"Hiçbir yara, zamandan daha derin iz bırakmaz. Geçmiş, fısıldadığı sırlarla peşini bırakmazken, geleceğin gölgeleri daha da karanlıklaşıyor. Her adım bir yanlışa, her nefes bir sona daha yakın."
🫀🎶
Bazen insanın içindeki sessizlik, en yüksek çığlıktan daha fazla acıtır. Şu an hissettiğim kesinlikle buydu. Kendi içimde yankılanan, tarif edemediğim bir boşluk… Sanki yeniden koca bir uçurumun kenarındaydım ama bu sefer altımda kocaman bir karanlık vardı. Bir adım atsam sonum olacağını biliyorum ama adım atmazsam da burada donup kalacağım. İkisi de bir tür ölüm değil mi zaten?
Ben hangisini seçeceğime karar veremiyorum…
Kalbim ağır, düşüncelerim bulanık. Yaptığım her hareket bana derin bataklığa batıyormuşum gibi geliyor. Neden böyle oluyor? Anlam veremiyorum. Dün gece kalbime karşı gelerek onu reddedip evimden gönderdikten sonra bunun bu kadar zor, bu kadar boğucu olacağını hiç düşünmemiştim.
Kendim seçmiştim bunu…
Böyle olmasını kendim istemiştim.
Defalarca benden şans isteyen adamı kendim reddetmiştim çünkü içimden gelen buydu.
Ama şimdi… Şimdi bu bana neden bu kadar can yakıcı geliyor? Neden bu kadar boşluğa düşmüş gibi hissediyorum?
Sanki bir bataklığa girdim, şimdi bana el uzatacak kimse yokmuş, kendi elimle itmişim gibi.
Belki de bu sadece onun yanındaki varlığıma alışmış olmamdan kaynaklanan bir şeydi.
Öyleydi değil mi? Öyle olmalıydı, başka bir şey olamaz, olmamalı.
Ben sadece varlığına alışmıştım çünkü hep yanımdaydı, üç yıldır hep… Şirkette şirketten sonra, evde… Sabah akşam hep yanımdaydı, nereye baksam onu görüyordum. Yemeği bile o hazırlıyor beni çağırıyordu, hasta olduğumda o bana bakıyordu.
Evin eksiklerini o alıyordu, regl dönemine girdiğimde tüm tribimi o çekiyordu.
Şimdi ise yalnızdım, evde tek bir ses bile yoktu…
Sessizliğin rahatlatıcı olması gerekmiyor muydu? Neden evden kendi gönderdiğim adamın yaratmış olduğu boşluk hissine bu kadar takılıyordum ben?
Saçmalıktan ibaretti bu. Başka bir açıklaması yoktu.
İnsanlığın bencil yanlarından birisi de buydu sanırım, kendin gönderirsin, kendi yarattığın boşluktan, yalnızlıktan rahatsız olursun.
İnsanoğlu gerçekten çok değişik bir varlıktı… Eşi benzeri olmayan, olmayacak olan…
Sabahın erken saatlerinde yüzüme vuran güneş yüzünden uyanmak zorunda kalmıştım. Başta örtüyü üzerime çekip uyumaya devam etmek istesem de öyle de bunalmış uyuyamamıştım. Diğer tarafa dönsem, sıcaklık rahatsız etmişti yine uyuyamamıştım. Perdeyi kapatmak için kalksam uykumun kaçacağını bildiğim için homurdanarak açmıştım gözlerimi.
Görüş açıma giren denizle yutkundum. Geniş mavi bir sonsuzluk, güneşin ilk ışıklarıyla parlıyordu. Denizin üzerinde hafif bir sis dalgası vardı, sanki sabahın sakinliğine uyum sağlamak ister gibiydi. Ufukla buluşan denizin mavisi gökyüzünün açık tonuyla karışmış, mükemmel bir görüntü sunmuştu.
Üzerimdeki örtüyü atıp doğruldum, yatağın kenarına oturdum. Bir süre manzaraya dalmış halde gözlerimle ufku taradım sonra ayağa kalktım, sabahın serin havasını tenimde hissedebilmek için pencereye doğru ilerledim. Camı araladığımda denizden gelen tuzlu hava doldu burnuma. Dışarının hafif meltemi, denizin sakin dalgalarının kıyıya çarpmasıyla yankılanan ritmi odanın içini dolduruyordu. Şimdi bu serin huzur dolu hava karşısında yeni bir güne başlamak için hazır mıydım? Kesinlikle hayır…
Dışarıya bakmayı kesere odamın içindeki ebeveyn banyosuna ilerledim, hızlıca yüzümü yıkadıktan sonra saçlarımı gelişigüzel toplayarak odama geri döndüm. Toplayıp ardından kahvaltı yapmaya inecektim.
Odamı ben dizayn etmemiştim ama yine de şıklığın ve modernizmin harmanlandığı bir sığınak gibiydi benim için. Geniş pencerelerden gün ışığı odanın her bir yanını aydınlatıyor, her köşeye sıcaklığını katıyordu. Pencerenin önünde karşılıklı iki koltuk bulunuyordu. Duvarlar, derin gri tonlarında kaplanmış, bu da odanın zarafetini arttırmıştı. Göz alıcı tasarımıyla dikkat çeken arka duvardaki göz alıcı paneller hafif bir dokuya sahipti ve odanın genel estetiğine derinlik katıyordu.
Odanın merkezinde büyük ve rahat bir yatak yer alıyordu. Yatak başlığı yumuşak kumaşıyla konforu simgeliyor, üzerine yerleştirilen ama benim her defasında bunlar niye bu kadar fazla diye sorguladığım yastıklar inkâr edemeyeceğim bir şekilde davetkâr bir görüntü sunuyordu. Yatak odanın karanlık ama sakin havasına mükemmel bir uyum sağlıyordu. Yatağın iki yanında odaya uygun bir şekilde renklendirilmiş kapağı olmayan iki dolap bulunuyordu.
Yatağın önünde konforlu geniş bir puf yer alıyordu. Pufun rengi de ne tesadüf ki yine griydi ama maalesef yine ne kadar rahat olduğunu inkâr edemeyecektim. Özellikle üzerimi değiştirirken çok hoşuma gidiyordu, tabii üzerinde çoğunlukla yığınla kıyafet biriktirdiğimi es geçersek.
Odanın ışıklandırması tavanın kenarlarına konumlandırılmış zarif LED ışıklarıyla sağlanıyordu, bu ışıklar bu odada kesinlikle en sevdiğim şeylerin başını çekiyordu çünkü gerçekten mükemmeldi…
Bir köşede hem kapağı boydan boya ayna olan kıyafet dolabı hem de büyük bir kitaplık vardı.
Yalan yok, o kitapların çeyreğini belki okumuşumdur. Ama altını çiziyorum, belki…
Kapı tarafındaki köşede şömine ve şöminenin önündeki iki tekli koltuk bulunuyordu. Odamda sevdiğim bir diğer yerlerdendi o köşe.
Odamı toparlamayı bitirdikten sonra komodinin üzerinde duran telefonumu alarak odamdan çıkıp merdivenlere yöneldim ve aşağıya inerek mutfağa girdim.
Önce çay yapmak için kettle su koydum, ardından buzdolabındaki kahvaltılıkları çıkarıp dizdim. İki yumurta çıkarıp orta derinlikteki bir kâseye kırdım, üzerine biraz baharat ekledikten sonra çırpmaya başladım. Çırpma işlemi bittikten sonra çekmeceleri karıştırarak bir tava alıp ocağa koydum, dolaptan tereyağı alıp tavada erittikten sonra yumurtayı dökerek pişirdim. Tabii bu esnada çayı da demlemiş ve kahvaltımı yapmak için oturmuştum.
Mutfak sanırım evin en modern, en şık bölümüydü. Geniş tezgahın pürüzsüz yüzeyi sabahın ışıklarıyla hafifçe parlıyor, mutfağa minimalizmin şıklığını yansıtıyordu. Ortada geniş bir ada tezgâh vardı; etrafı siyah, zarif bar tabureleriyle çevriliydi. Bu alan sadece yemek hazırlamak için değil aynı zamanda yemek yerken dışarıdaki manzarayı da izlemek için mükemmel bir noktaydı.
Koyu gri dolaplar, duvar boyunca kesintisiz bir düzen içinde dizilmişti. Üst dolapların altındaki ince LED ışık şeritleri tezgâha hafif bir parıltı veriyor, mutfağa sofistike bir dokunuş katıyordu.
Bu ışıklar sade ve minimalist olan bu alanı yumuşatıyor, sabahın erken saatlerinde bile sıcak bir atmosfer yaratıyordu. Alt dolaplar da aynı koyu renklerde olup, modern bir mutfağın ihtiyacı olan her şeyi saklamak için geniş bir depolama alanı sunuyordu.
Tezgâhın yüzeyi pürüzsüz v eğriydi. Üzerinde bir su ısıtıcısı ile üzerinde yemek yapılmasını bekliyor gibiydi. Paslanmaz çelikten yapılan ocak, tezgâhın köşesinde yer alıyor ve mükemmel bir simetri içinde duruyordu. Ada tezgâhın altında yer alan bölmelerde dekoratif objeler ve küçük yeşil bitkiler vardı. Bunlar mekânın modern havasına sıcak ve doğal bir dokunuş katıyordu.
Tavanın hemen ortasında ocağın üzerine yerleştirilmiş büyük metal davlumbaz ise mutfağın teknolojik yönünü öne çıkarıyordu.
Mutfağın diğer tarafında bir tarafında cam kapı yer alıyordu. Bu kapı dışarıdaki yemyeşil bahçeye açılıyor ve mutfağa doğal ışık sağlıyordu. Bu geniş cam kapı, mutfağın modern çizgilerini yumuşatarak, dışarının doğal güzelliğini içeriye taşıyordu.
Odam gibi mutfağın da baktığı yön denizdi. Denize bakan her yönü çok seviyordum. Çünkü denize âşıktım.
‘Sen can sıkıntısında iki yıldır kaldığın evi mi incelemeye başladın bana mı öyle geliyor? Kovdun tabii adamı, deli deli evi incele şimdi nerede ne var diye. Dengesiz!’
“Susar mısın lütfen.”
Kendi kendime homurdanırken etrafı incelemeyi keserek ayağa kalktım, mutfağı hızlıca toparlayıp dolaptan aldığım bir bardağa meyve suyu doldurarak oturma odasın geçip kendimi koltuğa attım.
‘Aa burayı da incele bebeğim eksik kalmasın.’
“Sus demiştim.”
Koltuğun önündeki cam sehpadan kumandayı almak için eğildiğim sırada sehpanın üzerinde gördüğüm davetiye ve anahtarlıkla yutkundum. Elimdeki bardağı bırakarak davetiyeyi aldım elime, bir not vardı içerisinde.
“Biliyorum, davetleri de törenleri de sevmiyorsun suçiçeği ama bu seferlik beni kırmadan gelirsen çok sevinirim. Bugün benim için diğer törenlerden çok daha farklı ve önemli. Senin de orada bulunmanı çok isterim. Lütfen gel.”
Alpay
Notu elimden bırakarak davetiyeye baktım. Tören salonuna girebilmek için buna ihtiyacım vardı.
Gidecek miydim?
Tabii ki hayır.
Büyük konuşmamak gerekiyormuş...
Saatlerce gitmeyeceğim diye yan gelip yattıktan sonra, daha dün tanıştığım Esra’nın mesajla tacizinden sonra kabul etmek zorunda kalmıştım.
‘Zaten gidip gitmemek arasında gidip geliyordum bahane oldu bana demiyor da kızı suçluyor.’
Şimdi, evimdeki hiçbir elbiseyi beğenmediği için beni alışverişe çıkarmıştı.
“Evdekiler neyimize yetmedi Allah aşkına? Kabul ettiğime pişman ediyorsun beni gerçekten.”
“Ya hayır!” dedi elimden tutup çekiştirmeye devam ederken. “Pişman olma ve kusura da bakma ama kesinlikle iyi bir alışveriş yapman gerekiyor çünkü evindeki hiçbir elbise bu tarz ortamlara uygun değil.”
Bilmem kaçıncı mağazadan içeriye soktu beni, mağazanın içine girdiğimizde ışıklar, parlak vitrinler, duvarlardan sarkan uzun ya da mini elbiseler... Hepsi göz alıcıydı, fakat ben hangisine bakacağımı, ne seçeceğimi ya da nasıl seçeceğimi bilmiyordum. Bu törene gerçekten ne için katılıyordum onu bile bilmiyorum. Cidden Esra ısrar etti diye mi?
‘Kandırma kendini, ikimiz de ne için olduğunu çok iyi biliyoruz.’
Alpay...
Reddedip evden kovduğum adamın ricasını kırmamam kadar saçma bir şey yoktu yemin ederim. Ah bir de neden yaptığımı bilsem.
Sanırım kalbim onu kandırmamın cezasını çıkartıyordu benden...
Hala gitmekten vazgeçmem için çok da geç sayılmazdı aslında…
Ben kendi kendime dalmış bir şekilde mağazayı inceleyip düşüncelerimle savaşırken birisi kolumdan tutup havaya kaldırınca irkilmiştim. “Nereye daldın bilmiyorum ama al hadi şunları.” Dedi Esra hangi ara seçtiğini bilmediğim elbiseleri kucağıma bırakırken. Ardından arkama geçip sırtımdan itekleyerek kabinlerin olduğu yere götürmüştü beni.
Normalde kızmam gerekirdi ama kızmadım, emrivakiden nefret ediyor olsam da heyecanını söndürmek istemiştim.
İlk denediğim elbise kırmızı, uzun ve baldırıma kadar derin bir yırtmaçla süslenmişti. Kumaşı tenime yumuşakça değiyor, oldukça hoş bir his yaratıyordu. Derin sırt dekoltesi ise fazlasıyla cesur bir tasarımdı, güzeldi, bana oldukça yakışmıştı fakat yan durarak aynadan sırtıma baktığımda sırtımdaki yara içimi huzursuzlukla kaplamış, ‘Bu sen değilsin’ diye fısıldamıştı bana.
Bu ben değilim... Ben nasılım ki?
Aynaya bakmaya devam ederken kendimi zorladım, belki beğenirim diye ama yok, içimdeki huzursuzluk buna bir türlü izin vermiyordu. “Çık hadi, merak ettim.”
Yutkundum, “Yok ya, güzel olmadı bu. Başka bir şey deneyip geliyorum.” Dediğimde perde hafifçe aralandı, Esra başını içeriye uzattı, “Oha” dedi baştan aşağıya süzerken. “Oha” dedi yeniden. “Deliha moduna gireceğim şu an cidden oha, çok güzel olmuşsun kızım, neyini beğenemedin bunun? Fıstık gibisin. Fiziğe bak, vay anam babam be!”
Gülmeye zorladım kendimi, “Fazla gösterişli bence, ödülü ben alacağım sanki bu kadar abartıya gerek yok.”
Beni süzmeye devam etti, başını hafif yana eğerek alt dudağını sarkıttı. “Doğru, ama bence yine de bu elbiseyi almalısın çünkü çok yakıştı sana.”
Tebessüm ettim, sırtımı görse de aynı şeyi düşünür müydü acaba... Bu elbiselerin sırtları hep açıktı, istediğim tarzda bir elbise imkânsız gibi bir şeydi sanırım.
İtiraz etmediğinde derin bir nefes aldım, ikinci elbiseyi giyebilmek için izin istedim ondan. Başını sallayarak çıktı ve perdeyi kapattı. O çıkınca iç çekerek aynadaki yansımama baktım, bendim ama ben değildim...
Üzerimdeki elbiseyi çıkarıp askıdaki diğer elbiseyi aldım elime ve onu giydim. Bu sefer denediğim elbisenin pek bir oyunu yoktu; askılı, zarif, yere kadar uzanan mavi bir elbiseydi. Kumaşı üzerimde adeta süzülüyordu, tam oturmuştu üzerime. Sanki benim bedenime göre dikilmiş gibi... Aynaya baktım, bu sefer görüntü hoşuma gitti, az önceki gibi yeniden yan döndüm ve sırtıma baktım, yine sırt dekoltesi vardı fakat sırtımdaki yaranın sadece küçük bir kısmını gösteriyordu ve bu beni mutlu etmişti. Bu sefer huzursuzluk kaplamadı içimi.
Esra içeri dalmadan önce perdeyi araladım ve çıktım kabinden. Ben çıkınca elindeki dergiyi bıraktı, ıslık çalarak süzdü beni. “Ateş ediyorsunuz hanımefendi, gözlerimi sizden alamadım.”
“Tamam, bu oldu demek mi oluyor bu?”
Tek elini kaldırıp göğsünün altına doğru kırdı kolunu, diğerinin dirseğini koluna yasladıktan sonra da ellerini çenesine koyarak beni süzmeye devam etti. “Cık” dedi dilini damağına vurarak. “Çok sade oldun bu sefer de, makyajla falan düzelir diyeceğim ama yok. Törenin bizim şirket için önemli olduğunu varsayarsak normal, dışarıdan bir davetli gibi durmamamız lazım. Bir kendimizi gösterelim ayol.”
“Güzel ya işte kızım, masmavi, parlak. Bence oldukça şık duruyorum şu anda.”
Çenesindeki elini çekti, “Ay ona itirazım yok ki zaten güzellik, maşallah mükemmel duruyorsun ama diyorum ya ödülü alan Alpay Şahsuvar, bizim patronumuz, ona yakışır bir şekilde giyinmemiz, kendimizi göstermemiz gerekiyor.”
Elimi alnıma götürüp ovaladım, “Yanlış anlama ama biz neden Alpay Şahsuvar’a yakışmak istiyoruz ki? Herkes oldukça zarif olacak zaten orada ki bence ben gayet hoşum şu anda.” duraksadım “Hayır onu da geçtim ben basit bir bilişimciyim kızım, yanına yakışsam ne olur yakışmasam ne olur. Ne diyecekler, bilişim grubuna bak çok paspal mı? Bana ne?”
“Bu çok yanlış bir düşünce bebek, duymamış gibi yapmak istiyor ve seni kabine geri gönderiyorum. Hadi diğerini de deneyip gel canım.” Dediğinde ofladım.
Gelmeyi kabul etmek kesinlikle hataydı!
Kabine girerek üçüncü elbiseyi denedim. Ben şimdiden sinirlenmeye başlamıştım, alışveriş kesinlikle bana göre değildi, bunu bir kez daha anlamış oldum!
Bu kez koyu yeşil bir elbise aldım elime, asimetrik kesimli, bir omuzu açıkta bırakan, sağ tarafında ilk elbisede olduğu gibi baldırıma kadar yırtmacı olan ve yine bedenime tam oturan bir tasarımdı. Elbisenin tasarımı harikaydı ama içimdeki ses yine susmuyordu. Yeterince güzel miydi? Bu ben miydim? Bu elbisenin içinde rahat edebilir miydim? Bu kadar düşünmek zorunda mıydım?
Bu sefer aynaya nasıl olmuşum diye bakmadım, zaten ben daha bakamadan kafamdaki sesler konuşmaya başlamıştı. Perdeyi açıp dışarıya çıktığımda Esra kaşlarını çattı, “Bana bunu beğendiğini söyleme sakın! Bu hiç olmamış, seni olduğundan daha kısa göstermiş ki ten rengini bile boğmuş. Yok yok değiştir sen bunu, üzerinde düşünmek bile gereksiz.”
Ayağımı sertçe yere vurdum, bir şey demeden kabine geri girdim.
Sayamadığım kaç elbise daha denemiştim bunların üzerine inanın bilmiyorum, yorulmuştum, acıkmıştım ve kesinlikle ağlayacak moddaydım şu anda. Kabine bilmem kaçıncı kez üzerimi değiştirmek için girmiş ve alnımı duvara yaslamıştım.
Elbiseler birbiri ardına geliyordu. Ya ben beğenmiyordum, ya Esra bir kusur buluyordu; Ortama göre çok ciddi, çok abartı, çok sade, tenine uymamış, seni kısa göstermiş, rahat hissetmiyorum, yakışmadı, olmadı, o, bu, şu!
Ama bunlardan daha büyük bir sorunumuz vardı, içim hiç rahat değildi. Hiçbir elbise bana kendim gibi hissettirmiyordu ve kaç tane denersek deneyelim bu değişmeyecekti. O kadar eminim ki buna...
Perdenin açıldığını duysam da bakmadım, alttan duvarla aramdaki boşluktan bir elbise uzandı bana. “Bu sefer son, cidden son. Dene sende beğeneceksin, eminim.”
“Bu sefer de son demene rağmen son olmazca çok ciddiyim boğarım seni.” Diye homurdanırken almıştım elindeki elbiseyi, bu sırada alnımı duvardan ayırmış ve ona bakmıştım, tüm dişlerini göstererek gülümsüyordu bana.
“Söz, son.” Dedi ve çıktı.
Elimdeki elbiseyi incelemeden kenara bıraktım, üzerimdeki kahverengi elbiseyi çıkardım ve hızlıca elbiseyi elime alıp üzerime geçirdim.
Bayık bir şekilde bakan gözlerimi aynaya çevirip kendime baktığımda gördüğüm görüntü karşısında bakışlarım bile düzelirken yutkunmakta zorlandım.
Koyu kırmızı, vücudumu tamamen saran, uzunluğu ayak bileklerime kadar gelen, göğüs dekoltesi olmayan ama göğüslerimi çok güzel bir şekilde sardığı için kendiliğinden zaten dolgun olan göğüslerimi daha da dolgunlaştırıp dikleştirmiş bir tasarımı vardı. İncecik askıları ve göğüs kesimiyle aynı hizada kesilmiş sırt dekoltesi gizlemek istediğim yaralarımı gizlemiş, sadece küçük, insanı rahatsız etmeyecek kısımlarını açıkta bırakmıştı.
Baldırımın neredeyse en başından başlıyor diyebileceğim bir yırtmacı vardı, adım attığımda bacağımı gözler önüne seriyordu ama tuhaf bir şekilde bu beni rahatsız etmemişti.
Beğenmediğim, içinde rahatsız hissettiğim çoğu elbise nazaran bu bana çok normal hissettirmişti. Tabii benim asıl beğendiğim elbise hiçbir dekoltesi olmayan mavi elbiseydi ama olsun, bu da oldukça güzeldi.
Kabinden çıktığımda Esra yeniden ıslık çaldı, “İşte bu be! Çok güzel oldun, bu elbise kesinlikle tam sana göre bir elbise. Lütfen beğendim de lütfen! ”
“Beğendim, beğendim ama,” yutkundum, “Ama bu da biraz abartı değil mi?”
Başını hızla iki yana salladı, “Hiçte bile, çok zarif, tam bedenine göre. Ten rengini kapatmamış aksine daha parlak göstermiş. Ne çok sade, ne çok gösterişli, ortada bir yerde ve oldukça güzel.” Dedi gülerek “Değiştir hadi üzerini çıkalım beklemeden.” Dediğinde itiraz etmeden kabine geri girmiştim çünkü tekrar elbise deneyecek mecalim yoktu.
Çıkardığım kıyafetlerimi giyerek elbisemi ve çantamı alıp çıktım kabinden. Esranın gözleri elime kaydı, kaşlarını çatarak baktıktan sonra yanımdan geçip az önce çıktığım kabine girdi. “Hem bu elbiseyi alıyoruz hem de sana oldukça yakışan diğer elbiseleri, bu davette giyemeyecek olman farklı yerlerde giyemeyecek olduğun anlamına gelmiyor.” Dedi elbiseleri eline alıp yanıma gelirken.
“Çüş! Batıracak mısın beni kızım?” dedim şaşkınca, “sana benim o kadar param olduğunu söyleyen kim?”
“Ben.” Dedi sırıtarak. “Hadi ama Melin, bilişim ekibinin aldığı maaşı bilmesem alamazsın sanacağım ki evindeki gardıroptan kendine harcama yapmadığın oldukça belli oluyor.”
Yani evet, harcama yapmıyordum ve aldığımız maaşı hesaba katarsak cidden bankada sağlam bir birikimim vardı.
“Ama bu burada o kadar harcama yapmam gerektiği anlamına gelmez.” Dediğimde göz devirdi, “Gelir, sen anladığım kadarıyla iş dışında evden fazla çıkan birisi değilsin.” dediğinde başımı sallayarak onayladım onu.
Elindekileri kasaya bıraktı, “Ama artık ben varım bebek öyle olmayacak!” dediğinde istemsizce gülmüştüm.
“Ne yapacaksın habire dışarıya mı çıkaracaksın beni?”
“evet.” Dediği sırada “Elli sekiz bin sekiz yüz.” Diyen kadınla şaşkınca ona dönmüştü gözlerim.
“Ne?” dedim hayretle, “Bir hata olmasın?”
“sanmıyorum efendim, etikette ne yazıyorsa onu girdim.”
“Tekrar baksanız?”
Önündeki post cihazını bana çevirdi ve işlemleri bir de o şekilde yaptı. “Hata yok gördüğünüz gibi.”
“Beş elbise nasıl bu kadar tuttu?”
Benim homurdanışıma karşılık, “Marka bebeğim, hatta pahalı bile değil, şansına yine ucuz çıktı.” Demişti Esra gülerek.
“Ha buna sevinmeliyim yani öyle mi?” dedim gözlerimi devirerek çantamdan cüzdanımı çıkartırken. Cüzdanımın içinden de kartımı çıkartıp ödemeyi yaptım ve poşetleri elime aldım.
Tam rahatladım, artık yemek yiyebilirim derken Esra bu sefer bir ayakkabı mağazasına sokmuştu beni. Neymiş, benim –almadığım- topuklularım bu elbiseye uymazmış!
Açlığa daha fazla dayanamadığım için yine itiraz etmedim, beğenmediğim ayakkabılara bile sırf bu iş bitsin de beni salsın diye beğenmişim gibi yorum yapmıştım, bir elli bin de burada girmişti bana...
Bu mağazadan da çıktığımızda gökyüzü akşamın kızılına bürünmüştü. Alışveriş çantalarını elimde sallıyor, etrafa yorgun bakışlar atıyordum aynı zamanda da yanımda, benim aksime hala cıvıl cıvıl olan kızın anlattıklarını dinliyordum. Sokak kalabalıktı, insanlar hızla bir yerlere gidiyor, neon ışıklar etrafımızı sarıyordu.
Arkadaşlarıyla gülüşerek yürüyenleri, çocuklarının peşinde koşan anne babaları izlerken bir anda kulaklarıma bir çığlık çarptı.
“Yardım edin! Çantam, o adam çantamı çaldı!”
Başımı arkaya çevirip baktığımda bağıran kadın girdi kadrajıma, ellerini çaresizce havaya kaldırmış bir yönü işaret ediyordu. O an kalabalığın arasından siyah kapüşonu başına geçirmiş yüzü tam gözükmeyen bir adam hızla sıyrıldı, elinde beyaz bir çanta vardı ve kalabalığı yararak hızla ilerliyor, kendisine müdahele etmek isteyenleri engelliyordu.
İçgüdüsel olarak çantamı yere bıraktım poşetlerle beraber, kalbim deli gibi çarpmaya başlamıştı çünkü müdahele etmek istiyordum ve uzun zaman sonra yeniden bir aksiyon yaşayacaktım. “Ne yapıyorsun?” diyen arkadaşıma bakmaya bile fırsat bulamadan koşmaya başladım. Koşarken insanların arasından sıyrılmaya çalışıyor, sürekli birilerine çarpıyordum. Bu durum beni hiç istemediğim anlara götürürken zaten hızlı atan kalbim daha da hızlı atmaya başlıyordu.
Uzun zaman sonra ısınmadan koşu yaptığım için bacaklarım zonkluyordu ama durmadım.
Adam köşeyi döner dönmez bir an duraksadı, çevresini taradı. Bunu fırsat bilerek arayı kapatmak adına daha da hızlandım. Ayak seslerim ona ulaşacak kadar net çıkıyor olmalıydı ki bir anda durmayı kesti ve yeniden koşmaya başladı ama hata yapmıştı. Kalabalığın arasına karışarak kaybolabileceğini sanıyordu. Tam o sırada önüme atılan birisi yüzünden dengemi kaybederek yere doğru savruldum ama ellerimi hızlı kullanarak düşüşümü yavaşlatmıştım.
Ellerim sertçe yere çarpsa da başka bir yerim hasar almadığı için sorun yoktu tabii çenemi hafif sürtmüş olmamı saymazsak.
Ellerimi yere bastırarak hızlıca doğruldum, beni düşüren kadın özürler dilerken ben az önce peşinde olduğum adamı arıyordum. Gördüğümde “Önemli değil.” Diyerek yeniden koşmaya başlamıştım.
Bir an gözlerimi hırsıza kitlendi ve içimde sebebini anlamadığım bir öfke patlaması oldu. Tüm gücümü bacaklarımı verdim, koşmaya devam ederken yeniden düşmeyeyim diye de ekstra çaba sarf ediyordum.
Adamın girdiği yerin çıkmaz sokak olduğunu fark edince yüzümde bir gülümseme oluştu. Hırsıza yaklaştıkça yüzündeki endişeyi de net bir şekilde görmeye başlamıştı. Sanırım şu an nasıl çıkacağını düşünüyordu.
Adımlarımı biraz uzağında durdurdum. “Çantayı bırak.” Dediğimde koşmuş olmama rağmen sesimi normal bir tonda çıkarmayı başarmıştım. Eh, paslanmamışım...
Benim dediğimden sonra hırsızın yüzündeki endişe kayboldu, yerini sinsi bir gülümseme aldı. Kesinlikle yanlış bir seçim yapacaktı.
“Sen bana ne yapabilirsin ki?” dedi küstah bir ifadeyle ve tam da düşündüğüm gibi bana doğru atıldı.
Bu beni sadece güldürdü.
Kollarını bana doğru savurdu, hareketleri kaba ve bir o kadar da hızlıydı. Reflekslerim devreye girdi, sağ kolunu kolayca ekarte ettim, bileğinden tutarak kolunu arkaya doğru büktüm. Benden bunu beklemediği kesindi çünkü yaptığım duraksatmıştı onu. Bir an sendeledi ama hemen toparlayarak diğer elini bana savurdu fakat ben tutuğum bileğini bırakmadan yana doğru kaçtım ve yumruğu boşa gitti.
İçimdeki adrenalin damarlarımda dolaşıyor, ‘İşte sen busun.’ der gibi hareketlerimi keskinleştirmemi sağlıyordu.
“Yanlış kişiye bulaştın.” dedim soğukkanlı bir şekilde ve tuttuğum elini bırakarak dizinin arkasına sertçe vurdum. Bu yaptığımla adam öne doğru savrulsa da sert vurmadığım için kolayca toparlamıştı.
‘Çantayı hemen alma, bence biraz eğlenmekten zarar gelmez. Seni Merg olarak görmeyi özlemişim.’
Adam toparlandı, az önce büktüğümün kolunun bileğini hafifçe ovuşturdu ardından bana yeniden saldırdı. Hareketlerinden hırs ve bilinçsizlik akıyordu. Ayağını savurup dengesizce bir tekme atmaya çalıştı, bende o anda hem tekmesinden kaçtım hem de eğilip kendi bacağımı hızla onun bacağına doladım. Adamın dengesi bozulup sendeledi, tam yere düşmek üzereyken bacağımı onun bacaklarından çekerek hızla doğruldum, kolumla boynuna hafif bir darbe indirdim. Sert değildi ama yönünü kaybettirecek kadar keskindi.
Adam dengesini kaybedip yüz üstü düştüğünde diğer tarafa savrulan çantayı almak adına bir adım attım ama doğrulmak için hareketlendiğini görünce yeniden ona dönmüş ve ayağımla sert bir darbe indirmiştim başına.
Tek dizimin üzerinde yere çöktüm. Bir elim dizimin üzerinden sarkarken diğerini saçlarına götürüp başını arkaya doğru çektim ve yüzüne baktım. “Bence bu kadar yeter ha, ne dersin?”
Onaylayan mırıltılar çıkardı bana bayık bir şekilde bakarken. Sanırım başına biraz sert vurmuştum, bayılacaktı birazdan.
“Aferin.” Dedim başını bırakıp ayağa kalkarken. Çantanın yanına gidip yerden çantayı aldım.
“İçinden bir şey aldın mı lan?” dediğimde “Hayır.” Demişti zorlukla.
Gözlerimi devirerek “Sana inanmamı beklemiyorsun herhalde.” Dedim telefonumu cebimden çıkartırken.
Polisi ararken gözüm hala adamdaydı. Yarım saat içinde polis geldiğinde konumumu attığım arkadaşım da çantası çalınan kadınla birlikte gelmişti yanımıza.
“İçinden bir şey almadım dedi ama siz yine de kontrol edin.”
Dediğimin üzerine kadın çantasını kontrol etti, “Hayır bir şey alınmamış, çok teşekkür ederim çantamı geri alamasaydım ne yapardım inanın bilmiyorum.”
Gülümsedim, “Rica ederim.” Derken gözlerim polisler tarafından alınan adamdaydı. Onun gözleri de hala bendeydi, aşırı derecede kinli bakıyordu, umurumda mıydı? Hayır.
“Gidelim mi?” dedim bu sefer Esra’ya bakarak.
“Olur gidelim.” Kolundaki saate baktı.
“Çok az bir zamanımız var, bir an önce gitmeliyiz daha hazırlanacağız.” Dediğinde başımı salladım.
Polislere zaten ilk geldiklerinde ifade verdiğim için gidişimde bir sorun olmamıştı.
Yolda Esra’dan ayrılmıştım. O hazırlanmak için kendi evine bende hazırlanmak için kendi evime geçmiştim.
Eve geldiğim gibi kendime bir şeyler hazırlayıp yemiş sonrasında vakit kaybetmemek için kendimi hemen duşa atmış, ardından soyulan çeneme ne olur ne olmaz diye pansuman yaptıktan sonra da hazırlanmaya başlamıştım.
Önce ıslak olan saçlarımı kuruttum, ardından bornozumu çıkartarak yatağın önündeki gri pufun üzerine bırakmış ve ayarladığım iç çamaşırımı giymiştim. Sütyen yoktu çünkü elbise bunu kendisi karşılıyordu.
Elbiseyi üzerime geçirip aynadan kendime baktığımda nutkum tutulmuştu resmen. Tam da Esra’nın dediği gibi, gerçekten tenime ayrı bir parlaklık katmıştı. Vücudumu tamamen sarmış, mükemmel bir görüntü sunmuştu. Derin yırtmaç elbiseyi fazlasıyla iddialı bir hale getiriyordu. İster istemez makyajım ve saçım tamamlandığında nasıl olacağımı düşünmeye başlamıştım.
‘Bence düşünmek yerine işe koyul ve nasıl bir sonuç alacağını görelim.’
Makyaj masasının önüne geçerek pufa oturdum ve saçlarımı taradım, bu iddialı elbisenin dengesini koruyabilmek için saçta ve makyajda abartıdan kaçınmam gerektiğini düşünüyordum. Biraz düşündükten sonra hafif dalgalı ve omuzlarımın üzerine dökülecek olan saç modelinde karar verdim. Umarım kafamda olduğu gibi güzel dururdu...
Kararlaştırdığım gibi saçlarımı hafif bir şekilde dalgalandırmıştım. Özgür ve hafifçe dağınık ama bir o kadar da zarif... Hem elbisenin iddiasını bozmuyordu hem de saçlarımı savurdukça hareket katıyordu. Birkaç tutamı arkadan ince bir tokayla tutturdum, böylece yüzümün önüne düşmeyecek ama doğal bir görüntü verecekti.
Makyaj için kırmızı elbisemin dikkat çekici tonunu göz önünde bulundurdum. Dudaklarımı fazla yoğun bir renkle boğmak istemedim ve hafif gül kurusu bir renkte ruj seçtim. Asıl dikkatimi gözlerime verdim, haffif dumanlı bir makyaj yaparak bakışlarımı derinleştirdim, ince ama net bir çizgi şeklinde eyeliner çektim ardından kirpiklerim daha uzun ve dolgun görünsün diye rimel ekledim. Yanaklarıma fazla belirgin olmayacak şekilde allık sürdüm, doğal bir ışıltı katmak yeterliydi.
Makyajım bittiğinde bir süre yüzümü inceledim, güzel olmuştum. Kendime bakarken dudaklarım yavaşça iki yana kıvrıldı, kendimi ilk defa bu kadar güzel ve göz alıcı görüyordum... işe başladığım zamanlarda sırf aykırı görünmemek için üşenmeme rağmen makyaj yapmayı öğrendiğim için kendimi tebrik ediyordum gerçekten.
Oturduğum yerden kalktım ve açmadığım ayakkabı paketlerini açarak yere dizdim.
Kırmızı elbisem her ne kadar dikkat çekici olsa da onu tamamlayacak bir ayakkabı seçmem gerekiyordu. Yüksek topuklular olmalıydı, zarif ama iddialı. Elbisemin yırtmacı bacaklarımı ve ayaklarımı gözler önüne seriyordu. Bu yüzden onları daha uzun ve şık gösterecek bir seçim yapmalıydım.
Siyah saten stilettolar tam da aradığım şeydi. İnce ve yüksek topuk elbisemin zarafetine uyum sağlıyordu. Ayakkabının üzerindeki küçük metal detayı fark edince gözlerimi şaşkınca kırpıştırdım. Alırken o kadar dikkat etmemiştim ki şimdi fark ediyordum. Çok abartılı olmayan ama bir o kadar da dikkat çekici bir dokunuştu.
Ayakkabının yüksekliği başta gözümü korkutsa da, ayaklarıma geçirdiğimde rahatlığını hissedince içim bir tık da olsa rahatlamıştı. İlk defa bulunacağım bu ortamda adımlarım kesinlikle sağlam ve kendinden emin olmalıydı.
Çanta konusunda kendi çantalarım arasından en sade ve elbiseye uyacak olanı seçtim. Elbisem zaten tüm dikkati üzerine çekiyordu, çantam geri planda kalmalıydı. Küçük siyah clutch seçtim. Parlak saten dokusu, ayakkabılarımla mükemmel bir uyum içerisindeydi. Metalik bir tokası vardı, ayakkabının detayıyla aynı tondaydı. İçine sadece telefonumu, anahtarımı ve davet alanına girmem için gerekli olan davetiyeyi koydum. İçine daha fazlası sığabilecek kadar büyüktü ama daha fazlasına gerek yoktu. Kolumun altında taşırken hem zarif hem de pratik duracaktı.
Dışarıdan uzun bir korna sesi gelirken son kez aynadan kendime baktım, göz alıcı kırmızı elbisem, siyah stilettolarım ve zarif clutch çantam ile her şey tamamdı.
Gülümsedim, eğilip aynadan kendimi öptüm. “Çok güzelsin be!”
Yeniden korna sesi geldiğinde daha fazla oyalanmadan çıktım odadan ve hızlı ama dikkatli adımlarla aşağıya inerek evden de çıktım. Evimin kapısında duran taksinin arka kapısı açıldı ve Esra indi. “Bu güzelliği evinden taksiyle almak istemezdim ama malumunuz benim araba alacak kadar param yok.” Dedi bana doğru gelirken. “Mükemmel görünüyorsun kızım!” dediğinde tebessüm ettim.
“Sende çok güzel görünüyorsun.” Dedim onu baştan aşağıya süzerken.
O da fazlasıyla özen göstermişti. Üzerindeki mini elbise vücuda tam oturan siyah bir kumaştan yapılmıştı, dizlerinin oldukça yukarısında bitiyordu ve kolları uzun, hafif transparan bir tülle kaplanmıştı. Elbisenin sırtı açık tasarımı ve keskin hatları ona modern, cesur bir hava katmıştı. Tam anlamıyla bu geceye yakışır, şık ama cüretkâr bir seçim yapmıştı.
Ayaklarında ise zarif, ince bantlı siyah topuklu ayakkabılar vardı. Topukları ince ve yüksek olsa da, o kadar rahat görünüyorlardı ki, sanki tüm geceyi dans ederek geçirebilirdi. Ayakkabılarının hafif metalik parıltısı, elbisesinin sade şıklığını tamamlıyordu.
Saçlarını ise bu iddialı görünümü dengelemek için sade tutmuştu. Düzleştirilmiş saçları omuzlarına zarifçe dökülüyor, parıl parıl parlıyordu. Saçlarının uçları hafifçe dalgalıydı, bu da ona doğal ama özenli bir hava katmıştı. Saçlarının bir kısmını benim gibi arkadan ince bir tokayla tutturmuştu, yüzünü açıkta bırakıyordu.
Makyajı ise oldukça dikkat çekiciydi. Gözleri dumanlı bir makyajla belirginleştirilmişti; koyu gri ve siyah tonlar, bakışlarını daha derin yapmıştı. Dudaklarında ise koyu bir bordo ruj vardı; iddialı ve bir o kadar da cesurdu. Yüzüne hafif bir allık ve aydınlatıcı sürmüştü, teni parlıyordu, ama abartısızdı.
Kolunun altında taşıdığı çanta ise elbisesine tam uyum sağlıyordu: Küçük, taşlarla süslenmiş siyah bir clutch. Gösterişli ama göz yormayan bir parıltıya sahipti. İçine ne sığdırdığını bilmiyorum ama muhtemelen gerekli olan her şeyi sığdırmayı başarmıştı.
Kendinden emin ve dik duruşuyla fark edilen biri olduğunu hissediyordum. Kısa elbisesi ve çarpıcı makyajıyla, kesinlikle bu gece dikkatleri üzerine çekecekti, buna o kadar emindim ki.
“Ah hadi ama, senin kadar güzel olduğumu sanmıyorum.”
Güldüm, “Doğru, benden çok daha güzelsin.”
“Saçmalıyorsun, şu güzelliğinle oradaki tüm kızları sollayacağına kalıbımı basarım Melin.”
“Mütevaziliği bıraksan mı güzelim? Eminim ki bizden çok daha fazla özenmiş onlarca kişi olacak orada. Hatta belki de oldukça fazla abartmış, disko topu gibi parlayan kadınlar.”
Gözlerimi devirerek söylediğim şeye kahkaha atmıştı.
“Eh o da doğru ama gitmeden bilemeyiz bunu.” Dedi arka kapıyı açarken. “Hadi bakalım güzel bayan.”
Gülerek açtığı kapıdan içeriye girdim dikkatle ve oturdum.
🎶
Davet alanına gidene kadar sessizdik ama buna rağmen Esra’nın yaymış olduğu heyecan dalgasını oldukça net bir şekilde hissediyorduk. Taksi durduğunda iki tarafın kapısı da aynı anda açıldı ve aynı anda indik araçtan. Mekanın dışı bile gösterişli olduğunu bas bas bağırıyordu.
Esra yanıma gelip sırtını dikleştirdiğinde gülümseyerek göz kırptım ona. İkimiz beraber yan yana sıraya girdik ve diğer davetliler gibi davetiyemizi göstererek içeriye adım attık. İçeriye girdiğimizde birkaç göz bize çevrildi, biri diğerine bizi gösterdi o da bir diğerine... sanırım şu ana kadar davetlere katılmayan tek kişi bendim tabii bugün benim gibi bir değişiklik yapıp gelmek isteyen olmadıysa, şirkette çalıştığını bildiğim, yüzüne aşina olduğum herkes buradaydı.
Burası, geniş kristal avizelerle aydınlatılmış devasa bir salondu, her köşesinden ince bir zarafet ve lüks akıyordu. Masalar beyaz örtülerle kaplanmış, üzerine yerleştirilen ince cam vazolarda çeşit çeşit çiçekler yer alıyordu. Loş ışık ortama hafif bir gizem katıyordu fakat içerideki hareketlilik, yaklaşan ödül töreninin heyecanını yansıtıyordu. Şirketimizin adını duymak için daha çok zaman vardı ama salona adım atmak bile bu gece bir parçamızın yeniden kazandığını hissettirdi.
Salonun içerisinde ilerlerken her adımımda açılan bacağıma vuran serin havayı hissediyordum ama bu sandığımın aksine beni rahatsız etmiyordu. Ya da ne bileyim, üzerimde olan onlarca göz de umurumda değildi.
‘Olması gereken bu Melin, gerçek dünyayla tanışalı üç yıl oluyor. Artık alışmalı ve ona göre davranmalısın.’
Derin bir nefes aldım, yanımda yürüyen Esra’ya baktığım esnada o da bana baktı ve göz göze geldik. Gülümsediğinde bende gülümsedim. İkimiz de bu gece hazırdık. Başarının sadece sahneye çıkanlara değil, burada bulunan bizlere de ait olduğunu biliyorduk ve ben ilk defa bu başarıya ortak gördüm kendimi. Şirketimizin ödül alacak olması hepimizin çabalarının sonucuydu.
Bizim için önemli olan buydu, belki sahneye çıkanlar kadar parlamayacaktık ama bu gece bunu bilmenin, burada olabilmenin gururu bile yeterliydi.
Şirketimize ayrıldığı belli olan alana doğru ilerlerken gözlerim aradığını bulmuştu.
Gözlerimin aradığı Alpay’dı.
Gözlerini büyülenmiş gibi kitlediği bendim...
Salonun dört bir yanından fısıltılar yükseliyordu. Kalabalığın içindeki heyecan şimdi bana da bulaşmıştı ama sanırım bunun ödül almamızla ya da burada bulunmamla, hatta ilk defa bulunmamla bir ilgisi yoktu.
Bu heyecanın kaynağı üzerimdeki gözlerin sahibiydi.
Alpay...
Sanki dün onu reddedip resmen evden kovmamışım gibi bakıyordu bana...
Bende ona bakıyordum ama diğer çalışanların olduğu tarafa yaklaştığımızda dikkat çekmemek adına çekmiştim gözlerimi ondan.
“Vay, sen bu tarz etkinliklere katılıyor muydun deha?”
Sen kimsin?
Omuz silktim, “Değişiklik yapmak istedim diyelim.”
“Mükemmel bir değişiklik olmuş ama.”
Bu sefer konuşan diğer adama bakmıştım. Gözleri üzerimde geziniyordu. “Bir an gerçekten sen olup olmadığını sorguladım.”
Gözlerimi devirdim, “Sorgulamaya devam edebilirsin.” Dediğimde birkaç kişi kıkırdadı.
Sanki büyük bir şey dedim neye gülüyorsunuz acaba?
“Çok güzel olmuşsun canım, Gaye ben bu arada.” Diyen kadına çevirdim gözümü ve bana uzattığı eline baktım. Derin bir nefes alarak tuttum elini, “Sizde çok güzel olmuşsunuz.”
“Ah hadi ama, siz demene gerek yok senden sadece üç yaş büyüğüm.” Dedi gülerek.
Büyüklüğünden değil tanımadığımdan siz diyorum demek vardı ama neyse.
“Tamam, öyle yaparım.” Dedim gözlerimi ondan çekerek yeniden salona bakarken.
“Tanışmadık, ben Sina.”
Bu sefer kendisini tanıtan bana deha diyendi. Sempatik duruyordu. Diğerlerinin aksine takım elbise giymemişti. Siyah kumaş bir pantolon, beyaz oversize bir tişört giymiş, ilk iki düğmesini açık bırakmıştı. Ceketi oturduğu sandalyenin arkasına asılıydı. Kıvırcık kumral saçları ve saçlarına eşlik eden koyu kahverengi gözleri, sağ yanağındaki gamzesiyle oldukça sempatikti gerçekten de. Özellikle de alnına düşen bir tutam saçı onu oldukça tatlı gösteriyordu.
“Memnun oldum.” Dedim içten bir şekilde gülümseyerek. Ben gülümseyince o da gülümsemişti.
Onun ardından az önce salak salak beni süzen herif tanıttı kendisini. “Ben de Cenk.” Dediğinde belli belirsiz başımı sallamakla yetinmiştim ona. Hiç sevmedim seni benimle muhattap olma ne olursun...
Herkes kendi halinde konuşurken ben ortamı izlemeye Alpay’a kaçamak bakışlar atmaya devam ediyordum. Sahnedeki sunucu mikrofonu eline alıp başına hafifçe vurarak dikkati üzerine çektiğinde salondaki uğultu yavaş yavaş azalmıştı. Ortamın sessizleşmesini bekleyen sunucu istediği sessizliği elde ettiğinde gülümseyerek konuşmaya başladı.
“Hanımlar beyler, değerli davetlilerimiz, şimdi geldik gecenin en prestijli ödüllerinden ilkine. Teknoloji dünyasında yaptığı yenilikçi çalışmalarla adından sıkça söz ettiren bir şirket var sırada. Verimlilikten veri güvenliğine kadar geniş bir yelpazede sundukları çözümlerle sektöre her geçen gün damgasını vuran, bu başarıyı sağlayan şirket, TeknoVira.”
Salondan alkışlar yükselirken sunucu konuşmaya devam etti.
“Bu başarılı şirketin, ileri teknolojiyi yaratıcı bir vizyonla buluşturan başarılı liderini, yani hem şirketin kurucusu hem de bu yeni teknolojinin sahibini, TeknoVira’yı bu noktaya getiren ismi, sayın Alpay Şahsuvar’ı sahneye davet ediyorum.”
Alpay’ın adı anons edilir edilmez sahnede büyük bir alkış tufanı koptu.
Alpay sandalyesini yavaşça geriye doğru iterek oturduğu yerden kalktı, ceketinin düğmesini iliklerken bizim olduğumuz tarafa baktı ve gülümsedi ve yürümeye başladı. Sahneye doğru yürürken kararlı ve kendinden emin duruşuyla fazlasıyla dikkat çekiyordu. Adıyla, duruşuyla ben buradayım diyordu.
Onun sahneye çıkışı, şirketini yeniden farklı bir başarıyla taçlandıran ve yeni başarıların başlangıcı olan bir an gibiydi. Salondaki herkes TeknoVira’nın bu ödülle bulunduğu konumu korumaya devam ettiğini ve edeceğini görüyordu.
Alpay sahneye adım attığında, ışıklar üzerine düşerken yüzündeki gülümseme, tüm yılın çabasını ve azmini yansıtıyordu. Mikrofonu eline alarak kalabalığa doğru döndü. Alkışlar dinene kadar bekledi, ardından derin bir nefes aldı ve konuşmasına başladı.
“Bu ödülü almak, bizim için sadece bir başarı değil, aynı zamanda bir motivasyon kaynağı,” dedi. Sesi net ve güçlüydü, her kelimesi salondaki herkesin dikkatini çekiyordu. “TeknoVira, kurulduğundan beri, teknoloji dünyasında yenilikçi çözümler sunarak müşterilerimize daha iyi hizmet etmeyi hedefliyor ama tabii ki bu başarı, sadece benim değil, bu şirketin tüm çalışanlarının başarısıdır.”
Arkadaşlarının ve ekibinin arasında bulunmanın verdiği mutluluğu hissettim bu sefer. Gözleri, sahnenin ön sırasında bulunan ekip arkadaşlarına kaydı. “Burada, bu sahnede olmak, bana ne kadar değerli bir aileye sahip olduğumuzu hatırlatıyor.” Gözlerini bu sefer bizim olduğumuz tarafa çevirdi. “Gece gündüz çalışan, hayallerimizi gerçekleştiren ve her zorlukta yanımda olan tüm ekip arkadaşlarıma minnettarım.”
Elinde tuttuğu ödülün parıltısına bir an bakarak devam etti. “Bu ödül, teknolojinin gücünü ve inovasyonun önemini bir kez daha gösteriyor. Ama asıl amacımız, teknolojiyi insanlık yararına kullanmak. İnovasyonun sınırlarını zorlayarak, yaşamları daha iyi hale getirmeyi hedefliyoruz.”
Kalabalık, heyecanla alkışlamaya başladı. Alpay, kararlılıkla konuşmasına son verirken, “Unutmayın, başarı bir varış noktası değil, sürekli bir yolculuktur. Bizim yolculuğumuz sonlanmıyor, her adımımızda yeniden başlıyor ve bu ödül, benim için sadece yeni bir başlangıç. Hep birlikte daha büyük başarılara imza atacağımıza inanıyorum. Teşekkür ederim!” dedi ve alkışlar eşliğinde sahneden indi.
Sahnenin kenarında bekleyen ekip arkadaşlarıyla kucaklaştı. Dediği gibiydi. Bu an, TeknoVira'nın zaferinin sadece başlangıcıydı. Herkes, yeni projelerin heyecanıyla doluydu ve gelecek için daha da umutla doluyordu.
Kucaklaşmaları bittiğinde gözleri bu tarafa döndü ve ekibiyle beraber yanımıza geldi.
“Size özellikle teşekkür ederim.” Dedi gözlerini hepimizde gezdirirken. “Bir an olsun pes etmediğiniz, en zorlu çalışma şartlarında bile bırakıp gitmediğiniz.”
Gaye hanım bizden önce lafa girdi. “Asıl biz teşekkür ederiz, yaptığımız onca hatalara rağmen bizi yanınızda tutmaya devam ederek birinci şahıs olarak başarılarımıza şahit olmamıza izin verdiğiniz için.”
Alpay gülümsedi, “Her insan hata yapar. Önemli olan bundan ders alıp aynı hatayı tekrarlamamınız.”
Bu beni gülümsetti. Sert bir mizacı vardı ama ailem dediği çalışanlarına her zaman bir tık daha yumuşak olmak için çabalıyordu.
Gözlerini bana çevirdi, “Sizi ilk defa bir davette görüyorum Melin hanım, neye borçluyuz bunu?”
Gözbebekleri titreşiyordu, sanki vücudumu süzmek, bedenimi saran bu elbiseyi incelemek istiyordu ama yanımızdaki insanlardan dolayı yapamıyor gibiydi.
“Arkadaşım çok ısrar etti, kıramadım.” Dedim Esra’yı gözlerimle işaret ederken.
Yandan kısa bir bakış attı ona ve gülümsedi,
“Yaa” dedi ama sesi ‘yemedim’ der gibi çıkmıştı. “Ne güzel, sizi böyle bir günde aramızda görebilmek beni çok mutlu etti.”
“Yeniden ödül aldığınıza kendi gözlerimle şahit olabilmek de beni çok mutlu etti efendim.”
Telefonu çalmaya başladığında bana dikmiş olduğu gözlerini çekti ve ceketinin düğmesini açıp iç cebindeki telefonunu çıkardı. Aramayı yanıtladı, bir süre karşı tarafı dinledikten sonra yüz hatları gerilmeye başladı, gözleri bana döndü yeniden. Karşı taraf her ne dediyse oldukça sinirlendirmiş gibiydi.
Telefonu kulağından çekti ve cebine attı yeniden. “Bir saat” dedi bir bana bir Esra’ya bakarken. “Bir saatiniz var, diğer ikiliyi de bulun. Bilişim ekibini şirkette bekliyorum.”
“Şimdi mi?” dedi Esra şaşkınca.
“Şimdi.” Dedi Alpay sertçe.
Yutkundum, ne oluyordu?
Yanımızdan ayrıldığında masaya bıraktığım çantamı aldım. “Sen diğerlerini arayıp bir taksi tutar mısın geliyorum ben hemen.” Dedim Esra’ya hitaben ve hızla ayrıldım yanlarından.
Salondan çıkan Alpay’ı son anda yakalarken önüne geçtim hızla.
“Ne oldu?”
“Kendi hatanı bana mı soruyorsun?” dedi düz bir şekilde.
Sesi bana karşı ilk defa bu kadar soğuktu ve bu yutkunmama neden olmuştu.
“Ne hatasından bahsediyorsun?” dediğim esnada arabası durdu önümüzde, “Şirkete gel Melin.” Dedi ve valenin verdiği anahtarı alarak beklemeden uzaklaştı yanımdan.
🫀🎶
Alpay masada duran belgeleri sertçe bir kenara fırlattı, yüzündeki öfke neredeyse elle tutulur hale gelmişti. Gözlerini bana dikildiğinde odada bir an için derin bir sessizlik çöktü. Herkes onun ne kadar sert biri olduğunu bilirdi ve şu an, hiçbir şey bunu yumuşatamazdı.
"Melin, ne yaptığının farkında mısın?" Alpay’ın sesi soğuktu, ama içinde kaynayan bir öfke vardı görebiliyordum bunu. Oldukça net bir şekilde. "Sistemde bıraktığınız açık yüzünden, tüm veriler çalındı. Tüm proje tehlikede."
Gözlerimi kaçırmadan onun bakışlarına karşılık vermeye çalıştım, ama Alpay’ın öfkesi o kadar yoğundu ki, odadaki hava bile ağırlaşmış gibiydi.
"Bu sadece küçük bir aksaklıktı, toparlayabiliriz," diyecek oldum, sesim her zamanki kadar güçlü değildi, ama kararlılığımı korumaya çalışıyordum fakat Alpay, masanın köşesine yumruğunu indirdiğinde kurmak istediğim cümleyi devam ettiremedim. Odadaki herkes yerinden sıçradı.
"Küçük bir aksaklık mı? O veriler bizim en hassas bilgilerimizdi! Birileri şimdi ellerinde her şeyi tutuyor ve bu senin ihmalkârlığın yüzünden oldu. Küçük bir aksaklık değil bu, Melin. Bu tam bir felaket. Özellikle de ödül aldıktan sonra gerçekleşmiş olması... Şirketimizin adını lekeledi, verilerin çalınması ne demek biliyorsun değil mi?”
Gözlerimde bir an için beliren suçluluk hemen yerini inada bırakmıştı, ama Alpay’ın gözlerinde bunu bastıracak kadar büyük bir hayal kırıklığı vardı. "Bana böyle hatalarla gelmek için fazla yol kat ettik. Senin ekibin bu işi halletmek zorundaydı, ama sen bunu göz ardı ettin. Şimdi bu işi nasıl düzelteceksin? Her şeyi elimizden kaçırdık."
Bir an için odadaki sessizlik daha da yoğunlaştı. Söyleyeceklerimi toparlamaya çalıştım. O an, Alpay’ın gözlerinde gördüğüm şey, hayal kırıklığından çok daha fazlasıydı. Bu, güvenin kaybedildiğinin işaretiydi.
Tek bir hatamda mı?
Alpay derin bir nefes aldı ve bana doğru bir adım attı. Gözleri delici bir bakışla üzerime kilitlenmişti. "Bu işin sonunda birini kaybedeceksek, önce kendi ekibimden başlamayı göze alırım. Son bir şansın var Melin. Toparla bunu, yoksa geri dönüşü olmayacak."
Benden cevap beklemeden arkasını dönüp sert adımlarla odadan çıkarken, boğazıma bir yumru oturmuştu. Alpay’ın soğuk sesi hâlâ odada yankılanıyordu. Verilen son şansın ağırlığı omuzlarıma çökmüş, odadaki sessizliği daha da keskinleştirmişti.
Son şans...
Bilerek yapmadığım ve ortada gerçekten ihmalkarlık yüzünden gerçekleşen bir hata varsa bile tek sorumlusunun ben olmadığım halde bana verilen son şans.
Belki de vermediğim şansların diyetiydi bu...
Almadığı şansın bana geri dönüşü.
Şanslar ve şanssızlıklar...