@rukiyeakbal07
|
Kᴀʀᴀɴʟıᴋ ʜᴇᴍ ᴋᴏʀᴋᴛᴜɢ̆ᴜᴍᴜᴢ ʜᴇᴍ ᴅᴇ ꜱᴀᴋʟᴀɴᴍᴀᴋ ɪᴄ̧ɪɴ ᴀʀᴀᴅıɢ̆ıᴍıᴢ ᴛᴇᴋ ʏᴇʀ. Bᴇɴꜱᴇ ᴋᴀʀᴀɴʟıᴋᴛᴀ ɢᴇᴢᴍᴇʏɪ ʜᴜʏ ᴇᴅɪɴᴍɪꜱ̧ ʙɪʀ ɢᴏ̈ʟɢᴇ...
▪️29.BÖLÜM: Yağmurda Islanan Zakkum Çiçeği ▪️
Uyanmam lazımdı. Birisinin beni uyandırması gerekiyordu. Düşürüldüğüm bu karanlıktan birisinin beni çıkarması gerekiyordu. Elimi uzattığım boşlukta bir el bekliyordum, o elin hiçbir zaman elimi tutmayacağını biliyordum. Cehennemde insanın elleri üşür müydü? Ellerim donuyordu. Ellerim o kadar çok üşüyordu ki sanki ölecekmişim gibi. Belki de çoktan ölmüştüm ve artık hissetmiyordum.
Elimi tutmasını beklediğim kişi, üzerime bir pençe kara toprak atmıştı. O toprak beni yerin yedi kat aşağısına düşürmüştü. Şimdi ise kalkamıyordum, artık kalkmaya gücüm kalmamıştı; ben ölüme hazırdım. Ölümü beklerken toprağıma dökülen suyla filizlenmeye başlamıştım. Kalkamayacağımı düşünmüştüm, soğuk ellerimi kimsenin tutmayacağını düşünmüştüm. Ölümün kucağındayken toprağıma dökülen suyla yeniden ayağa kalkmıştım. Yavaş yavaş büyüyerek bir çiçek olmaya başlamıştım. Ben cehennemde büyüyen bir çiçektim. Toprağıma her gün dökülen su damlacıklarıyla büyümüştüm; şimdi ise köklerimi cehennemin her yerine yayıyordum.
Dallarım ise cehennemin her yerindeydi. Hâlâ açmayan çiçeklerime dokunan sıcak ellerle çiçeklerim teker teker açmaya başlamıştı. Her bir açan çiçeğimle gözlerim açılmıştı. Ben Zakkum çiçeğiydim, ben ölüm çiçeğiydim. Kokumla şeytanı baştan çıkaran çiçektim. Bana dokunan şeytanı baştan çıkarmıştım kokumla. Beni cehenneme eken ellere teker teker açmıştım çiçeklerimi. Tohumumu eken şeytan, bana su vermeyi unutmamıştı. Üzerime toprağı atan ise en sevdiğimdi.
Şimdi ise her yere köklerimi salmıştım. Şeytan bana fısıldadı: "Gözleri açılan Zakkum çiçeğim, köklerini cehenneme yayma zamanın gelmedi mi?" Şeytan bir şeyi bilmiyordu: Ben, beni eken herkese ölüm getirirdim...
Şimdi kabustan uyanma vakti, ölüm çiçeği; ya da daha derin bir kabusa mı dalacaksın?
❦
Bir kapı sesi duydum. Açılan kapıyla birlikte acele adımların seslerini de duyuyordum. Bir saatten fazla küvetin içinde uyumuştum. Su buz gibi olmuştu. Kapı açılmadan iki üç dakika önce uyanmıştım ve uykudan ayılabilmek için küvetin içine kafamı da sokmuştum. Gözlerim açıktı ve suyun altından, suyun yüzeyinde oluşan köpüklere bakıyordum. Gözüm yanmamıştı. Acele adımlar küvetin önünde durduğunda, sert eller bedenimi suyun altından çekti. Yeniden oksijenle buluştuğumda gözlerim hemen açılmıştı ve beni sertçe çeken kişiyi görebilmiştim. Üzerindeki pijamaları benim yüzümden ıslanmıştı, saçları dağınıktı. Yüzüme ise endişeyle bakıyordu.
Yüzüne baka baka kahkaha atmaya başladım. Kendimi öldüreceğimi falan mı sanmıştı acaba? Böyle bir şey o yok olmadan mümkün olmayacaktı. Kahkahamla yüzüme tuhaf tuhaf bakmıştı. Tuhaf bakışlara alışkındım ama gözlerinin derinliklerinde bir korkuyu fark edebiliyordum. Bu ise onu kullanmam gerektiğinin kanıtıydı. Bacaklarımdan kavradı ve belimden tuttu. Daha "Ne yapıyorsun?" diyemeden bir çığlık kaçmıştı dudaklarımdan. Ani beni kucaklamasıyla, ellerim boynunu bulmuştu. Bunu yapmak istememiştim. Çıplaklığım ve bir saat küvetin içinde yatmamdan dolayı vücudum üşümüştü. Kafamı kaldırdım ve toprak karası gözlerine baktım.
"Alekseev, beni hemen indiriyorsun." Yüzüme öylece baktı ve ileri doğru yürüdü. Banyo büyüktü ve havlu dolabına ilerlediğini düşündüm. Birkaç adım sonra siyah kapaklı dolabın önünde durduğumuzda beni indireceğini düşünmüştüm ama adam beni yere indirmeden tek eliyle beni tutmuştu ve diğer eliyle de dolaptan bir bornoz ve saç havlusu almıştı. Bakışlarım ise beni tutan elindeydi. Elinin her tarafı dövme doluydu, buna diğer eli de dahildi.
Boğazında ise siyah bir ejderha vardı, ejderha yukarı doğru uçuyordu ve kanatları uçtuğu için açıktı. Tenine işlenen bu dövme hem tuhaftı hem de güzeldi. Islak elimi kaldırdım ve boğazındaki dövmeye dokundum. Siyah mürekkeple işlenen bu dövme çoğu insana korku verirdi ya da dövmenin sahibi çoğu insana korku veriyordu. Korku verdiği insanlardan ise evlatlarını çalıyordu. Kollarında olduğum adam herkese korku verirken şu an kollarında olmamın saçmalığını düşündüm.
Dolabın kapağını kapattı ve benimle birlikte banyonun kapısına ilerledi. Elindeki bornozu ve saç havlusunu üzerime koymuştu. Yeniden iki eliyle beni taşımaya başlamıştı. Sonra ise kafama dank diye yeniden çıplaklığım vurmuştu. "Alekseev, ben şu an çıplağım ve kollarındayım." Kafasını eğdi ve bana bakmaya başladı. Gözleri vücuduma kaymamıştı, sadece gözlerime bakıyordu.
"Olabilir." Gerçekten bunu demiş miydi? Ben onun kollarında çıplak bir şekilde ilerliyorum ve o da olabilir diyordu. Bu adam salak mıydı? Banyonun kapısını açtı ve yeniden odaya girmiş olmuştum. Siyahlığa zıt deniz mavisi gerçekten insanı etkiliyordu. Bakışlarım duvardan camdan gökyüzüne değince havanın karardığını görmüştüm. Bir saat uyudum diye düşünürken daha fazla uyumam beni şaşırtmıştı. Kan, siyah çarşaflı yatağa beni yavaşça indirdiğinde yatağın düzeltilmiş olduğunu fark ettim. Ben banyoda uyurken birisi düzeltmiş olmalıydı.
Çıplak bir şekilde yatakta yatarken hemen kalktım ve yatağın üzerine düşen siyah bornozu aldım ve ayağa kalkarak kollarımdan geçirdim ve hemen önünü bağladım. Siyah saç havlusunu aradım ama yatağın üzerinde değildi. Yatağa oturan Kan'a baktığımda elinde tuttuğunu gördüm. "Havluyu ver." Elimi uzattım, bekledim ama vermemişti. Zaten vereceğini düşünmem benim salaklığımdı. "Havluyu versene Alekseev, senin bu değişik hallerinle uğraşamayacağım."
Sadece gözlerime baktı ve elini yatağın üzerine iki kere vurdu. Beş saniye kadar yüzüne boş boş baktım. "Otur şuraya Mera, saçlarını ben kurutacağım." Gerçekten bunu bana dememişti, değil mi? Ben yanlış duymuştum. Yine alık alık yüzüne baktığımda, elimden tuttu ve yatağa çekti. Yatağa hızlı çekilmemden dolayı bildiğiniz çakılmıştım. Arkamda Kan, bense önünde yan bir şekilde oturuyordum. Saçlarımı bornozdan çıkardı ve havluyla kurutmaya başladı.
Yani o kadar teknolojisi var ama adam saçlarımı havluyla kurutuyordu, gerçekten. İğneden dolayımı bilmiyordum ama vücudumda bir uyuşukluk vardı. Nasıl bu kadar uyuduğumu ise bilmiyordum. Arkamı döndüm ve Kan'a baktım. Üzerinde siyah pijamaları vardı, benim sayemde ıslanmıştı. Kafamı önüme doğru itti ve havluyla kurutmaya devam etti. Bir beş dakika sonra siyah havluyu yatağın üzerine koymuştu. Ayağa kalktı ve yatağın diğer tarafına ilerlemişti. Komodinin önünde durduğunda ise hızlıca ilk çekmeceyi açtı ve bir tarak ve siyah bir toka çıkarmıştı.
Yeniden yanıma geldiğinde yüzüme sadece baktı ve kalktığı yere geri oturmuştu. İlk önce saçımın ucunu sanki narin bir şeymiş gibi taramaya başlamıştı. Yavaşça yukarılara da taradı, saçımın açıldığını düşündüğünde ise arkamda hissetmiştim, saçımı üçe bölmüştü. Ben ise ellerime bakıyordum. Kafamda ise canlanan tek sahne, arkamda ablam vardı ve bana şarkılar, ninniler söyleyerek saçımı örmesiydi. Kafamda yeniden bir sahne canlandı; babam İsveç'e çalışmaya gittiğinde ve eve geri döndüğünde teker teker ilk ablamın saçını, sonra ise yarım saat benim saçlarımı örerdi. Benim saçlarım uzun olduğu için ablamınkinden uzun sürerdi.
İkimizin de saçları örülü gördüğünde ilk bir süre bizi izlerdi, sonra ise ikimizin de saçına kocaman bir öpücük bırakırdı. Anılar kafamdan uçup gittiğinde gözlerim dolu dolu ellerime bakmaya devam ediyordum. Arkamda Kan'ın saçlarımı örmesi uzun sürmüştü, saçlarım belimin altındaydı. Örgünün sonuna geldiğinde ise saçımın ucunu siyah tokayla bağlamıştı. Arkamı dönmek istemiyordum çünkü arkamda babamın olduğunu hayal ediyordum ama arkamda elleri kanlı bir katil vardı ve ben o katili babam gibi düşünmüştüm.
Yüzüne bakmadım. "Bir daha böyle bir şey yapma ve şimdi odadan çık." Hiçbir şey demedi, galiba diyecek bir şeyi de yoktu. Yataktan kalktı. Ben ise o kalkar kalkmaz yatağa yatmıştım ve bacaklarımı kendime çekerek gözlerimi kapatmıştım. O ise bir şey demedi ama bir dolabın açılıp kapanma sesini duydum. Sonra ise üzerime siyah bir çarşafın örtüldüğünü gördüm. Bakışlarım ona çıkmamıştı.
Adımları giderek uzaklaşmaya başlamıştı. Adım sesleri durdu ve "Zakkum çiçeği gibisin ve bir gün her yere köklerini salacaksın. Sen Mera'sın, ölüm getirensin. Cehennem çiçeğisin." Sonra ise kapı açıldı ve gitti.
Ben ölüm getirmezdim. Ben cehennem çiçeği değildim. Ben sadece ailesini tekrar bir araya getirmeye çalışan küçük bir kızdım.
Odanın ışıkları kapandı ve gözlerimden teker teker akmaya başladı gözyaşlarım. Ben ailemi bir araya tekrardan getirmeye çalıştıkça daha da uzaklaştırıyordum. Ben bu lanet yere ablam için gelmiştim, şimdi ise beni herkesten daha çok tanıdığını söyleyen bir adamın yanındaydım.
Ben sadece kanadımı tekrardan yanımda istemiştim.
Ben sadece ablamı tekrardan istemiştim.
Şimdi ise ablam güç istiyordu.
Aşk istiyordu ve en kötüsü,
Lider olmak istiyordu.
******
1. GÜN
Ölüm çiçeği denilmişti bana, ölümün ne olduğunu bilmeyen, ruhu hâlâ küçücük bir kız olan bana ölüm denilmişti. Ruhum hâlâ seneler önce ablasıyla oyunlar oynuyordu. Ben de onunla gitmek için nelerimi vermezdim. Kafamın içinde yüz binlerce düşünce vardı, bu düşünceler beni delirtiyordu, her zaman böyle olmuştu. Ne kadar çok düşünürsem kendimi o kadar kaybediyordum. Kalbim ise sol göğsüme vurup, 'Bak bana, bak bana ne zerre kaldı bizden,' diyordu. Bizden ne zerre kalmıştı ki? Kalbimde yaşayan tek bir kişi vardı: ablam. Canımı vereceğim ablam. İçimde yaşattığım ablam şimdi yoktu, belki de hiçbir zaman olmamıştı.
Ben onu kalbimin derinliklerinde saklamıştım, kimsenin dokunmasını istemediğim o küçük kan pompalayan organda saklamıştım. Ama ablam orayı tırnaklarıyla yararak gitmişti, ablam benden gitmişti. Ablam içimden gitmişti ve şimdi ise kalbim kanıyordu. Yaşadığım şeyleri sonra düşünürüm diyerek iteliyordum ama şimdi onlar gün yüzüne çıkmaya başlıyordu. İçime attım sanırken aslında onlar her zaman gün yüzündeydi ve ben, her zamanki gibi, onları görmüyordum ya da görmezden geliyordum.
Yeniden her zaman ve her zaman böyle olmuştu. Gözümün önündekini görmez, öylece yürürdüm. Arkama bakmazdım ya da kandırdığım insanlara hiç bakamazdım. Ben, ben böyle birisi değildim. Hiçbir zaman böyle birisi olmak da istemezdim, ben bu değildim. Her şey için artık çok geçti. Bitti. Ablamı planına ulaştırmayacaktım. Ben onun için adam öldürmüştüm. Ben onu bulabilmek için insanları kandırmıştım. En kötüsü ise elimi kana bulamıştım.
Ben delirmiştim. Belki de çok önceden deliydim.
Siyah çarşafı üzerimden ittim, ayaklarımı yatakta sallandırdım. Öylece boş duvara baktım. Siyahlıkta kaybolmak istemiş olabilirdim. Hayatımın küçük bir kısmı gökkuşağı gibi rengarenkti, sonra ise karanlığa bulandı. Bana ölüm getiren demişti. Ellerimi yüzüme götürdüm, çöküş içinde belim büküldü. Ne kadar kafamdaki konuyu değiştirmek istesem de Kan'ın dedikleri hâlâ kafamda bir mengene gibi dönüyordu.
'Sen Mera'sın, ölüm getirensin.'
Ben, ben ölüm getirmezdim. Kafamda tekrardan sesi yükseldi sanki gerçeği yüzüme vurmak istercesine:
'Ölüm getirensin.'
Ve sonra yeniden tekrar etti:
'Ölüm getirensin.'
'Ölüm getirensin.'
'Ölüm getirensin.'
Ellerimi yüzümden çektim ve kafama vurmaya başladım.
"Sus artık!"
"Sus."
"Sus."
"Sus."
"Sus, lütfen."
Ellerim yavaşça durdu ve önüme düştüler. Aynı maskelerimin teker teker düşmeleri gibi. Artık maske kalmamıştı. Gerçek buydu. Psikolojik sorunlarıyla başa çıkamayan Mina Güngöz. Ne kadar maskelerle hayatta kalmaya çalışsa da artık maskeleri yüzünden düşüyordu.
Gözlerim dolmuştu, sadece artık akmalarını istemiyordum. Ağlamaktan bıkmıştım. Her ne kadar artık düştüğün o karanlık çukurdan ayağa kalk ve çık desem de kendi kendime, ben hiçbir zaman oradan çıkamayacaktım. Ayaklarım orada prangalarla bağlanmıştı. Ben o karanlığın en dibindeydim. Oradan çıkmam için prangalarımdan kurtulmam gerekiyordu. Solgun ellerime baktım, bana kötü anıları hatırlatıyordu.
Sonra yüzümde sıcak bir nem hissettim, sol gözümden akan bir damla gözyaşı. Elimi kaldırdım ve olduğu yerde durdurdum, ağlamamam gerekiyordu. Gözyaşlarım içime katran karası gibi akmalıydı. Belimi dikleştirdim. İki elimi yatağa bastırdım ve ayağa kalktım. Gözümün önüne bir karanlık çöktüğünde durdum ve geçmesini bekledim. Her zaman geçerdi. Bir dakika sonra ise gözlerimi açtım ve önümü daha net görebildiğimi fark ettim. Yavaş adımlarımla banyoya yöneldim. Adımlarım durduğunda banyonun kapısını yavaşça araladım ve içeriye girdim.
Banyonun soğuk fayansı içimi ürpertmişti. Lavaboya ilerledim, önünde durduğumda ellerimi siyah lavaboya dayadım ve aynaya yansıyan yüzüme baktım. Solgun duruyordum. Gözlerimin parıltısı gitmişti, ölü gibi bakıyordum. Bakışların örgülü saçıma değdi. Saçımı önüme getirdim ve dokundum. Bunu yapmamam gerektiğini biliyordum, saçlarımı geri arkaya attım. Aynadan suratıma bakmayı bıraktım ve musluğu açıp soğuk suyu yüzüme birkaç defa vurdum.
Şu an ihtiyacım olan şey buydu. Musluğu kapatıp, lavabonun yanında olan peçete kutusundan iki tane aldım. Islak yüzümü ve ellerimi sildim ve lavabonun altındaki kapakları açtım. Küçük bir çöp olduğunu gördüm, elimdeki ıslanmış peçeteyi çöpe attım aynı beş dakika önce yaşadığım duyguları atar gibi. Sonra ise kapakları sert bir şekilde kapattım ve banyodan çıkmak için adımladım.
Banyodan çıktım ve kapıyı arkamdan kapattım. Odada gözlerim dolandığında yatağımı düzenli ve yatağımda kahvaltı tepsisiyle oturan bir Kan'ı bulmuştum. Adımlarımı ona attım ve sitem ederek konuştum:
"Aslında dün sana akşam yemeğini getirdim ama senin banyoda olduğunu gördüğümde geri götürdüm." Acaba banyoda ne kadar kaldım ki böyle söylüyordu? "Ama sen beni aç bıraktın," dedim, ağzımdaki yemekle konuşarak.
"Hayır, seni aç bırakmadım. Dün yemek yiyebileceğini düşünmedim." Kaşlarımı çattım, yüzüne sinirli bir şekilde baktım. Ama bir konuda haklıydı, o halde yemek aklıma bile gelmemişti. Yeniden yalan söyledim ve konuyu değiştirdim:
"Böyle zayıf durduğumdan öyle diyorsun ama ben yemeğe çok düşkünümdür. Kızları tuttuğunuz yerde zayıflamış da olabilirim, önceden daha dolgundum. Oradaki yemek gerçekten güzel değil ve kızları doyurmuyordu." İçime biraz nefes çektim ve yüzüne bakarak kahvaltımı yeniden yemeye başladım.
Evet, saçmalamıştım ama o insanı vuracağı yeri iyi biliyordu. Yüzüme baktı, sonra ise yavaşça vücuduma indi bakışları. Bir kaşım havalandı ve onun beni böyle süzmesine baktım. Dün beni çıplak olarak kollarında taşıması zaten çok utanç vericiydi ve şimdi ise vücudumu süzüyordu. Üzerimde hâlâ siyah bornoz vardı. Yatağın üzerine bağdaş kurarak oturmuştum ve beyaz, solgun bacaklarım biraz gözüküyordu.
"Hâlâ dolgunsun."
Yani, o kadar şey söylemiştim, o bunu mu anlamıştı? Sinir ediciydi. Ters ters baktım. "Sana daha çok kilo aldırmam gerekecek gibi." Bu adam, sadece zayıfladığım ve dolgunluğumu kaybetmem üzerine kadar dinlemişti. Sadece bunu anlayabiliyordum. Ağzımdaki ekmeği çiğnerken bunu söylemesi gerçekten daha komikti. Tepsiden kiraz suyuna uzandım, biraz içtim ve geri tepsiye bıraktım. Bu sırada ise sessizliğimi korumuştum ama onun böyle düşünceleri yoktu.
"Bugün dışarı çıkacağız." Bana güveniyor olmalı ki dışarı çıkmama izin veriyordu. Bana güvenmemeliydi. Yüzümde hafif bir gülümseme oldu, sonra ise hemen yok ettim. "Nereye gideceğiz peki?" Gözlerime baktı, sonra ise gamzeli gülümsemesiyle sırıttı.
"Ormanda bir gezintiye çıkacağız." Ormanda ne yapacaktık biz peki? Beni öldürmek isteseydi, bunu çoktan yapacağını biliyorum. Bunu ben onun inine girmeden önce yapabilirdi. Bu ihtimali yok saydım. Ya peki ormana neden gidiyorduk? Bu sorumun ancak ormana gidince yanıtlanacağını görebiliyordum. Kahvaltı yapmayı bitirmiştim. Ayaklandı ve kahvaltı tepsisini eline aldı. "Camdan duvarın yanındaki duvara dokun ve dolap açılsın. İstediğin bir elbiseyi giy." Hemen ayaklandım ve yatağın hemen önündeki duvardan, camın yanındaki duvara dokundum ve iki kapak olarak yanlara doğru çekildi.
Bu yerin projesi çok zekiceydi ve odada yer kaplamıyordu dolap. Elimi siyah, kırmızı ve beyaz ağırlıklı elbiselerde gezdirdim. Dolabın yan gözünde ise takım elbiseler ve gömlekler vardı. Ona döndüğümde hâlâ elinde tepsiyi tuttuğunu fark ettim. "Burası senin odan mı?" şaşırmıştım. Onun odası olabileceğini düşünmemiştim. Tek düşüncem, oda onu yansıtıyordu. Ya peki, o nerede yatıyordu?
Alekseev sadece "Evet." demekle yetinmişti. Benim sorum ise hiçbir zaman bitmeyecek gibiydi. "Ya sen nerede yatıyorsun?" Yüzüme baktı, hafifçe gülümsedi ve sonra ise "Oturma odasında." Kafamı salladım ve tekrardan dolaba döndüm. Sanki bir şey eksikti, gözlerim daha dikkatli bakarken eksik olanı bulmuştum: ayakkabı yoktu. Eğilip aşağıdaki ayakkabı bölümüne baktım ama oralar boştu.
"Ayakkabı giymeyeceksin. Yarım saat sonra odaya geldiğimde hazır ol, yoksa üzerinde ne var düşünmem ve öylece gideriz." Onunla inatlaşabilirdim ama belki de ormanda birkaç sorumu yanıtlayabilirdi. Ona orta parmağımı gösterdim ve askılıktan kırmızı bir elbiseyi elime aldım. O da kıkırdadı ve odadan çıktı. Elbise dizlerimin altındaydı ama sol bacağında derin bir yırtmaç vardı. Kış aylarına giriş yapmıştık ama hiç uzun kollu bir şey yoktu. Yine bu lider bozuntusu neler planlıyordu?
***
❝Kᴀʀᴀɴʟıɢ̆ᴀ ɢɪᴢʟᴇɴꜱᴇɴ ᴅᴇ ᴋᴀʟʙɪᴍ ʙᴜʟᴜʀ ꜱᴇɴɪ.❞
⚝
O da beni süzüyordu, ben hızlı bir şekilde süzmüşken, o hâlâ bana bakıyordu. Ayaklarıma indirdim bakışlarımı, çıplaklardı; onun ayaklarında siyah botları vardı. "Sen ayakkabı giyiyorsun ama ben neden giyemiyorum, Alekseev?" Son bir kez daha süzdükten sonra bakışlarını yüzüme çıkardı. Saçlarım dalga dalga etrafıma yayılmıştı. Saçlarıma baktı, bir süre sonra ise sorumu yanıtladı ama çok açıklayıcı bir yanıt değildi.
"İşte."
Bu adam kasıntı mıydı? Gerçekten sorunları vardı. Benim de sorunlarım vardı ama bu kadar kasıntı değildim. "Sağ ol, çok açıklayıcısın." Önünde durdum ama o hareket etmiyordu. Elimi kaldırdım ve kapıyı gösterdim. "Gitmiyor muyuz?" Gözlerime baktı ve kapının önünden çıktı, elini açtı tutmam için. Öylece baktım. Elini tutamazdım. Kim şeytanın elini tutardı ki? Salağa bakar gibi baktım, gerçekten öyle baktım. Adam beni her türlü yerde bayıltıyordu ve bir yerlere taşıyordu. Yetmiyor, bana esir olduğumu söylüyordu; şimdi ise yaptıklarından sonra elini tutacağımı sanıyordu.
"Hayır." Onun bana yaptığını ben de ona yaptım. Elini ittirdim ve kapıdan çıkmak için adımımı attım. Ama o yerinde durmayarak zorla elimi tutmuştu ve eline kenetlemişti. Ben bunu gerçekten yaşıyor muydum? Elimi çekmeye çalışıyordum ama bırakmıyordu. "Bıraksana lan elimi, istemiyorum diyorum." Bırakmadı elimi. Kapıdan çıktı, beni de arkasında sürüklemeye başladı. Arkamızdan da kapı kapandı ve sanki sistem kapıyı kilitlemişti. Önde yürürken sinirle konuşmaya başladı.
"Eğer elimi tut dersem tutacaksın! Ben ne dersem onu yapacaksın." Oldu, başka ne istersin? Ben ona hiçbir zaman itaat etmeyecektim. "Hiçbir zaman sana itaat etmeyeceğim." Çok sakin söylemiştim ve dudaklarımdan her şeyden doğru kelimeler çıkmıştı. Ben hiçbir zaman ona itaat etmeyecektim.
Güldü, sadece güldü ve "Göreceğiz onu." dedi. Görecektik. Koridora çıktığımızda sadece bir kapı görmüştüm. Duvarlar ise koyu gri bir renkteydi. Sadece üç tablo görmüştüm, hepsi de karanlık temalardaydı. Ayaklarım hızlı yürümesinden dolayı birbirine dolanıyordu. Yavaşlamasını isteyecektim ama sustum. Koridorun sonuna gelmemiz iki dakika sürmüştü. Düz merdivenlerden yavaş bir şekilde inmeye başlamıştık. Bir şey söylememişti. Merdivenler de siyahtı. Bu adamın sorunları benimkinden büyük olabilirdi. Kim evinin sadece koyu renklerde olmasını isterdi ki? Kimse. Evindeki tek renkli yerin yatak odasında olan duvardan camın olduğunu düşünüyordum.
Merdivenleri inmemiz bittiğinde, buranın sadece iki katlı bir ev olduğunu anlamıştım. Oturma odası ve mutfak birleşikti. Mutfak büyüktü, oturma odası da öyle. Ama her yer yine koyu gri ve siyahtı. Deri koltuklar, aynı o yerdeki koltuklarına benziyordu. Mutfakta renk aramıştım ama bulamamıştım. Sadece pencereler ağaçlık bir yere bakıyordu ve eve tek renk her zaman pencereler ya da cam olabilirdi. Arka tarafta iki tane daha oda var gibi gözüküyordu.
Bu ev gerçekten göz yoruyordu. "Sende değişiksin evinde." Hâlâ elimi bırakmamıştı. Yüzüme baktı sadece, elimi daha sıkı tuttu ve evin çıkış kapısına yürüdü. Bu sefer hızına yetişmeye çalışabiliyordum. Kapıya yaklaştığımızda, üzerinde bir kamera olduğunu fark ettim. Küçük bir kameraydı ama Kan'ın yüzünde kırmızı bir ışık belirdiğinde fark edebilmiştim. Yüzünü taramıştı ve kapıdan bir tık sesi gelmişti. Kan, kapının kolunu tuttu ve kendisine çektiğinde kapının ormana açıldığını fark ettim. Arka taraf ise denize bakıyordu ve su çarpıyordu. Burası da neresiydi?
Elimi bırakmadı, bırakacak gibi de durmuyordu. Kapıdan çıktığımızda dört basamaklı merdivenlerden indik ve ayaklarım toprağın soğukluğunu hissetmeme yardımcı oldu. Sanki üzerimden negatif elektriğin çekildiğini hissettim. Birkaç adım attım ve ayaklarıma küçük taş parçaları battı. Kafamı kaldırdım, mavi ve gri tonlarının karışımı olan bulutlara baktım. İçime çekebildiğim kadar orman ve toprak kokusunu çektim. Gözlerim kapanmıştı. Elimi hâlâ bırakmamıştı Alekseev.
Daha gözümü açmadan yürümeye başladı. Hemen gözlerimi açtım ve ayağıma batan taşları umursamadım. Bu sefer aynı hızda yürüyorduk. Bakışlarımı yüzüne çevirdim, saçları dağınıktı, bu ise ona serseri bir görünüm veriyordu. Kirpikleri uzundu ve dönüktü, koyu toprak rengi gözlerine yakışıyordu. Burnu kemikliydi ama düzgündü. Kirli sakalları çıkmıştı. Alt dudağı kalındı ama üst dudağı o kadar kalın değildi. Yüzünden uzun süre bakışlarımı çekmediğim için bana dönmüştü.
"Bana bakma, önüne bak; düşeceksin." Elimi tutan elini kendisine çekti ve ben de onun yakınına girmiş oldum. Kafamı salladım ve önüme döndüm. Orman gerçekten çok güzeldi; ışık huzmeleri yapraklardan yansıyordu. Kendimi başka diyarlardaymış gibi hissetmemi sağlıyordu.
Ormanın derinliklerine yürüdüğümüzde ne o konuştu ne de ben; çıplak ayaklarıma taşlar daha çok batıyordu, bir de yanına küçük dal parçaları eklenmişti. Biraz daha yürüdükten sonra nerede olduğumuzu bilmiyordum ve geri dönüş yolunun karıştığını anlayabiliyordum. Durdum.
"Sen ne yapmaya çalışıyorsun Alekseev? Beni buraya neden getirdin?" Bir şeyler planladığı gözlerinden belli oluyordu. Dişlerini göstermeden gülümsedi.
"İlk sorunu sorman için bir bedel ödemen gerekiyor, bu ormanda koşacaksın. Eğer on dakika boyunca benden kaçabilirsen sorunu yanıtlayacağım."
Yüzüne bir şey anlamadığımı belirten bir ifadeyle baktım. O ise bunu hiç takmadı ve bağırdı.
"KOŞ!"
İlk anlamadım ve olduğum yerde öyle durdum. Sonra şiddetle yeniden bağırdı.
"KOŞ!"
"KOŞ MERA!"
Arkamı döndüm ve koştum, ne olacağını tam anlamamıştım. Ayaklarıma taşlar batıyordu. Ağaçlıkların arasına daldım, koştum. Demek ondan on dakika boyunca kaçabilirsem istediğim bir soruyu yanıtlayacaktı. Daha hızlı koştum. Bu oyunu ben kazanacaktım. Ben ondan daha hafiftim ve kaçırılmadan önce her gün koşuya çıkardım. Ama tek geride kaldığım konu, onun ayaklarında sağlam siyah bir botun olmasıydı. Yakalayınca ne yapacağını bilmiyordum ve daha çok hızlandım. Ayaklarımın kanadığını hissediyordum. Ağaçların yanından geçiyordum ve çalılıklara takılıyordum. Ben koşarken o beklemişti, bu yöne geldiğine emindim. Yönümü sola çevirdim ve o tarafa doğru koşmaya çalıştım. Nefesim kesiliyordu ve ayaklarım çok kötüydü. İlk beş dakikanın geçtiğine emindim.
Neden elbise giymemi istediğini anlayabiliyordum çünkü her yere takılıyordu ve şimdiden ucu yırtılmıştı. Yırtmaç ise biraz daha açılmıştı. Çalılığa girdiğimde yüzüm bir dala gelmişti ve çizilmişti. Yüzümdeki kanı sildim ve çalılıktan çıkarak koştum. Nefesim kesildiğinde durdum ve nefeslendim; artık koşamayacağımı biliyordum. Kafamı yukarı kaldırdım, daha derin nefes alıp verdim. Ayaklarım çok kötü haldeydiler, düşünecek zamanım da yoktu. Kalın ve uzun olan çam ağacına ilerledim ve elimi koyarak nefeslendim. Elimi ağaca sürttüm ve o sert dokusunu daha çok hissettim.
Kafamı kaldırdım, ağacın kalın dallarına baktım. Aniden ağaca tutundum ve tırmandım. Elim ağrımaya başlamıştı, ayaklarım ise daha çok kanıyordu. Baş parmağımın tırnağının yarısı kırılmıştı, uzun tırnak severdim ve uzattığım tırnağım kırıldı. İlk dalda durdum, burada gözükeceğim kesindi. İkinci dala tırmandım, tırnaklarımın kırılmamasına özen göstererek. İkinci dalda oturdum ve bekledim, sonra ise güldüm. Beni yakalayacağını mı sanıyordu gerçekten? Kalın dalda oturmuş bekliyordum, az kalmıştı zamanın bitmesine.
Ağaçlıkların arasında bir ses duyduğumda nefes almayı bile unutmuş olabilirdim. Ses daha çok yakınlaştığında ağaca yapıştım ve beni görmemesini istedim. Kan, siyah botlarıyla ve sert adımlarıyla olduğum ağaca doğru yürüdü. İyi bir gözlemciydi, hakkını yiyemezdim. Ama ben ondan daha zekiydim. Birkaç dakika ağacın altında oyalandı, sonra ise uzaklaşmaya başladı. Ayak sesleri duyulamayacak kadar uzaklaştığında, nefes alışverişim hızlanmaya başladı. Beni bulamamıştı.
Hiçbir ses duymadığımda yapıştığım ağacın dalından inmek için ağaca daha sıkı tutundum ve ayaklarımı sabitleyerek inmeye başladım. Çıktığım gibi inmesini de bilirdim. Son bir yer kaldığında atladım ve ayaklarımın üzerine düştüm. Canım acımıştı ama umursamadım. Eğer ormandan çıkabilirsem bir otoban bulabilirdim. Ağaçtan biraz uzaklaştım, tam yeniden koşacakken arkamda bir dal parçasının kırılmasıyla arkamı hızla döndüm ve kafamı uzun boyuyla kaldırmamı sağlayan adama baktım. Sanki arkamda siyah bir dağ gibi duruyordu ve bana gülümsüyordu.
Bir gök gürültüsü sesi geldi, sonra ise daha büyük bir gök gürültüsü sesi geldi. Uzaklaşmak için adım atacakken belimden tuttu ve vücudumu, vücuduna yapıştırdı. Yeniden büyük bir gök gürültüsü geldi ve yağmur damlacıkları üzerimize düşmeye başladı. Yağmur ise giderek hızlanıyordu. Arkaya doğru bir adım attım ama ayaklarım çıplak olduğu için ayağım kaydı ve arkaya doğru düşerken Kan'a daha çok yapıştım ve ikimiz de düştük. O ise benim üzerime düştü.
"Ahh!"
Adam üzerime düşmüştü ve nefes alamıyordum. Onu itmeye çalıştım ama üzerimden kalkmak yerine iki elini yanıma koydu ve biraz nefes alabileceğim kadar üzerimden kalktı ama hâlâ üstümdeydi. Gözlerimizi birbirine bakıyordu ve üzerimize yağmur hızlı bir şekilde yağıyordu. Saçından akan su damlacıkları yüzüme düşüyordu.
"Kalksana üzerimden."
Üzerimden kalkmadı. Konuştuğum yerde ise dudaklarıma bakmaya başlamıştı. Dudaklarımdan bakışlarını çekmeden, "Hadi, bir soru hakkını kullan ve bana soru sor." dedi.
Düşündüm, şu an üzerimde olduğu için aklımda olan bütün sorular uçmuştu ama tek bir şey geliyordu aklıma ve ben de bu soru için bedelimi ödemiştim:
"Neden bana ölüm getirensin dedin?"
Bakışlarını dudaklarımdan çekti ve gözlerime dikti, sanki bazı anıları gözünün önünden geçiyormuş gibi duruyordu. Gözlerimden gözlerini çekmedi.
"Çünkü seninle tanışmamdan sonra amcamı öldürdüm, Mera. Sen ölüm getirensin."
Öylece baktım suratına; yüzü ıslanmıştı ve kirpikleri kaşına yapışıyordu. Dudaklarından ise su akıyordu, yağmur daha çok hızlanmıştı. Amcasını ben öldür dememiştim; benim bir suçum yoktu.
"Amcanı ben öldür demedim. Bunu benim üzerime atamazsın." dedim.
Yüzüme sen bencilsin der gibi bakıyordu ama ben bencil değildim; o zamanlar küçüktüm ve aklım bazı şeylere ermiyordu. O ise sinirli sinirli konuştu:
"Seni ve aileni öldüreceğini söyleyerek birisi bana onu öldürttü. Seninle tanışmasaydım ya da o seni öğrenmeseydi, onu öldürmek zorunda kalmayacaktım."
Bu adam ne diyordu böyle? Ailemi ve beni öldüreceklerini söyleyerek onu tehdit mi etmişlerdi? Ben, ben ne diyeceğimi bilmiyordum. Gözlerim gözlerine üzgün şekilde baktı ama o gülümsedi.
"Bir sorunu daha cevapladığıma göre bunun da bedelini ödemelisin." Yüzüne öylece baktım. Daha fazla koşacak ne hâlim ne de gücüm kalmıştı.
"Daha fazla koşamam." Sözümü bitirir bitirmez hemen hızlıca konuştu:
"Koşmana gerek yok."
Dudaklarıma hızlıca eğildi ve öpmeye başladı. İlk yumuşak öpmeye başlamıştı ama sonradan sert olmaya başladı. Dudakları sanki ölecekmiş gibi dudaklarımı emiyordu. Onu itmeye çalıştım ama gücü, gücümü yendi.
Ve ormanı yaracak gibi olan bir yıldırım çaktı üç kere. Belki de bu tanrının bir uyarısıydı. Yağmur daha çok yağdı; o ise beni öpmeyi bırakmadı ve öpücüğü büyütmek için ellerini yüzüme koydu, kafamı yana çevirdi. Dudaklarım biraz açıldığında dilini ağzıma soktu. Ona karşılık vermek istemiyordum ama o zorluyordu. Bilmiyordum ne olduğunu ama öpücüğün etkisinden olabilirdi. Ama ben de onu öpmeye başladım. Pişmanlık duyacağımı biliyordum.
Her yıldırım ormanı aydınlattığında yağmur daha çok hızlanıyordu. Belki de bu tanrının uyarısıydı ama beşer olan bizler tanrının bu uyarısını yok saymıştık. O beni yılların özlemini çıkararak öperken, ben ise onu nefretle öpüyordum. İkimizin de nefes alması gerektiğini anlayınca geri çekildi. Elleri hâlâ yüzümdeydi, başparmağıyla alt dudağımı okşadı.
"Karanlığa gizlensen de kalbim seni bulur, Mera."
Gözlerinde birer ateş yanmaya başladı. Ben ise şaşkın şaşkın ona bakıyordum.
"Sen, benim bu karanlığımda bana masmavi olan bir denizsin. Gözlerim seninle açıldı ve seninle kapanacak. Bu dünyayı sana olan aşkımla yakacağım ve o dünyayı sana izleteceğim, Mera'm." Durdu ve dudağıma kısa bir öpücük bıraktı ve yeniden geri çekildi.
"Dünyama hoş geldin, karanlığım uzun bir süredir seni bekliyordu."
Ve bir yıldırım daha gökyüzünden düştü. O, kolay bir şekilde ayağa kalktı ve bana elini uzattı. Elini tutmadım ve hâlâ üzerimde bir şaşkınlık vardı. Zordan da olsa kendi kendime ayağa kalktım. O sadece güldü. Tam yürüyecekken önüme geçti, eğildi ve bacağımdan tutarak beni sırtına aldı.
"Bırak beni, Kan!" ellerimle sırtına vurdum ama hiçbir işe yaramadı ve daha çok kahkaha atmaya başladı ve geldiğim yerden yeniden eve doğru yürüdü. Ben ise sırtındaydım.
Kafam omzundan sarktığı için beynime kan gitmiyordu ve düşünemiyordum. Evet, bu bir espriydi en olmayacak bir yerde.
Kafamda tekrardan sözleri çalındı.
"Karanlığa gizlensen de kalbim seni bulur, Mera."
"Dünyama hoş geldin, karanlığım uzun bir süredir seni bekliyordu."
Ellerim durdu ve gözlerimi kapattım; burnuma yağmur ve toprak kokusu geldi. Sonra ise son sözü kafamda yeniden geçti.
"Dünyama hoş geldin, karanlığım uzun bir süredir seni bekliyordu."
Galiba, Kan Alekseev'den kurtulmam biraz uzun sürecekti ama bir şeyi öğrenmiştim:
O bana aşıktı...
⚝
|
0% |