamıştı. Bu adam sanırım Atakan olandı. Hepimizin dikkati bir anda uyanan genç adama döndü. Esmer bir adamdı ve uzun boyluydu. Can hemen adama daha da yaklaştı. “Uyan!” diye bağırdı. Adam kendine gelmeye başlamıştı. Gözleri fal taşı gibi açılınca etrafına bakınmaya başladı. Çırpındı. Kollarını kurtarmaya çalıştı. “Lan! Siz kimsiniz?” deyip ortaya birkaç küfür savurdu. Daha sonra Can konuştu. “Beni tanımadın mı?” dediğinde adam bir anda çırpınmayı bıraktı ve dikkatli gözlerle Can’a baktı. “Sen...” dedi. Tanımıştı. “Ve sen!” deyip beni gösterdi. “Siz sahtekârsınız. Ne istiyorsunuz lan bizden? Şirkete sızdınız. Göreceksiniz siz göreceksiniz. Bir kurtulalım şuradan, göstereceğim ben size! Napa-” derken Haktan, Atakan’ın sözünü kesti. “Yeter! Siz, o çok yardım edip minnet duyduğunuz patronunuzun ne işler çevirdiğini biliyor musunuz?” Haktan bunu dedikten sonra diğer adam da yavaş yavaş ayılmaya başlamıştı. Belki de bu adamlar da Sinan Kozanlılar’ın mafya olduğunu biliyordu ve ona yardım ediyorlardı. Tabii bir seçenek daha vardı. O da hiçbir şeyi bilmedikleri seçeneği. Bilmiyorlarsa seslerini çıkarmazlardı. Ancak biliyorlarsa o zaman işimiz çok zordu. Bunların ağzını asla kapalı tutamazdık ve tutamayacağız gibi görünüyordu. Tek dileğimiz bu iki genç adamın hiçbir şey bilmemesiydi. “Siz kimsiniz? Nasıl böyle bir şey yapmaya cüret edersiniz? Bizim kim olduğumuzu biliyor musunuz siz?” diye bağırdı diğer adam. Deniz öne çıktı. “Asıl sen, bizim kim olduğumuzu biliyor musun?” ciddiyetle söyledikleri adamın tek kaşını kaldırıp sorgulamasına neden oldu. “Kimmişsiniz siz? Sahtekârsınız. Şirkete dalıp yalan yanlış şeyler yapan bir sahteka-” derken bu sefer de Kumsal ileri atladı. “Eh, yeter be! Ayağını denk al. Pişman olacağın şeyler söyleme.” Dedi sevgilisinin yanında dururken. “Pişman olacağımı nereden çıkardın? Siz sahtekarların kimliklerini ortaya çıkarmaktan gurur bile duyarım.” “Sahtekâr deyip durma! Biz devlet görevlileriyiz. Sizin o patronunuz var ya, gerçek yüzünü biliyor musunuz?” dediğimde Sertaç başını geri yatırdı ve tekrar bana baktı. “Neymiş ‘gerçek yüzü’?” dedi alayla. “Sakince karşısına bir sandalye çekip oturdum. “Mafya. Kendisi adam öldürüyor. Daha fazla açıklama yapmamı ister misin? Mesela öldürdüğü insanların iç organlarını satıp para üstüne para koyduğu gibi?” dedim. Birkaç saniye ciddi kaldıktan sonra kahkaha atmaya başladı. “Ay ne kadar komik şeysin sen!” dedi. Ciddiyetle yüzüne baktım. “Mesafeyi aşma istersen? Size doğruları anlatıyoruz ve gördüğüm kadarıyla ikinizin de hiçbir şeyden haberi yok.” oturduğum yerden kalkıp Kumsal ve Eylül’ün yanına doğru ilerlerdim. Benden sonra da bu sefer Can konuştu. “Siz ikiniz. O çenelerinizi kapalı tutacaksınız. Buraya sizi getirme sebebimiz de bu. Devlet işine karışmayacaksınız ve herkesin gerçek yüzünün ortaya çıkmasına karışmayacaksınız.” Deyip ellerini cebine soktu. “Bu arada, kiminle dans ettiğinizin farkına varın. Sonu kötü olabilir.” Son söylediği sözler bunlardı. Daha sonrasında adamların yanından geçip hangarın çıkışına doğru hızlı adımlarla ilerledi. Bunalmıştı. Can’ın arkasından Haktan konuştu. “Can’ın da söylediği gibi, devlet işine karışmayın. Şu an sakince konuşuyor olabilmemiz bir sonraki görüşmelerimizin de böyle güllük gülistanlık olacağı anlamına gelmez. Kimseye hiçbir şey söylemeden çenenizi kapalı tutun ve bu işe karışmayın. O patronunuza da dikkat edin. Benden söylemesi.” Adamlar olayın ciddiyetini anlamış görünüyorlardı. İkisi de şaşkındı ancak belli etmemeye çalışarak yüz ifadelerini stabil tutuyorlardı. Tabii kaç yıldır ajanlık yaptığım için hissettiklerini anlayabiliyordum. “Tamam” ya da “olur” gibi bir cevap vermediler. Sadece Atakan: “Çözün bizi.” Dedi. Bunun ardından Deniz: “Bu sözünü ‘anlaştık’ kabul ediyorum. Aksi olamazdı zaten. Öyle değil mi Atakancığım?” Atakan hiçbir cevap vermeden çözülmeyi bekledi. Adamların ikisi de gerçekten sinirlenmeye başlamışlardı. İkisi de çözüldüğünde bize ters bakışlar atarak fabrika bile denilmeyecek bu hangardan çıktılar. Eylül sırıttı. “Bu da halloldu. Hadi yine iyisiniz. Ben olmasam kalmıştınız şirkette.” Bunun ardından herkesin yüzünde bir sırıtma belirdi. Adamlarla işimiz bitmişti. Konuşamazlardı. Kim olduğumuzu anlamışlardı. Her şeyi anlatacak kadar cesaretleri olduklarını sanmıyordum. Ah bizdeki bu başarma aşkı! Ne olacaktı böyle? Birbirimizle gurur duyuyorduk. * Bazen çok zor oluyordu. Olmayacak gibi geliyor insana bazı şeyler ama bir şekilde başarıyorduk. Böyle de devam edecekti. Etmek zorundaydı. Çünkü biz başardıkça güçleniyor, güçlendikçe birbirimize tutunuyorduk. Tek başımıza bir hiçtik. Biz tam anlamıyla bir Ekiptik. Ve bu da sonsuza kadar böyle kalacaktı. Çok zor olduğu zamanlar birbirimizi anlıyorduk çünkü hepimiz kötü zamanlardan geçmiştik. Bu yüzden birbirimize oldukça destek olmaya çalışıyorduk. Evet, bazen hepimiz için iş çığırından çıkmış oluyordu. Yine beraber toplanıyorduk. Bazen de beraber düşüyorduk yere. Sonra da birlikte kalkıyorduk. Bu Sinan Kozanlılar dosyasında da birlikte hareket edecek ve bu işin de altından kalkacaktık. Çünkü bu hem tüm insanların güvenliği için hem de devlet için çok önemli bir doysaydı. Üslerimizden bu dosyayı kabul ettiğimiz gün delirmiştim. Sonrasında asistan olarak ben seçilmiştim. Yine delirmiştim. Ama kimse bana karşı çıkacak cümleler kurmamıştı. Beni sakinleştirmişlerdi. Bu yüzden sadece onlara güveniyordum işte. Bu ekip benim evim, içindekiler de kardeşimdi. Yıllarımız geçmişti birlikte. Birbirimizin her detayını biliyorduk. Şimdi başlıyoruz. Yolumuza taş koyan iki adamı da susturduğumuza göre beklememize de gerek kalmamıştı. Yardırıp gidecektik. İddialıydık. Sinan Kozanlılar dosyası çözülecekti. Bizim operasyonumuza var mısınız? Başlayalım o halde. |
0% |