Yeni Üyelik
1.
Bölüm

KAÇIŞ RESİTALİ

@ruhunyakamozu

 

 

 

"Her hikaye bir başlangıçla başlar, ama bu hikaye, sona en yakın noktadan başlıyor. Ölüm her adımda peşimdeyken, melodiler kulaklarımda yankılanıyor. Belki bir son yazıldı bizim için, belki de sadece yanlış bir nota... Ama bu hikayede kimse kaderini kendi seçemez. Notalar çalınmaya başladı bile, şimdi sadece dinlemek kaldı."

🎶
 

 

 

 

Ölümün sessiz çığlıkları, notalara döner mi? Ölümün notalarından yaratılan resital, gerçeği tüm benliğiyle izlettirir mi?

Tanrı’nın kendisi için yarattığı, bir yerden sonra “Seni ben yarattım sevgili kulum, artık yanıma gelmenin zamanı.” Diyerek yarattığı bedenin ruhunu çekip almasını es geçersek, ölmek için mi doğardı insanlar? İnsan insana “Seni ben yarattım, ben istediğim için öleceksin.” Diyebilir miydi?

Sözleri oluşturdum, besteyi yaptım. Oynama sırası sende; “Ölümün notalarını çal,” diyebilir miydi?

Ölmek istersin, izin vermezler. Günah derler, Tanrı bunu kabul etmez, affedilmez derler, durdururlar seni. Mutlu olmak istersin, her şeye rağmen; dalga geçer gibi iki güldürür, bin ağlatır seni evren. Pes etmek istemezsin, mutluluğa da ümidin kalmaz ama düşmek de istemezsin. O zaman, yeniden vurur evren sana darbeyi. Ne ölümün notalarını çaldırır, ne mutluluğun resmini çizdirir. İşte o zaman dersin ki: “Tanrı bizi terk etti...

Hayatın, insana türlü türlü oyunları vardır. Neyi, ne zaman, nerede, nasıl çıkaracağı hiçbir zaman belli olmaz. Bazen en mutlu olduğun anda en kötü haberleri alırsın, bazen en kötü olduğun anda en güzel haberleri. Dalga geçer gibi seninle, değil mi? “Mutluysan üzerim, üzgünsen güldürürüm. Ortam yok benim, nasıl istersem öyleyim. Senin istediğin yüzümü değil, kendi istediğim yüzü gösteririm,” der gibi.

Bir çıkmazda düşünün kendinizi, evrenin var olan tüm yüzünü gösterdiği bir çıkmaz. Yanan, kan içinde kalmış bedenlerden, herkesin birbirini katlettiği insanlardan oluşan bir çıkmaz düşünün. Kaçılacak çok yol var aslında, ama çıkamıyorsun. Çünkü sana diyorlar ki: “Burası Kan Çıkmazı kızım. Çıkarsanız ölümün notaları, kalırsanız ölümün resitali olur.” Anlamdıramıyorsun, soruyorsun: “Ne demek bu?” diye. Bu sefer sana verilen yanıt şu oluyor: “Çıkarsanız hepiniz ölümün notasına dönersiniz, kalırsanız herkes kendi resitalini oynar. En çok beğenilen ise çıkmazdan mutluluğun resmiyle çıkar. Seçim sizin.”

Kimin neyi seçtiği bilinmez, herkes aynı şeyi seçse de. Ölümün resitalini canlandırır çocuklar, notaları bestelerken.

🫀

4 Ağustos 2021

“Ölmek için doğanlar yaşıyor olarak nitelendirilemez.” Kendime her gün her saniye hatırlattığım, ben kendime hatırlatmasam dahi hayatın sillesini defalarca tattırarak hatırlattığı bir gerçekti bu cümle bana. Unutmak istesem unutamam, hiç duymamış gibi yapmak istesem yapamam. Hayatın en güzel oyunlarından biridir bu aslında; sesi yok, hissi yok ama “Ben ne dersem, ne istersem o olur, engelleyemezsin,” der sana ve de öyle olur. Önüne çıkmasını istediğin şeyi değil, önüne çıkarılanı yaşarsın ve de engel olamazsın.

Hani derler ya: Bir kişinin unutup diğerinin unutmadığı ceza, iki kişinin de unuttuğu anılar ödüldür diye. Dört kişinin unutup, bir kişinin unutmadığı şey de ceza olur mu? Belki de diğerlerine ödül olan unutuluş, o kalan bir kişiye cehennem azabını yaşatırdı...

Peki, size göre cehennem azabı nasıl tanımlanırdı? Çok sıcak mı? Can alıcı mı? Dünyadan sonraki cezaların yaşam alanı mı? Bana göre neydi biliyor musunuz? Ya da merak ediyor musunuz? Yaşarken ölmek, bedeniniz ayakta olsa dahi, ölümü iliklerine kadar hissederken, canınız yansa dahi, canınızı yakan o yeri eviniz olarak sahiplenebilecek kabiliyete sahip olmak. Ve de… Cehenneminize cehennem olmak.

Benim cehennemim evim, evimin cehennemi de benim.

“Odaklan artık Melin, alt tarafı içten bir şekilde cidden canın acıyormuş gibi acıyla inleyeceksin. Neyine bu kadar zorlandın anlamıyorum ki seni!” diyen sesle düşüncelerimden sıyrılarak sesin sahibine baktım ve gözlerimi devirdim.

“Asıl sen neyi bu kadar zorluyorsun, ben de bunu anlamadım açıkçası Lider. Olmuyor işte!” dedim, bileklerime iki yandan dolanmış olan zincirleri hafifçe sallarken. “Çıkar artık şunları, adam gibi eğitim yapacaksak yapalım ya da sal beni, gideyim,” dedim homurdanır gibi.

“Bu da eğitim zaten Melin. Kendini bir versen buraya hallolacak aslında ama kafan her neredeyse, duymuyorsun bile beni. Kendine gel artık, birkaç gün sonra önemli bir göreve çıkacaksın,” dedikten sonra bileğimdeki zincirleri çözmek yerine daha da sıkılaştırdı. “O görevde cidden zarar görüp gerçek acı dolu inlemeler bahşedip karşı tarafa zevk vermeyi düşünmüyorsan eğer, kendini toparla, kafandakilere bir son ver ve buraya odaklan,” dedi çenemden sertçe tutarak başımı arkaya doğru eğerken.

Alay dolu bir gülüş kaçtı dudaklarımdan. “Ah!” dedim inler gibi, ama gülüyordum da. “Böyle sert olunca çok seksi geliyorsun gözüme, biliyor musun?” dedim, alt dudağımı abartıyla ısırarak ona bakarken.

“Melin!” dedi, çenemi sertçe sıkarak. “Ben senin basit birliktelikler yaşayabileceğin birisi değilim. Ben senin liderinim, bazen kim olduğunu ve kim olduğumu unutuyorsun. Benim sana kim olduğumu hatırlatmamı istemiyorsan, kendine gel artık çünkü ben hatırlatırsam,” başını hafifçe bana doğru eğdi, “tekrar unutmazsın.”

“Unutturmasana,” dedim alayla gülmeye devam ederken. “Hatırlat hadi bana kim olduğumu, senin kim olduğunu. Niye eğitildiğimi ve beni niye eğittiğini,” dedim, yüzümdeki gülümsemeyi silerek, düz bir şekilde gözlerine bakarken. “Ölmek için eğitiyorsun zaten beni. Öleceğim bu işin sonunda, bu eğitimler sikik bir prosedürün gerektirdiği şeyler ama hiçbir önemi de yok desene,” dediğimde onun bakışları da sertleşmişti.

“Zaten bildiğin bir şeyi bana bu şekilde söyleyerek ajitasyon yapma Melin. Ölmek için doğdun, ölüme hazırlanıyorsun. Seni kendi cehennemine hazırlıyoruz, daha ne istiyorsun?” dediğinde ona düz bakan yüz ifademi bozmuyordum.

Birkaç saniye ifadesiz bir şekilde baktım yüzüne, sonra da yavaş yavaş yukarıya doğru kıvrıldı dudaklarım. Güldüm. Belki de ilk defa bu kadar içten gülmüştüm ya da içten olduğunu sanıyordum, bilmiyorum. O kadar çok sahte gülümsemeler bahşediyordum ki bazen ben de anlayamıyordum gerçekten gülüyor muyum yoksa gülmüyor muyum diye...

“Beni mi cehennemime hazırlıyorsunuz, cehennemi mi bana Lider?” Söylediğim şeyden sonra, benim gülen yüzümün aksine onun sert ifadesinde bir sarsılma oldu. Toparlamaya çalıştı fakat başaramadı; ben göreceğimi çoktan görmüştüm.

“Ne oldu Lider? Beni cehennemime hazırlarken, cehennemin dibinizde olduğunu unuttunuz mu?”

“Bu cehennemi zaten biz yaratmadık mı? Yarattığımız şeyden mi korkacağız Merg?” dedi, toparladığı yüz ifadesini alaylı bakışlara çevirirken. Bense daha da büyüttüm gülümsememi. “Korkuyorsunuz demedim Lider. Ama dememe de, demene de gerek kalmadı. Ölümün soğuk rüzgarları sadece benim ensemde değil, sizin de ensenizde. Benim ecelim siz, sizin eceliniz benim.”

“Ölümün soğuk rüzgarları herkesin ensesinde Merg. Yeryüzündeki tüm varlıkların,” dedi alaylı ifadesini sabit tutarken. “Herkes ölmek için doğdu ama küçük bir fark var güzelim.” Yeniden bana doğru eğildi, çenemi hafifçe okşadı, biraz daha eğildi ve şakağıma değdirdi dudaklarını. Beni yakmak ister gibi öptü şakağımdan usulca, ardından başını oynattı ve bu sefer kulağıma yaklaştırdı dudaklarını: “Sen bizim aksimize ölümün kendisi olmak için doğdun.”

Kuruyan dudaklarımı yavaşça yaladım, yutkundum sonra. Bu zaten benim bildiğim bir gerçekti… “Ben ölümsem,” başımı çevirdiğim anda o da çevirdiği için dudaklarımız temas etmişti. Ne ben öptüm ne o, ne ben geri çekildim ne de o. “Siz zaten ölüsünüz,” diye bitirdim cümlemi.

“Biz zaten ölüyüz,” dedi hemen ardımdan, beklemeden konuşarak. “Ölümün yanında dolaşanlar yaşayamaz.” Her cümlesinde dudakları dudaklarıma çarpıyordu. “Senin etrafında olan herkes ölü, Merg.”

Birkaç saniye bekledi, ardından yeniden konuşmaya başladı. “Ölümün rüzgarları da, ölümün sessiz çığlıkları da sensin.” Bu sefer sus çizgimden öptü. “Yaşamak için resitali oynuyorsun ama ölümün notaları çoktan çalmaya başladı.”

Geri çekildi, benim oyunumda beni alt etti… yapmak istediğim şeyi anladı ve benim silahımı bana karşı kullanarak deşti yüreğimi…

Sanki aramızda hiçbir konuşma geçmemiş gibi yüz ifadesini düzeltti. Anlam veremedim bu değişimine, gözlerimi kırpıştırarak izledim onu. Tam bileğimdeki zincirleri çözdüğü esnada, ortamda yankılanan tok ayakkabı sesiyle gözlerim o tarafa döndü. General gelmişti… Geldiğini fark ettiği için mi geri çekilip yüz ifadesini değiştirmişti Lider?

General, “Melin Barça,” dedi, tam önümde dururken. Dizlerimin üzerinde olduğum için yukarıdan bakıyordu bana. Her karşı karşıya geldiğimizde bana hem ismim hem soyadımla hitap ederdi. Bazen de sadece soyadımı kullanırdı ama çok nadir direkt adımı söylerdi. Bir zoru vardı herhalde adımla…

Benim adımı söyledi ama bana bakmadı, Lidere bakıyordu şu an. “Durum raporu bildirilmedi Faris,” dedi otoriter bir şekilde konuşurken. “Durum raporu almak için böyle ayağına mı gelmem gerekiyor Boratav?” dediğinde, Liderin derin bir nefes almak istese de bunu yarıda bıraktığını, hafifçe şişen ama çok geçmeden inen karnıyla anlamıştım.

“Kusura bakmayın efendim, eğitimi hala ayarlandığı gibi bitiremediğimiz için maalesef rapor hazırlayamadım.”

Generalin gözleri bana döndü. “Zorluk mu çıkarıyorsun Barça? Bu durumu hallettik sanıyordum,” dedi sertçe. “Zorluk çıkarmaman gerektiğini öğrenmiş olman gerekiyordu şimdiye kadar. Faris sana fazla mı taviz gösteriyor yoksa?”

“Kimse bana taviz göstermiyor efendim,” dedim, ellerimi yere bastırarak kalkarken. “İki gün önce eğitim esnasında yaralandım, o yüzden aksama oldu ama tamamlayacağım eğitimi.” Buradan siktir olup sizi cayır cayır yakıp gerçek ölümü gösterdikten sonra eğitimimi ebediyen tamamlayacağıma emin olabilirsiniz.

“O zaman bir an önce eğitimini tamamla ve görevine çık. Aksi takdirde seni tam hazır olmasan bile oraya gönderirim,” dediğinde başımı sallayarak onayladım onu. “Emredersiniz efendim.”

“Odana git, dinlen şimdi. İşimiz var Faris ile, sonra devam edersiniz,” diyerek Lidere döndü. “Odaya geçiyorum, işini hallet ve gel,” dedikten sonra cevap beklemeden çıktı odadan. Tam ben de hareketlendiğim sırada, kolumdan tuttu Lider.

“Ne oluyor?” dedim kaşlarımı çatarak.

“Asıl sana ne oluyor?” dedi, kolumu daha da sıkarken. “General yer bu tavırları ama ben yemem. Ne bu uysallık?” dediğinde kolumu çekmek istedim elinden ama izin vermedi.

“Manyak mısın Faris? Siz de ne istediğinizi bilmiyorsunuz galiba,” dediğimde, tuttuğu kolumla kendine çekti beni. Göğsüm göğsüne çarparken, “Lider,” dedi net bir şekilde.

“Anlamadım?”

“Bana bir daha adımla hitap etme,” dediğinde gözlerimi devirdim.

“Tamam Faris,” dedim alayla. “Ah, pardon, Lider,” dedim sonra sanki adını yanlışlıkla söylemiş gibi. Kolumu sertçe çektim ondan. “İzninle odama giderek uyumak istiyorum,” dudaklarımı büzdüm. “Sevişmiyorsun da benimle, sıkılıyorum canım liderim,” dediğimde gözlerini devirerek geri adım attı.

“Aklın fikrin sevişmekte, git işine, dinleniyor musun, ne yapıyorsan yap,” dediğinde gülümsedim sadece.

İşte böyle Faris… en nefret ettiğin noktadan vurmama izin ver ve çevir odağını… Belki buradan çıkarken sana yaşaman için bir şans verebilirim.

Ona cevap vermeden çıktım eğitim alanından ve asansöre binerek, aşağıya mı yukarıya mı gittiği belli olmasa da kaldığım kata bastım. Asansör durduğunda indim beklemeden ve girdim odama. Penceresi bile olmayan odama… Nerede olduğumuzu bile bilmediğimiz bu yerden sonunda kurtulacaktım.

Saatler sonra...

Ateşin parmak uçlarındaki dansını, çığlıkların verdiği ritimleri bilir misiniz? Ben biliyorum... Parmak uçlarımda ateşi dans ettiriyorum ve notaları çalıyorum. Bizim için hazırlanan notalar, şimdi onlar için çalıyordu. Ben resitalimi sundum, beğenmediler... “Notalarını hazırla, mezarını kaz,” dediler. Notalarımı hazırladım, mezarımı kazdım ama mezara giren ben olmadım.

Sonunda başarmıştım, aylardır planını yaptığım ölüm notaları resitalini gerçekleştirmiştim. Onlara, benim için en çok arzuladıkları şeyi, ölümü getirmiştim. Madem bu kadar meraklıydılar ölüme, benim yerime tadabilirlerdi bunu, çünkü özgürlüğü tatmadan ölmeye niyetim yoktu.

Olduğum yerde alevlerin dansını keyifle izliyordum, sanki ateş harlandıkça benim olduğum yere gelmiyormuş gibi. “Evim benim cehennemim, ben evimin cehennemiyim,” diyordum. Evime cehennemi getirdim sonunda. Tüm yılların acısını çıkartır gibi, evimin içimde bıraktığı tüm ateşi ona geri püskürttüm, cayır cayır yaktım.

Sanki yıllardır içimde biriktirdiğim her şey, bu alevler ve onların insanlara verdiği sonsuz acılar sayesinde ortaya çıkıyordu. Üzerimde öyle bir huzur vardı ki... Ateşin her bir çıtırtısında ruhuma açılan yaralar sırayla kapanıyor, içimdeki ölmüş çocuk canlanıyordu.

Şu ana kadar her nefes alışımda beni cayır cayır yakan hava, şimdi dumanlı olmasına rağmen bana hayat veriyor gibiydi. Ölü olan bedenim, alevlerin arasında hayat bulmuştu. Cehenneme dönüştüm, şeytana ev oldum. Cayır cayır yandım, şeytan bana el uzattı: “Seni kurtaracağım ama bir şartım var.” Sorgulamadım, kurtulmaya o kadar odaklanmıştım ki ne istediğini bile sormadan elini tuttum. Beni çıkardı ve teklifini sundu: “Buradan çıktığında, benim yerimi sen devralacaksın. Şeytanın eşi olacaksın.”

İnkar edemedim, elini bırakamadım, zaten ateşe dönmüş benliğime su dökemedim. “Evet,” dedim sorgusuzca, “senin eşin olacağım.” Şeytan buna sevindi ama sevinirken onu da kandırdığımı fark etmedi.

Şeytana layık bir eş oldum, ateşe büründüm ve her yeri yaktım. Yaktım ve şaheserimi izledim. Tam da istediğim gibi, burası artık ölüler kentiydi.

Yıllarca bu dört duvar arasında hapis bir şekilde yaşarken, ruhuma ve bedenime derin yaralar açıldı, canımdan can giderken bana hep aynı şey tekrar edildi. Her defasında kulaklarıma aynı şey duyuruldu, içime işlendi... “Sen kimi seversen sev, kiminle olursan ol, korumak için ne kadar çabalarsan çabala, onlara her zaman vaktinden önce ölümü sen getireceksin Melin. Sen sevemezsin, sen sevilemezsin. Herkes cenneti ister, sen cehennemsin.”

Bu cümleler benim içime öyle işliyordu ki, her tekrar edilişinde hiçbir zaman tepki vermesem de ruhumdan parçalar kopup kayboldu. Kahroldum... Şimdi ise onları kahrettim ve dedim ki: “Ben kimi seversem seveyim, kiminle olursam olayım, korumak için ne kadar çabalarsam çabalayayım, başaracağım. Ben sevebilirim, ben sevilebilirim. Herkes cenneti istemez, ben hep cehennemim.”

Hayatımın geri kalanında kimseyi yakmamak, kimseye ölümü vaktinden önce getirmemek için tüm şansımı, tüm ateşimi burada kullandım. Cehennemimi bu lanet yerde bırakıp öyle gideceğim. Kimseye cennet olamazdım belki ama, cehennem de olmamak için...

Ben buradan çıkınca Merg değil, Melin olacaktım. Sadece Melin... Ölüm değil, suda açabilecek bir çiçek olacağım. Alevleri izlemeye devam ederken aklıma gelen isimle yutkundum. “Lider” diye fısıldadım kendi kendime. Sesim çıtırdayan ateşe karıştı, buhar oldu gitti. Kendi sesimi sadece kendim duydum; herkesin attığı çığlıkları ise hepsi... Umurumda değildi ama masum olan kimse yoktu burada. Belki de ben de değildim ama hiç tatmadığım özgürlüğü gerçekten özgür bir şekilde ölmeden önce tatmak istiyordum. Fakat öncesinde yapmam gereken bir şey vardı: Lider’i, yani Faris’i bulmak...

Giydiğim koruyucu kıyafetlere güvenirken bollaşan tokamı çıkardım; saçlarım benim için çok önemliydi, yanmalarına izin veremezdim. Saçlarımı sıkıca topladıktan sonra elimdeki kaskı kafama taktım; bir diğeri hâlâ elimdeydi. Onun sahibi Faris’ti...

🫀

Alevlerin arasında dolaşıyordum deli gibi. Odasında olmalıydı, yoktu... Faris odasında yoktu. Asansörler çalışmıyordu ve ben onun nerede olduğunu bilmedikçe çığlık çığlığa ağlıyordum. Hiçbir katta merdiven yoktu... İnemezdim. Olması gereken kat burasıydı ama bulamıyordum onu. Neden bulamıyordum?

“Faris!”

Sesim çatırdayan ateşlere, yangından dolayı çalan alarma rağmen yankı yapmıştı alanda.

“Faris!” diye bağırdım yeniden ama ses gelmiyordu. Lanet olsun! Farklı bir katta mıydı? Olamazdı... Bugün başka eğitimi yoktu ve odası bu kattaydı. Farklı bir katta olmamalıydı! Yıllardır sevdiğim adamı kendi ellerimle yakamazdım... Sevdiğim kimseye ölümü vaktinden önce getirmeyeceğim demiş olmama rağmen aşık olduğum adamı kendim öldüremezdim.

Başımdaki kaskı çıkardım; alevler etrafımı sarsa da çöktüm yere. Çıkmak istediğim bu yerde şimdi ölmek için dizlerimin üzerindeydim ta ki “Melin!” diye bağıran sesi duyana kadar. “Faris,” dedim mırıldanır gibi. Beynimin bir oyunu değildi bu bana, değil mi? Gerçekten duyuyordum sesini.

“Ne yapıyorsun burada, kalk ayağa, manyak mısın, yanacaksın!” diyerek kolumdan tutan ve beni kaldıran Faris’in ilk önce duman kokusuna rağmen onun kokusunu almıştım. Her yere bakmıştım... Her yere bakmıştım ama bulamamıştım; neredeydi?

Hayatımda ilk defa benden beklenmeyecek bir şey yaptım ve ağlayarak sarıldım ona. “Ne oldu? İyi misin, yandı mı bir yerin?” diye soruyordu, beni kendinden ayırmak için uğraşırken. Fark etmemişti... Üzerimdeki koruyucu kıyafeti de, yangını çıkartanın ben olduğumu da fark etmemişti.

“Faris,” dedim bilmem kaçıncı kez adını söyleyerek. Geri çekildim, yüzüne dikkatle baktım. “Yaşadığın için teşekkür ederim,” dedim gülümseyerek.

Anlamsız bir şekilde baktı bana; neden teşekkür ettiğimi sorguluyordu sanırım. “Ölmene neden olmama izin vermediğin için teşekkür ederim,” dedim ve uzanıp öptüm dudağından usulca. Hareket etmedim, sadece öptüm ve birkaç saniye sonra geri çekildim.

“Sen,” dedi gözlerini kırpıştırarak, “sen yaptın.” Dedi bu sefer yutkunarak. “Ben yaptım,” dedim kuruyan dudaklarımı yalarken.

Konuşmak için araladı dudaklarını ama izin vermedim; eğitim alanından arakladığım şok cihazını çıkartarak beline doğru tuttum. Fark ettiğinde engellemek istedi ama başaramadı. Yere sert düşmemesi için tuttum onu; onunla birlikte çöktüm. Bilinci kapanmak üzereyken alnından öptüm. Kulağına doğru yaklaştım:

“Bak, geçiyor yine zaman.

Yoruyor, benden geçerim.

Sen uzaklara dalarken,

Göremedin. Bak, yollar topraklı.

Gökyüzü kaplandı.

Sen uzaklara dalarken,B

ilemedin. Anlarsın, anlarsın.

Yüreğimden, yüreğimden.

Korkarsın, korkarsın.

Sen üzülme aman.

Anlarsın, anlarsın.

Yüreğimden, yüreğimden.

Korkarsın, korkarsın.

Sen üzülme aman.”

Şarkı sözleri bittiğinde hızla akan gözyaşlarım, benim tenimden süzülüp onun teninde yer ediniyordu kendine. “Bir gün beni bulmak ister ve bulursan, bana bu şarkıyı söyle olur mu, sevdiğim?” dedim titreyen sesimle ama gözleri çoktan kapanmıştı.

Kendimi toparlamaya çalıştım bir süre; zor olmuştu ama başarmıştım. Önce kendi kaskımı taktım, sonra da Faris’in kaskını. Kolunu omzumdan geçirdim, ardından tüm gücümü dizlerime vererek onunla birlikte kalktım ayağa. Bu şekilde bu lanet yerden çıkmak oldukça zorlayacaktı beni ama çıkacaktım. Kendime verdiğim sözü tutacaktım.

🫀

Kaç saattir bu şekilde ilerliyordum bilmiyorum; sonunun nereye çıkacağını bile bilmediğim bir tünel üzerinden plan yapmıştım ve tek temennim bu planın elimde patlamamasıydı. Baygın olan Faris’le birlikte ilerlemek oldukça zordu; fakat yine de pes etmeye niyetim yoktu. Kendim çıkacaktım, onu da çıkaracaktım. Kendimle beraber götüremezdim ama... Ama onun beni bulacağına emindim. Neden bilmiyorum, eminim işte... İnanmak istiyorum buna sebepsizce.

Tünele girdiğimiz için duman olmadığımız bir anda kasklarımızı çıkarmıştım. Üzerimdeki tişörtü de yırtarak Faris’in dizlerine bağlamıştım çünkü resmen sürükleniyordu ve dizlerinin zarar görmesi en son isteyeceğim şey bile değildi.

Yine yorulduğum için durduğum anlardan birisindeydik. Faris yerde boylu boyunca uzanıyordu; başının altında benim ceketim vardı. Biraz soluklanarak yüzüne inceledim, sonra da ayağa kalktım. Bulunduğumuz alanda bir terslik vardı ama çözememiştim nedenini bir türlü. Anlayabilmek için koridorda yavaş adımlarla gezinirken tam adım attığım sırada bastığım yerden çıkan sesle zorlukla yutkundum. “Sikeyim!” diye mırıldandım kendi kendime, aşağıya baktım sonra ayağıma. Tuzak vardı ve ben tam şu anda ona basmıştım. Ayağımı kaydırmamaya dikkat ederek diğer ayağımı arkaya attım, çöktüm hafifçe. Elimdeki fenerin ışığıyla yerlere dikkatle baktım ama herhangi bir çıkıntı yoktu bastığım yerler dışında. Feneri bu sefer duvarlara tuttum ve inceleyerek dikkatle kalktım ayağa. Duvarda yerin aksine çıkıntılar vardı ve ben bunlardan nasıl kurtulacağımı kesinlikle bilmiyordum.

Bir süre düşündüm olduğum yerde, nasıl kurtulabilirim diye. Ayağım çeksem, duvardan çıkacak olanlar yer neyse delik deşik ederdi beni ve ölürdüm kesinlikle. Arkama baktım, Faris’ in yattığı yere ve derin bir nefes aldım. Öleceksem bile onu buradan çıkarmadan ölmeyecektim.

Boştaki ayağımı arkaya doğru attım, atabildiğim kadarıyla. Arka tarafta yoktu çünkü bir şeyden emindim ama ayağımı çekene kadar birkaç tanesi kesinlikle saplanacaktı bedenime emindim buna. En azından ölmeyecektim...

Yeniden derin bir nefes aldım; gözlerimi kapattım, birkaç saniye bekledim o şekilde. Ardından korkarak da olsa çektim ayağımı. Ben ayağımı çektiğim gibi yeniden yukarı çıkan mekanizma aktifleşti ve duvardaki çıkıntılardan çıkan oklar karşı duvara saplandı ama tahmin ettiğim şey de olmuştu. Bacağıma da saplanmıştı birkaçı. Acıyla inlerken çığlık atmamak için kolumu ağzıma götürdüm ve sertçe ısırdım. Bunu yaparken başımı arkaya doğru yatırmıştım. Acıdan gözlerim dolmuştu, şu anda resmen yanıyordum. Bu acı sadece saplandığı yerden gelmiyordu; sanki o yer ateş değmiş gibi yanıyordu. Sanırım zehirliydi oklar. Arkaya doğru sürünerek gittim. Oku ayağımdan çıkarmak şu anda tehlikeli olabilirdi, o yüzden sadece belirli bir kısmı dışarıda bırakıp gerisini kırdım ve bir köşeye fırlattım.

Sırtımı arkamdaki duvara yasladım, tek elim hâlâ ağzımdaydı ve derin derin nefesler alıyordum, sakinleşmeye çalışıyordum. Sanki acı bir anda yok olup gidecekti... Ama gitmedi. Daha fazla bekleyemezdim, o yüzden kalktım. Önce duvarlara saplanan okları çıkardım, geçebilmek için. Ardından geri dönerek Faris’i yeniden kaldırdım ve koridorda ilerlemeye devam ettim. Ama bu sefer daha temkinliydim. Hiç durmadan, oldukça dikkatli bir şekilde ilerliyordum.

Faris’in hâlâ kendine gelmemiş olmasına ne kadar sevinsem de bir o kadar korkuyordum. Ayarını fazla mı kaçırmıştım? Kalbine bir şey mi olmuştu? Bilmiyordum... Şu anda bakabilecek durumda değildim, ben de bayılacak gibiydim ama kendimi sıkıyordum. Bayılırsam kesinlikle ayvayı yerdim...

Bu sırada kendimi sakinleştirmek için aklıma gelen her şeyi sesli bir şekilde sıralıyordum. “Bilgisayarın İlk Programcısı: Tarihteki ilk bilgisayar programcısı Ada Lovelace olarak kabul edilir. 1840’larda Charles Babbage’ın mekanik bilgisayar tasarımı olan ‘Analitik Makine’ için bir algoritma yazmıştır. Lovelace, programlama kavramını tanıtan ilk kişidir.”

Derin bir nefes aldım. Aldığım nefes resmen beni ayakta tutmak yerine düşürüyordu ama pes etmedim, yürümeye devam ettim. “Bilgisayar Hatalarına ‘Bug’ Denmesi: Bilgisayar terminolojisinde bir hata ya da sorun ‘bug’ olarak adlandırılır. Bu terimin kökeni, 1947’de Harvard Mark II bilgisayarında bir röleye sıkışan gerçek bir güveye dayanır. Bu fiziksel hata nedeniyle bilgisayar düzgün çalışmamış ve o günden sonra yazılımsal sorunlar da ‘bug’ olarak adlandırılmaya başlanmıştır.”

Görüş alanım gittikçe bulanıklaşıyordu ama hâlâ pes etmeye niyetim yoktu. Buradan çıkacaktım. Ölü ya da diri... Ama ben diri çıkmak için çabalayacaktım. Benim vaktim bu kadar olamazdı. Tanrı’nın bana tanımış olduğu vakit bu kadarla sınırlı kalamazdı... Dışarıyı bir kere bile görmemişken ölemezdim...

“RAM’in Sıfırlanması: Bilgisayarınızı yeniden başlattığınızda, RAM yani Rastgele Erişimli Bellek, içindeki tüm veriler silinir. Ancak, soğuk başlatma—daha açıklayıcı söylemek gerekirse bilgisayarı tamamen kapatıp yeniden açma durumunda—RAM’deki bazı verilerin çok kısa bir süre bile olsa varlığını koruyabildiği bilinmektedir. Bu nedenle hassas verilerin RAM’den tamamen temizlenmesi için genellikle özel güvenlik protokolleri uygulanır.”

Burada bulunduğum zamanlarda kütüphanede bulduğum kitapları okurken merak ettiğim ve kullanmak istediğim şeylerden birisi bilgisayardı. Vardı ama dokunmamız yasaktı, heveslendiğim her şey gibi... Bir de Faris yüzünden bilime merakım vardı fakat ona fazla kafam basmıyordu.

“Bilgisayarın İnsan Beyninden Daha Karmaşık Olduğu Efsanesi: Sıklıkla söylenen bir yanlış anlama, bilgisayarların insan beyninden daha karmaşık olduğudur. Aslında insan beyni muazzam bir bilgi işleme kapasitesine sahiptir ve saniyede yaklaşık bir kentilyon (10¹⁸) işlem gerçekleştirebilir. Modern süper bilgisayarlar bile beynin bu işlem kapasitesine yaklaşmakta zorla—“ Cümlemi bitiremeden, yaslandığım duvardan çıkan ve ne olduğunu kavrayamadığım şeyler göğsümü sıyırarak geçti. Üzerimdeki tişörtü Faris’in dizlerine sardığım için şu anda sadece sütyenle kalmıştım ve bu beni koruyacak bir şey değildi. Kendi koruyucu ceketim Faris’teydi çünkü o şu anda fazla savunmasızdı. Neyse ki ceket onu korumuştu, sadece hafif bir yırtık vardı. Bu içimi rahatlatırken girdiğim şoktan çıkmak zorunda olduğumu fark ettim. Derin bir nefes alarak bu sefer bilgisayarı es geçtim. “Sen seversin bak, iyi dinle,” dedim zorlukla yutkunarak. Sanki duyacaktı beni...

“İnsan Genom Projesi: İnsan Genom Projesi, insan DNA’sının haritasını çıkarma girişimiydi. 2003 yılında tamamlanan bu proje, insanın yaklaşık 3 milyar DNA baz çifti içerdiğini ve 20.000 ila 25.000 gen bulunduğunu gösterdi. Bu çalışma, genetik hastalıkların anlaşılmasında devrim yaratmıştır.”

Nefesim kesildiği için cümleler ağzımdan yarım yamalak çıkıyordu ama sadece bu bile beni sakinleştirmeye yetiyordu çünkü odağımı kaydırıyordu. Yeniden yürümeye başladım, konuşmaya, aklıma gelen her şeyi söylemeye devam ederek. “Kuantum Dolanıklığı: Kuantum fiziğinde, iki parçacık dolanık hale gelebilir. Bu, bir parçacığın durumunun, diğerinden ne kadar uzakta olursa olsun, anında diğer parçacığın durumunu etkilediği anlamına gelir. Bu fenomen, ‘uzaktan ürkütücü etki’ olarak da bilinir ve klasik fizik kurallarıyla açıklanamaz.”

“Evrenin Genişlemesi: Evren, Büyük Patlama’dan bu yana genişlemeye devam ediyor. Bu genişleme Hubble Yasası ile açıklanır ve uzak galaksiler bizden daha hızlı uzaklaşıyor. Bu hız, galaksilerin uzaklığıyla doğru orantılıdır.”

Tam cümlemi bitirdiğim esnada dengemi kaybettim ve Faris’le birlikte düştüm. Ağzından çıkan bir sesle kendine geliyor olduğunu fark ettim. Sevinçle ona baktım ama aklıma gelenle “hassiktir!” dedim. “Çiğ çiğ yiyecek beni,” diye mırıldandım yutkunarak. Bir an önce çıkmak zorundaydım buradan. Ellerimi yere bastırarak zorlukla ayağa kalktım. Faris’i bilmem kaçıncı kez ayağa kaldırdım ve yeniden yürümeye başladım. Bir şeyler mırıldanıyordu ama anlamıyordum. Bir on dakika kadar yürüdükten sonra, yüzüme vuran ışık ve sert rüzgarla resmen sevinç çığlığı attım. Başarmıştım!

Ben gerçekten başarmıştım.

Nerede olduğumuza daha iyi bakabilmek adına girişte bıraktım Farisi ve çıktım dışarıya. Güneş vardı tepede. Güneşi görmüştüm. Ben gerçekten... Güneşi görmüştüm. Hayallerimden birisi gerçek olmuştu. Dizlerimin üzerine çöktüm ve ağlamaya başladım. Kapana kısıldığım o yerden gerçekten çıkmıştım. Rüya değildi bu... Rüya olamayacak kadar güzeldi. Titrek bir nefes çektim içime. Yukarıda asılı duran bu devasa ateş topu... Gözlerim yanıyor ama bakmaktan da alıkoyamıyorum kendimi. Sıcak, ama öyle bir sıcak ki sanki içime işliyor, kemiklerimi bile ısıtıyor. Her şey... Her şey ne kadar parlak! Toprağın, ağaçların üzerindeki o karanlık örtü kaybolmuş gibi, her şeyin gerçek rengi varmış meğer. O mavi, sonsuz boşluk... Sanki dünyanın üstünde değil de, dev bir örtünün altında yaşıyormuşuz gibi hissediyorum. Gözlerim kamaşıyor ama bakmayı bırakmak istemiyorum. Bu ışık, bu sıcaklık... İçimde bir şey uyanıyor, bilmiyorum ne ama... Sanki hep buradaymış, hep arıyormuşum gibi. Güneş mi dediler buna? Güneş... Hayatın kaynağı dediler. Şimdi anlıyorum. Gerçekten yaşıyor olmak böyle bir şey mi?

Peki ya bu tenimi okşayan rüzgara ne demeli? Güneşin sıcaklığıyla birleşerek öyle güzel bir his yaratıyordu ki içimde. Nitelendirmeye yetecek tek bir kelimem yoktu.

Neden böyle bir güzellikten alıkoymuşlardı bizi? Anlamıyorum... Anlayamıyorum. Sanırım hiçbir zaman da anlayamayacağım. Eğitim niyetine bizi tüm bu güzelliklerden mahrum etmişlerdi. Her şeyden... Yanan gözlerime daha fazla karşı gelemedim ve başımı eğdim bulunduğumuz yere bakmak için. Gördüğüm şeyle ise dudaklarımın arasından çıkan tek kelime “Hayır!” olmuştu.

Tam kurtuldum dediğiniz anda başka bir esaretle karşı karşıya kaldığınız oldu mu? Nereden çıkacağınızı dahi bilmediğiniz anlar, yeni bir çıkmazla burun buruna geldiğiniz anlar... Başardım! Sonunda kurtuldum! Diye sevindiğiniz anlarda, sevinciniz kursağınızda kaldı mı hiç?

Yıllar sonra güneşi böylesine teninizde hissedip, rüzgar yüzünüzü okşayıp geçerken, gözyaşları içerisinde yeni bir çıkmazla karşılaştığınız anlar oldu mu? Ben tam da o anlardan birisindeydim. Nereye çıktığını dahi bilmediğim bir tünel üzerinden plan yapmış, evimi ateşe vererek kaçmıştım oradan ama... Ama tünelin çıktığı bu yer... Uçurumdu.

Ellerimi yere bastırdım, öne doğru eğilerek aşağıya baktım. Deniz tüm hırçınlığıyla kayalara çarpıyor, mükemmel ötesi sesler çıkarıyordu. Ama ben bu güzelliğe bile odaklanamıyordum... Buradan atlasam, daha denize ulaşamadan kayalar beni paramparça ederdi.

Ne yapacaktım şimdi? Ben... Ben ne yapacaktım?

Yenilginin vermiş olduğu hisle tüm gücümle çığlık atmıştım. Sesim bomboş olan uçurumda, arkamda kalan tünelden dolayı yankı yapmıştı. Titreyen ellerimden birisini kaldırarak tersini dudağımla burnuma bastırdım ve çığlık çığlığa ağlamaya başladım. Siktiğimin kapalı alanında bile hayaller kurabilmişim ben. Hayallerim vardı, buradan çıkıp yapmak istediğim şeyler vardı. Ben yeniden esir olamazdım buraya... Yeniden ölüm olamazdım... Bu sefer ölüm değil, ölü olurdum ben...

Aşağıdan gelen tekne sesi ve yukarıdan gelen helikopter sesiyle “bitti” dedim kendi kendime. “Başaramadım” dedim sonra titreyen sesimle ama kısık bir şekilde “başardın Melin” diyen sesle başımı çevirip arkaya baktım. Tamamen kendine gelmiş olan ama buna rağmen onu bıraktığım yerde yatmaya devam eden Faris’e.

Başımı iki yana salladım, “hayır, başaramadım,” dedim hıçkırarak. “Yeni bir çıkmaza girmişken başarmış sayılmam, başarısız oldum. Bana takmış olduğun lakabın hakkını vererek herkese ölüm oldum. Sadece özgür olmak istiyordum.” Dedim yeniden hıçkırarak. “Ben sadece kendime ait olmak istiyordum, bana biçilen hayatı değil, kendi hayatımı yaşamak istiyordum...”

Dediklerimin aksine ilk söylediğini tekrar etti o. “Başardın,” dedi yeniden. “Önüne değil, etrafına bak, çıkmazda değilsin, çıkıştasın,” dediğinde gözlerimi kırpıştırdım. “Yakalanacaksın Melin, yaşatmazlar seni. Git. Soldan gideceksin, yol var orada. Bekleme artık, git.” Dediğinde hareket etmeyip ona bakmaya devam ettiğim için “Git!” diye bağırmıştı.

Yutkunarak ayağa kalktım ama bacaklarım deli gibi titriyordu. “Ne olursa olsun sakın durma ve devam et,” dedi oturduğu yerden kalkmaya çalışırken.

“Faris,” dedim titrek bir şekilde. Gözlerini bana çevirdi, “ne oldu?” dediğinde yeniden yutkundum. “Gitmeden önce, son kez öpebilir miyim seni?” dediğimde derin bir nefes aldı, “Sevmiyorsun beni de, benimle teması da biliyorum, son kez. Lütfen,” dediğimde tepki vermedi. Bundan cesaret alarak yanına gittim, dizlerimin üzerine çöktüm, ellerimi yanaklarına koydum ve gözlerimi kapattım. Gözlerine bakarsam öpemezdim... Dudaklarım dudaklarıyla temas etti, usulca öptüm. Son kez öptüğümün bilincinde, bunu zihnime kazımak ister gibi öptüm onu ama o karşılık vermedi. Ne düşündü ne hissetti bilmiyorum. Gözlerimi açmadan geri çekildim ve ayağa kalktım, arkamı döndüm, gözlerimi açtım.

Beklemeden yürümeye başladım. Tam sola döndüğüm esnada baktım ona ama o bana bakmıyordu. Gülümsedim burukça ve hızlı adımlarla ayrıldım oradan.

Geçtiğim yol aşırı dik ve keskindi. Ayağım kaysa, hayatım kayacaktı kesinlikle. Tek bir hatamla, denizin sert dalgalarıyla buluşan kayalarda bulacaktım kendimi. Belki de o kayalara bile ulaşamadan, düşene kadar çarptığım yerlerden birisi hayatıma son verecekti. Ne olacağını bilemezdim, ama sanki çok geçmeden bu durumu yaşayacakmışım gibi hissediyordum. Çünkü yaralıydım... Her adım attığımda, bacağıma saplanmış ok kendini hatırlatıyor, “Ben buradayım,” der gibi sızlatıyordu beni. Canım yanıyordu, sanki daha önce hiç yanmamış gibi. Göğsümdeki yara ise cabasıydı; akan kan, güneşin sıcaklığıyla kurumuştu ve tenimi yakıyordu. Sanki yara tekrar tekrar açılıyormuş gibi bir acı hissediyordum.

Dengemi kaybettiğimde, zaten dar olan alanda yere yapışmıştım. Uçurumun kenarından sallanırken düştüğüm yerdeki çıkıntıya zor da olsa tutunabildim. Göğsümü sertçe çarpmıştım ve çığlık atmamak için dudaklarımı yere bastırdım, sesimi çıkarmak yakalanmam demekti. Ellerim zangır zangır titriyordu, kendimi yukarı çekmekte inanılmaz zorlanıyordum. Düşmek üzereydim... Tanrım! Hayır, hayır, ölemem. Ne olur… Ne olur bana bunu yapma. Bir kere, sadece bir kere yüzüme gül. Şansa ihtiyacım var, lütfen!

Sallanan ayaklarımı bir çıkıntıya yerleştirmeye çalıştım. Tutunduğum yerlere daha fazla baskı uygulayarak kendimi yukarı çekmeye uğraştım, ama yaralı bacağım ve titreyen ellerim sanki bana karşı çıkıyordu.

'Hadi Melin... Sen bu değilsin kızım. Sen güçlüsün. Eğitmenin burada olsaydı kesinlikle seninle dalga geçerdi. Sen bunların eğitimini aldın. Yaralı ve savunmasız olduğunda nasıl kurtulman gerektiğini biliyorsun.'

“Lanet olsun! Bu sıradan bir durum değil, kahretsin! Uçurumdan kurtulmaya çalışıyorum, beni öldürmek isteyen bir adamdan değil!”

'Tam tersini söylemedim ki. Sen zekisin Melin. Sana öğretilen şeyleri duruma göre yorumlayarak kendi yararına kullanabilir ve kurtulabilirsin. Şimdi kafanı çalıştır ve buradan çık!'

Derin bir nefes aldım. “Bunu yapabilirim,” dedim kendi kendime. Aldığım her nefes, ciğerlerimi yakıyordu. Ellerim terliyor, tutunduğum taşın kaymasına neden oluyordu. Parmaklarım titriyordu, sanki ellerim bana ait değilmiş gibi hissediyordum. Ama pes etmek yok. Sana pes etmek yakışmaz Melin.

Bacağım kopacakmış gibi hissediyordum, göğsümdeki yara ise hem çarpmanın etkisiyle hem de toprakla temas ettiği için normalden daha fazla acı veriyordu. Yeniden derin bir nefes aldım, bu nefes göğsümü alev gibi yaktı geçti. Kurtulmam için birkaç hamlem kalmıştı sadece.

Tırnaklarımı dibine kadar toprağa gömdüm, avuç içlerimi ise kayanın üzerine olanca gücümle bastırdım. Rüzgar yüzünden saçlarım gözlerimin önüne geliyordu, sanki rüzgar bile bana meydan okuyordu. Ama benim lakabım 'Merg’ti. Ölüme kim meydan okuyabilir ki?

Kolumda kalan son gücü hissediyordum. Başarısız olursam, daha fazla dayanamayacak ve düşecektim. Bir çekiş daha... Nefesim kesiliyordu. Dizlerim kayanın kenarına ulaşabilirse... Bacağımdaki yarayı görmezden gelerek tırmandım. Gücümü tamamen ellerime verdim. Tırnaklarımın kırıldığını, kayanın avuçlarıma battığını net bir şekilde hissediyordum ama umurumda değildi.

Son bir hamle... Bedenim sanki kanatlanacak gibiydi... Biraz daha çabaladım ve başardım. Sonunda! Kendimi yukarı çekip boşlukta sallanan ayaklarımı az önce düştüğüm uçurumdan kurtarabildim. Kendimi yere bıraktım, daracık alanda öylece uzandım. İçimde sadece başarmanın değil, hayatta kalmanın tatlı zaferi yankılandı.

Şimdi... Hayattaydım. Ama zaferin tadı henüz ağzımda bile değildi.

🫀🎶

O uçurumdan ineli ne kadar oldu bilmiyorum, defalarca düşmüş, defalarca yuvarlanma tehlikesi atlatmış ve defalarca kendime gelebilmek adına oturup durmuştum. Üzerimde sağlam olan tek şey giydiğim korucuyu üniformanın pantolonuydu ama sanırım biraz önce sürekli düştüğüm için aşınan yerleri de yırtmış bulunmuştum bilmiyorum. Giydiğim krem rengi sütyen siyaha dönmüş, o bile aşınmıştı, hâlâ böylesine üzerimdeki kalabilmesi gerçekten mucize gibi bir şeydi.

Şu anda bir ormanda, oldukça sık olan ağaçların arasında sarsak adımlarla, ağaçlardan destek alarak yürüyordum. Gözlerim kapanmak üzereydi, büyük ihtimalle yaklaşık beş dakika sonra bayılacaktım belki de daha kısa bir süre içerisinde. Bayılırsam ölme riskim çok yüksekti. Beni burada kimse bulamazdı, kendim soğuktan ya da aşırı kan kaybından ölmezsem, ormanda bulunabilecek herhangi bir hayvan tarafından avlanmam da olasılıklar arasındaydı tabii.

Daha fazla yürüyemedim, büyük ve olduğu hakkında tek bir fikrimin dahi olmadığından ağacın dibine oturdum. Sırtımı ağaca yasladım, ayaklarımı da öne doğru uzattım ve gözlerimi kapattım. Hava kararmıştı, görmek için can attığım o güneş yoktu. Ben yeniden, aşinası olduğum o karanlıktaydım.

O karanlığa, o kasvete rağmen hayata tutunmuş, bir gün kurtulacağım umuduyla hayaller kurabilmiş hatta bunları sıraya koymuş bir kadındım ben. Ama şimdi... Şimdi öyle bir andaydım ki, uçurumda hissettiğim o çaresizlikten çok daha fazla, çok daha derindi bu ânın bana hissettirdikleri.

Canım yanıyordu, hem fiziksel hem ruhsal olarak. Canım öyle bir yanıyordu ki... Ağlamaya dahi mecalim yoktu. Sadece... Gözlerimi kapattım ve gerçekleştiremeyeceğimin bilincinde olmama rağmen, hayali bir kibrit yaktım kendime, hayallerime yenisini ekledim olmayacağını bile bile; Kendin gibi çocukların umudu ol Melin... Ellerini tut, düşmelerine izin ver ama kalkmayı da öğret.

Titrek bir nefes çektim içime, canımı yaktı bu nefes, canımı almak istercesine. Aileni bulmak istemiyordun Melin, aileni bul. Seni neden böyle iğrenç bir yere terk ettiklerini öğren. Bul Melin. Aileni bul, onları bir kez olsun görmeden ölme...

Canımın acısı gittikçe arttı. Arttı, arttı ve arttı. Nefes aldığımı bile fark edemeyeceğim bir seviyeye geldi. Belki de almıyordum... Hayal kurmaya korkanlara, ölümün pençesindeyken bile hayal kurulabileceğini, her hayalin gerçekleşmesine gerek olmadığını, sadece hayal edebilmenin bile insanı mutlu ettiğini herkese öğret Melin.

Gözlerimi açmaya çalıştım, açabilecek miyim diye bakmak için. Açamadım... Ne olursa olsun, ayakta kalınabileceğini, ölümün bile ölümsüz olduğunu anlat herkese. Ölüm ölümlü olsaydı, herkes ölmezdi Melin... Ölümsüzlük vardır, o da ölüm için geçerlidir. Öğret bunu herkese.

Bir hışırtı geldi kulağıma, nereden geldiğini kestiremedim. Yeniden gözlerimi açmak istedim, açamadım. Bir hayvana canlı canlı yem olmaktansa normal bir şekilde acı çekerek ölmeyi tercih ederdim. Ve Melin... Yaşarsan eğer, kendine hayal kurmamayı öğret. Öğret ki canın yanmasın...

Konuşmalar vardı etrafımda, anlamıyordum ama. Belki de yanlış duyuyordum. Belki de kurtarılmak istediğim için bana öyle geliyordu. Yerden havalandığımı hissettiğimde, tenime saplanan acıyla inledim. Başım bir yere yaslanırken bacaklarım ve kollarım da hafifçe sallanıyordu. Burnuma keskin ve oldukça güzel bir koku doldu. Sonrası ise tamamen karanlıktı.

Zaferin değil, acının tadıydı damağımda kalan.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%