Yeni Üyelik
19.
Bölüm

18.вσ̈ℓϋм

@rukiyeakbal07


En kötü yalanlardan biri, çocuklara söylenen yalandır. Çünkü onlar hemen inanırlar.

 

Alle warten auf das Licht
(Hepiniz ışığı bekliyorsunuz)

Fürchtet euch, fürchtet euch nicht
(Korkun, korkmayın)

Die Sonne scheint mir aus den Augen
(Güneş gözlerimde ışıyor)

Sie wird heut Nacht nicht untergeh'n
(Gitmeyecek bu gece)

 

🕯️

 

▪️18.BÖLÜM: Kan ve Kana Bulanan Kadın ▪️

 

Dünyamın üzerine bir gölge çökmüştü. Gölge giderek büyüyordu. Nasıl durdurulacağını bilmiyordum, ya da nasıl durduracağımı. Gölge giderek yayılıyordu, sanki suyun üzerine yavaş yavaş düşen siyah su damlacıkları gibiydi.

Güneşin ne zaman doğacağını bilmiyordum; belki de çoktandır güneşim doğmuyordu. Sadece gözlerimi kapattım ve güneşin doğduğunu hissettim. Güneşin tenimde bıraktığı ısıyı hisseder gibi olmuştum.

Isı giderek fazlalaşmaya başlamıştı. Gözlerimi açmak istediğimde, sanki yapıştırılmış gibi açamamıştım. Gözlerim, gönderdiğim komutu algılamıyordu. Bedenim beni dinlemez bir hale gelmişti.

Isı giderek artmıştı ve artık beni yakmaya başlamıştı. Şimdi gölgenin tekrar gelmesini istiyordum. Öyle çok istiyordum ki, ölüm korkusu karanlıkta yaşamı bile kabul ediyordu.

Belki de şanssızlık diye düşündüğümüz şeyler, bizim şansımızdı. O şansı kullanabilmemiz gerekirdi bazen...

 

***

 

Adam siyah deri olan koltuğuna oturdu ve elindeki kan kırmızısı şarabını yudumlamaya başladı. Binanın en üst katında olan ofisinde gözleri gezindi; belki de ofis değil de evi de olabilirdi.

Duvar yerine camlarla kaplı olan yere baktı, hayır, onlara tepeden baktı. Kendisini, yerde olanlardan üstün görüyordu ya da görmek istiyordu.

Bu, onun doğasında vardı. Cama yansıyan bedenine ve yüzüne baktı, sonra ise yüzündeki siyah maskeyi yavaşça çıkardı ve masanın üzerine bıraktı.

Camdaki yansımaya bakamıyordu. Kendisinde o yüzü bulamıyordu. Elini hafif çıkmış olan sakalarında gezdirdi ve sadece düşündü: maskenin arkasında olan yüzüyle, maske takılınca olan yüzünü.

Kötü şeyler yapmıştı, biliyordu, sadece sebep bu değildi. Sebep, gözleriydi. Gözlerinde sakladığı her şey vardı. Hiçbir zaman yüzündeki siyah maskeyi indirmeyeceğini biliyordu.

O, herkesin önünde diz çöktüğü Kan'dı...

Kanla doğmuştu, doğarken annesini öldürmüştü. Babası ona bu adı layık görmüştü. O ise adına göre yaşamıştı ve yaşıyordu.

Tabii, gerçek ismini bilen fazla kimse yoktu. Çetenin içindeki lakabı Karanlıkların Adamıydı. Bu lakabı ona uygun gören milyonlar vardı. Siyahlara bulaşması ona bu lakabı bahşetmişti.

Babasından kalan çeteyi geliştirmişti ve adını değiştirmişti. 'Mara' onun için özel bir kelimeydi. Siyah deri eldivenli olan ellerine baktı. Sağ elini burnuna götürerek kokusunu yeniden algılamak istemişti, ama tabii ki de bu mümkün olmamıştı.

Sadece bir kere kokusunu almıştı. Sadece bir kez gözlerinin içine bakabilmişti. O sadecelerle yetinebilecek birisi değildi. Hiçbir zaman da olmamıştı.

Mera'yı tekrar görmek istiyordu. Ona her zaman çekiliyordu ama uzak durması gerekiyordu. Yasak olan her şey cezbedici gelirdi insana.

En dikkat çekici yeri olan beyaza yakın olan saçları, baştan çıkarıcıydı. Bir elmas gibi parlıyordu. Siyah çarşafların üzerinde saçlarıyla yatığını hayal edemiyordum.

Yüzümde bir gülümseme meydana geldi; buraya beni bitirmeye gelmişti küçük Mera. Yuvamı yıkmaya gelmişti buraya.

Yuvamı yıkabilirdi tabii, o buradan çıkar çıkmaz. Benim yuvam burası değildi, benim yuvam beyaza yakın saçları olan, grimsi gözleriyle beni kendisine çeken küçük Mara'ydı...

Beni bitirebilmek için kaç yıl uğraşmıştı.

Odanın içinde kahkaham yankılandı. Başımı oturduğum siyah deri koltuktan geri yatırdım. Tabii, beni bulması için biraz yardımlarda bulunmuş olabilirdim.

Beni bulmalıydı, beni yuvam bulmalıydı...

Kafamı geri kaldırdım ve sağ elime aldığım kan kırmızısı şaraptan bir yudum daha alıp, siyah olan parkeye yavaşça dökülmesini sağladım. Bana bir şeyleri anımsatıyordu.

Gözlerim yeniden cama kaydığında maskenin yüzümde olmadığı aklıma gelmişti. Yüzüm camdaki yansımada görüldüğünde, sağ elimde olan şarap bardağı yavaşça elimden kayıp düşmüştü. Bardağın saniyeler içinde tuzla buz olmasına şahit olmuştum.

Sol elimle maskeyi almaya çalıştığımda vurulduğum tamamen aklımdan çıkmıştı. Elimi kımıldamayınca anlamıştım bunu. Maskesiz yüzümle cama bir süre daha baktığımda, yansımaya odaklanmamaya çalıştım ve ayağa kalktım.

Ayağa kalkar kalkmaz, uzun olan boyum şehre sanki gölge düşürmüştü ve bir süre güneşin doğmayacağının habercisiydi...

 

**

 

Uçurum kenarındaki bir çiçektim; çok dokunursan solan, çok seversen kuruyan ve çok su verirsen uçurumdan düşen bir çiçektim. Ben senin uçurumunda büyüyen bir çiçeğim, görmüyor musun?

Çığlıklarımın sesine uyanmıştım. Bana kabuslarımdan kalan şeyler, paranoyaklıklarım ve kafayı yememdi. Sadece karanlık olan odada gözlerimi gezdirdim ve karanlığa odaklandım.

Gözlerimin karanlığa alışmasını bekliyordum. Gözlerim karanlığa alışana kadar siyahtan başka bir şey görememiştim. Gözlerim alışmaya başladıktan sonra yataklarında yatan kızları daha net görmeye başlamıştım.

Hepsi huzurla yerlerinde yatıyorlardı. Yerde yatan Melodi'yi aradı gözlerim; yerde yattığı için fazla göremiyordum. Gözlerim odaklandığında ise yerde gözleri açık bir şekilde tavana baktığını anladım.

Onu bir süre gözlemledim, sanki hayattan kopmuş ve etrafındaki hiçbir şeyi algılamıyormuş gibiydi. O hep üzerinde bir gizem taşıyordu. İçinde bir yerlerde kaybolmuş ve kendini bulamıyor gibiydi.

Kafamda birçok ihtimal vardı, ama en kendime yakın bulduğum ihtimal, on beş yaşındaki Mina'ya benzediğiydi. Kaybolmuş küçük Mina'ya. Kendisini arayan ve hiç bulamayacak gibi hisseden küçücük Mina'ya.

Küçük Mina, kendisini bulmaktan çoktan vazgeçmişti. Onun hayatı sadece ablası olmuştu ve kendisini ablasını bulmaya adamıştı. Bunun için ölmeyi bile göze almıştı.

Mina kendi düşüncelerine daldığında, onu izleyen Melodi'yi fark etmez olmuştu. Melodi'nin kafasında dönen düşüncelerin hepsi Mina'nın çığlıklarından sonra durmuştu.

Kızın kâbus gördüğünü anlamıştı. Hiçbir şey yapmamıştı. O, kendisinden başka kimseyi umursayacak birisi değildi. Yüzünde bir gülümseme oldu, o bencil birisiydi.

Annesinin ona öğrettiği gibi davranıyordu; kimseyi umursamaz ve kendisi için uğraşırdı. Çünkü annesi de öyle birisiydi, küçük kızını bile umursamaz çok bencil birisiydi.

Yüzündeki gülümseme yavaş yavaş soldu ve kendisine dönen gözler ile suspus olmuş odadan, yok olmak istedi. O gözlerde bir şeyleri çözmek isteyen kıvrak bir akıl vardı. O buraya boş yere gönderilmemişti.

Zekiydi...

Hem de çözemeyeceği kadar zekiydi. Onu kullanmak zorundaydı, bunu kendi benliğine yediremese de kendisi için onu kullanması gerekiyordu.

Yüzü gülümseyen Melodi'ye baktım. Neden bana gülümsüyordu? Bakışlarım başka yerdeyken bana gözlerini diktiğini anlamıştım. İçimdeki bir his başıma bir şeyler açacağı konusundaydı.

Sessizliğe gömüldüm ve yüzündeki gülümsemesi sönen son bir bakış atıp battaniyeme sarıldım. Bir şeyler aradım, sarılacağım ama sadece sarılabileceğim soğuk bir battaniye vardı.

Ölüm sessizliğinde olan yerde Melodi'nin fısıldaması yayıldı.

"Söylesene Mina, kaç gün oldu kaçırılmamızın ve buraya getirilmemizin üzerinden ne kadar geçti."

Fısıltı içerisinde konuşmasının üzerinden gözlerim hızlıca ona dönmüştü ve düşünmeye başlamıştım. Zaman kavramını yitirmiştim. Sakinleştiricilerin yüzünden zaman kavramı unutmuştum.

Melodi yeniden fısıldayarak konuştu. "Bilmiyorsun değil mi? Bir haftadır yanımızda yoktun. Seni onlara kaç defa sorduğumuzu bilemezsin. Sadece sustular..."

Söylediklerinin doğruluğunu düşündüm ama olmadı. Ben bir ya da iki gün geçtiğini düşünürken koca bir, bir hafta geçmişti. Örgüttekiler ne düşünmüştü, bunu hiç düşünemiyordum.

Bir hafta geçmiş olamazdı. O kadar geçtiğini hissetmiyordum. Nerede de hata yaptığımı düşünüyordum, ama olmuyordu, hiçbir şey olmuyordu. Hatam yok gibi geliyordu.

"Şimdi sen benim bir haftadır burada olmadığımı mı söylüyorsun? Bu olamaz, ancak iki gün geçmiş olmalıydı."

Yataktan kalktım, etrafı karanlıktı ama yine de ayaklandım ve duvara doğru ilerledim. Sinirle saçlarımı koparmak ister gibi çekmiştim. Bir haftadır ortalarda yoksam bir bokluk dönüyordur demekti.

Burada bir şeyler dönüyordu ve bundan benim haberim yoktu. Hiçbir şeyden haberdar değildim. Benden bir şeyler saklanıyordu ve ben bunu çözecektim.

Duvarın önünde durduğumda boş boş beyaz ve düz duvara baktım, sonra ise kafamı dayadım ve birkaç kez sertçe duvara vurdum.

Melodi'nin ayak seslerini duydum. Yanıma geliyordu. Ne yapmaya çalıştığımı anlamamıştı. O kadar da zeki değildi demek ki. Kafamı vurmaya devam ediyordum. Bir şeylerden emin olmam gerekiyordu.

Melodi beni tutmaya çalışıyordu ama olmuyordu. Sinirlerim tepeme çıkmıştı. Melodi'nin ellerini koluma geçirdiğini hissettim. Birkaç saniye sonra ise ikimiz de yerle buluşmuştuk.

Ağzımdan Rusça bir küfür kaçmıştı.

"Ебать." (Siktir.)

Melodi ne dediğimi anlamamıştı ama ben kahkaha atmaya başlamıştım. Sinirlerim altüst olmuştu. Yere uzandım ve gülmeye devam ettim. Melodi de benim gibi gülmeye başlamıştı. İkimiz de yere uzanmış beyaz tavana bakıyorduk.

Diğer kızlar da uyanmışlardı ve bir şeyleri anlamaya çalışıyorlardı. Cansu'nun ağlamaklı sesle bize seslendiğini duydum.

"Melodi neden gülmeye başladınız? Bir şey mi oldu? Mina iyi mi? Ona bir şey mi oldu?"

Cansu tek tek sorularını sıraya dizerken güleç bir sesle "İyiyim ben Cansu."

Yüzümdeki gülümseme solmuştu. Yüzümdeki gülümseme solar solmaz, ışıklar her yeri aydınlatmıştı. Her yer ışığa kavuşur kavuşmaz, odayı bir sessizlik kapladı.

Çünkü herkesin odaklandığı bir yer vardı. Beyaz ve düz olan duvar kanla boyanmıştı. Kan ise benim kanımdı. Duvardan yere inen gözler kan damlalarını takip etti, oradan ise beyaz saçları kırmızıya boyanmış beni gördüler.

Onlara gülümseyerek baktım. Bunu kendime ben yapmıştım. Hem de isteyerek, biliyordum bunun bana getireceklerini ama yine de yapmak zorundaydım, bir şeyleri öğrenebilmek için...

Cansu gözleri dolmuş bir şekilde koşarak benim yanıma gelmişti. Özlem ise yatağından doğrulmuş şekilde ne olup olmadığına bakıyordu. Şoka girmişti galiba çünkü gözleri bir şeyleri anlamıyormuş gibi bakıyordu.

Cansu ağlamaklı sesiyle başımda konuşmaya başladı. "Bunu sana onlar mı yaptı Mina?" Çoğu zaman bu kızın saf olduğuna o kadar inanıyordum ki anlatamazdım. Gerçekten bu kadar saf mıydı? Ya da melek kılığına girmiş bir şeytan mı? Ya da ben çok fazla şeytana maruz kaldığım için herkesi şeytan sanıyordum.

Bu düşüncelerime güldüm ve "Hayır Cansu, bunu kendime ben yaptım." Özlem ben konuştuktan sonra şoktan çıkmış gibi ayaklandı ve hızlıca yanıma geldi. Hâlâ yerde yatıyordum ve kımıldamıyordum.

"Bir haftadır ortada yoksun ve biz seni böyle görüyoruz. Sen ne yaptın kendine Mina söylesene? Bir haftadır neden ortalarda yoksun ve biz seni her görevliye sorduğumuzda sanki seni tanımıyormuş ve hiç buraya gelmemişsin gibi davrandı?"

Olaylar karşısında ne diyeceğimi bilemiyordum, çünkü hiçbir şeyi hatırlamıyordum. Sadece orada iki gün kaldığımı düşünüyordum, ancak gerçekler bunun ötesindeydi. Her iğne batışında bu kadar çok uyumamın sebebi sadece sakinleştirici olmayabilir, bana uyku ilacı da verebilirlerdi.

İlk iğnenin sakinleştirici olduğunu biliyordum, ancak ikinci iğneden emin değildim. İki iğne yapıldığına dair bile kesin bir bilgim yoktu.

"Kızlar, kafanızda bir sürü soru olduğunun farkındayım, ancak cevapları bende değil. Asansör olayının ardından bize su verdiler ve ardından hepimizi uyuttular. Sonrasında liderin kanıyla uyumumuzu kontrol etmek için kan alarak bizi kontrol ettiler. Lider, sanırım yaralandı ve kan kaybetti. Benim kanımın onunkiyle uyumlu olduğunu düşünüyorlar."

Dilim damağım kurumuştu. Bir süre durdum, hepsinin gözü ve kulağı üzerimdeydi. Onun kanıyla benim kanım nasıl uyumlu olabilir, artık hiç anlamamıştım.

"Bunun ardından beni grimsi bir odaya koydular, sedyede yatıyordum. Orada uyandım ve benden kanımı aldılar. Biraz kargaşa çıkardıktan sonra bana sakinleştirici verdiklerini düşünüyordum, ancak hayır, bana uyku ilacı vermişlerdi. Bir hafta geçtiğini bile anlamamıştım. Şimdi sizlerden öğreniyorum. Şimdi beni iyice dinleyin, çünkü bir şeyler öğrenmem için bir oyuna gireceğiz."

Yarım saat geçmişti ve duvardan bir kapı açılmıştı. Gözlerim kapalıydı ve nefes alışverişim yavaştı. Sadece oyuna devam etmeliydim. Baygın bir şekilde yerde yatıyordum. Duvarlar kan izleriyle doluydu ve yerler de buna ayak uydurmuştu.

Beyaza yakın saçlarım kan içindeydi. Yüzümde kurumuş kan izleri vardı. Kıyafetlerimi düşünemiyordum, onlar daha kötü durumdaydı.

Bir sanat eserine benziyordum.

"Kana bulanan kadın..."

Bu şu anki halime çok uygun bir tanımlamaydı. Kana bulanmıştım, kendi kanıma...

Odaya kimin girdiğini bilmiyordum. Kızlar başımda, çığlıkları ve ağlamaları durmuyordu. Özlem beni uyandırmaya çalışıyordu. Cansu ise ağlıyordu.

Melodi'nin göreviyse duvara çöküp şoka girmekti. Bunu izleyemediğim için üzgündüm. Yüzümde buruk bir gülümseme oluşacakken, bunu zorla durdurdum.

Nefes alışverişimi daha da yavaşlatmaya başlamıştım. Şah damarımda bir el hissettim, sonrasını anlamamıştım. Gelen kişi bir kadındı, kim olduğunu bilmiyordum.

O kadının çığlığından sonra birkaç kişi daha odaya girmişti. Uykum gelmeye başlamıştı bir ara. Bir sedye üzerine konuldum ve odadan çıkarıldım.

Tüm kızların beni yerin altına indiklerini biliyordum ve çoğunun beni gördüğünü de. Bazı şeyler için bazen bedeller ödemek gerekiyordu, galiba ben de bunu yapmıştım.

Bu oyuna devam etmem uzun sürecek gibi duruyordu. En iyi olduğum şeylerden biri oyunculuk...

Asansöre bindirildim ve hangi kata gittiğimizi bilmiyordum. Asansörde kimlerin olduğunu da asansör durduğunda hızlıca inmişlerdi.

Galiba doktorların olduğu katta gelmiş olmalıydık ve beni bulunduğum sedye yerine başka bir sedyenin üzerine koymuşlardı. Bu haberin çabuk yayılacağını biliyordum ve o kadının buraya geleceğini de.

Bir perdenin kapanış sesini duydum. Ve sonra, "Ne trouvez-vous pas étrange que son jeu soit si bon ? Je croyais que c'était réel." (Oyunculuğunun bu kadar iyi olması sence de tuhaf değil mi? Ben gerçek olduğuna inanmıştım.)

Gözlerimi açtım ve karşımda Sibel ablayı buldum, oyunculuk derslerimi ondan almıştım. Ayağa hızlıca kalktım, ama başım dönmüştü. Bunu düşünmeden Sibel ablaya sarıldım.

Ve ben de fısıltı şeklinde Fransızca konuşmaya başladım. "Ai-je bien appris, monsieur?" (İyi öğrenmiş miyim hocam?)

Sibel abla Fransızca konuştuğuna göre birilerinin dinleme potansiyelinin olduğunu biliyor olmalıydı ve kimsenin Fransızca bilmediğine emindim.

Sibel abla başımın döndüğünü anlamış gibiydi. "Renard blanc, je sais que tu as le vertige. Maintenant, asseyez-vous sur la civière et écoutez-moi." (Beyaz tilki, başının döndüğünü biliyorum. Şimdi sedyeye geri otur ve beni dinle.)

Sibel abladan sarılışımı sonlandırdım ve sedyeye geri oturdum. Burada olduğunu bilmiyordum. İyi bir karşılaşma olmuştu. Ona gözlerimi diktim ve bir şeyleri açıklamasını bekledim.

Bana açıklaması gereken çok fazla konu vardı ve az bir zamanım. Bir haftalık bir zamanım benden çalınmıştı ve o bir haftada ne olduğunu bilmiyordum ya da örgütün ne yaptığını.

Sadece bir kişi içeriye girecekti ama görüyorum ki Sibel abla bu kuralı çiğnemişti. Bana anlattıklarına dayanarak kızı kaçırılmadan önce doktormuş. Kızı kaçırıldıktan sonra ise istifa etmişti.

Buraya nasıl girdiğini hayal bile edemiyordum. Birçok olay olmuştu ve benim hiçbir boktan haberim yoktu. Sadece şunu düşünebiliyordum,

Bana bir oyun oynanıyordu...

 

|•|

 

Uzun bir bölüm oldu. Herkesin istediği bir şey oldu Karanlık Adamın gözünden de okuduk.

Artık ona Kan diyebilirsiniz. Adı gibidir.

İyi günler dilerim...
❤️‍🩹

 

Loading...
0%