"Ölümün sessizliği her yerdedir, ama sadece bazıları onu duyacak kadar yakındır. Gölgeler bu kez daha hızlı ilerliyor, sırlar ise daha da derinlere gömülüyor. İkinci bir şans bazen gelmez; ve geldiğinde bile, bedeli her şey olabilir."
🎶🫀
Üç yıl.
Bir insanı değiştirmeye yetecek kadar uzun bir zaman. Bir ruhu yoğurup, yeniden şekillendirecek kadar güçlü. O uçurum kenarından yukarı tırmandığım günden bu yana, her şey değişti. Zaman, en keskin bıçak gibiydi; yaraları derinleştiriyor, izler bırakıyordu. Ama ben artık o çaresiz kız değildim. Belki o zamanlar korkak ve karanlığa hapsolmuş bir zavallıydım, ama şimdi… Artık bu dünyayı tanıyordum.
İlk kez güneşi bu kadar uzun süre tenimde hissettiğimde gözlerim yanmıştı. Işık, vücudumun her zerresine nüfuz etmiş, bana hem acı hem de yeni bir yaşamın başlangıcını getirmişti. Parmaklarım toprakla tanışmıştı; soğuk, pürüzlü, ama bir o kadar da canlı toprak. Tutsak olduğum yıllarda bana bahşedilmeyen şey, şimdi tüm benliğimi sarmıştı: Özgürlük. Ama bu özgürlük, hep düşündüğüm kadar saf değildi. Dışarının sertliği, içimin karanlığıyla yarışacak kadar derindi.
İlk yağmur damlası yüzüme düştüğünde, dünyadaki her şeyin aynı anda hem nefes kesici hem de korkutucu olabileceğini fark ettim. Soğuk damlalar yanaklarımdan süzülürken, sanki geçmişteki tüm acılarımı temizliyordu. Ama işte gerçek buydu: Hiçbir şey tamamen temizlenmezdi. Her damla, her rüzgâr, her güneş ışığı bana bir parçayı hatırlatıyordu. Geçmişin izleri, görünmez ama silinmezdi.
Aynı zamanda insanlarla tanıştım. Yüzlerindeki ifadeler, gözlerindeki yabancılık ve samimiyet arasındaki ince çizgi. Yıllarca duvarlar ardında kilitli kaldığım için sosyal bir yaratık olmayı öğrenmek, en zor dersimdi. Kendi sesimle konuşmayı bile unutmuş gibiydim; başlarda kelimeler boğazımda düğümleniyor, doğru bir biçimde çıkamıyordu. Ama o insanlar… Onlardan bazıları bana dünyayı öğretti. Kendi içlerinde taşıdıkları karanlığı, sırları. Hepsi yalanlar ve gerçekler arasında bir ipte yürür gibiydi. Bu yeni dünyada hiçbir şeyin siyah veya beyaz olmadığını anlamıştım. Her şey griydi; her şey bulanık.
Ve tatlar… Bilmediğim kadar çok şey vardı. Her yudumda başka bir hayat, başka bir hikâye vardı. Ekşi, tatlı, tuzlu. Hepsi bir arada. Bana bir dilim elma uzatıldığında, o sade meyvenin bile bu kadar lezzetli olabileceğini asla tahmin etmezdim. İlk başta şaşkındım, nasıl bu kadar basit bir şey bu kadar büyüleyici olabilirdi? Ama o tat, yıllarca belirli şeylerin dışında hiçbir şey yiyemeyen birisi için lütuf gibiydi.
Artık bildiğim çok şey var. Bildiklerim beni özgürleştirdi mi, yoksa daha da ağırlaştırdı mı, bilmiyorum. Ama tek bir şeyden eminim: O uçurum kenarındaki kız, geride kaldı. Şimdi, önüme uzanan yol başka bir uçurum gibi görünse de, artık düşmekten korkmuyorum. Çünkü ben zaten bir kez düştüm. Şimdi ise uçmayı öğreniyorum.
Dışarıda oldukça gürültülü bir rüzgar esiyor, o tanıdık hırıltısıyla ağaçların dallarını oradan oraya savuruyordu. Yine de içerisi oldukça sessizdi. Sadece rüzgarın sesi ve şömineden gelen çıtırtılar vardı. Dış dünyanın sesleri buraya ulaşsa da, içimdeki boşlukta yankılanıyor sadece. Duvarların arasındaki bu boşluk, alıştığım türden değil. Dört duvar arasındaki sessizlik eskiden bir ceza gibiydi; şimdi ise bir kaçış, bir rahatlama. Zihnimin içindeki karmaşa her geçen gün daha da derinleşiyor. Her şeyi görmüş olmanın ağırlığı, hiçbir şeyi tam olarak anlayamamış olmanın sancısıyla birleşiyor.
Yattığım yataktan doğruldum, ayaklarım fayansa değdiğinde soğuk anında tüm bedenime yayıldı. Ayaklarımın altında hissedilen bu his, dışarıda hissettiğim her şeyden daha gerçekçi geliyordu şu anda. Kendi içimde bir haritayı adımlıyormuşum gibi, her adımda yeni bir iz keşfediyorum. Her yeni dokunuşun bana hatırlattığı şeyler aynıydı: hala yaşıyorum. Ama yaşamak ne demek? Şu an burada, her şeyin ortasında sıkışıp kalmışken, ne kadar canlıyım?
Pencereye doğru ilerledim, dışarıyı görmek için değil, sadece karanlığın içindeki küçük ışıkları izlemek için. Onlar her zaman oradaydı, birer umut gibi parlayan, ama bir türlü yaklaşamadığım küçük umut ışıkları...
Göğsümdeki eski yaraya dokundum, o derin kesik şimdi bir iz olarak kalmıştı. Ama bedenimdeki izlerin hiçbiri, ruhumdakiler kadar derin değildi. O uçurumun kenarından yukarı tırmandığımda bedenimi kurtardım, evet. Ama ruhum o uçurumda kaldı. Kayıp gitti, denizin içinde yitip gitti.
Ve şimdi buradayım, yıllarca kapalı kaldığım yerin dışında bir dünya bana sunuldu. Ama bu özgürlük değil; sadece daha geniş bir kafes. Bu üç yıl boyunca dışarıda her şeyi gördüm. Güneşin yakıcı sıcaklığını, yağmurun acımasız soğukluğunu, insanın acımasızlığını… Bütün bunları yaşadım, ama hiçbiri bana ait olmadı. Her deneyim, sanki başka bir hayatın yansıması gibiydi. Ben ise hala bu cam fanusun içinde, sadece izliyorum.
Beni her zaman izleyen gözlerin farkındayım. Her zaman bir gölge gibi üzerimde dolanan bakışlar... Onlar hiç gitmedi, o tutsaklık günlerinden beri. Onlarla değilim, kurtuldum ama sanki kurtarılmamış gibiyim.
Beni kurtaran bir kişi… Beni bilen onlarca kişi. Bana güvenmiyorlar. Asla güvenmediler. Ama bilmedikleri bir şey var: Ben de onlara güvenmiyorum. Artık kimseye güvenmiyorum. Çünkü öğrendim ki, güvenmek en büyük zaaf.
Faris'e güvendim... Zaafım oldu. Zaafımsa ayaklarıma dolandı, Faris beni bulmadı...
Ellerimi soğuk cama bastırdım. Dışarıda görünen her şey bulanıktı. Ama bu bulanıklığın ardında ne olduğunu biliyordum. Herkesin oynadığı oyunları, giydiği maskeleri gördüm. Şimdiyse onların dünyasında yaşıyorum. Ama kendi oyunum henüz başlamadı. Çünkü bu üç yıl boyunca, sadece bekledim. Beklemek, en iyi intikamın anahtarıdır.
Yakında o gün gelecek. Ve ben, bu cam kafesi bir kez daha paramparça edeceğim.
Elim göğsümdeki yarada, gözlerim dışarıdaki ışıklardayken odamın kapısı çaldığında elimi indirdim göğsümden “Gir.” Dediğimde odanın kapısı açıldı, bende eş zamanlı olarak bedenimi gelen kişiye çevirmiştim.
Alpay Şahsuvardı gelen.
Adamın görüntüsü, karanlığın içinden bir tehdit gibi yükseliyordu resmen. Yüzündeki sert ifadeden akan soğukluk, onu sadece güçlü değil, aynı zamanda tehlikeli kılıyordu. Keskin hatlı çenesine eşlik eden kısa ama bakımlı sakalı, ona daha sert ve gölgeli bir hava katıyordu. Alnındaki derin çizgiler, zamanın ve yaşanmışlıkların izlerini taşırken, kaşlarının altındaki bakışlar keskin ve delici bir şekilde beni süzüyordu. Gözlerinde sakinliğin ardına saklanmış fırtınalar vardı sanki. Herhangi bir duygunun izi bulunmayan o bakışlar, sanki en ufak bir zayıflıkta kırıp geçmeye hazırdı.
Saçları, koyu kahverenginin en güzel tonunda, mükemmel bir parlaklıktaydı ve düzenle geriye doğru taranmıştı. O kontrol ve düzenin vücut bulmuş hali gibiydi. Giydiği siyah pardösü, gölgelerle mükemmel uyum sağlıyor, onun gölgelerin içinden kayarak gelen bir avcı gibi görünmesine neden oluyordu. Yüksek yakalı paltosunun altındaki siyah eldivenleriyle yumruğunu sıkmıştı, sanki tek bir darbeyle dünyayı yıkacakmış gibi.
Beden dili tamamen kontrol altında, hareketlerinde bir milim bile fazladan enerji yoktu. Her adımı hesaplı, her bakışı tehlikeli bir oyunun parçasıydı sanki. Ve ben bazen merak ediyordum; bende oyunun parçası mıydım?
“Ayaklanmışsın.”
“Yine haber vermeden çıkıp gitmişsin sende?” dediğimde güldü, elindeki eldivenleri çıkardı önce sonra da pardösüsünü. Şöminenin önündeki koltuğun kenarına bıraktı elindekileri ve oturdu.
“İşim vardı.”
“Öfkeni bile tam atamayıp geldiğin iş mi?” dedim tek kaşımı kaldırarak ona bakarken. Baştan aşağıya süzdüm onu bir yandan da “Fazla gerilmişsin, sorun ne?”
Gözlerim sıkıp sıkıp açtığı elini takip ediyordu. Bu sırada arkasına geçip ellerimi omuzlarına yerleştirmiştim. Başını arkaya doğru yatırarak bana baktı. “Ne zamandan beri iyi olup olmamamla ilgileniyorsun suçiçeği?”
Gözlerimi devirdim, sorusuna soruyla yanıt vermek yerine başka bir soru yönelttim ona. “Ne zaman bana adımın anlamıyla seslenmeyi keseceksin Şahsuvar?”
Güldü, “Sen ne zaman bana sadece soyadımla hitap etmeyi keseceksin peki?”
“Ne dememi beklersin? Abi falan mı?” dedim omuzlarını yavaşça ovmaya başlarken kaşlarını çattı dediğime, “Abi mi? Senden sekiz yaş büyük olabilirim ama bence abi demeni gerektirecek bir durum yok.”
“Abi dememi gerektirecek bir durum yok mu?” dedim kahkaha atarak. “Peki, gerektiren durum karşılığında sana nasıl hitap etmem gerekiyor Şahsuvar?”
Omuzlarındaki ellerimden birisini tutarak beni aşağıya doğru çektiğinde otomatikman eğilmiştim. Arkasından öne doğru eğimlenirken saçlarım iki yanımdan yüzüne doğru dökülmüştü. Başımı hafif eğerek gözlerine baktım ama onun gözleri benim aksime dudaklarımdaydı.
“İçinden nasıl geliyorsa bana öyle hitap et suçiçeği. Ama bunlara abi dâhil olmasın.” Duraksadı, başını hafif kaldırdı, “Bu sadece benim canımı yakar. Yakma canımı.” Dediğinde yutkundum. Derin bir nefes aldım ama bozmadım duruşumu. “Benden sana veremeyeceğim bir şeyi istiyorsun Alpay.”
Bu sefer gözlerime baktı. “Bana veremeyeceğin şey ne Melin?”
Yutkundum. “sana veremeyeceğim şey,” geri çekildim, “hiç görmediğim şey.” Elimi çektim ondan, tamamen doğruldum ve ayrıldım yanından. Arkasından dolaşıp önüne geçtiğimde bileğimden yakaladı beni ve kucağına çekti. Dizlerinin üzerine oturduğumda kalkmayayım diye sıkıca tuttu belimden.
“İzin ver.” Yutkundu, yutkununca kalkıp inen âdemelmasında gezdirdim gözlerimi, “izin ver hiç görmediğin o şeyi göstereyim sana Melin.”
Gülümsedim, elimi kaldırıp yanağına koydum ve sakallarının arasında gezdirdim parmaklarımı. “olmaz” dedim başımı iki yana sallayarak. “Üç yıldır gözlerimin içine bakıyorsun Alpay, farkındayım ama olmaz. Benim kalbim bana bile ait değil.” Dedim iç çekerek.
“Biliyorum, kalbin bir umuda tutunuyor. Beklediğin ne ya da kim bilmiyorum ama belki kalbinin asıl beklediği o kişi değildir Melin. Şans ver. Sadece tek bir şans. O da mı olmaz?”
Başımı yeniden iki yana salladım. “Hala hastayım, dinlenmek istiyorum biraz izin verir misin?” dedim elimi yanağından çekerken. Birkaç saniye baktı yüzüme, derin bir nefes almış sonra da belimdeki ellerini uzaklaştırmıştı benden. “Peki.” Dedi başını sallayarak. “Dinlen sen, bende yiyecek bir şeyler hazırlayayım çağırırım senide, ilacını alırsın hem.”
Dizlerinden kalktım, “olur, çağırırsın sen hazır olunca.” Dedim yatağa doğru yürürken. “yardım etmek isterdim ama durumum malum, seni de hasta etmek istemem.” Dediğimde güldü. “Ben kolay hasta olmam ama sorun değil güzelim, dinlen sen. İş başı yapman gerekiyor, iznin bitiyor çünkü.”
Örtüyü kaldırıp yatağa girerken ofladım. “Yakışıklı ve karizmatik patronum bana biraz daha izin veremez mi?”
Oturduğu yerden kalktı, “Yakışıklı patronun sana kendi elleriyle bakıyorken daha fazla izin veremez çünkü hiçbir çalışanını kayırmıyor.”
Kıkırdadım, “Ah tabii, yakışıklı patronum hasta olan tüm çalışanlarına kendi elleriyle bakıyor zaten. Unutmuşum bu detayı affedin efendim.”
“Çok alındım şu an hanımefendi, tüm çalışanlarımın bildiği en güzel detaydır. Hepsiyle özellikle ilgilenirim.” Dedi göz kırparak. “oyarım o gözünü Alpay!” Dedim yastıklardan birisini alıp ona fırlatırken.
“Ne? Doğruları söylemek de mi suç oldu?” dedi kahkaha atarak.
“hıı” dedim yüzümü buruşturarak “çok doğru evet. Çık git!” dedim diğer tarafa dönüp örtüyü boynuma kadar çekerken.
Adım seslerinin bana yaklaştığını duysam da kapattığım gözlerimi açmadım, gülümsememek için tuttum kendimi. Üzerime bir gölge düştü. “Hırçın çiçek.” Dedi gülerek, yanağımdan öptü uzunca ardından kulağıma doğru yaklaştı. “Çoktan şans verdin bana.” Saçlarımdan öptü ardından çekildi ve beklemeden çıktı odadan.
Gözlerimi açtım, boş boş karşımdaki duvara baktım. Şans mı vermiştim ona?
Ne zaman…
🎶
Bilgisayar ekranın soğuk mavisi gözlerimi yakıyordu. Saatlerdir burada, bu sandalyeye çivilenmiş gibi oturuyordum. Klavye tuşlarına her dokunuşum, içerideki havayı daha da ağırlaştırıyordu. Sanki parmaklarım klavyeden değil de, zihnimin derinliklerinden bir şeyler kazıyordu. Derin bir nefes aldım, gözlerim ekrandaki kod satırlarında gezindi. Alpay bu işi bana boşuna vermemişti; biliyordum. Yine o meşhur ‘Şahsuvar oyununu' oynuyordu. Her zaman böyleydi, bana basit bir görev vermezdi. Onun için hiçbir iş “sadece iş” değildi. Her iş, her emir, arkasında bir sınav, bir meydan okuma barındırırdı.
Veriler şifrelenecek, evet, ama bu sadece bir başlangıçtı.
Bir an düşündüm: Gerçekten şirket verilerini şifrelememi mi istiyordu? Yoksa burada saatlerce oyalanmamı mı? Alpay’ın bana verdiği işler genellikle böyleydi, ilk başta basit görünür, ama işin içine girdikçe derinleşirdi. Saatlerdir burada olmamın, uykusuz gözlerimle ekrana bakmamın sebebi de buydu. Alpay’ın sınavlarından biri daha.
“Saat kaç oldu ki?” diye mırıldandım kendi kendime, zaman algımı kaybetmiştim. Ne kadar zamandır buradaydım, bilmiyordum. Gölgeler odanın köşelerine çekilmiş, ışığın altında yalnızca ben kalmıştım. Bu dört duvar arasında sadece bilgisayarın soğuk ışığı ve benim nefes alışlarım vardı. Alpay bu işi bana özellikle vermişti, biliyordum. Bunu yaparken sinsi bir gülümseme ile bana baktığı anı şu an bile gözümde canlandırabiliyordum. Sanki onun için sadece veriler değil, benim zihinsel sınırlarım da bir test alanıydı.
Gözlerim kod satırlarında gezindi. 256-bit AES şifrelemesini çoktan başlatmıştım. Verilerin her biri katman koruma altına alınırken, zihnim bambaşka bir yerde dolaşıyordu. “Daha güçlü bir sistem,” demişti Alpay, “biraz seni zorlayacak bir şey.” Zorlamak mı? Bu işin zorlamaktan öte, beni sinir etmek için olduğunu biliyordum. Kendisi benimle oyun oynamaktan hoşlanırdı, ama bu kez gerçekten sınırlarımı test ettiğinden şüpheleniyordum.
Kendi kendime gülümseyerek başımı iki yana salladım. Eldivenli ellerimle klavyeye daha sert bastım. Veriler blockchain katmanlarına taşınıyor, her adımda zincir daha da güçleniyordu. Bir halka kırılsa bile, sistem bunu algılayıp kendini onaracak şekilde tasarlandı. Bu, normal bir şifreleme işleminden çok daha fazlasıydı. Veriler bir bütünün parçası haline geliyor, her biri ayrı birer koruma duvarına dönüşüyordu. Alpay’a bu şekilde cevap vermek en büyük keyfimdi. Ne kadar sinir bozucu bir iş verirse versin, onu başarıyla tamamlamak beni motive ediyordu.
Ancak işim burada bitmiyordu. Her şeyi kuantum anahtar dağıtımıyla güçlendirdim. Her veri parçası, kuantum seviyesindeki rastgele anahtarlarla korunacak, herhangi bir sızıntı ya da izinsiz erişim algılanır algılanmaz sistem kendini otomatik olarak kapatacaktı. Fakat Alpay’ı tanıyordum. Bu bile ona yetmeyecekti. Onun istediği, hem sistemi kurmam, hem de o sistemin üzerine fazladan bir katman daha eklememdi. Yani işi zorlaştırmam gerekiyordu; çünkü Alpay basit çözümlerden nefret ederdi. Her şeyin içinde bir oyun, bir karmaşa, bir kural dışılık arardı.
Derin bir nefes aldım, gözlerim yanıyordu. Ama pes edemezdim, en azından şimdi değil. “Hayır Alpay,” diye mırıldandım, “Beni bu kadar kolay alt edemezsin.” Gözüm ekrandaki ilerleme çubuğuna takıldı, %60 tamamlanmıştı. Saatlerdir buradaydım ama ilk defa bitiş çizgisine yaklaştığımı hissediyordum. Ellerimi ovuşturdum, parmak uçlarım uyuşmuştu. Bu işi bitirdiğimde Alpay’ın o şeytani gülümsemesiyle karşılaşacağımı biliyordum. Belki de başka bir sınav için hazır olmalıydım, ama şu an tek bir amacım vardı: bu verileri mühürlemek ve oyunu kazanmak.
Yeniden klavyeye döndüm. Kendi algoritmamı devreye soktum. Bu, verileri zamanla değişen bir kilit sistemine bağlayacaktı. Her saat, her gün, her hafta kilitler değişecek ve anahtarlar yenilenecekti. Her biri öngörülemez olacak şekilde tasarlanmıştı. Alpay, bu sistemin içine ne kadar derin bir mayın tarlasının yerleştirildiğini asla anlamayacaktı.
Son komutu girdiğimde ekranda büyük bir kilit sembolü belirdi. Sistem mühürlendi. Hiçbir dış müdahale bu verileri ele geçiremezdi. Saatlerce burada olmamın bir anlamı vardı artık.
Sandalyede geri yaslandım, başımı arkaya doğru yatırarak gözlerimi kapattım. “Bitti,” diye fısıldadım, “Sıradaki oyunun ne Alpay?” diye mırıldandığımda. Tam dibimden gelen “hiçbir şey” sesiyle sıçrayarak açmıştım gözlerimi.
“korkutmak istememiştim.”
“Ama korkuttun. Ne zamandır buradasın sen?”
“Benimle kendi kendine kavga ettiğine şahit olacak kadar.” Dedi gülerek.
Dün gece olduğumuz pozisyonun aynısını yaşıyorduk şu anda ama tek fark yerlerimizdi. Yüzü yakınımda dururken göz kırptı. “Yeni bir oyun sayılmaz fakat seni bir yemeğe çıkarabilirim bence ha?”
“Sence de şu anda yemeğe gidebilecek bir hâl var mı bende?” dedim gözlerimi devirerek. Başım arkaya yatık bir şekilde durduğundan ve o da arkamda olduğundan dolayı başım karnına yaslı duruyordu. Elleri ise iki yanımdaydı. Yüzünü yüzüme yaklaştırdı biraz daha. “Ne varmış hâlinde?”
“Oradan bakınca nasıl gözüküyorum?”
“Çok seksi.”
Bilmem kaçıncı kez gözlerimi devirirken elimi kaldırıp yanağına vurdum hafifçe. “Emin misin? Daha çok rastgele topladığı saçları dağılmış, ekrana bakmaktan gözleri kızarmış aynı zamanda da deli gibi uykusu olduğu için gözlerini açık tutamayan paspal bir kadın görüyor olman gerekiyordu sanki.”
Dilini damağına vurarak “cık” dedi. “Tüm bunlara rağmen güzelliğinden hiçbir şey kaybetmeyen hala oldukça seksi bir kadın görüyorum.”
Güldüm. “bence aynı kişiden bahsetmiyoruz.”
Güldü. “kendine benim gözümden bakmıyorsun suçiçeği.”
Üst dudağımı içeriye doğru kıvırarak alt dudağımı sarkıttım. “Kendime senin gözünden bakabilmem bilimsel olarak imkansız aslında.”
Gözleri dudaklarıma kaydı, “O yüzden hiçbir zaman gözümde ne kadar güzel olduğunu anlayamayacaksın la mia bellissima figlia.”
Cümlesinin sonunda farklı bir dille konuştuğunda kaşlarım kendiliğinden çatılmıştı. “Ne dedin?” dedim merakla.
“Hiç, hiçbir şey.” Dedi gülerek. Sol omuzunu kaldırıp indirdi, “boş ver güzelim, önemsiz.” Dediğinde elimi yakasına koyarak başını aşağıya doğru çektim, “bırak da önemli mi önemsiz mi ben karar vereyim!”
Gözlerime baktı sessizce, genellikle sert ve karanlık bir hava yayan bu adamın yüzü bir anda değişti. O derin çizgiler, gözlerinin kenarındaki ne olursa olsun değişmeyen sert bakışlar yumuşadı. Yüzünü saran ağır ciddiyet yerini içten bir sıcaklığa bıraktı. Gülümsediğinde, dudakları yavaşça yukarı kıvrılıyor, o katı ve soğuk ifadesi eriyip gidiyordu. Bu gülüş, ona farklı bir ışık katıyordu; sanki aniden karanlık bir fırtınadan sonra gökyüzünde beliriveren bir güneş gibiydi
Gözleri, dudaklarıyla aynı anda parlamaya başlıyordu. O soğuk, sert mavi gözlerin içindeki buz tabakası çözülmüş, yerine sıcak, içten bir pırıltı gelmişti. Göz kenarlarında ince kırışıklıklar oluşuyor, bu da gülüşünün gerçek olduğunu kanıtlıyordu. Sanki yılların yükü bir anlığına omuzlarından kalkmış, sadece o anın hafifliğine teslim olmuş gibiydi.
Güldüğünde, yüzündeki çizgiler artık birer derin yarık değil, yaşamın izleri gibi duruyordu. Bu adam, genellikle karanlık bir gölge gibi görünse de, bu gülüşle içinde sakladığı insani yanını ortaya çıkarıyordu. Sesli gülmese de, dudaklarının arasından bir hışırtı misali çıkan o hafif kahkaha, onun içtenliğini ele veriyordu.
Bu adam nadiren gülerdi, ama güldüğünde bütün o sertlik, bütün o ciddiyet kaybolur, yerine tanıdık, güven veren bir sıcaklık gelirdi. Biraz da şaşırtıcıydı belki, çünkü böyle bir adamın içinden bu kadar samimi bir gülüşün çıkması beklenmezdi. Fakat onun gülüşü, göğsünde sakladığı derinlerde bir yerlerde hala insan olduğunu hatırlatıyordu.
Ama düzeltme yapmak gerekirse, benimleyken hep gülüyordu. Nedeni gerçekten bilmiyordum. Şirkette veya dışarıda fark etmiyor, en ufacık şeyde ya da en büyük başarıda bile sadece küçük, silik bir tebessüm oluşuyordu yüzünde. Çalışanlarına da aynı şekilde, onlara sert değildi, yanında konuşulmayacak, şaka yapılmayacak, her şeye tepki gösteren bir patron değildi Alpay, ama yine de onunda sınırları vardı ve onu tanıyan herkes de biliyordu bunu.
Bu adamda anlamlandıramadığım şeyler vardı. Bir tarafım ona çekiliyor, bir tarafımsa itiyordu. İten tarafım Faris’i bekleyen taraf mıydı emin değildim fakat çeken tarafın ne olduğuna tahmin bile yürütemiyordum.
Beni kurtarmış olması mı?
Üç yıl boyunca bakmış olması mı?
Sırf bilgisayara merakım var diye beni eğitmiş olması mı?
Hayallerimi kendi çabalarına göre öğrenmeye çalışıp gerçekleştirmek için uğraşması mı?
Ya da… Benim ailemi bulmak için benden daha çok uğraşıyor olması mı?”
“Melin…”
Sesini duyduğumda daldığım düşüncelerden sıyrıldım. “Efendim?”
Gözlerini kıstı. “Dinlemiyor musun sen beni? Nereye daldın?”
“Dinliyorum evet, dalmadım bir yere ya.”
“Peki, ne dedim?”
“hı?” dedim gözlerimi kırpıştırarak.
“Çok dinliyormuşsun gerçekten belli oluyor.” Dedi gülerek.
Elimi başına koyarak geri ittim onu ve oturduğum sandalyeyi döndürerek ona doğru döndüm. “Ya of! Git başımdan, dalarım tabii yorgunluktan ölüyorum resmen şu anda. Sende geldin konuşturuyorsun beni, gidelim hadi.” Dedim oturduğum yerden kalkarken ama o ellerini ceplerine sokmuş gülmeye devam ediyordu.
Kaşlarımı çattım, “ne gülüyorsun be manyak gibi?”
“Yok bir şey, gidelim hadi. Çıkayım ben gelirsin sende peşimden.” Dedi ve cevap vermeme izin vermeden göz kırparak çıktı odadan.
Gözlerimi devirerek baktım arkasından. Sonra sürekli iş yaptığım, şirkette çoğu anımı geçirmiş olduğum bu odayı inceledim.
Şirketin bilgisayar odasıydı burası. İnce ve modern dizaynıyla göze çarpan, tamamen teknolojinin hakim olduğu bir alan. Odaya girer girmez duvar boyunca sıralanmış ekranların parlak mavi ışıkları içeriye girer girmez dikkat çeken ilk şeydi. Ekranların önünde yer alan geniş masalarda sıralı bir düzene dizilmiş son model bilgisayar kasaları bulunmaktaydı. Her bir bilgisayar karmaşık kablo düzeniyle dikkatlice birbirine bağlıydı ama yerden yükselen kablo kanallarıyla profesyonelce gizlenmiş, kötü olan görüntüyü ortadan kaldırarak düzenli bir alan sunmuştu.
Odanın bir köşesinde büyük bir sunucu rafı yer alıyordu. Rafın içindeki sunucuların fan sesleri, odadaki tek duyulabilir gürültü kaynağıydı. Bu ses, düzenli bir uğultu halinde arka planda sürekli devam ediyordu, odada ilk defa bulunan birisi için katlanılamaz bir ses olduğu kesindi. Başta bende rahatsız olmuştum açıkçası ama sonradan alışmış hatta duymamaya başlamıştım.
Sunucu odasının etrafında ise gri renkli duvar panelleri, odanın soğutma sistemi için düzenli aralıklarla yerleştirilmiş havalandırma ızgaralarıyla kesitintiye uğratılmıştı. Soğuk hava, bilgisayarların sıcaklığını kontrol altında tutmak için sürekli olarak sirküle ediliyordu.
Odada bir köşeye konumlandırılmış, yerden tavana kadar uzanan beyaz tahta vardı; üzerinde karmaşık şemalar, iş akışları ve günlük operasyonların çizimleri yer almaktaydı. Yerde ise koyu gri bir halı kaplama ki inanın neden burada halı olduğu hakkında en ufak bir fikrim dahi yoktu fakat yine de odayla mükemmel bir uyum sağlıyor, adımları sessizleştiriyor odanın profesyonel havasını tamamlıyordu.
Masanın üzerinde her biri çalışanlara ait olan birkaç kişisel eşya vardı. Kahve fincanı, not defteri, çeşitli kalemler… Zaten burada çalışan dört kişiydik. Birisi izinli diğer ikisi Alpay’ın verdiği görevi yerine getirebilmek için şirketin farklı kısımlarındaydı. Bilgisayarlarda sorun varmış. Yersen!
O kadar iyi biliyordum ki Alpay’ın sırf beni yormak, daha fazla uğraştırmak için burada tek bırakıp çalışanları uzaklaştırdığını. Gıcık şey.
Ayakta durmayı ve zaten her gün içinde olduğum odayı inlemeyi keserek eşyalarımı toparladım, askıdaki ceketimi alıp giydikten sonra çantamı alarak odadan çıktım. Toplu olmasına rağmen dağınık olduğuna emin olduğum saçlarım kesinlikle şu anda umurumda değildi. Umurumda olan tek şey bir an önce eve gidip uyumaktı.
Koridorda yürürken benim gibi ayaklanan ya da işine devam edenleri gördükçe yüzüme bir gülümseme yerleştiriyor, her gün olduğu gibi “görüşürüz” senfonisini gerçekleştiriyorduk. Gereksiz… Yani en azından bana göre öyle. Kimseyle görüşmeye niyetim yoktu, bence benim gibi düşünen birçok kişi vardır ama yine de kimse bunu dışarı vurmuyordu çünkü neden vursunlar? Mantıklı olanı vurmamaktı ama tabii bu, bunun ne kadar samimiyetsiz olduğu gerçeğini değiştirmiyordu.
Asansöre binerken on kişinin arasında her ne kadar en arkaya gidip saklanmak istesem de en önde kalmak zorunda kalmıştım.
Al sana bir samimiyetsiz ortam daha, gülüşmelere bak…
“Alpay Şahsuvar yakında adını Guinness Dünya rekorlarının başına yazdıracak. Adam ayda elli tane ödül alıyor resmen!”
Abart biraz daha.
“Bu adama sırf karizması için bile ödül verilir kızım. Adam karizmanın vücut bulmuş hali resmen.”
Başımı çevirip arkaya bakmamak için zor tuttum kendimi.
“Of! Gerçekten öyle, hala nasıl hayatında birisi yok gerçekten anlamıyorum.”
Size ne acaba?
“Ben Alpay olmasam, yanıma yakıştıracak kız bulamazdım.”
Yine saçma sapan bir dolu kahkaha.
“Deme öyle be, adam ultra yakışıklı tamam da yanına yakışacak kızlar da var yani şimdi.” Bir süre sessizlik oldu, “Neydi şu reklam çekiminde anlaştığımız kızın adı?”
“Simay mı? Simay Pus?”
“hah evet o, bak mesela o kız çok güzel. Çekimde de yakın gibiydiler, zaten tanıyorlar birbirlerini bence yakışıyorlar ya.”
Simay? Reklam çekimindeki kız? Hani şu alakam olmadığı halde zorla götürüldüğüm ve kesinlikle pestilimin çıkarıldığı çekimdeki manken mi?
Yakınlardı birde?
Yok yok, tanışıyorlar da dedi.
Şimdi Allah var, güzel kızdı… Hani manken olmasa, mankenlere taş çıkartacak cinsten bir kız…
Of ben neden buna taktım ki şimdi? Bana ne onlardan. Kim güzel, kim yakışıklı, kim kimi tanıyor.
“Ay yok ya, bence Alpay Bey o kadar yakın değildi kıza abartıyorsun.”
“Ben gördüğümü söylüyorum kızım. Yarınki ödül törenine o da davetliymiş menajerinden duydum. Bakalım benim dediğim gibi miymiş, değil miymiş.”
Bak bak, nasılda bilmiş bilmiş konuşuyor haspam. Yesinler senin özgüvenini.
Asansör durduğunda kendi kendime söylenerek inmiştim.
“Selam.” Diyen sesle başım o tarafa dönmüştü.
“Selam?” dedim sorarcasına.
“Esra ben.”
“Ee?” dedim gözlerimi kırpıştırarak kızı baştan aşağıya süzerken. Kumral, tahminen bir altmış, bir altmış beş boyları arasında tatlı utangaç bir kızdı.
Elini ensesine attı, “Rahatsız mı ettim?”
Mahcup çıkan sesiyle öylece baktım yüzüne, sonra da gülümsemek için zorladım kendimi. “Yok hayır, yorgunum da öyle bir an çıkıştım gibi oldu kusura bakma.”
“Estağfurullah sorun değil, belli yorgun olduğun. Ben bir şey soracaktım sadece.”
Belli belirsiz başımı salladım. “Buyur sor.”
“Alakasız olacak belki ama, yarınki ödül törenine gelecek misin?”
Ciddi ciddi ciddi bunu sormak için mİ durdurmuştu beni bu kız? Yoksa ben yorgunluktan ve az önce konuşulanlardan dolayı mı yanlış duyuyordum? Gerçi mantıken bir cümleyi bu kadar alakasız duyamazdım ama…yanlış duymuş olmayı çok isterdim şu anda gerçekten.
“Hayır.” Dedim tebessüm ederek, “gelmeyi düşünmüyorum.”
“Neden? Tüm çalışanlar davetli diye biliyorum ama.”
“Evet.” Dedim başımı sallayarak. “öyle ama ben gelmek istemiyorum, evde olacağım yarın.”
“Anladım.” Dedi yüzünü asarak. Sonra kaçırdığı gözlerini bana çevirdi, “Hiç mi gelmezsin? Kesin mi yani gelmeyeceğin?”
Ya sabır! Gelmeyeceğim diyorum ya.
Cevap vermemi beklemedi, “Peki rica etsem gelemez misin? Biliyorum şu anda sorguluyorsun ne alaka diye, inan bende sorguluyorum şu an ne yapıyorum diye ama gitmeyi çok istiyorum.”
“E sen git o zaman, ben ne alaka?” dedim kaşlarımı çatarak.
Alt dudağının kenarını ısırdı, gözlerini kaçırdı farklı bir yere baktı ardından saçlarını omuzundan geriye attı. “Çekiniyorum, ilk defa böyle bir yerde böyle büyük bir törene katılıyorum… Kimseyle de aram iyi değil, dışlanan taraftayım anlayacağın. O yüzden senden rica etmek istedim ama tabii zorunda değilsin. Şu an zaten çok saçma bir duruma soktum seni özür dilerim gerçekten, hiç yanına gelmemişim ve hiç böyle bir konuyu sana açmamışım gibi davranabilir miyiz lütfen?”
Utanınca kızaran yanakları, yüzünde yeni fark ettiğim ve sanırım yine utandığı için belirginleşen çilleriyle o kadar tatlı duruyordu ki… Kıramadım. “Nefes al.” Dedim önce gülerek. Soluk soluğa kalmıştı hızlı konuşacak diye.
Çantamı diğer elime aldım ve elimi uzattım ona, “Öncelikle tanışmaya ne dersin? Anlaşılan sen beni tanıyorsun ama ben seni tanımıyorum.” Dedim gülerek. Bu sefer samimiydi ama gülüşüm.
Önce derin bir nefes aldı, “Huh! Cidden konuşurken nefes almayı unuttum.” Dedi gülerek ve elimi tuttu. “Esra Ertürk, aynı departmandayız aslında ama varlığımdan bir habersin, gerçi teknik olarak öyle olman da normal, Alpay Bey sürekli odanın dışında işler veriyor hep seninle konuşma fırsatını kaçırıyorum.” Duraksadı, onun yerine ben nefes aldım yemin ederim. “Sana hayran olduğumu söylemiş miydim?”
Hep böyle hızlı ve çok mu konuşuyordu?
“Zaten tanıyorsun ama olsun, Melin Barça.” Dedim kendimi tanıtarak, “Haklısın işime fazla odaklandığım için soyutlanıyorum, pek de içli dışlı değilim kimseyle senin farkında olmayışım da o yüzdendir.” Gözlerimi kıstım, “Bana neden hayransın? Basit bir çalışanım.”
“Ben senin yerinde olsam kendime basit demezdim.” Dedi gülerek. “Mükemmel işler çıkartıyorsun, şirketin güvenlik algoritmasını komple sen oluşturuyorsun resmen bu mükemmel bir şey. İşinin hakkını veriyorsun.” Elimi geri çekmiştim bu sırada. “Hem basit olsan bile normal bir çalışana işinin hakkını veriyor diye hayran olunamaz mı?”
“Teşekkürler.” Dedim gülerek. “İşinin hakkını veren birini arıyorsan Alpay Şahsuvar ve ekibine hayran olmalısın.” Dediğimde omuz silkti. “Onlara herkes hayran, ben gözümün önünde mükemmel işler çıkaran sana hayran olmak istiyorum.” Başını sol omuzuna doğru yatırdı, bana oldukça sevimli bir gülümseme bahşederken, “Sorun teşkil eder mi?” demişti.
Bu dedikleri beni nedense çok mutlu etmişti. Alpay dışında ilk defa birisi beni takdir etmiş, güzel işler çıkardığımı söylemişti…
“Hayır, sorun teşkil etmez. Nasıl istiyorsan öyle yap.”
Aklıma gelenle çantamdan varlığı ve yokluğu benim için bir olan telefonumu çıkardım ve ona uzattım. “Bak şöyle yapalım, ben gelmeyeceğim diyorum fakat fikrim değişirse sana haber verebileyim diye bana telefon numaranı ver. Olur mu?” dediğimde heyecanla başını sallayarak telefonumu almış, numarasını yazıp kendisini çaldırmıştı. Telefonumu bana geri uzattığında da ekranda Alpay’ın ismi belirmişti.
Aramayı reddedip Esra’ya baktım. “Benim şimdi gitmem gerekiyor. Görüşürüz.”
“Görüşürüz. Umarım fikrin değişir.” Dediğinde sadece gülümsedim ve ayrıldım yanından.
Sevdim bu kızı, aurası çok güzeldi. Ve de sanırım ilk defa birine ‘görüşürüz’ derken samimiydim…
Onun yanından ayrıldıktan sonra otoparkın içerisinde Alpay’ın arabasını aramaya başlamıştım. Bulduğumda ki, çürük vişne rengine sahip olan ve ben buradayım diyen BMW kendisini çok güzel bir şekilde belli etmişti bana.
Arabanın rengi gerçekten muazzamdı… şu cam kafeste gerçekten beğendiğim nadir şeylerden birisiydi kesinlikle.
Aracın kapısını açıp bindiğimde Alpay beklemeden çalıştırmıştı arabayı. “Bir an çalışmaya devam ediyorsun sandım.” Dediğinde gözlerimi devirmişti. “Bayıldım sansan daha gerçekçi olurmuş.”
Güldü. “Çok mu yoruldun gerçekten? Bu kadar zorlayacağını düşünmemiştim ben.”
“Atma.” Dedim başımı koltuğa yaslayarak ona bakarken. “Bal gibi de biliyordun ne kadar zorlayacağını. Oturup durmaktan her yerim ağrıyor resmen. Bacaklarım özellikle. Cidden şu çalışanların giyimi kategorisini esnetemez miyiz ya? Şu topukluların üzerinde yürümek eziyet gibi bir şey. Kısacık eteğin rahatsızlığına bile değinmek istemiyorum.” Dedim homurdanır gibi.
“Topuklu giymek zorunda değilsin, etek de aynı şekilde, nereden çıktı şimdi bu düşünce?” dedi bana yandan bakarken.
“Nereden mi çıktı?” dedim şaşkınca, “İşe başladığımda bana imzalatılan dosyanın kurallarında bunlar da yazıyordu.”
Güldü, gülüşü bir süre sonra kahkahaya dönüştü. “Sana hasta olduğun zamanlarda dosya okutmamak gerektiğini de böylelikle öğrenmiş olduk.” Dediğinde kaşlarımı çatarak baktım ona. “Neye gülüyorsun? Komik bir şey mi dedim?”
“Sadece özel günlerde, şirkete özel davetliler geldiğinde bunlara dikkat edilmesi gerektiği yazıyordu o maddede. Sanırım tam okumadın. Bende diyorum bu kızın rahatsız olduğu belli, niye kendisini zorluyor.” Yeniden kahkaha attı.
“Ya!” dedim omuzuna vurarak, “Kendi kendine soracağına bana deseydin ya niye böyle yapıyorsun diye?” derken eğilip çıkarmıştım topukluları, “Can çekişiyorum resmen be! Kimse de sportif giyinmiyor ki hiç yadırgamadım.” Dedim oflayarak.
Tek elini direksiyondan çekti, yanağıma götürüp sıktı hafifçe. “Ne kadar tatlı oldun sen böyle.”
“Göstereceğim sana tatlığı!”
Yol boyunca Alpay’ın benimle dalga geçişini dinleyip durmuştum. Tabii bir de benim arada saçını çekişim, omuzuna vuruşum falan vardı ama yine de durdurmamıştı bu onu.
Eve geldiğimizde odama bile gitmeye mecalim olmadığı için topukluları çıkarıp bir köşeye fırlatmış, kendimi de televizyonun karşısındaki üçlü koltuğa atmıştım.
“Uyuyakalacaksın bak orada, git üzerini değiştir yerine yat.”
Elimi kaldırıp gelişigüzel bir şekilde salladım, “İyiyim ben böyle, giderim birazdan.”
“İlla kendimi sana odaya kadar taşıtacağım diyorsun yani?”
“Yo, sadece biraz dinleneyim gideceğim diyorum. İnan şuradan kalkıp odaya gitmeye mecalim yok.” Dedim gözlerimi kapatırken. “Saatlerce bilgisayar başında oturmaktan her yerimin ağrıması yetmiyormuş gibi midem bile bulanıyor.” Dediğim sırada bacaklarım havaya kalkmıştı. Gözlerimi açıp ne yaptığına baktım.
Bacaklarımı kaldırıp koltuğa oturmuş ardından bacaklarımı üzerine bırakarak elindeki kremin kapağını açmıştı. “Ne yapıyorsun?” dedim şaşkınca gözlerimi kırpıştırarak ona bakarken.
“Masaj yapacağım.” Dedi sanki normal bir şeymiş gibi.
“Sebep?” dedim kaşlarımı çatarak.
Bacaklarıma biraz krem sürerek eliyle baldırımdan bileklerime kadar yayıp ardından ovmaya başladı. “Yoruldum demedin mi? Yorduğum bu güzel bayanın yorgunluğunu almak istiyorum o kadar. Hata mı yapıyorum?”
“Kendim yapardım.” Desem de rahatladığımı hissettiğim için, içimden tam tersi geçiyordu.
“Ama ben yapıyorum. Kapat hadi gözlerini uyumaya çalış, ben taşırım seni odana.”
Derin bir nefes aldım, “Teşekkürler.” Dedim tebessüm ederek ve kapattım gözlerimi ama elleri tenime böyle temas ederken uyuyamayacağımdan emindim.
İçimde çok garip hisler oluşuyordu, anlamlandıramıyordum bunları ama yine de hoştu bu hisler. Çıktığım yerde hissettiğim her şey canımı yakarken, şu üç yılda çoğu içimi ferahlatıyor, bana yaşadığımı hissettiriyordu.
“İlk defa.” Dedim yutkunarak, “yaşadığımı hissettiğimde, o kafesten kurtulduğumu hissettiğimde, cam bir kafese kapanacağımı hiç düşünmemiştim.”
Elleri duraksadı, “Cam kafes?” dedi merakla. Bana baktığını hissediyordum ama yine de açmadım gözlerimi.
“Cam kafes.” Dedim onaylar gibi. “Kapalı, hiçbir şey bilmeden, görmeden büyüdüğüm taştan bir kafese karşılık; Açık, birçok şeyi gösteren, öğreten bir cam kafes sunuldu bana. Kafes olmayan ama bana kafesi anlatan dünya…” duraksadım, “bazen hala anlam veremediğim şeyler oluyor. Ya da ben hala bir şeylere alışamadığım için anlam veremiyordum veya öyle sanıyorum bilmiyorum. Aslına bakarsan şu an niye konuşuyorum, bu konuşmanın sonu nereye varacak onu da bilmiyorum.” Duraksadım,
"Sanırım konuşmanın nereye varacağını bilmediğim bu konuşmaya sana sormak istediğim şeylerden devam etmeliyim.”
Elleri yeniden bacaklarımda gezintiye çıktı.
“Bana sormak istediğin şeyler mi var?” dedi meraklı çıkan ses tonuyla.
“Evet, sana sormak istediğim şeyler var.”
“Sor o zaman.”
“Bana duraksamadan, gerçek cevapları vereceğine söz verir misin?”
Bir saniye bile beklemeden "Söz" dedi
“Beni neden kurtardın?”
“Ne demek neden kurtardın?”
“Duydun işte Alpay, üç yıldır merak ediyorum bunu ama hiç sormadım, şimdi soruyorum. Söz verdin, cevap ver hadi.”
“Çünkü yaralıydın, savunmasızdın. Seni kurtardım, iyileştiğinden emin olduktan sonra gidecektim ama gidemedim. Nedeni soracaksın, inan bana bende bilmiyorum bunun cevabını. Seni orada o şekilde bulduktan sonra bırakamadım. İyileştin, ama bu sefer de psikolojikman kötüydün, orada sana müdahale edemediler, buraya getirdim, her şeyinle ilgilendim seni merak ettiğim için. İster istemez sana ne olduğunu, seni neyin bu hale getirdiğini merak ediyordum. Hastaneye gidip geldikçe, seninle konuşmaya çalışıp, vakit geçirdikçe de alıştım sana, bırakamadım seni. Aylar sonra tamamen olmasa da çıkabilecek kadar iyi olduğunu ama çıkmamak için tam tersi bir şekilde davrandığını fark edince de seni yanıma aldım.”
Gülüşü doldu kulaklarıma. “Çok zor olmuştu gerçi seni yanıma almak, güven sağlamak ama başardım. Zamanla güvendin, benimle konuşmaya başladın, sana bilmediklerini öğretmeme izin verdin.”
“Çünkü bana bebek gibi davranıyordun.”
“Çünkü yeni doğmuş bir bebek gibiydin.”
Gözlerimi açtım, zaten bana bakan gözlerine baktım.
“Çünkü yeni doğmuş bir bebek gibiydim.” Dedim onun dediğini tekrar ederek. “Sayende…” dedim sonra mırıldanır gibi.
“Sana hayatımı borçluyum.” Yutkundum, “Sen beni sadece hayatta tutmadın, sen bana sahip olamayacağım şeyleri verdin Alpay.”
“Bana hayatını borçlu falan değilsin.” Dedi başını iki yana sallayarak. “Bana tek borçlu olduğun şey o güzel gülüşün. Gülüşünü benden sakınma, tüm borçlarını siler.”
Kurduğu cümlenin bende yarattığı anlamsız etkiden dolayı yüzümde benden bağımsız bir gülümseme oluşurken yutkundum. Hayatım boyunca borçlarım vardı… Çok lütufmuş gibi sırf eğitiliyorum diye beni kendisine borçlu gören General vardı… sırf eğitimi yapıyor diye beni kendisine borçlu sanan Faris vardı… Benim asıl borcum ise bu adamaydı; bana hayat veren, bana hayatı öğreten bu adam.
Ama gülüşün diyordu o bana. Tek borcun gülüşün diyordu. Bu benim en derinlerimde sakladığım, bazen ortaya çıkan ama yine de varlığını unuttuğum bir şeydi. Yine de, onun gözlerinde gülüşüm de, bahsettiğim borcum da farklı bir anlam kazanıyordu.
Ağır değil, sanki hafif… İçimi ısıtan bir hafiflik.
‘Gülüşünü benden sakınma.’ bu cümle içimdeki bir şeyleri titretti. Farklı bir anıya götürdü. ‘Gülüp durma.’ Her gülüşümde bana kıza Faris… Her gülümseyişimde bana ölmek için doğduğumu hatırlatan General…
Şimdi ise Alpay vardı, bana yaşamak için doğdun, yaşa diyen Alpay vardı. Dünyanın en acımasız gerçeğini sürekli hatırlatan o adamlara karşılık, bana bu acımasızlıkta bile umut etmeyi hatırlatıp durmayı kendisine görev edinen bu adam vardı…
Bu sözleri bambaşkaydı… duyduğum duyabileceğim tüm cümlelerden başka…
O an… sanki her şeyi unuttum. Yeryüzünde sadece o ve ben kalmış gibiydik. Dışarıdan gelen araba sesleri, dolaşan grupların kahkahaları bile susmuş gibiydi. Sanki yaşadığım her şeye rağmen ona gülümsemem birçok şeye yetermiş gibi..
Hayatım boyunca bana tüm borçların kanla, acıyla, vahşetle ödenebileceği öğretilmişken şimdi gülüşümün yeterli olduğunu söylüyordu. Bu adam, bu adam benim şansım mıydı?
Madem öyle diyordu, öyle istiyordu. Bende borcumu ona bu şekilde ödemeliydim. Gülümsememi bozmadım. “Peki.” Dedim dudaklarım daha da kıvrılırken. “Madem tek borcum bu, öderim.”
Gözleri gülüşüme kaydı, derin bir nefes aldı, “Tek bir gülüşüne şahit olduğu için melekler bile kıskanılır.”
‘Yavaş yavaş oluşurlar bu aşklar, yavaş yavaş oluşur aşk.’
Gülüşüm yüzümde dondu kaldı, öylece bakakaldım ona. O bana az önce… Gülüşün meleklerden kıskanılır mı dedi?
‘Dedi.’
Sen bir susar mısın artık.
“Daldın yine, ters bir şey mi söyledim?”
Sesini duyunca başımı hafifçe iki yana salladım ve ona baktım, “Yok, ben bir an… ne diyeceğimi şaşırdım kusura bakma.”
“Sorun değil.” Dedi gülümseyerek, tek elini bacağımdan çekip dudağının kenarını kaşıdı, kim bilir ne geçiyor şu an aklından…
“Gel, sırtına da masaj yapayım. Uyursun sonra.” Dediğinde nedense ikiletmeden kabul ettim ve bacaklarımı yere indirerek doğruldum ve ona arkam dönük olacak şekilde oturdum. “bakıyorum da hoşuna gitti, hiç itiraz etmedin.”
Omuz silktim, başımı arkaya çevirerek yüzüne baktım. “İnkâr edemem hoşuma gitti, tüm ağrımı aldın gerçekten.”
“Hım.” Dedi belli belirsiz gülerek, “sırtının ağrısına da alalım o zaman. Atletin varsa altında gömleğini çıkar krem süreyim.”
Bu duraksamama neden olurken yutkundum, sırtımı hiç görmemişti… Göstermek istemediğim birkaç iz vardı fakat… Nereye kadar gizleyecektim ki?
‘Bir detayı unuttuğunun farkında mısın? Seni bu adam buldu, ilk tedaviyi bu adam yaptı ve yine üzerini değiştiren de bu adamdı. Teknik olarak zaten sırtındaki göstermediğin o izleri görmüş olması gerekiyor.’
İş ses olmanın özelliklerinden birisi falan mı bu her şeyi unutmayışın?
‘Yo, sende unutmadığın için teknik olarak bende unutamam. Sadece hatırlatma yapmak istedim çünkü adam hala seni bekliyor.’
“Atletim var sorun değil.”
Gömleğimin düğmelerini yavaşça çözüp ardından üzerimden çıkartarak kucağıma aldım. Beklemedi, omuzlarıma kremden biraz koyarak ardından eliyle yaymaya başladı. Bir saniye bile duraksamayışı ‘bir ihtimal görmemiştir’ umudumu yerle bir etmişti. Görmemiş olsaydı duraksardı…
“Yarın ödül töreni varmış?” dedim kafamı dağıtmak adına.
“Evet. Gelecek misin? Şu ana kadar olan hiçbir törene katılmadın ama sormak istedim yine de.”
Elleri omuzlarımda gezinirken gözlerimi kapatmıştım ben. “Yok, hayır, gelmeyeceğim. Gürültülü ortamları sevmiyorum. Gereksiz gürültü ve görüntü kirliliğinden başka bir şey yok orada.”
Güldü bu dediğime. “Sana göre gereksiz olmayan bir şey var mı?”
“Uyumak?” dediğimde kahkaha atmıştı.
“Eh o da iyiymiş, hiç olmaya da bilirdi.”
Dediğinde bu sefer bende güldüm.
“Simay Pus da olacakmış orada,” dedim normal bir tonda çıkardığım sesimle. “Doğru mu?”
“Bilmem, modelimiz ya illaki davetliler arasında vardır. Sen nereden öğrendin?”
“Çalışanlar konuşurken duydum.” Dedim önemsiz bir şey söylüyormuşum gibi.
“Öyledir o zaman. Beni ilgilendirmiyor ama.”
Kaşlarımı çatarken istemsizce gülümsedim, “Yaa, neden ki?”
“Ne demek neden? Umurumda mı olması gerekiyordu?”
“Yo, sadece çalışanlar sizin tanıştığınızı, yakın olduğunuzu falan söylüyordu da. Beni ilgilendirmiyor deyince şaşırdım bir an.”
Onu ilgilendirmiyor muydu gerçekten? İlgilendirmesin zaten canım, ilgilenip ne yapacak...
“Tanışıyoruz evet ama iş dışında bir ilişki yok aramızda ve de yakın falan da değiliz. Nereden çıkartıyorlar bunu?”
Omuz silktim, “Çekim esnasında yakınmışsınız. Pek yakıştırdılar yanına.”
Elleri yeniden duraksadı, bekledi, bekledi ve bekledi. Bu bekleyiş hiç hoşuma gitmedi, o da mı yanına yakıştırmıştı yoksa? Ben bahsedince yakışıp yakışmadığını mı tartmıştı kafasında?
İçim bir tuhaf olurken, oturduğum yerde hafif döndüm, başımı çevirip omuzumun üzerinden yüzüne baktım.
Gülümsüyordu… Neden gülümsüyordu? Cidden düşünüp yanına mı yakıştırmıştı?
Ben ona dönünce eğilerek yüzünü yüzüme yaklaştırmıştı.
“Kıskandın mı?”
“Ne?”
“Simay’ı yanıma yakıştırmış olmalarını, kıskandın mı?”
Yutkundum, “Hayır.” Dedim net bir şekilde.
“Bana pek öyle gelmedi.” dedi gözlerini boğazıma indirip ardından gözlerime bakarken.
Lanet olsun! Yutkunduğumu gördü...
“Bana ne sana nasıl geldiğinden Allah Allah ya. Çekil geri.” Dedim kaşlarımı çatıp geri çekilirken.
Daha doğrusu çekilmeye çalıştım ama yapamadım. Kolunu karnıma sararak beni geriye doğru çekti, sırtım göğsüne yapışırken kulağıma üfledi sıcak nefesini. “İnkâr etme, kıskandın.”
İtiraz etmek için araladım dudaklarımı ama izin vermedi, yeniden kendisi konuştu. “ve beni kıskanman benim çok hoşuma gitti suçiçeği.” Başını hafif oynattı, eğildi ve dudaklarını boynuma sürttü, “Benim yanıma yakıştırdığım kız sayesinde melekleri dahi kıskandığım, suda açabilecek narin bir çiçek.” Bu sefer sadece sürtmekle kalmadı, öptü boynumdan. “Ama mevzu benim onu yanıma yakıştırmam değil, onun yanına yakışabilmek.”
Bu cümleler içimi kıpır kıpır yaptı. Buz kütlesine dönmüş olan kalbim sıcaklığıyla çıtırdadı sanki. Öyle güzel, öyle narin, öyle sıcak bir histi...
Hiç tatmadığım, belki de Alpay olmasaydı tadamayacak olduğum, hiçbir şekilde anlam veremediğim fakat yine de hoşuma giden bu duygular çok değişikti...
“Söylesene la mia bellissima figlia, bu narin çiçeğin, cesareti ben olabilir miyim?”
Buna nasıl bir cevap vermeliydim? Ne denirdi bilmiyorum. İlk defa tattığım duygular, ilk defa duyduğum cümleler. İlk defa bana sorarak hareket eden birisi ve yine ilk defa... ne düşündüğümü umursayan, ona göre davranan, bana dokunurken bile gözlerimin içine izin verecek miyim diye bakan bir adam.
Alpay Şahsuvar... öyle bir adamdı ki, onunla konuşurken çoğunlukla lal oluyordum ben. Konuşamıyordum, beynimin içindeki tüm sesler susuyor, bildiğim tüm kelimeleri unutarak cümle kurmayı bile başaramıyordum. Öyle bir etkisi vardı üzerimde.
Normalde vereceğim yanıt belliydi, ‘benden sana veremeyeceğim bir şeyi istiyorsun, isteme’ ama şu an bunu bile diyemedim ona. Çıkmadı kelimeler dudaklarımın arasından.
Yapamadım... onu kıracağına adım gibi emin olduğum, sürekli çekinmeden kurabildiğim bu cümleyi şimdi kuramadım. Kalbim beynime savaş açtı, ona itiraz etmeme izin vermedi ve kazandı. Ama kazandığını sanırken ona da oynadığımı yine fark etmedi.
“Şansın sadece kelime anlamını bilen birinden şans isteyemezsin Şahsuvar. Adımın anlamı denizde açan çiçek olabilir, adının anlamı cesaret olabilir ve hatta sen adının anlamı gibi yaşayabilirsin fakat ben öyle değilim. Sandığın gibi narin değilim, belki denizde açan bu çiçek sanıldığının aksidir. Yani, benden sana veremeyeceğim şeyleri istememen konusunda oldukça ciddiyim.”
Elimi karnıma sardığı elinin üzerine koydum, elini kendimden uzaklaştırdım ve ayağa kalktım. “Evine git Alpay. Giderken sendeki anahtarı da bırakmayı unutma.”
Kalbim beynime açtığı savaşı kazandı.
Bende kalbimin bana açtığı savaşı.