Yeni Üyelik
25.
Bölüm

24.вσ̈ℓϋм

@rukiyeakbal07

Sizleri uzun bir bölüm bekliyor lütfen oy ve yorumlarınızı eksik etmeyin.

 

🕯️


Dökülen kanların sebebi; bencillik ve küçük insanların kendilerini büyük gösterme istekleridir.

-A.Dumas

 

•••

​​​​​​

​​​​​

️▪️24.BÖLÜM: Kan Yağmurunu Armağan Ediyorum▪️


Gözlerime birer perde inmişti. O perdenin arkasında kalan gözlerim, geçmişi sanki silmiş gibiydi. Gözlerimin gerisinde saklanan seni bulamıyordum. Seni tanıyordum, seni biliyordum ve senden her zaman korkmuştum. Sen küçük Mera'yı yeniden bulacağını biliyordun. Sen küçük Mera'dan ailesini çaldın.

Ölümün asıl adı sendin. Hayır! Sen ölümdün ve her zaman öyleydin. Ben ölümü bulmaya çalışan küçük bir kız çocuğuydum. Sen ise o kız çocuğunu bir bataklığa sokmuştun ve oradan çıkmasını bekliyordun. Söylesene, iblis, benden daha kimimi alacaksın? Benim kimsem olanı aldığın yetmezmişgibi benden daha kimimi alacaksın?

Ben Mera değildim, hiçbir zaman olmadım. Sen küçük Mina'yı kalbine Mera diyerek kazındın. Gözlerimdeki o perdeyi artık kaldırmam gerekiyordu. Gözlerime çektiğin prangalardan artık kurtulma zamanımdı. Her zaman bana bir çocukluk borçlu olduğunu biliyorsun. Sen bana o çocukluğu ödeyeceksin.

Zamanı yöneten sen, şimdi ise zamanı geriye almaya çalışıyorsun. Gözlerimden hâlâ o prangalar kalkmamıştı. Bir sürede kalkmayacaktı ama çok az kaldı, sende biliyorsun. O kadar az kaldı ki, kanlı ve lanetli günlerin başlaması için günler, saatler ve hatta saliseler sayıyorsun.

Belki de savaş, beni sana getiriyordu...

 

***

 


Karşımdaki kişilere bakıyordum, hâlâ yüzümde şaşkınlık vardı. Nedeni ise daha önceki günlerde vücut ölçümü alan kadının önümde durmasıydı. Yanında ise dilsiz kadınlar vardı. Kadınlar dilsiz olsa da gözlerindeki isyanın parıltılarını görüyordum.


Yaşadığım şu anlar bana sanki yaşamıyormuşum ve o anın içinde değilmişim gibi hissettiriyordu. Gözlerim odada dolandı, gri duvarlar odayı birer yılan gibi sarmıştı; bu gözlerimi yormuştu. Odada sadece bir makyaj masası ve giyinme yeri vardı, beni hazırlayacakları yere getirmişti turuncu saçlı kadın.

Kadın kolumdaki elini biraz gevşeterek odaya beni soktu. Hiç kimseden ses çıkmıyordu, sanki sessizliğe mahkum edilmiştik. Dilsiz kadınları anlıyordum ama önümdeki beyazlaşmış saçlarıyla yaşını yerinde olan kadın tek bir kelime bile etmemişti. Yüzündeki şaşkınlık geçince, eliyle makyaj masasını gösterdi. Turuncu saçlı kadın, kolumdaki elini tam çekerek beni odaya doğru itmişti. Söylenenleri dinleyecektim, Sibel abla bunu yapmamı istemişti ve ben de uygulayacaktım.

Odada adım seslerim duyuldu, adımlarım makyaj masasının önünde durduğunda üstünün baya dolu olduğunu daha iyi görebilmiştim. Masanın içine yitilmiş sandalyeyi çekerek oturdum ve masaya bağlı olan aynadan kadınlara baktım ve gülümsedim. "Kefen var mıdır acaba?" Kadınlar bana daha şaşkın bir şekilde baktılar. Turuncu saçlı kadın ise gülerek odadan çıktı ve arkasından kapıyı kapattı, artık tek kalmıştık.

"Şaka yapıyorum, kefeni giymeyi sevmem ama giydirmeyi severim. Ah bu arada ben ne giyeceğim, sizden güzel bir şeyler bekliyorum." Sözlerim onların beni deli bulma olasılığını yükseltmişti. Hâlâ bana şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Birkaç saniye sonra yaşlı ama güzel fizikli kadın gülümseyerek, "Melekler kefenlenmez, sende bir melek gibisin." Bu sözler, bedenimin buz gibi olmasını sağlamıştı. Yüzümdeki gülümsemeyi sildim ve yüzüme yakışan ifadesizliği yüzüme takındım.

"Melekler satılmayı da sevmezler, melekler kaçırılmayı da istemezler ama bu konuları boş verelim, beni öyle hazırlamanızı istiyorum ki kimse beni tanımasın. Beyaz saten bir elbise istiyorum, bence bulabilirsiniz. Yaparsınız bunu, şimdi o elbiseyi bulun bana." Sessiz kalacağımı düşünmüş olamazlardı değil mi? Artık sessizlik olamazdı.

Üzerime atılan yağmur kokan toprak, beni daha da derinlere çekiyordu. Yağmur kokusu üzerime daha çok sinmeye başladı. Gözlerimden akan gözyaşlarımı toprak içine çekerek yeşillenmeyi umut ediyordu. Biliyordum, toprağın en derinlerine gömülecektim ve gömüldüğüm yerde huzura varacaktım. O gün insanların sesleri kesilecek ve ben tek başıma kalacaktım. Şaşıran kadınların yüzleri yüzüme döndü.

Yaşlı kadın yanıma gelerek arkamda durdu, aynadan yansımamıza baktım. Buruşmuş ellini kaldırarak beyaza yakın saçlarımı okşadı, bu gözlerimi yummama neden oldu. Gözlerimi hızlıca açarak kadının saçımda olan elini nazikçe uzaklaştırdım. Bunu yapmasına izin veremezdim. Saçlarıma sadece ablam dokunurdu, sevgiyle, şefkatle ve huzurla. Bu kadın, beni ikna etmek için saçlarımı okşuyordu.

Aynadaki yansımamızdan gözlerimi onunkine diktim. "Cevabımı alamadım, ismini bilmediğim kadın," kadın bir süre gözlerime bakakaldı. "İstediğin elbise şu an burada, ismim ise Maria. Bana böyle seslenebilirsin." demek ismi Maria'ydı. Güzel bir ismi vardı ve gençken de güzel olduğu aşikârdı.

"Tamam o zaman Maria, beni hazırlayabilirsiniz." Kadın kafasını salladı, elini yeniden saçlarıma getirdi, saçlarım dolaşmıştı. Üç haftadır buradaydık ve bir kere bile duş alamamıştım ama kirli görünmüyordum. Nedenini ise çözememiştim.

O oda da kaldığım sürece beni temizlemiş olabilirlerdi, ya da banyo bile yaptırmış olabilirlerdi, ama ben hiçbir şeyi hatırlamıyordum. Neyi hatırlayabiliyordum ki? Kendime bunun için çok fazla kızıyordum. Sanki bazı anılarımın üzerine toprak atmış gibiydim ve bu beni o topraklara sürüklüyordu.

Elbiseyi neden beyaz istediğimi bilmiyordum, ama kalbim beyaz giymemi söylüyordu ve ben de bunu yapacaktım. Kadın saçıma eliyle şekil vermeye başladı ve bir süre gözlerimiz birbirine çok fazla temas etti. "Saçlarının nasıl olmasını istersin, rebenok?" (Çocuk)

Bana çocuk demişti, ben artık çocuk değildim. Çocuk olamamıştım bunu benden çalmışlardı, çok az bir şey kalmıştı on dokuzuma, on dokuzuncu yaşıma ablamla girmek istiyordum ve bunu başaracaktım. Aynadan saçlarımı eliyle tutup yukarıya kaldıran kadına baktım. Saçlarım uzun ve kalın telliydi, bundan dolayı saçımın düz bir şekilde olmasını istiyordum. Şimdi her kıza bana davrandıkları gibi davranmadıklarını biliyordum, bu davranış benim için olmalıydı.

Diğer kızları yaşlarından büyük ve alımlı bir şekilde hazırlayacaklarını biliyordum. Sadece akşam olacak çetelerin toplanma gününde bunların hepsine son vermek istiyordum. Yüzümü kadına çevirdim ve "Saçlarımı düz bir şekilde istiyorum, Maria." dedim. Saçlarımı rahat bıraktı ve arkamdan çekilerek masanın yanına geldi. Elini uzattı. "İlk önce banyo yapman gerekiyor, saçların çok fazla dolaşmış. Güzel saçlarının kırılmasını istemem, rebenok."

Elinden tutmadım; kendim, sandalyeden kalkarak yanında ayakta durdum. Bunu yapmamı umursamadı ve kolumdan tutarak beni yürütmeye başladı. Kafamı kaldırdığımda, karşı duvara yürüdüğümüzü fark ettim. Kesin burada da bir oda olmalıydı. Duvarın önünde durduğumuzda, kadın elini duvara koydu. Duvara koyar koymaz duvar, bir kapı gibi açıldı ve içerideki ışıklar yanarak içeriyi aydınlattı. İçerisi de aynı bulunduğumuz oda gibi koyu griye bulanmıştı; içeride sadece duş yeri vardı ama hiçbir yeri kapalı değildi. Sadece duvarda bir duş başlığı vardı ve yanında ise kare bir ekran bulunuyordu.

Duş başlığına ilerledik; adımlarım biraz çekingen oldu. Biliyordum ki tek başıma banyo yapamayacaktım. Birilerinin yanında soyunmak, kendi benliğimi yerler altına almak gibiydi. Bunu bize yapmalarının nedeni ise bu tür şeylere alışmamızdı. Duş başlığının altında ben durmuştum, Maria ise yanımda bekliyordu. Gözlerimi gözlerine diktim. Kafası ile üzerimdeki beyaz ince şortu ve beyaz atleti gösterdi. Sorgulamadım ve üzerimdeki ince atleti çıkarıp biraz uzağa attım.

Altımdaki ince beyaz şortu da aynı şekilde çıkararak atletin olduğu yere doğru attım. Artık kendi benliğimi de yerler altına almıştım - yapmak zorundaydım, eğer ben şimdi yapmazsam daha kötülerini yaşardım - gururum artık beni terk etmiş ve ruhumu sanki bir intihar ipliğine asmıştı. Sandalyenin üzerine çıkardığı ruhum ölmek istemiyordu; yaşamak için can atsa da artık bir kere o idam sandalyesinin üzerine çıkmıştı. Bir kaçış yolu araması bile saçmalıktı; her şeyin bir sonu olmalıydı ve o kendi sonunu kendisi yazacaktı.

Çıplak bedenimle kadının önünde duruyordum. Vücudumu en ince ayrıntısına kadar incelemişti, bu ise gözlerimden akacak yağmurları dindirmiyordu. Bir yağmur damlası olup toprağa çakılmak isterdim. Yaşlılığına rağmen hâlâ dinç olan Maria, kolumdan tutarak duş başlığının altına tam girmemi sağlamıştı. Önünde durduğu ekrana ilk olarak sağ elini basmıştı. El izi sensörleri çalışarak beyaz bir ışık yaymışlardı.

Maria'nın elini okuyan ekran, bir menüye dönmüştü ama dili çok farklıydı; hiç bilmediğim bir dildeydi. Maria, ekrandan bir yere tıklamasıyla ekranın altında bir çekmece açılmıştı. Açılan çekmeceyle gözlerim oraya kaydı, içinde benim sevdiğim şampuan, duş jeli ve bir lif vardı. Maria, açılan çekmeceyi hiç umursamamış gibi hâlâ ekranla uğraşıyordu. Sevdiğim şampuanın buraya tesadüf olarak geldiğini düşünmek istiyordum. "Pochemu chertovy tekhnologii tak sovershenstvuyutsya?" (Siktiğimin teknolojisi neden bu kadar gelişir ki?)

Maria'nın sinirle konuşmasıyla ona döndüm. Galiba bir şeyleri başarmaya çalışıyordu ama yapamıyordu. Ekrana baktığımda, tanıdık geldi; hiç düşünmeden, "Sağdaki üst yere basacaksın," kelimeleri dudaklarımdan kaçıvermişti. Maria, şaşkın şaşkın bana bakmıştı; dediğim yere basınca, sıcak ile ılığın arasında giden su üzerime akmaya başlamıştı. Şu an yüzüme, bir şeyleri anlamaya çalışır gibi bakıyordu.

Aslında sadece beynim, yaşadığım olayları kafamdan silemiyordu. Bu, beni ne yapardı bilmezdim ama bazen işime yarıyordu. Rusçayı anlıyordum ve ana dilim gibi konuşabiliyordum; ablam, canım ablam, ona babam öğretmişti Rusçayı. Bana da ablam öğretecekti ama onu benim elimden almışlardı.

Kafamı yukarıya kaldırarak, sıcak ile ılığın arasında giden suyu daha çok hissetmeye başladım. Gözlerim su damlalarıyla kapanmıştı, kararan dünyam ile Maria'nın yanımdan uzaklaşmasını hissetmiştim. Gözlerimi açmadım, açamadım. Suyun hazzını hissetmek için saçlarımı arkama attım ve kafamı daha çok geriye attım. Su bedenimden akan kanların temizliğiydi, su bedenimden akan toprağın çamurlaşmasıydı.

Suyun beni temizleyeceğini düşünerek daha çok suya yakınlaştım. Beni su temizler miydi peki? Bedenimdeki kan lekelerini ve toprak parçalarını su temizler miydi? Bedenim sanki kuru çöllerde kalmış gibi suyu içine çekmek istiyordu. Kolumda hissettiğim el ile gözlerimi açtım ve o temizlik duygusu üzerimden kan damlaları gibi akıp gitmişti. Maria üzerine plastik bir giysi giymişti. Hayır, sarı ya da renkli bir şey değildi sadece şeffaftı. Galiba yaşarmak istemiyordu, haklıydı da suyu kim hissetmek isterdi ki?

Açılan çekmeceden şampuanı çıkardı ve kapağını açtı, odayı karanfil kokusu sarmıştı. Bu gözümü kapatma isteğini getirmişti ama kapatmamıştım. Maria gözlerime baktı, "Ben saçlarıma sürebilir miyim?" gözlerine bakarak söylediğim soruyu cevaplamamıştı. Elline sıktığı şampuanı saçlarıma sürdü, akan su sanki azalmış gibiydi. Saçlarıma sürdüğü şampuan suyun etkisiyle köpürmeye başlamıştı.

Gözlerimi kapattım ve bu durumun sonlanmasını bekledim. Elimden bir şey gelmiyor diyemezdim, elimden her şey gelebilirdi ama ben yapmadım. Sadece kendimi bıraktım ve dudaklarımı mühürledim. Saçlarım köpükten su ile arındıktan sonra vücudumda yumuşak lifi hissettim. Belimde olan lif göğüslerime çıktığında dayanamamıştım. "Lütfen, bunu ben yapayım." Maria kısık çıkan sesimle açılan gözlerime baktı.

Kafasıyla beni onayladı ve elindeki lifi bana uzattı. Vücuduma lifi yumuşak bir şekilde sürmedim, derimi soyacak gibi sürtmüştüm. Bu beyaz tenimi kırmızıya bulamıştı. Bir süre sonra ise Maria, elimdeki lifi almıştı. Köpük olan bedenime su daha şiddetli çarpmaya başladı. Kızaran yerler sıcak suyla daha çok yanmıştı.

Bu acıyı hissedemedim, diğer acılarım buna izin vermedi. Su yavaşça azalmaya başladı, bedenimden ellerini çekmeye başlamıştı. Damla damla üzerime akan su durmuştu. Kendimi temiz hissetmem gerekirken daha kirli hissediyordum. Sıcak su durduktan sonra bedenim üşümüştü, kollarımı bedenime sardım ve kendimi ısıtmaya çalıştım.

Ayak sesleriyle kafamı kaldırdım ve karşımda duran üç kadına baktım. Maria'nın elinde beyaz bir havlu vardı. Diğer kadınlar neden yanında duruyordu hiç bilmiyordum. Maria'nın adımları yanımda durduğunda gözlerimle gözlerini sorguya çeker gibi bakmıştım. O ise sadece havluyu vücuduma sardı ve ıslak bedenimi yürütmeye başladı.

Islak adımlar attığım için çok gıcık bir ses çıkıyordu ve bu beni çileden çıkarmıştı. Banyodan çıktığımızda yeniden aynı odaya gelmiştik ama tek farklılık zaman kavramını yitirmiş olmamdı. Odayı tekrar süzdüğümde artık bir boy aynasının getirildiğini de görmüştüm. Maria duraklamamdan sonra yeniden beni yürüttü, bu sefer giyinme kabinine gidiyorduk. Vücudumun her bir zerresini görmüştü, bu kabine neden geldiğimi anlayamamıştım.

Giyinme kabininin kapısını lâl kadınlardan bir tanesi açmıştı. İçeriye sadece ben ve Maria girmiştik. Kabin sadece iki kişinin sığabileceği bir dar alandı ve iki küçük askılık olduğunu gördüm. Askılığın tekinde beyaz bir bornoz varken diğerinde, siyah uzun poşetle kaplı bir kıyafet vardı. Bu istediğim elbise olmalıydı. Maria askılıkta olan beyaz bornozu alarak bana uzatmıştı. Elinden bornozu aldım ve üzerimdeki havlu yerle buluştu.

Hızlıca üzerime beyaz bornozu geçirdim ve ipliklerini sıkıca bağladım. Yüzümü kaldırmamla bana şefkatle bakan Maria'yı gördüm. "Benden sana hiçbir zarar gelmez rebenok." Ne derse desin, ben kendi gölgeme bile güvenen birisi değildim. Çıplaklık, insanı güçsüz düşürürdü ve ben çıplak kalmaya alışık birisi değildim.

Cevap vermedim, vermek istesem bile dudaklarım komutuma uymadı. Diğer kadınlar beni çıplak görmüşlerdi ama bu kadın neden beni buraya sokmuştu, bunu hiç ama hiç anlayamamıştım. "Beni neden buraya soktun kadın?" sorum yüzündeki ifadeyi değiştirmişti. Bu ise yüzüme bir gülümsemenin yayılmasını sağlamıştı.

"Ty ne pomnish', malysh? YA ne ponimayu, kak ty mog zabyt', no chto ty ponimayesh'? Bud' to krovavyy plach ili krovavaya rvota. Kogda ty vspomnish', Mera..." (Hatırlamıyorsun değil mi çocuk? Nasıl unutabildin anlayamıyorum, ama sen anlayacaksın ister kan ağlayarak, ister kan kusarak. Ne zaman hatırlayacaksın peki Mera...)

Neyden bahsettiğini anlamıyordum, neyi hatırlamalıydım ya da neyi anlamıyordum? Maria'nın konuşması kafamda dönüp duruyordu.

Hatırlamıyorsun değil mi, çocuk?

Neyi hatırlamıyordum ben? Gözlerimdeki prangalar belki de bu yüzden kalkmıyordu. Hatırlamadığım olaylar vardı ve ben o yapbozları bu yüzden birleştiremiyordum. Cevaplarımı alabileceğim kişiyi biliyordum, bu kadın sadece bir piyondu. Piyonları görevi sadece mesajı iletmek olurdu ve ben mesajı gayet iyi anlıyordum.

Ne zaman hatırlayacaksın peki, Mera?

Mera... Bu olmamalıydı belki ama beynim sanki beni öldürmek istercesine ağrıyordu. Neden bu kadar ağrıyordu ki? Neleri silmiştim kafamdan, belki de silmekle kalmamıştım. Geçmişi hatırlamam için geçmişimi bulmam gerekiyordu.

Bildiklerim bir damla, bilmediklerim ise bir okyanus gibiydi...

Kadın başımın döndüğünü düşünerek kolumdan tutmuştu. Belki de beynim bir şeyleri anlamamı istiyordu. Ben ise o şeyleri erteliyordum. "Dışarıdaki kadınlar lâl olabilirler ya da sağır, ama dudak okuyabiliyorlar. Hepsinde bu eğitim var, onların yanında konuşurken iki kez düşünmeyi unutma, rebenok." Kafamı sallayarak onu onayladım.

Kolumdan sert olmayacak bir şekilde tekrardan tutmuştu. Kabinin darlığı içimi daralmıştı, bu da yetmiyormuş gibi bir de griydi her taraf. Maria giyinme kabinin kapısını açtığında dışarıya çıkmıştık. Bizi bekleyen kadınlar merakla yüzümüze bakmışlardı. Demek dudak okuyabiliyorlardı, bu her şeyi duymasalar bile anladıklarını gösterirdi. Beni yeniden makyaj masasına oturttuğunda artık yüzümü daha net ve temiz hissediyordum.

Saçlarımın ıslaklığı kurumamıştı, yüzüme düşen su damlacıkları bunun kanıtıydı. Açık mavi gözlerim saçlarımda dolandı, beyaz olan saçlarım koyulaşmıştı ve gri gibi duruyordu. Sıcak suyun yüzünden yanaklarım kızarmıştı, bunu zıt tenim ise o kadar çok solgun gözüküyordu ki, bu zıtlık gözümde o kadar kötü görünüyordu ki, aynadaki yüzümün bulanıklaşmasını istiyordum.

Maria hızlı bir şekilde saçımı, saç kurutma makinesi ile kurutmuştu. Saçlarım bu kurutmanın etkisiyle biraz kabarmıştı. Saçımı bir tokayla tutturduktan sonra sandalyenin ayarlarıyla oynamıştı ve biraz geriye doğru yatırmıştı. Makyajı yapacaktı galiba; yerime oturduğum zaman diliminde hiç konuşmamıştık. İkimiz de sessizliğe gömülmüştük.

O yüzüme makyaj yaparken ben de yüzünü inceliyordum; belki de bir yerlerden tanıdığımı umut ediyordum, ama bu imkansızdı. Ne o beni önceden tanıyordu ne de ben onu önceden tanıyordum. Kısık bir sesle gözlerimi biraz daha açmamı istediğinde, gözlerimi açtım. Kirpiklerime siyah maskarayı sürdüğünde, sarı ile kahverengi arasında giden kirpiklerimin rengi bana tuhaf gelmişti, ama sesimi çıkarmamıştım.

Bir süre sonra ise benden gözlerimi kapatmamı istemişti, bende onun talimatına uyarak gözlerimi kapatmıştım. Göz kapaklarıma fırça sürdüğünde, far sürdüğünü anlayabilmiştim. Gözlerimi bundan sonra hiç açmamıştım, hayır uyumamıştım, sadece gözlerimi kapatmak istemiştim ve kapatmıştım. Aradan birkaç saat geçtikten sonra Maria sandalyenin ayarıyla yeniden oynadığında, yeniden dik bir hâle gelmiştim.

Hâlâ gözlerimi açmamıştım, Maria arkama geçerek saçımdaki tokayı çıkarmıştı. Gözlerim kapalıyken duyma yetim daha çok kabarıyordu. Kulaklarım her şeye odaklanıyordu. Maria saçıma sprey sıkıyordu, sonra ise tarıyordu, saçlarımın kabarıklığını alıyordu galiba. Yeniden fön makinesinin sesini duyduğumda, saçlarıma fön çektiğini anlamıştım. Fön makinesinin sesi yarım saat sonra susmuştu.

Duyduğum seslerle fön makinesini kaldırıyordu. Yeni bir cihaz çıkardığını duymuştum; bu cihazın ise düzleştirici olduğunu biliyordum. Saçlarımı bir süre düzleştirdi ve sonra ise "Gözlerini neden açmıyorsun, rebenok?" İyi bir soruydu, bu soruyla aramızdaki sessizlik yeminini bozmuştu.

"Sadece kapatmak istedim ve kapattım. Bence bu davranışlarım artık sana tuhaf gelmemeli," sözlerim bittikten sonra yavaşça gözlerimi açtım. İlk karşılaştığım görüntü aynadaki kişiydi; görüntüm demiyordum çünkü Maria beni makyaj ile iki, üç yaş büyütmüştü. Dudağımdaki kan kırmızısı ruj mattı ve beyazlığıma o kadar zıttı ki anlatamazdım. Aynadaki görüntüm gözlerime çok fazla tuhaf gelmişti.

Aynadaki görüntü, benim gelecekteki halim gibi duruyordu, ama değil gibiydi, sanki oraya sıkışmış kalmış gibiydi. Maria'ya gözlerim kaydığında bana gülümseyerek bakıyordu. 'Tvoya krasota nastol'ko sovershenna, chto ya mogu ponyat', pochemu ty privlekayesh' tebya. Ty kak boginya, Mina.' (Güzelliğin o kadar mükemmel ki sana neden tutulduğunu anlayabiliyorum. Bir tanrıça gibisin, Mina.)

Gözlerim yeniden aynadaki kendimle buluştuğunda bu farklılığı sevmemiştim. Aynadaki kişi ben değildim, ben hiçbir zaman aynadaki bu kişi olmayacaktım. Yüzüme yeni bir maske daha taktım, bu seferki kendinden emin, hiçbir şeyden korkmayan, deliliğiyle ön plana çıkan ve ellerindeki kanın kime ait olduğunu bilen bir maske takmıştım.

Yüzümdeki gülümsemeyi büyülttüm. Maria'ya döndüm, gülümsemem güzel gözükebilirdi ama altında yatan anlamlar güzel değildi ve kan ağlıyordu. Maria beni sandalyeden kaldırdı. Yüzümdeki gülümseme tam anlamıyla yok olmamıştı, Maria gülümsememi söylediği sözlere bağlasa da o sözlerle bir ilgisi yoktu. Yeniden giyinme kabinine girdiğimizde, sıkı sıkı bağladığım bornozun ipliklerini kolayca söktü ve omuzlarımdan çıkartarak yere düşmesini sağladı.

Yüzüme taktığım yeni maske sayesinde hiçbir duygum belli olmuyordu ama kendimi tedirgin hissediyordum. Arkamdaki küçük askılıktan siyah elbise kılıfını uzanarak almıştı. Dikkatlice fermuarı açtığında beyaz saten elbise ortaya çıkmıştı. 'Çok güzel değil mi? Bu elbiseyi geçen sene tasarlamıştım ve ne garipse sen buna benzer bir elbise istedin. Bu elbisenin adı, Krovavaya Zhemchuzhina özel bir dikim olduğu için sadece bir tane var ve onu sen giyeceksin. O gün senin vücut ölçülerini aldığımda bu elbiseyi senin giydiğini düşündüm ve olanlara bak Mina, onu sen giyiyorsun.' (Kanlı İnci Tanesi)

Heyecanlı, heyecanlı kurduğu cümleler elbisenin bir hazine olduğunu düşünmemi sağlıyordu. Demek Kanlı İnci Tanesiydi ismi. Elimi yavaşça kaldırdım ve dokundum, hissettiğim yumuşaklık ve elimin üzerinde kaymasıyla o elbisenin bu elbise olduğunu biliyordum. Bu elbise benim için dikilmişti.

Maria elbiseyi kılıftan tam çıkardığında bir yırtmacı olduğunu görmüştüm. Bu ise elbiseyi cezbedici göstermişti. Yaşlı kadın tasarımdan anlıyordu, kırışmış elleriyle bir hazine yaratmıştı. Maria Kanlı İnci Tanesini yavaş ve dikkatlice bana giydirdi. Arkamı döndürdüğünde belimin açık olduğunu Maria'nın parmaklarıyla hissettim ve belime değen inci taneleri ise cabasıydı. Maria yeniden dikkatli bir şekilde elbisenin fermuarını yukarıya doğru çekti.

Ondan tarafa döndüğümde ise bana hayran olmuş bir şekilde bakıyor olduğunu gördüm. Bana yaklaştı ve elbisenin arasında kalan uzun beyazımsı saçlarımı özgürlüklerine saldı. Artık hazırdım galiba, bu düşünce aklımdan geçerken Maria hâlâ hazır olmadığımı biliyordu. Yere yaşlılığından dolayı fazla eğilemiyordu, ne yapmaya çalıştığını anlamak için yere baktığımda siyah bir ayakkabı kutusunu gördüm.

Onun yerine ben eğilerek ayakkabı kutusunu aldım, elimdeki ayakkabı kutusuyla yeniden doğrulduğumda Maria elimden almıştı. Kabinin kapısını açarak ikimizi de dışarıya çıkardı. Yalınayak olan ayaklarım yerin soğukluğunu fazlaca hissediyordu. Adımlarımız tekrardan makyaj masasını buldu, sandalyeyi çekerek oturmamı sağladı. Ama makyaj masasına bakmıyordum, Maria ve diğer kadınların yüzlerine dönüktüm.

Maria elindeki siyah ayakkabı kutusunu dilsiz kadının tekine verdi. Kadın ayaklarımın önünde eğilmişti, siyah ayakkabı kutusunu yere koyduğunda kapağını açtı. İnci taneli beyaz bir ayakkabıydı, elbiseyle uyumlu olmalıydı. Kadın ayağımı tutarak ayakkabının tekini giydirdi, rahat bir yapısı vardı, dövüşebilirdim, bunu engellemezdi.

Diğer ayakkabıyı giydirdiğinde ise kadın siyah kutuyu yerden alarak diğer kadının yanına gitti. Maria elini uzattı, gözlerine baktım ve sonra kendim ayağa kalktım. Maria sadece buna güldü, elini tutmadığım için şimdi de kolumu tutmuştu. Kadınlar iki tarafa ayrıldığında boydan aynada kendime bakakaldım. Görüntüdeki kadın Mina değildi, Mera'ydı.

Elimi üzerimdeki elbiseye sürttüm, hissi güzeldi. Yırtmacı beyaz solgun bacağımı yeterince gösteriyordu. Göğüs dekoltesi ise çok fazlaydı, benim giyebileceğim türden bir şey değildi ama benim için yaratılmıştı ve benimdi.

Yavaşça arkamı döndüm ve geriye baktım, belimle inci taneleri sanki bir ahenk içindeydi. Görüntü güzeldi ama görüntünün içi güzel değildi; içi katran karasına boyanmıştı. "Artık hazırsın, rebenok." Beni hâlâ bir çocuk olarak görüyordu, onun gözünde ben bir çocuktum. Kapı sert bir şekilde açıldığında, kafam oraya dönmüştü; gelen kişi, turuncu saçlı kadından başkası değildi. "Zaman doldu." Dilsiz kadınlara ve Maria'ya gözleriyle işaret etti.

Maria, komutu almıştı, dilsiz kadınlar gibi kapıdan dışarıya çıkıp gitmişti. Son kez bana baktığında ise dudaklarını hareket ettirerek bir şey söylemişti: İyi şanslar. Belki de şansa ihtiyacım yoktu; şansı ben kendim yaratacaktım.

Onlar gözler önünden kaybolunca, turuncu saçlı kadın elindeki siyah el çantasıyla içeriye girmişti. Kapıyı ise arkasından hemen kapatmıştı. "Mina, çabuk olmalıyız. Bütün çete liderleri toplandı ve kızlar birazdan sergilenecekler." Elindeki çantayı yere bıraktı ve yere eğilerek fermuarını açtı; içinde birçok çeşit silahın olduğunu görmüştüm. Elindeki küçük silahı bana uzattı; elinden aldım.

Yanımda durduğu için elbisemin yırtmaçını kolaylıkla açmıştı. Silahı koyacağım aparatı ayağıma takmıştı. Elimdeki silahı alıp oraya yerleştirdi. Çantadan dinleyiciler ve kulaklıklar çıkarmıştı; bunlar öyle kablolu falan değillerdi, küçücük şeylerdi. Dinleme cihazını ayağa kalkarak göğüs dekolteme takmıştı. Kulaklıkları ise kulağıma yerleştirdiğinde, orada oldukları bile belli olmuyordu. Yeniden çantaya eğildiğinde içinden küçük bir bıçak çıkarmıştı.

Elindeki bıçağı göğüs arama soktuğunda geri çekilmişti. "İşte şimdi hazırsın. Seni nelerin beklediğini bilmiyorum ama ilk öldüreceğin kişi ise beyaz tiyatro maskeli kadın. Hatırlıyorsun, değil mi?" Kafamı sallayarak onu onaylamıştım; isyanı kanla başlatacaktık. İlk ölen kişi ise o deli kadın olacaktı. "Peki, Sibel abla hazır mı?" Hazır olmuş olması gerekiyordu; umarım hazırdır.

"Evet, hazır. Sadece bizden bir komut bekliyor, Mina. Şimdi seni üst katta çıkaracağım. Orada bir alana gireceksin, sonra o alandaki başka bir asansöre binip aşağı kata indirileceksin. Emirlere uy ve sadece sergilenmeyi bekle. Sadece 200 kız olacak orada, özel olanlar." Demek özel olanlardı; bu yüzden bizi dikkatli bir şekilde hazırlıyorlardı.

Kafamla onayladım, fazla konuşmaya gerek yoktu. Turuncu saçlı kadın kolumdan tuttu ve beni kapıdan dışarı çıkardı. Gri koridor, içimi daha çok daraltmıştı. Geldiğimiz gibi, asansöre doğru yürümeye başladık. Adımlarımız, kendinden emin adımlardı; bu adımlar kendinden emin olmalıydı.

Asansörün önünde durduğumuzda, kapıları sanki geldiğimizi anlamış gibi açılmıştı. Asansöre adımımı attığımda, artık bir geri dönüşün olmadığını biliyordum. Turuncu saçlı kadın, kameralardan birisine kafasını onaylar bir şekilde salladığında, gri rengindeki koridor, asansörün kapılarının kapanmasıyla yok olmuştu. Yukarıya doğru giden asansörle bir dakikalık bir yolculuk geçirmiştik. Asansör durduğunda, kapılar bir süre açılmadı.

"Adım Feraşe," turuncu saçlı kadının konuşmasıyla ona dönmüştüm. Tuhaf bir ismi vardı. Arapça kökenliydi ve anlamı kelebekti. Bir kitapta okumuştum; güzel bir isimdi. Ona döndüm ve gerçek olan bir gülümsemeyle, "Memnun oldum, Feraşe." dedim. Ve asansörün kapıları açıldı. Geniş alanda yüzden fazla kız vardı ve hepsinin elbisesine bir sayı yapıştırmışlardı. Geniş alan, masumluğun rengi olan beyazdı. Feraşe beni öne doğru ittiğinde, yavaş adımlarla önümdeki alana doğru yürüdüm.

Arkama döndüğümde ise asansörün kapıları kapanmadan Feraşe konuştu: "İyi şanslar, küçük kız." Konuşması bittikten sonra asansör, yeniden aşağı doğru inmeye başladı. Yeniden önümü döndüğümde, önümde bir kadın belirmişti; elindeki kağıdı göğsüme yapıştırmıştı.

100...

Yüzüncü kız bendim; peşimi bırakmayan bu rakamlar, bana kendisini hatırlatıyordu. Sanki bilerek beni buluyordu. Yüzümdeki tepkimi sildim ve kadına baktım. "Şuradaki üçlü kızın yanına git." O tarafa baktığımda, bizim kızların olduğunu anlamıştım. Hızlı adımlarla kızların yanına vardığımda, hepsi şaşkın bir ifadeyle bana baka kalmıştı.

Buradaki herkes siyah giyerken, ben beyaz giymiştim. Farklılığım, herkes tarafından fark edilmemi sağlıyordu. Gurubumuzun önünde bir kadın belirmişti. Sarı saçlarıyla ve kendinden emin bakışlarıyla bize bakıyordu. "Konuşmak yasak kızlar, eğer konuşursanız daha beter bir halde olacaksınız. Bu akşam kimse konuşmayacak ve sessizliği bozmayacak."

Kızlar, tepki verememişti; çünkü konuşmak yasaktı ve biz tepki verememiştik. Onlara durumu anlatamayacaktım, bu iyi olmamıştı. Hepimiz tek sıra içerisindeydik ve önümüzde sarışın kadın vardı. Kızları incelediğimde, hepsinde aynı elbise vardı ve sadece bedenleri farklıydı.

Saçları aynı şekilde topuz yapılmıştı; gördüklerim, kendimde bir sorun varmış gibi hissettirmişti bana. Dolu olan alan yavaş yavaş azalıyordu ve önümüzü görebiliyorduk. Camdan bir asansör vardı ve tekli gruplar halinde asansöre biniliyordu. Ben yüzüncü kızdım; Melodi ise doksan dokuzuncu kızdı, ondan önce gelen Cansu ise doksan sekizinci kızdı, ilk başta olan Özlem ise doksan yedinci kızdı.

Bizi sıramıza göre dizmişlerdi, değişik şeyler oluyordu. Sistem o kadar değişikti ki, anlayamıyordum. Zamanla içerisi boşalıyordu; bizler ise ayakta, sessizce bekliyorduk. Önümüzdeki grup camdan olan asansöre bindiğinde sıranın bize geldiğini anlamıştım. Kadın, yeniden bize döndüğünde, "Sadece yürüyeceksiniz ve kimsenin yüzüne bakmayacaksınız. Direkt önünüze bakarsanız daha kolay olur," dedi. Kızlar, kafalarını sallayarak onayladılar ve kadın, yeniden önünü döndüğünde asansör gelmişti.

Adımlarım, yeri inletecek kadar sertti; bugün o gündü. Yıllarca ablamı aramıştım ve bulamamıştım; başıma neler gelmemişti ki... Benliğimi yok etmişlerdi, şimdi ise ben onları yok edecektim. Artık sıra bendeydi, yok etme sırası bendeydi artık. Camdan asansöre bindiğimizde, kaç kat yukarıdaydık bilmiyordum ama çok kat yukarıda olduğumuz belliydi. Cansu'dan korku nidaları çıktığında kadın, ona sert bir şekilde bakmıştı. Asansörün kapıları tekrar ve tekrar kapandı; hızlı bir şekilde inen asansör gerçekten mide bulandırıyordu.

Ama hâlâ ayaklarım, yere sert basıyordu. Asansör, bir süre sonra durduğunda kırmızı bir halı gözler önündeydi ve kırmızı halı yerden yüksekteydi. Kafamı yukarıya kaldırdığımda, maskeli çoğunluğun yukarı kattaki balkonda olduğunu fark etmiştim. Görevim olan kadın da onların arasındaydı, görüyordum. Önde olan Özlem, korkak adımlarla kırmızı halıya yürüdü; arkasından ise Cansu onu takip etti. Kırmızı halı genişti ve bir metre uzağında insanlar, sandalyelerinde oturmuş ellerindeki kartları yukarı kaldırıyordu.

Fark ettiğim şeyle kafamdan aşağıya soğuk sular dökülmüş gibiydi. Bizleri açık artırma ile satıyorlardı; insanlar, her ellerini yukarı kaldırdıklarında kağıttaki para sayısı gözler önüne sunuluyordu. Cansu, yavaş adımlarla yürürken arkasından Melodi yürümeye başlamıştı. Mavi saçları hâlâ onu hırçın yapıyordu; bu hırçınlığını birazdan gösterecekti.

Sıra bana gelmişti; kalbim, güm güm atıyordu heyecandan değildi. Yeniden birisini öldürecek olmamdandı. Yüzüme her zaman taktığım ifadesiz bir maske taktım ve Melodi'nin arkasından bende yürüdüm. Bir şeylerin sonuna gelmek gerekiyordu artık ve ben gelecektim. Adımlarım, kendinden emin şekilde birbirini takip ediyordu; asansörden çıktığım an herkesin yüzü şaşkın bir hâl almıştı ve eller yukarı kalkıp, kalkıp iniyordu.

Bana paha biçiyorlardı; beni parayla satın alabileceklerini sanıyorlardı. Yürüdüm, kırmızı halıda bir kuğu gibi; kuğunun şeytan olduğunu görmüyorlardı. Hepsi imrenerek bakıyordu ama içimdeki acıları görmüyorlardı. Özlem, kırmızı halının sonunda açılan kapıdan içeriye girmişti. Ben ise kırmızı halının ortasında bekliyordum; en iyi ateş edebileceğim alan burasıydı ve kadın da yukarıda, tam karşımdaydı. Konuştum, içimdeki katranı döker gibi,

"Kanlı bir yağmur yağmayacak belki ama şimdi ben size kan yağmurunu armağan ediyorum!"

Yırtmacımdaki silahı çekip çıkardım ve tiyatro maskeli kadının anlına gelecek şekilde silahı sıktım. Silah kullanmayı biliyordum, hem de en iyi şekilde; kurşunu yavaş bir şekilde giderken izliyordum döne döne giden kurşun, kadının anlının ortasını delmişti. Maskesi kırmızı kanına bulanırken yanında duran siyahlar içindeki adamın üzeri kan olmuştu.

Kulaklığıma dokundum ve bağırdım, "GÖREV TAMAM!" Siyah giyimli korumalar üzerime gelmeye başladığında, hepsini vurmaya başladım. Beyaz olan elbiseme kan sıçramıştı ve artık masum değildi.

Kafamı kaldırdığımda, o adamı gördüm; siyah maskesiyle beni izliyordu ve yerinden bile kalkmamıştı.

Ve Mera, savaş sayesinde karanlığına ulaşmıştı.

Kan Aleksevv, artık Mera'nın onu bulduğunu biliyordu...

Me and the Devil
'Ben ve Şeytan'

Walking side by side
'Yan yana yürüyoruz'

 

 

Diğer bölüm için o kadar heyecanlıyım ki anlatamam. Bu bölümü yazmak o kadar zamanımı aldı ki , lütfen bölümü oylayın ve yorumlayın. Bu bende yazma isteğini çoğaltıyor.

İyi günler dilerim...

 

Loading...
0%