Yeni Üyelik
18.
Bölüm

17.вσ̈ℓϋм

@rukiyeakbal07

 

"Unutma; onu artık unuttum demek, bir kez daha hatırlamaktır aslında."
- Can Yücel

 

 

Коли настане день,
(Ne zaman gün doğacak,)

Закінчиться війна,
(Savaş bitecek.)

Там загубив себе,
(Kendimi kaybettiğim yerde,)

Побачив аж до дна
(En dibi gördüm...)

Обійми мене, обійми мене, обійми.
(Sarıl bana, sarıl bana, sarıl bana.)

Так лагідно і не пускай.
(Şefkatle ve asla bırakma.)

Okean Elzy- Obijmi

 

🕯️

 

▪️17.BÖLÜM: Kâbusun İçerisindeyim▪️

 

KARANLIKTAKİ ADAMIN GÜNLÜĞÜNDEN...

(03.03.2023)

Beni burada bırak ve uzaklara git. Sensizlik bana o kadar da zor gelmez. Uzaklardan bir yerden bana, bir kuşla selam gönder, ve seninle beraber o da yok olsun...

Yok oluşunu böylece kutlayalım. Arkanı dön ve bana bir selam gönder. Parlayan ışıklarda yok olurken, arkandan bir sigara içip tekrar geleceğin güne kadar seni bekleyeceğim.

O güne kadar yıllanmış bir şarabı mahzenime koyacağım. Sen geleceğin güne kadar, ne kadar yıllanırsa yıllansın, seni bekliyor olacak.

Biz Tanrı’nın yaratığı iki bedeniz. O bedenler birbirini bir gün bulacak ve yeniden birleşecekler.

İki ruh ne kadar çok birleşmek istese de, bedenlerimiz buna izin vermeyeceklerdi...

Yok olduğun her bir gün için bir dal sigarayı, dudaklarıma götüreceğim ve yavaş yavaş içime çekeceğim.

Bir gün tekrar bana döneceğini biliyorum. Senden bir parça her zaman benle olacak. Kopardığım kanadın için bir gün yeniden beni bulacaksın ve o gün bedenlerimiz bizi durduramayacaklar.

Biz o gün bir kıyametin, bir savaşın içine girmiş olacağız.

Bir gün yeniden görüşmek üzere, Mera...

 

**


Yak beni, ne kadar yakabilirsin. Soy beni, ne kadar soyabilirsin ki? Ben tüm çıplaklığımla önünde dursam bile içimi görebilecek misin?

Yaksan bedenimi içimdeki nefreti ve umudu yakabilecek misin? Ben içimdeki Mera’yı öldürmüşken, sen beni yaksan neye yarar?

Benim benliğim yok olmuşken, beni daha ne kadar yok edebilirsiniz ki? Ben buydum, elline kan değen Mina’ydım. Şimdi beni ateşlere at ve geriye çekil.

Yanışımı izle, o ateşten kaçmayışımı izle. Ben buyum, o ateşte yanan Mina’yım. Beni daha ne kadar yakabilirsin ki, biraz daha odun koy ve ateşlerin etrafa yayılmasını izle.

Benimle yanan kanadımın eriyişini biraz daha izle. Bizi yok ediyorsun, yok oluşumdan mutlu oluyorsun.

Ben buyum, eli kanlı Mina’yım. Ne kadar gerekirse, yine elime bir silah daha alır ve birisini daha öldürürüm, bundan zevk alırım. Beni planıma daha çok yaklaştırır.

Ben buydum, gökyüzüne uçan kanatlarımla ben buydum. Her şeyimle şeffaftım ama beni görebilene...

 

***

 

Gözlerimi açamıyordum, nerede olduğumu bilmiyordum. Bunlar kafama milyon tane soruyu dolduruyordu. Derhal gözlerimi açmalı ve etrafımı gözlemlemeliydim.

Kadının sözleri hâlâ kulaklarımda çalınıyordu.

“È un concorrente davvero formidabile. Il leader ha trovato qualcuno per . Sembra che questa donna stia per picchiarlo.” (O gerçekten dişli bir rakip. Lider kendine göre birisini bulmuş. Bu kadın onu hırpalayacak gibi.)

İtalyanca bilmemem benim suçumdu ama sevmemek benim hakkımdı. Bu sözleri gülerek söylemişti. Sadece bildiğim kadarıyla çevirdiğimde ‘Bu kadın’ cümlesini anlayabilmiştim.

Bu cümleden her şey çıkabilirdi. Sadece boş vermek istedim ve gözlerimi açtım. Artık herkesten uzak bir odadaydım. Rahat bir sedyenin üzerinde yatıyordum.

Kollarım bu sefer bağlı değildi. Ayaklarımda buna dahildi. Sol kolumu kımıldatmak istediğimde bunu yapamamıştım. Koluma feci bir ağrı girmişti.

Sol koluma baktığımda, benden hâlâ kan alındığına emin oldum. Bedenimde kan kalmayana kadar almayı mı düşünüyorlardı bilmiyordum.

Kolumdaki iğneyi çektim ve yere attım. Kolum ağrımıştı ama sesimi çıkarmadım. Kolumdan fazla kan gelince komodine baktım.

Baktığımda ise pamuk ve peçete gibi eşyaların orada olduğunu gördüm. Acele ederek pamuk paketini alarak açtım. Biraz pamuktan koparttım ve koluma bastırdım.

O sırada tabi ki de kolumdan bir çok kan akarak çarşafı kana bulamıştı. Açık kırmızı olan kanım orada bir göl oluşturacak gibi duruyordu.

Kanım bir zehir gibiydi, o zehir onları bulduğunda akıllarını başlarından alacaktı...

Odada sadece sedye ve komodin bulunuyordu. Burası beyazdan uzak grimsi bir odaydı. Sanki her kat giderek karanlığa bulanıyormuş gibi hissediyordum.

Bir pencere aradım ama düz duvardan başka bir şey bulamadım. Duvarları elimle yokladım ama bir çıkıntı yoktu. Beni kare bir odanın içerisine koymuşlardı. Kapı yoktu ya da dışarıdan açılıyor da olabilirdi.

Ayakta duramamaya başlamıştım. Arayışıma biraz ara vermem gerekiyordu. Yavaşça sedyeye yürüdüm ve üzerine hemen oturdum. Gözümün önü çok fazla kararıyordu.

Bayılmanın eşiğindeydim, gözlerimi kapattım ve kafamdan geçen senaryoları gözden geçirdim. Buradan çıkmam gerekiyordu. Kafama dank eden şeyle gözlerimi açtım ve kamera aramaya başladım.

Buraya boştan yere koyulmamıştım. Bir nedeni olmalıydı. Bir çok nedeni olabilirdi ama şuan kanım için burada olduğumu biliyordum. Kamera arayışıma son erecekken kafamı tam kaldırdığımda tavanla aynı renk olan kamerayla karşılaşmıştım.

Normal birisi, onun orada olduğunu tahmin bile edemezdi. Her şeye dikkat kesilen ve iyi gözlemleyici birisiydim; bunun bana iyi katkıları oluyordu.

Sadece nefesimi düzene sokmaya çalıştım ve gözlerimi kapattım. Ayaklarımı ise sedye de sallandırmaya başladım. Bir çocuk gibi ayağımı sallandırıyordum.

Ağzımdan bir şarkı mırıldandım.

‘Damga, damga göğsüme vurduğum sensin.’

Gözlerimin dolduğunu hissettim ama yine de gözlerimi açmadım. En sevdiğim sanatçıdan olan şarkının devamını söyledim kısık sesle.

‘Öfke dolu şehirlerde bulduğum sensin.’

‘Yer nerede, gök nerede, ben neredeyim?’

‘Diye diye, sınırlara geldiğim sensin.’

Sevdiğim nakaratlar bittiğinde dışarıdan sesler gelmeye başlamıştı. Sakince beklemeye başladım. Şu anlık buradan çıkmam için yapmam gerekenler bunlardı...

Gözlerim kapalı ve ayaklarımı sallarken duvarın açılma sesi geldi. Ne gözlerimi açtım ne de ayaklarımı sallamayı bıraktım.

İçeriye kim girdiyse ilk kokusu geldi. Sonra ise adım sesleri, topuklu sesi değildi. Gelen kişi erkekti. Kokusu ağır ve baskındı. İçeriyi adım sesleri doldurmuştu.

Adımları durduğunda ise sanki şaşırmış gibiydi. Şaşırması ise onu takmayışımdan kaynaklı olmalıydı. Durduğu yerden hareketlendi ve Rusça konuşarak birilerini çağırdı.

Сюда должны немедленно прийти два человека и подержать девушку.” (İki kişi derhal buraya gelsin ve kızı tutsun.)

Yanıma yaklaşıyordu, neyimden bu kadar korkmuştu anlamamıştım. Kafamın içinde ise söylediğim şarkının nakaratları dolaşıyordu.

Yüzüme geniş bir gülümseme yayıldı. İçeriye ilk gelen adam başımda dikilmeye başlamıştı.

Bunu hissedebiliyordum. Gözlerim hâlâ kapalıydı ve ayaklarımı hâlâ sallandırıyordum. Adam Rusça bir şeyler söyledi.

Перестань трясти этими ногами.” (Bacaklarını sallamayı bırak.)

Dediği sözleri umursamadım bile. Elini, kan alınan koluma koyup sıkana kadar. Gözlerimi açtım ve sağ elimle adamın, kolumda olan elini tuttum ve yerinde çevirdim.

Bir çıt sesi gelmişti. İlk başta şoktan dolayı hissedemese bile acısı sonradan gelmişe benziyordu. Ağzından acı dolu bir homurtu çıktı. Galiba bileği yerinden çıkmıştı.

Yüzüne gülerek baktım ve bir kahkaha çıkı verdi ağzımdan. İçeriye giren kadınlar şok içinde yanıma gelerek kollarımı tutmuşlardı. Akıl sağlığımı korumaya çalışıyordum.

Ama şu an koruyamadığımı anlamıştım. Bakışlarımı sarışın olan doktora çevirdim ve “Я говорил, что вы можете прикоснуться ко мне, доктор?” (Bana dokunabileceğini söyledim mi doktor?) diye sordum.

Sonrasında Türkçe konuşarak bağırdım: “BANA DOKUNABİLECEĞİNİ SÖYLEDİM Mİ SANA?” Bağırmamın ardından koluma giren iğne ile kadınlardan birinin sakinleştirici verdiğini anladım.

Artık ablamı istiyordum. Benden koparılan kanadımı istiyordum. Ben sadece koparılan kanadımı tekrar istiyordum. Çok fazla bir şey istemiyordum; sadece ablamı yanımda hissetmek istiyordum.

Ablamın yüzünü yavaş yavaş unutuyordum. Sanki dünyada öyle birisi yokmuş gibi, sanki benim hiç ablam yokmuş gibi hissediyordum.

Şeytan kulağıma fısıldıyordu. ‘Onu hiçbir zaman bulamayacaksın.’ Belki de onu hiçbir zaman bulamayacaktım. Belki de ablam çoktan öldürülmüştü. Bana kalan, saçlarımı okşayıp sarılmasıydı.

Sakinleştiricinin etkisiyle hareket edemez hâle gelmiştim. Kolumu bile oynatamıyordum. Erkek doktor, kadınlara bir şeyler söylüyordu ama hiçbirini ne duyuyor ne de net görebiliyordum.

Duvardan olan kapı yeniden açıldı. Her şey bulanıktı. Doktor ve kadınlar o tarafa baktıklarında, hepsi yere çökmüştü. Kim için yere çökmüşlerdi?

Gözlerim yavaşça kapanmak üzereydi. İçeriye giren kişi eğer yavaşça sedyeye yaklaşmaya başladı, yanıma gelen kişinin yüzüne siyah bir maske takan bir adam olduğunu anladım.

Elini saçıma koydu ve okşadı. Saçımdan bir tutam aldı ve burnuna yaklaştırdı. Maskenin altında kim olduğunu bilmiyordum ama saçımın kokusunu içine çekmişti. Saçımı yerine geri bıraktığında kalın bir sesle konuştu.

Скажи мне, девочка, откуда такая красота этого аромата?” (Söylesene bana küçük kız, nereden bu kokunun güzelliği?)

Sesini duyduktan sonra gözlerim karanlığa yolculuğa çıkmıştı.

Karanlıkta ne beklediğini bilmiyordu. Belki de karanlık ona kendisini kaptırmıştı.

Belki de ben karanlığa kendi mi kaptırmıştım.

Gözlerimi ya bir savaşa açacaktım ya da bir kıyamete.

Beni kucaklayacak iki seçenek vardı.

Ruhum kendisini karanlığın kollarına bıraktı ve sessizliğe çekildi...

 

**

 

Gözlerimi, yüzümde beliren gülümsemeyle açtım. Güzel bir ses beni kaldırmam için çağırıyordu.


“Hadi ablam, kalk. Daha pazara gideceğiz.” Pazar kelimesini duyar duymaz yüzümdeki gülümseme solmuş ve gözlerimi direkt açmıştım.

Hayır, olamaz! Kendimi rüyada sanıyordum, ama bir kabusun içine düşmüştüm. Yataktan zıplayarak kalktım ve ablama sarıldım. Gözlerimden süzülen yaşlar, ablamın saçlarını ıslatıyordu.

İçime ablamın kokusunu çekmek istedim ama olmadı. Hiçbir koku burnuma sızmadı. Artık ablamın kokusunu unutmuştum. Ama ablamın gözlerindeki acıyı ve şefkati asla unutmamıştım.

Ablamın güzel mavi gözlerini unutamamıştım. Ablam saçlarımı okşayarak bana kabus görüp görmediğimi soruyordu.

Aslında şu an kâbusun içerisindeydim ben, ablam. Seni kâbuslarımda görür olmuştum.

Söylemek istesem de dudaklarım sözlerimi yutuyordu. Ablam başımı kaldırdı ve gözlerine bakmamı sağladı. Ama artık ablam yoktu.

Artık ablamı kaçıran adam, ablamın yerine geçmişti. Yüzünde şeytani bir gülümseme ile ‘Sıra sende küçük kız. Ablanın yerini doldurma sıran gelmedi mi sence?’ diyerek bana yaklaştı. Ancak bedenim buna izin vermedi.

Küçük bedenim buna izin vermemişti. Bedenimi uzaklaşması için uyarılar gönderdim, olmadı. Sadece donakalmıştım. Sadece adamın gözlerinin içindeki şeytani pırıltılara bakakalmıştım.

Birinin bana vurmasını ne kadar çok isteyebilirdim ki? Adamın elleri saçlarıma yaklaştı ve dokundu. Beyaz saçımın bir tutamını aldı ve kokladı.

İçimde bir savaş çıkarmıştım ama içimdeki savaşı dışarı çıkaramıyordum. İçimde bir ateş oluştu ve yavaşça büyümeye başladı. Ateş büyüdükçe büyüdü, ama sadece içimde büyüdü ve kendimi yavaşça yakmaya başladım.

O ateş dışımı değil, içimi yakmıştı. Sıcak yatağım, arabamın arka koltuğuna dönüşmüştü.

Ablam ise yok olmuştu...

Ablam, bir şeytana dönüşmüştü. Onun ruhunu emen bir şeytana...

Adamın saçlarıma dokunuşları durduğunda, kendimi arkaya doğru düşerken bulmuştum. Gözlerim kâbusumda, karanlığa kapanmıştı.

Gerçek hayatta ise aydınlığa açılacağını ummuştum.

Bağırışlarla gözlerimi açtım. Aydınlık değildi etraf, gözlerimi etrafa bakmaya zorladım. Kızlar ile kaldığım odadaydım.

Kâbusumdan bana kalan şey, ablamı yavaş yavaş unutmaya başladığımdı...

 

🕯️

 

Selam arkadaşlar,
İtalya'da yazmıştım bu bölümün ilk kısımlarını. O günden sonra hayatımda bazı şeyleri değiştirdim ya da bazı şeyler beni değiştirdi.

Bölüm bu yüzden biraz gecikti. Ben ise sizi bölümsüz bırakmamak için bu bölümü yüklemek istedim. Bu hafta içinde bir ya da iki bölüm gelebilir.

Neden bu kadar geç geldi derseniz. Biliyor musunuz bilmiyorum ama ben okulum tarafından İtalya'ya gittim. İtalya'dan geldikten sonra ise iki hafta üst üste bir çok sınav oldum ve kendimi çok bitkin hissediyordum.

Bu gün ise grip oldum ama yine de bölümü yetiştirmek istedim. Biraz kısa oldu ama yeni bölümler uzun olacak.

Herkese iyi günler ve gripsiz haftalar.🤧

 

Loading...
0%