Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. Bölüm

@rulisinzruli_

"SARAYLARDA SÜREMEM DAĞLARDA SÜRDÜĞÜMÜ; BİN CİHANA DEĞİŞMEM, ŞU ÖKSÜZ TÜRKLÜĞÜMÜ."

 

-Hüseyin Nihat Atasız-

 

Başlama tarihiniz👉🏻

 

-İyi okumalar-

 

Edirne/ Keşan

 

09.07.2023

 

Gecenin ıssız koynunda yaklaşan tehlikeyi sezer gibi, havlayan köpeklerin sesleri ve dağların ardından doğmak üzere olan güneşin habercisi kuşların sesleri tüm askerlerin dikkatini çekmişti. Saatleri aşan operasyonda ne bir mermi kovanını terk etmiş ne de izlerini sürdükleri it sürüsü saklandıkları yerden çıkmıştı. Saatlerdir bekledikleri noktadan ayrılmamış keskin nişancılardan gelecek haberi dört gözle bekliyorlardı. Hainlerin saklandıkları mağarayı patlatıp işi kökten halletmek isteseler de mağaranın içerisinde aylardır aradıkları, adının da kırmızı listede bulunduğu ebu Yusuf el ahmed vardı. Olası bir çatışmada bile kurşunlar hesap edilerek kovanlarından ayrılacaktı. Tek bir hatanın dahi gözardı edilemeyeceği bu operasyonda, tehlikenin çanları çalmaya başlamıştı.

 

Av, avcıya adım adım gelmeyi tercih etmişti.

 

Sungur,bulundukları alanı defalarca incelenmesine rağmen bir kez daha incelemeye başladı. Bulundukları yer dağların eteklerine saklanmış, kayalık ve çalılıklarla kaplı bir araziydi. Çam ve meşe ağaçlarıyla dolu olan bu bölge, saklanmaları için ideal bir ortam sağlıyordu. Dağların siluetleri uzakta belirginleşirken, gökyüzü turuncu ve mavi tonlarda renkleniyordu. Hava serindi ve sakinleştiren bir melankoli havası taşıyordu. Kayalıkların arasına gizlenmişlerdi. Patikalar üzerinden buraya geldikleri süre zarfında sessizlik dakikalarca hüküm sürmüştü.

 

Her nefes bir sonraki hamle için hazırlık yapıyordu. Dağlardan yankılanan rüzgarın sesi, zaman zaman çalılıkların arasında hareket eden hayvanların hışırtısıyla bütünleşiyordu.

 

Sabaha karşı olmasından dolayı askerlerin yüzüne sert ayaz durmaksızın çarpıyordu.

 

"Komutanım, şu bok mağarasını patlatmak yerine ne diye yâr bekliyormuş gibi bekliyoruz?" diye sordu Cihat. Saatlerdir bakıştığı taşları yemek olarak algılamaya başlamıştı. Gelemiyordu böyle operasyonlara. Ona göre; sık kafasına gitsindi. Sevmezdi beklemeyi, anasının karnından bile sekiz aylıkken çıkmıştı. Burada bu şekilde saatlerdir durmak, ona Çin işkencelerini anımsatıyordu.

 

"Lan sen bu sabırsızlıkla nasıl hâlâ nişanlısın? Ben istemenin ertesi günü nikahı kıyarsınız diye düşünmüştüm. Helal olsun valla." Dedi Barış, gülerek. Cihat gibi olmayan Barış, gayet sabırlı bir adamdı. Barış, sakin ve dikkatli bir şekilde görevini yerine getirirken, Cihat ise daha atılgan ve sabırsız bir kişiliğe sahipti. Arada anlaşmazlıklar boy gösterse de iki yakın arkadaş, birbirlerini çok iyi tamamlıyordu.

 

Cihat'ın aksine Barış, beklemeyi severdi. Kendini o hainlerin gırtlağına silahının şarjörünü boşaltığını hayal ederek dizginliyordu. Böyle yaptığında beklemek daha çekilir oluyordu.

 

Cihat, derin bir nefes aldığında bakışları dalgınlaştı. "Sevdiğiniz kadının dört abisi olunca ya seve seve ya da si- pardon komutanım, öğreniyorsunuz bir şekilde işte," Diyerek tamamladı sözlerini. Bir anlık dalgınlıkla komutanının yanında saçmalayacak olması dilini yutmasına sebep oluyordu.

 

Belli etmesede korkuyordu, komutanından. Uzun boylu ve atletik yapılı bir adamdı. Sert bakışlı, sağlam çene hatlarına sahip ve her an harekete geçmeye hazır bir durumda olması daima onu ürkütmüştü. Deneyimli bir asker olarak, emirlerini kesin ve net bir şekilde iletmesi ise ciddi manada ona saygı duymasına sebep oluyordu.

 

Sungur,çenesi düşmüş askerlerine bakmak yerine, dürbününü gözlerine yaklaştırıp etrafı kontrol etti. Şimdiye kadar keskin nişancılardan haber gelmemesi belli etmese de canını sıkıyordu. Kanı bozukların mağaralarından çıkmamış olması, operasyondan haberdar olduklarını düşündürtse de bu düşünceyi zihninin derinliklerine yitip derin nefes aldı. Şimdiye kadar o mağaradan çıkmış olmaları gerekse de çıkmamışlardı. Yarım saat sonra diğer grupla buluşup planladıkları bombalı suikast hakkında, son adımları hayata geçirmeleri gerekiyordu. Ancak şafak sökmeden çıkmaları gereken mağaradan kellelerini dahi uzatmamışlardı.

 

"Bu itler kaçmış olmasın?" diye ortaya bir soru attı Çetin. Timdeki en tecrübeli askerlerinden biriydi. Güçlü yapısı ve sakin tavırlarıyla kışlada oldukça tanınıyordu. Operasyon sırasında soğukkanlılığını koruyor, gerektiğinde hızla karar verebiliyordu. Silah kullanımı konusunda uzmandı ve kışladaki diğer askerlere de örnek oluyordu.

 

Askerlerin tüm dikkati Çetin'e çevrilirken bu ihtimal, tüm askerlerin bir anlık kanlarının donmasına sebep oldu. Sungur'un bakışları mağarada asılı kalırken patlayan silah sesiyle beraber herkes olduğu yerden hareketlendi. Askerler silah sesinin nereden geldiği hesap etmeye çalışırken bir başka silah sesi daha duyuldu. Kurşunlar kovanlarını büyük bir hızla terk etse de, gecenin ıssızlığı kurşunların hedeflerine ulaşmalarını engelliyordu.

 

Gece karanlığı, çatışmanın sıcaklığını artıran bir örtü gibi yayılmıştı. Mermi sesleri, yoğun ateş altında olan iki taraf arasında yankılanıyordu. Askerlerin nefes alışverişi, adeta sessiz bir fırtına gibi duyulurken "Yurtsuzlara bakın hele, büyümüşlerde bize ateş ediyorlar." Dedi,Çetin.Gözüne kestirdiği itle beraber dudaklarına sinsi bir gülüş kondurdu. Hiç düşünmeden tetiği çektiğinde silahından çıkan mermi hedef aldığı it yavrusunun başına isabet etti. Keyifle gülümsediğinde "Bir leş," diye bağırdı.

 

Saniyeler dakikaları kovalarken sayısız leş elde eden askerler, sonu gelmeyen itlerle beraber çetrefilli bir mücadele içeresindeydiler. Çetin, bir yandan komutlar verirken, diğer yandan düşman ateşini kontrol altında tutmaya çalışıyordu.

 

"Komutanım, keskin nişancılardan haber alamıyorum, bağlantı kesildi." Yedi kelime bir cümle, herkesin duraksamasına sebep oldu. Sungur, bir pisliğin daha nefesini kestikten sonra yerinde hareketlendi. "Büyük ihtimalle yerlerini kestirdiler." derin nefes alıp verdiğinde "Tuzağa düştük. En başından beri operasyondan haberleri vardı." dedi.

 

Cihat'ın "Kim öttü lan-" demesine fırsat kalmadan karın boşluğuna yediği kurşunla sendelendi. Acı içerisinde inlediğinde silahı ellerinden kayıp yeri mesken kabul etti.

 

Barış, dakikalar önce atıştığı arkadaşının yere düşmesiyle yerini terk ettiğinde çoktan yere düşmüş, kan ter içerisinde kalan Cihat'ın yanı başına gelmişti. "Sakın ölme!" dediğinde çoktan boyunluğunu çıkarıp Cihat'ın yarasına bastırmaya başlamıştı. Sungur, ağzının içerisinde okkalı bir küfür mırıldandığın da "İyimsin lan?" diye bağırdı. Gittikçe karışan ortalık canını sıkarken tuzağa düştüklerini nasıl anlayamadığını düşünüyordu.

 

Cihat sızlayan yarasına rağmen keyifle gülümsedi. "Hiç bu kadar iyi olmamıştım, komutanım. "

 

Sungur, duyduğu acı dolu sesle dişlerini sıkıp omzunun üzerinden yerde yatan Cihat'a baktı. Tekrardan önüne döndüğünde gördüğü itle beraber bir kez daha silahının tetiğine bastı. Vurulduğuna emin olduktan sonra arkasına dönüp konuştu, "İyi, sakın öleyim deme."

 

Komutanının sözlerini algılayamadı, Cihat. Her şey bulanıklaşırken,sesler kesik kesik gelirken, Barış, yaklaşan sonu fark etti. Fark etmesiyle beraber bağırmaya başladı, "Lan bana bak! sakın ölme. Cihat, bana bak kardeşim. Bende kal, bana bak."

 

Cihat, vatanı için son nefesini verirken, etrafı yavaşça sessizliğe gömülmüştü. Kanlar içinde yere serilmişti, gözleri hüzün ve acı karışımıydı. Barış'ın çırpınışların aksine Cihat'ın yüzünde bir huzur, bir kabullenme vardı. "Sakın ölme," diye yalvarırken, sözleri boğazında düğümlenmişti Barış'ın. Cihat'ın gözleri bir an nişanlısını hatırlar gibi aydınlandı.Uğruna ölürüm dediği gözlerini hatırladı. Biliyordu, şimdi vatanı uğruna ölmek üzere de olsa, bir hayatı daha olsaydı her baktığında içinin gittiği o gözlerin yolunda da ölürdü. Bilinci tam anlamıyla kapanmak üzereydi. Saniyeler sonra son nefesini verirken dudaklarından Tek bir söz döküldü; "Vatan sağ olsun."

 

Önce vatan sonra sevdaydı, Cihat için. Öylede oldu; Cihat vatan uğruna sevdasını geride bıraktı.

 

Vatan için can alıp can verenler vardır. Savaştıkları toprakları uğruna şehadet şerbetini içmeyi kabul edenler... Bir kez bile düşünmeden atlarlar her kurşunun önüne. İkince kez düşünmeye fırsat kalmadan ya ölürler ya da öldürürler.

 

Cihat, ölmüştü. Tek bir kurşunla yirmi altı yıllık ömrüne veda etmiş geride bıraktığı sayısız yaşlı göze tek bir söz dahi söylemeden son nefesini vermişti.

 

Barış, kollarında son nefesini veren Cihat'a donmuş gözlerle baktı. Barış için Cihat, her şeyden öteydi. Barış'ın gözlerindeki çaresizlik ve öfke, bu boşluğu dolduramazdı. Yıllar boyunca birlikte geçirdikleri anılar, şimdi tek tek anlamsızlaşıyordu. Cihat'ın gözleri kapandığında, Barış'ın içinde bir parça da ölmüştü. Bakışları ellerindeki kana kaydığında titrek bir nefes verdi. İçinde durmaksızın harlanan öfke ve kaybetmişlik hissi bedenini ayağa kaldırdı.

 

Sungur,Barış'ın kesilen sesiyle olanları anladığında bir kurşun daha bir askerin kalbine saplandı. Bağırış sesleri, yerde kanlar içerisinde yatan askerin şehadeti getirmeden kesilen nefesi, gecenin ıssız ayazını herkesin iliklerine kadar hissetmesine sebep oldu.

 

"Çetin!" diye bağırdı Sungur, onlara adım adım yaklaşan hainlere ateş açarken. "Kışlaya haber ver,destek ekip göndersinler. Aksi takdirde bir saate kalmadan hepimizin ceseti çıkacak buradan."

 

Hiç beklemedikleri an da saldırıya uğramış hiç beklemedikleri an da iki şehit vermişlerdi.

 

"Emir anlaşıldı." Dedi, Çetin. Kışlaya bağlanıp durumu özet geçen konuşmayı yaptıktan sonra destek ekip istediğini belirten Çetin, aldığı olumlu yanıtla, konuşmayı sonlandırdı. Bakışları yerde yatan ve şehadet şerbetini büyük bir keyifle içen iki askere kaydı. Birinin bir ay sonra düğünü diğerinin ise günler sonra nişanı olacaktı. Yarım kalan hayallerine rağmen, son nefeslerinde bile yüzlerindeki gülümseme eksilmemişti. Vatan aşkıydı bu. Son nefeslerine kadar, vatan uğruna savaşmanın verdiği huzur ve mutluluktu bu...

 

Dakikalar geçti. Verilen iki şehitten sonra üç asker daha yaralanmıştı. Biri hariç diğer ikisinin yarası hafifken timin sayısı zaman geçtikçe azalıyordu.

 

Av, avcısını iyi tanıyarak gelmişti.

 

"Sungur, kardeşim sayımız gittikçe azalıyor. Sayıları çok fazla. Kaçamayız ama bir şey yapmamız gerekiyor. Yoksa destek ekip gelmeden hepimizi öldürecekler." dedi, Çetin silahının şarjörünü değiştirirken. Bundan daha beter görevleri de olmuştu ama bu seferki farklıydı. Tuzağa düşmüşlerdi. Şehit vermişlerdi ve yaralı sayıları artıyordu.

 

Sungur, kuruyan dudaklarını ıslattıktan sonra yerde yatan askerlerine bakmadan yutkundu. Hızlıca askerlerini taradığında gözüne kestirdiği iki askere seslendi, "Selçuk, Kerem ve Yiğit siz benimle gelin. Çetin, sende. Geride kalanlar karşılık vermeye devam etsinler. Sakın! sayınız eksilmesin. Bıraktığım gibi bulacağım sizi. Anlaşıldı mı?"

 

Tüm askerler hep bir ağızdan "Anlaşıldı, komutanım." dedikten sonra önlerine döndüler.

Etraflarını sarıp ters saldırıda bulunmak için yer değiştirmeye başladıklarında, neredeyse sürünerek ilerliyorlardı. Birkaç dakika sonra Selçuk, "Komutanım, Serdar komutanım telsizde, sizi istiyor." diyerek tüm askerleri durdurdu. Sungur, çalılıkların dikenlerine dikkat ederek doğrulduğunda ona uzatılan telsizi eline alıp konuştu,

 

"Yüzbaşı Sungur Alp, emrinizdeyim komutanım."

 

"Durumunuz nasıl Yüzbaşı? dayanabilecek misiniz?"

 

Sungur, hiç düşünmeden "Kötü, komutanım. İki şehidimiz, üçte yaralı askerimiz var. Birinin durumu ağır. Diğer ikisi destek ekip gelene dek dayanabilirler. Keskin nişancılardan haber alamıyoruz. Büyük ihtimalle yerlerini tespit ettiler. Dayanmakta güçlük çekiyoruz, sayıca bizden üstünler." dedi.

 

Sungur, karşı taraftan gelen hışırtılı sesi anlamakta güçlük çekse de anlamıştı. "Destek ekip on bilemediniz on beş dakikaya bölgeye intikal edecekler. Dayanın."

 

"Emredersiniz, komutanım." Son konuşma bu oldu. Sungur, telsizi Selçuk'a geri verdi. Tekrardan ilerlemeye başladıklarında saniyeler sonra pusuya yatıp ateş eden hainlerin yerini tespit etmişlerdi.

 

"Görünmeyecek şekilde yerleşin, komut verdiğimde silahlarınıza asılın. Aksi bir hareketi asla kabul etmeyeceğimi de aklınıza iyi kazıyın. Kaybedecek tek bir dakikamız dahi yok." Sungur'un sözleri askerlerin, hareketlenip yerlerine yerleşmelerini sağladı. Saniyeler birbirine girdiğinde, Sungur'un el işareti tüm askerlerin bakış açısına girdiğinde sırasıyla patlayan silahlar hainleri büyük bir şoka sokmuştu. Beklemedikleri bu saldırı karşısında afallayan it sürüsü, nereye kaçacaklarını bilemezken türk askerleri, çoktan sayısız leş elde etmişti.

 

Her kurşun hem şehit ettikleri iki can için hem de yaraladıkları üç can için atılıyordu.

 

İki taraftan kıstırılan hainlerin sayısı yok denilecek kadar azalırken karşılık vermeyi bırakıp kaçmaya başlamışlardı. Kaçanların arasında aradıkları adamı görmek askerlerin hareketlenmesine sebep olurken Sungur, "Çetin'le ben peşlerinden gideceğiz. Diğerlerine söyle bir iki kişi kalacak şekilde peşimizden gelsinler. Sizde bizi koruyun." emrini verdi.

 

"Emredersiniz, komutanım."

 

Çetin ve Sungur kaçan it sürüsünün peşinden gittikleri sırada geride kalan üç asker de onları koruyordu. Fazla uzaklaşmış olamayacakları için her iki asker de temkinli bir şekilde ilerliyordu.

 

"Bu günü atlatırsak şükür namazı kılacağım." diye homurdandı Çetin,etrafı keskin bakışlarıyla kontrol ettiği sırada.

 

Birden önlerine çıkan it yavrusuyla adımları havada asılı kaldığında ilk adım Sungur'dan gelmişti. Alnının çatından vurduğu adamın yere serilişini büyük bir keyifle seyretti. Hiç düşünmeden yerdeki leşin yüzüne basarak geçtiğinde güldü. "En son ne zaman namaz kıldın, şerefsiz."

 

Çetin'in duraksaması Sungur'un keyfini arttırdığı sırada "Geçen kurban bayramı galiba... onda da babam zorla uykumdan uyandırıp götürmüştü." diye mırıldanırken buldu kendini Çetin.

 

"Yüce rabbim yakında verir belanı." Dedi, Sungur.

 

Saniyeler sonra temkinli bir şekilde sağa saptıkların da karşılaştıkları üç adamla adeta dona kaldılar. Çetin, keyifsiz bir şekilde güldüğünde "Doğruyu söyleyeyim, bu kadar erken olacağını tahmin etmemiştim." Dedi.

 

Onlar daha silahlarına davranamadan itlerden birisi bir el ateş açmıştı. Tereddütsüz bir şekilde tetiği çekilen silahtan çıkan kurşun, Çetin'i hedef alınarak sıkılmıştı. Ancak hesap edilmeyen hamle Sungur Alp'ten gelmişti. Hiç düşünmeden Çetin'i kenara yitip kurşundan kurtulmasını sağladığın da ikinci kurşun için aynı şey söylenemezdi. Sungur, göğsünün hemen altına yediği kurşunla dizlerinin üstüne çöktüğünde bir silah sesi daha duyuldu. Teröristler kaçmadan hemen önce yere düşen Çetin'in de bacağına sıkmışlardı; Ortalık mahşer yerini andırıyordu.

 

"Sungur." diye bağırdı, Çetin acı içinde. Ses gelmeyince daha da delirdiğini hisseti. Sürünerek Sungur'un yamacına vardığında soluklanmaya çalıştı. Can dostunun yüzünü avuçladığında kollarının arasındaki bedenin acı içerisinde kasıldığını anlamak saniyelerini almadı. Sungur'un göğsünden gelen sıcaklık, kanının hızla sızdığını gösteriyordu. Acıyla kavrulan yüzü, kararlı bakışlarını teröristlerin ardından yitirmişti. "Ben böyle işin gelmişini geçmişini sikeyim. Ölme lan ölme." adeta delirmiş gibi bağırıyordu, Çetin.

 

Her iki askerde yaralıydı her iki asker de büyük bir hızla kan kaybediyordu. Ancak Çetin, dostunun halini gördükçe kendi acısını unutuyor boynundan çıkardığı boyunlukla kanı durdurmaya çalışıyordu.

 

"Lan daha seni bizimkilerle tanıştıracaktım! Nereye gidiyorsun?!" konuşuyordu konuşmasına ancak, yerde yatan Sungur'un bilinci kapanmak üzereydi.

 

Acıdan bayılmak üzere olan Sungur, hayatında ilk defa ölümle bu kadar burun buruna hissediyordu. Fiziksel yaralar genellikle ilk göze çarpanlardır. Bir patlama, kurşun veya şarapnel parçası; insanın bedeni paramparça edebilir, uzuvlarını alabilir veya kalıcı hasarlar bırakabilir.

 

Fiziksel acı, sadece bedende değil, ruhta da derin izler bırakabilir.

 

Askerlik, sadece bir meslek değil, aynı zamanda bir kimlik bir şeref meselesiydi. Çatışma esnasında fiziksel hasar almak bir askerin bu kimliği kaybetme korkusunu tetiklemekle kalmaz psikolojisini büyük bir oranda sarsabilirdi. Sungur, hiç beklemediği an da hiç beklemediği bir şekilde sarsılmıştı. İçinde yatan korkusu yediği kurşunla beraber baş göstermişti.

 

Sungur ilk defa kimliğini kaybetmekten korktu.

 

"Komutanım!" Askerlerin sesiyle gülmeye başlayan Çetin Karakaya, can dostunun alnına öpücük kondurup duymayacağını bile bile konuştu;

 

"Geldiler kardeşim, geldiler. Sana yemin ederim yaşayacaksın."

 

-EFSAN MİRA KARAKAYA-

 

Kaybetme korkusu.

 

Abim asker olduğundan beridir içimizde yuva yapan bu korku yıllar sonra bir kez daha harlandı. Abimi kaybetmekle bir kez daha yüz yüze geldik. Ameliyathanenin camına yansıyan cılız bedenim, abimin haberiyle daha da küçülmüş gibiydi. Annemin, yengemin ve küçük kız kardeşimin ağlayış sesleri genzimi yakarken hastanenin koridorunda güçlü bir çığlık sesi yankı yaptı. Çok değil sadece bir kaç dakika önce abimin içeriye alındığı ameliyat kapısından bakışlarımı usulca çektim.

 

Sedyeyle beraber sayısız hemşire ve doktor önümden geçerken bacağıma çarpan soğuk metal parçası bir anlık irkilmeme sebep oldu. Sedyede yatan, üzerindeki kana bulaşmış askeri formadan anladığım kadarıyla da asker olan adamdan bakışlarımı çekemediğim sırada, sedye çoktan açılan ameliyathanenin kapısından içeri girip gözden kaybolmuştu. Cam kapı büyük bir hızla kapanırken dizlerinin üzerine düşen kadın, bir kez daha var gücüyle bağırdı. "Sungur'um! gitme, dedim. İçim huzursuz gitme yavrum, dedim. Dinlemedin." Sayıklar gibi defalarca aynı sözleri tekrar etti. Etrafındaki kişiler kollarından tutup kaldırmak isteseler de başaramadılar. Zira onlarında yerde oturup hıçkıra hıçkıra ağlayan kadından farkları yoktu.

 

Annemin bakışları kadındayken daha çok ağlamaya başladı. Babam ve abim, köşede çaresiz gözlerle yerde yatan kadına bakarken yüzlerindeki acıyı iliklerime kadar hissetmiştim. Onun da oğlu yaralanmıştı. Onun da oğlu vatan uğruna canını siper ederken vurulmuştu. Acısını tüm kalbimle hissediyordum.

 

Bakışlarım bacağıma çarpan metal şeyin ne olduğunu anlamak adına yere kaydığında hemen önümde, yerde duran kanlar içerisindeki künye, duraksamama sebep oldu. Ağladığımı fark etmemle hızlıca gözyaşlarımı silip titrek bir nefes aldım. İkinci kez düşünmeden eğilip kana bulanan künyeyi elime aldığımda üzerindeki isim, az önce sedyenin arkasından bas bas bağıran kadının dudaklarından dökülen isimdi.

 

Sungur Alp, 07.02.1996,

Trabzon

 

Kan grubu bakışlarımın künyede asılı kalmasını sağlarken aynı kan grubunu taşıdığımızı fark ettim.

 

0Rh-(Negatif)

 

"Anne!" diye bağırıyordu esmer, ela gözlü olan kız. Annesi kollarının arasında bayılmıştı. Dikkatimi künyeden alıp onlara çevirdiğimde hemen ardından bir kız daha bağırmıştı, "Anne" diye.

 

"Doktor yok mu?" diyerek ayaklanan yengemle beraber bende ayağa kalkmıştım. Elimdeki künyeyi vermenin sırası olmadığını hissettiğimde cebime atmaya karar verdim. Sırası değildi. Daha sonra da verebilirdim. Künyeyi verip daha kötü olmalarına sebep olmak istemiyordum.

 

Yengem gözyaşları içerisinde yerde yatan kadının etrafında bulunanlara seslendi, "Üzerinden çekilin. "

 

Abimin haberi ilk ona gelmişti. Sabah saatlerinde çalan telefonu ve saniyeler sonra evi dolduran çığlığı göğsümü yangın yerine çevirdiğinde daha o konuşmadan olanları anlamıştım. Günler önce Edirne'ye ayak basmadan hissettiğim huzursuzluğun sebebinin bu olacağını tahmin edememiştim. Ankara'dan abimin yanına, yani Edirne'ye dört gün önce gelmiştik. İki gün boyunca gezmiş, doyasıya eğlenmiştik. Üçüncü gün ise beklenmedik şekilde çıkan görevle abim gitmek zorunda kalmıştı. Dördüncü gün, yani bugün de abimin haberi gelmişti.

 

Ağır yaralı değildi ama çok fazla kan kaybetmişti. Kan kaybetmesi başka sorunları doğurabilirdi. Korkumuz da buydu işte. Kötü düşünmek yerine dua etmeye başladım.

 

Dakikalar ölüm sessizliği içerisinde geçerken bayılan kadın, hemşireler eşliğinde bir odaya yerleştirilmişti.

 

Büyük bir sükunetle ameliyathaneden gelecek güzel haberi beklerken otomatik cam kapı aralandı. Saniyeler önceki sükunet yerle bir olurken herkes ayağa kalmış hemşirenin dudaklarından dökülecek sözleri büyük bir dikkatle bekliyordu.

 

"Sungur Alp'in yakınları?" diye sorduğunda her iki tarafa bakıp yakınların kim olduğunu anlamaya çalıştı. "Biziz." dedi, yaşlı adam yüzündeki korku dolu ifadeyi saklama gereği duymadan.

 

"Çok fazla kan kaybetmiş. Elimizdeki stok kanları kullanmış olsak da maalesef ki yetmedi. İçinizde 0Rh-(negatif) kan grubuna sahip olan varsa-" Hemşirenin lafını kesip konuşan yaşlı adamla beraber bakışlarım tekrardan ona çevrildi. "Eşimle uyuşuyor sadece. Ama eşimde şeker hastası, vermez."

 

Sesi sonlara doğru kırılırken her an yıkılacak gibi duruyordu. Annemin bakışlarını üzerimde hissetim. Kanlarımızın uyuştuğunu biliyordu. Ona bakma ihtiyacı hissetmeden öne çıktım, "Ben verebilirim. Kanlarımız uyuşuyor." dedim.

 

Bir sözüm yüzlerine umut ışığını tuttuğunda "Allah razı olsun kızım." dedi, yaşlı adam yüzündeki sahici gülümsemeyle.

 

Cevap vermek yerine gülümsemeyi seçerken annemin hemşireyi hedef alarak sorduğu soru duraksamama sebep oldu.

 

"Benim oğlum peki? iyi değil mi?"

 

Hemşire gülümseyerek "Maalesef, onun ameliyatından sorumlu olan hemşire ben değilim. Bilgi veremem." dedi. Verdiği cevap derin nefes almamı sağlarken kimseye bir şey demeden hemşirenin arkasından ilerlemeye başladım. İçimde adlandıramadığım garip bir his vardı. Nedenini bilmediğim bu his, içimi yakarken bu hissi göz ardı etmeye çalıştım.

 

Başarılı olabildiğim pek söylenemezdi.

 

Hastane koridorlarının sessizliğinden sonra kan verilen odaya adım attığımda, hemen kapının yanında bir sıra sandalye ve masalar görünüyordu. Her sandalye, sabırsızlıkla bekleyen insanlarla doluydu. Duvarlarda, soluk renkli afişler kan verme önemini vurguluyordu. Oda sessizdi, sadece hastaların ve görevlilerin düşük sesleri duyuluyordu.

 

Hemşirenin gözleri önce bağışçıların olduğu sandalyelere takıldı. Adımını sessizce atıp her bir bağışçının yüzüne samimi diyebileceğim bir gülümsemeyle baktı, onları rahatlatmaya çalıştı. Sonra, masanın üzerindeki dosyalara bir göz attı, eldivenlerini giydi ve gerekli malzemeleri hazırlamaya başladı. Yaptığı tüm hareketleri büyük bir dikkatle inceliyordum.

 

Yanıma doğru adımlamaya başladığında oturuşumu düzeltip kan alacağı kolumu hazırladım. Beyaz tenimden dolayı açıkça belli olan damarlarım hemşirenin işini kolaylaştırmış, kolayca kan almasına sebep olmuştu. Dört tüp kan vermiştim. Ayağa kalktığımda gözlerim bir anlık karardı. Hızlıca kendimi toparlayıp odadan çıktığım da bir dakikanın sonunda ameliyathanenin olduğu koridora girmiştim. Mesafe kapandıkça göğsümdeki ağırlık daha da artar gibiydi. Herkes eski sükunetine sarılmış, büyük bir umutla bekliyordu.

 

Annemin yüzünde kırışıklıklarla dolu bir hüzün vardı, her adımda daha da derinleşen bir çaresizlikle abimin sağlığı için dua ediyordu. Babam sessizliğe gömülmüş, kırık bir gurur ve kırılgan bir güç arasında gidip geliyordu. Abim ise sessizdi. Ne düşündüğüne kaya kadar sert olan yüz ifadesinden dolayı anlayamamıştım. Yengem, çaresizdi. Abimin yanında olamamanın huzursuzluğu yüzüne yansıyordu. Küçük kız kardeşim, Berfin ise sessizce ağlıyor, elini annemin eline sıkıca tutmuş, büyük gözleriyle bizi süzüyordu, onun için abimin bir süper kahraman olduğunu biliyordum. Fazlasıyla korktuğu abimin haberini aldığımızdan beridir akan gözyaşlarından kolaylıkla anlaşılıyordu.

 

Diğer aileye baktım, hepsi sessizdi. Abimin durumu ciddi olmasa da yaralanmıştı. Ancak onların çocuğunun durumu son derece ciddiydi. Büyük yara almıştı. Sedyede göğsünden akan kanı görmüştüm. Göğsünden vurulmuş olmalıydı.

 

Önüme dönüp zemini izlemeye başladım. Farkında olmadan cebimden çıkarıp elimde tutar halde olduğum künyeye kaydı bakışlarım. Künyede yazılı olan ismi defalarca okudum durdum. Ne kadar saat geçmişti bilmiyordum. Künyede yazılı olan isme kendimi o kadar kaptırmıştım ki herkes ayağa kalkana dek doktorların geldiğini görmemiştim bile. Herkesle beraber bende ayağa kalktığımda künyeyi avucuma saklayıp derin nefes aldım.

 

"Öncelikle iki aileye de geçmiş olsun." Kadın doktorun sözünü kesen şey, her iki aileden yükselen sevinç nidaları olmuştu. Berfin sevinçle bana sarılırken bende gülüyordum. Annemin ve yengemin "Oh" çektiklerini duydum. Abim rahat bir nefes alırken babamın da ondan bir farkı yoktu. Aynı şekilde diğer ailede öyleydi. Hepsi birbirine sarılıp ağlamakla gülmenin arasında gidip geliyorlardı. Yüzümdeki tebessümü bozmadan doktora baktım. Göz göze geldiğimizde onu dinleyen biri olduğunu anlayınca sözlerine devam etti, "İki hastamızın da durumu iyi. Ancak Sungur Alp'i iki gün boyunca gözetim odasında tutacağız. Kurşun kalbini bir kaç santim farkla geçmiş. Herhangi bir sıkıntı çıkmaması için yalnızca iki gün gözetim altında kalacak. Daha sonra Çetin Karakaya gibi onu da normal odaya alacağız."

 

Göğsümdeki o ağrı gitmiş yerini ferahlık almıştı.

 

Herkes rahatlarken o gün bir kez daha ölümün varlığı yüzümüze tokat gibi çarpmıştı...

 

(Şimdiki Zaman)

23.05.2026

-Edirne-

 

Güne odamın perdesinden sızan ışıkla merhaba demek istesem de maalesef öyle olmadı. Yatağıma atlayarak ödümün tam anlamıyla bokuma karışmasına sebep olan Berfin, yüzündeki hınzır gülümseme ve beni korkutmuş olmasından dolayı duyduğu hazla birlikte odamdan çıkmak üzereyken konuştu, "Prensesi uyandırdığıma göre bana müsaade."

 

Baygın bakışlarımla onu süzerken bir yandan da ölümcül bakışlarımı ona saplıyordum. Ergen olmasından dolayı ekstra çekilmiyordu. Düzenli bir şekilde her sabah, onun tarafından böyle uyandırılıyordum. Gına gelmişti.

 

"Nefret ediyorum senden."

 

"Hayır yaaa... Ben ölüyordum senin için (!) Neden dedin öyle?" Dedi, sesindeki ince alayla birlikte.

 

Dayaklıktı.

 

"Defol cüce." Dedim.

 

Teessüf eder gibi bakınca ne diyeceğini az çok anlamıştım.

 

"Çok ayıp! Ben sana evde kalmış diyor muyum?"

 

Tam da düşündüğüm gibi.

 

"24 yaşındayım geri zekalı."

 

Omuz silkti, "Senin yaşındakiler torun sahibi."

 

Berfin eşittir abartı makinesi.

 

"Bugünü boş yapma günü mü ilan ettin? "

 

Başını salladı, "Evet. Dayımlar gelmeden sana ön hazırlık yapmak istedim. Sen de sağ ol, sevgini iliklerime kadar hissettirdin." Dedi.

 

Dediklerinde takıldığım tek nokta; dayılarımın geleceğiydi. Sesli bir şekilde ofladım. Pikeyi üzerimden atıp ayaklandığımda evdeki telaşı az çok tahmin edebiliyordum. Kaçmak istesem de bu isteğimi yerle bir eden şey; günlerden cumartesi olmasıydı. Klinik kapalıydı. Bu da demek oluyordu ki, psikolog önlüğümü bir kenara bırakıp hizmetçiliğe terfi etme zamanım gelmiş...

 

Halimi görüp eğlene eğlene odamdan çıktığında kapıyı kapatmadan gitmesi saçlarını yolma arzumu daha da arttırdı.

 

Aşağıdan gelen annemin ve babamın kahkaha sesleri yüzümde tebessüm oluştururken pijamalarımı indirip günlük kıyafetlerim olan pantolon ve tişörtü üzerime geçirdim. Saçlarımı tepemde dağınık bir topuz yaptıktan sonra makyaj masama doğru ilerlerdim. Masanın üzerinde olması gereken saatimin masanın üzerinde olmadığını gördüğümde çekmeceleri açıp karıştırmaya başladım. Kutuları tek tek açıyor saatin hangisinde olabileceğini bulmaya çalışıyordum. Elime çarpan kutuyla beraber duraksayıp saati bulma umuduyla onu da açtım.

 

Ancak kutuda saat değil künye vardı.

 

Ne yapacağımı şaşırmış gibi öylece dururken silkelenip kutunun kapağını kapatıp çekmeceye geri koydum. Hevesim kaçarken saat takmaktan vazgeçmiştim.

 

Son zamanlarda devamlı olarak gözüme çarpan künye, sanki beni sahibime geri ver diyordu.

 

Verirdim vermesine ancak üç yıl gibi bir geç kalma sürecim vardı. Verirken ne diyecektim? "Ya kusura bakma ben bunu sana üç yıl önce verecektim ama araya kayınca bugüne nasip oldu." Bunu dersem büyük ihtimalle mal olduğumu düşünür ve nadiren verdiği selamı dahi keserdi.

 

Vermeyecektim. Yani verecektim. Vereceğim de ama bakalım hangi güne nasip olacak vermem.

 

Aşağıya inip mutfağa kısa bir bakış attığımda annem ve babamın kahvaltıyı hazırladıklarını gördüm. Annem biber salçalı yumurta yaparken babamda sosisleri kızartıyordu. Annem kaşık almak için babamın yanından geçtiği sırada fırsattan istifade eden babam, annemin saçlarına büyük bir öpücük kondurdu. Severek evlenmişlerdi. Sevgilerinin önüne ne yıllar ne de başka engeller çıkabilmişti.

 

Anın büyüsünü bozmamak adına salona geçtiğimde abim telefonuyla Berfin'de kedisiyle oynuyordu. Kendimi koltuklardan birine attığımda abimin homurtusu dikkatimin ona çevrilmesine sebep oldu. "Benim sabahın köründe konuşmaya mecalim yok, bunlar kahkaha atıyor."

 

Cevap vermek yerine güldüm. Öyleydi. Eksilmeyen aksine sürekli artan bir aşkları vardı. Her sabah kahkaha seslerine uyanırdık.

 

Yıllardır böylelerdi.

 

"Siz alışabildiniz mi bu eve? Şahsen ben alışamadım." Diyen Berfin'le bu sefer ona döndüm.

 

Sekiz ay önce Edirne'ye abimin yanına taşınmıştık. Biz alışmış olsak da Berfin hem yaşının küçük olmasından hem de geride kalan arkadaşlarına duyduğu derin özlemden dolayı sürekli şikayet ediyordu. Annem, abimin hasretine daha fazla dayanamamış buradan bir ev almıştı. Abimin hayatının sürekli tehlikede olması ve üç yıl önce yaşanan o kötü olaydan sonra iyice paranoyak olması, bizi korkutmuyor değildi.

 

Abim hemen arka mahalledeyken, son üç yılda içli dışlı olduğumuz arkadaşının ailesinin evi ise hemen bir kaç bina ötemizdeydi. Üç yıl önce abim gittiği bir görevde bacağından yaralanmış arkadaşı Sungur ise göğsünden yediği kurşunla ağır yaralanmıştı. Daha sonradan öğrendiğimiz gerçek ise ailece Sungur'a minnet duygusu beslememize sebep olmuştu. Çatışma esnasında abimin hayatını kurtarırken yaralanmıştı.

 

Bu olay üzerine her ne kadar biz Ankara'da oturuyor olsak da o aileyle bağlarımızı hiç kesmemiştik. Zamanla yakınlaşmış iyice aile dostu olmuştuk. Üç yıl içerisinde bir kaç kez abimi ziyarete geldiğimizde devamlı evlerine, yemeğe çağırmışlardı. Çok tatlı insanlardı.

 

Hele ki Çiçek teyze, ona diyecek söz dahi bulamıyordum. Sungur'a gereken acil kanın benim tarafımdan verildiğini öğrendiğinden bu yana sürekli dualar etmişti. Şu an onunla çok iyi anlaşıyorduk. Beni kızı gibi görüyordu.

 

"Temelli taşındık Berfin. Eski arkadaşlarını düşünmek yerine dışarı çık ve yeni arkadaşlar edin. Tüm yazı evde geçiremezsin." Dedi, abim dikkatini tekrardan telefonuna verirken.

 

Haklıydı.

 

Berfin oflayıp kedisiyle beraber bahçeye çıktığında sessizce arkasından bakıyordum. Alışması zor olacaktı. Ancak alışacaktı. Her ne kadar alışmamak için dirense de geri dönmeyeceğimizin ve temelli taşıdığımızın farkındaydı.

 

"Buna bir seans yapsana. Kendine gelir belki."

 

Göz devirip cebimden telefonumu çıkardım. "Yakın çevreye seans yapmıyorum."

 

Bana baktığını hissetsem de dönüp bakma zahmetinde bulunmadım. Bazen beynini bir kenara bırakıp öyle konuşuyordu. Bu durum beni delirtse de abi teröründen korktuğumdan dolayı bir şey diyemiyordum.

 

Kaç yaşınıza gelirseniz gelin o abi dayağı her zaman var...

 

Acı gerçek.

 

"Kendi psikolojin bozukken milletin psikolojisini nasıl düzeltiyorsun?"

 

Bugün herkes benimle uğraşmak için sözleşmiş gibiydi. Kesinlikle öyleydi. Yoksa bu sözlerin başka açıklaması olamazdı.

 

"Ben sana aşıların tam değilken hayvanlara nasıl aşı yapabiliyorsun? Diyor muyu-" lafımı kesen etken, koltuk yastığıydı.

 

Ters ters bakıp önüne döndü.

 

"Şebek."

 

"Sensin."

 

"Mal mısın?" Diye sordu son derece ciddi olan yüz ifadesiyle. Kolay sinirlenen ancak sakinleşmesi saatlerini alan birisiydi. Bu yüzden onun yoluna çok fazla çıkmamaya çalışıyordum. Şu an çalışmalarım boşa gidiyordu çünkü laflarının altında kalırsam gece uyuyamaz içim içimi yerdi. Doğam da yoktu altta kalmak.

 

Ne yapayım...

 

"İnsanım." Evet, iğrençti. Kabul ediyorum.

 

"İnsandan çok maymun gibisin."

 

"Tip yarıştıracaksak seni birinci ilan ediyorum. Malum.. senden daha maymunu olmadığı için birincilik senin hakkın." Dedim.

 

Sabah sabah yürek yemiş olabilir miydim? Aksi takdirde bu denli konuşmamın başka açıklaması olamazdı. Evet, kesinlikle olamazdı. Ancak bırakın yüreği çay bile içmemiştim.

 

Yerimden ağır ağır kalkıp gelebilecek herhangi bir yastık darbesinden kaçmak adına koşar adım bahçeye çıktım. Peşimden geleceğini biliyordum. Ancak yine de umursamadım, hak etmişti.

 

Kahvaltı masasında oturup etrafı seyreden Berfin geldiğimi görse de benimle konuşmadı. Masayı es geçip bahçe kapısının çaprazında kalan kiraz ağacına doğru adımladım. Ağacın yanına geldiğimde en kırmızı olan kirazları seçip yemeye başladım. Kahvaltıdan önce birkaç tane canım çekmişti, üşendiğimden dolayı yıkama gibi bir zahmete girmedim.

 

Birden sırtımda hissettiğim ıslaklıkla tiz bir çığlık dudaklarımdan kaçıverdi. Arkama dönüp ne olduğunu anlamaya çalıştığım esnada elindeki hortumla birlikte sırıtan abimi görmek, beni zerre şaşırtmadı. Nereye kaçacağımı bilmez bir halde bağırmaya devam ettiğimde çoktan hortumu bırakıp kaçmaya başlamıştı. Bir saniye bile düşünmeden eğilip hortumu elime aldım ve peşinden koşmaya başladım. Bende onu ıslatmaya başladığım da deli gibi yapmamam için bağırıyordu. Berfin'in kahkahaları kulağıma dolduğunda abimi ıslatmaya devam ettim.

 

Kaçmaya çalışsa da başarısız oluyordu. bu yüzden kaçmayı bırakmış bu saçmalığı bitirmemi beklemeye başlamıştı. Bana kalsa ıslatmaya devam ederdim. Ancak annemin çığlığı elimi ayağımı birbirine doladı. Omzumun üzerinden ona baktığım da yüzündeki büyük sinirle hem bana hem de abime öldürücü bakışlar atıyordu. Babam, annemin aksine bizi gülerek izliyordu.

 

"Allah canınızı almasın. Kız bırak şu hortumu!"

 

Omuz silktim. "Önce Ömer başlattı. Yoksa benim aklıma nasıl gelsin?" Dedim.

 

Gözleri daha da büyürken "Abin o senin, Ömer değil abi diyeceksin." diye kızdı.

 

Abimi göremesem de çoktan kaçtığını biliyordum. Yani en azından aklı varsa kaçardı. "Abiden çok deccal gibi davranıyor. " diye homurdandım. Öyleydi. Çetin abimden görmediğim zulmü ondan görüyordum. Adam beni boks torbası bellemişti. Her türlü dayak pozisyonunu benim üzerimde denemekten keyif duyuyordu.

 

Annemin gözleri büyürken alt dudağını ısırdığını gördüm. Babamın ağzı bir şey diyecek gibi aralansa da geri kapandı ikisi ağızları açık bir şekilde bana bakıyorlardı. Bir an arkamı kontrol etme ihtiyacı hissetim. Bakışlarımı onlardan çekip önüme döndüğümde gördüğüm manzarayla birlikte hortum anında ellerimden düştü. Bir elim ağzıma giderken sırılsıklam ettiğim Sungur, öylece bana bakıyordu. Abimle yengem de bakış açıma girdiklerinde yerin dibine girdiğimi hissediyordum.

 

"Özür dilerim." dedim, konuşmayı akıl ederken.

 

Rezil olmuştum.

 

Üzerini süzdüğümde fazla ıslanmadığını gördüm. Bu az da olsa içimi rahatlattığın da ne diyeceğini büyük bir tedirginlikle bekledim.

 

Alt dudağını ıslatıp bir kaç adım gerildiğinde "Abin deccal ise sende cadısın." dedi.

 

Rahat bir nefes verdim. Abim yanımdan geçerken yanağımdan bir makas aldı. "İyi yaptın, serinledi en azından." deyip aklı sıra dalga geçti. Yengem ise abimin aksine "Günaydın güzelim." dedi. Gülümsemeye çalıştım. Çalıştım diyordum çünkü yüzümde bir mimik bile oynamamıştı. Son derece mahcup ve utanç içerisindeydim.

 

Benim hakkımda ki düşünceleri benim için önemliydi. Hakkımda kötü düşünmesini istemiyordum. Ancak şu saniyeden itibaren salak olduğumu dahi düşünüyor olabilirdi. Düşünmekte haklıydı. Sabahın köründe salak gibi adamın üstünü ıslatmıştım. Onun yerinde kim olsa böyle düşünürdü. Konuşmak yerine susmayı tercih edip bakışlarımı kaçırdım.

 

Gülümsedi, bana doğru adımlarken "Kızmadım. Salak veya aptal olduğunu da düşünmüyorum, rahatla. " dedi, sesindeki yumuşak tını yavaş yavaş içime sızıp karnımın derinliklerinde küçük bir yuva yaptı.

 

Bir şey demek yerine gülümsemeyi tercih ettim. Yan yana masaya doğru ilerledik, o kendi sandalyesini çekip oturduğunda bende annemin yanına kurulmuştum. "Sungur oğlum, sen onun kusuruna bakma. Sabah sabah yine muzırlık yapası tuttu. Yanan da sen oldun." Diyen anneme ters bakışlarımı yollayıp önüme döndüm. Onlarla ilgilenmiyormuş gibi kahvaltımı etmeye başladığımda Sungur'un sesini duydum. "Alıştım artık Serpil sultan, sıkıntı yok."

 

Sözleri kaşlarımın çatılmasına sebep oldu. Neye alışmıştı? Muzırlıklarıma mı?

 

"Görende her gün her gün seni ıslatıyorum sanır. Birde bayıl." demekten kendimi alıkoyamadım.

 

Gözlerini kısıp başını omzuna doğru hafifçe yatırdı. Tek kaşı çatıldığında ofladım. "Onlar da yanlışlıklaydı." dedim.

 

Her gün olmasa da son zamanlarda gerçekten de onu ıslatıyordum. Bir kaç gün önce mutfağın girişinde onunla çarpışmış hem onu ıslatmış hem de bardağı kırmıştım. O kabul etmese de suçlu o idi. Sessiz sessiz gelinir miydi mutfağa! Gelinmezdi tabii.

 

"Eminim öyledir." Sesindeki ince alay tınısını hissetim. Basbayağı benimle alay ediyordu.

 

Cevap verme gereği duymadığım için kahvaltımı etmeye devam ettim. Ömer abimde üzerini değiştirmiş bir halde sofraya oturduğunda üzerimdeki deccal bakışlarını hissetmiştim. Daha çok kudurmasını istediğim için dönüp bakmamıştım bile. Öyle de oldu, kudurup kudurup durdu.

 

"E anne akşama ne yemek yapıyorsun? Malum çok sevgili dayılarımız gelecek, onlara yakışır bir sofra hazırlarsın artık. Her şeyden bol bol yap ama! Çeşit çeşit olsun. Sonuçta kül kedimiz var. O, sana seve seve yardım eder."

 

Allah, bu adamı beni delirtmesi için göndermiş olmalıydı. Yoksa bu denli benle uğraşmaz, canımı da sıkmazdı.

 

"Dalga geçmeyi bırak da yemeğini ye. Allah, bu boyu sana boş boşuna vermedi, perdeleri asacaksın. Daha sonra evi süpüreceksin."

 

Zevkten dört köşe olduğum esnada annemin sözleri herkesi güldürmüştü. Biri hariç... Ömer abim. O eğlenmekten ziyade kudurmuş gibiydi.

 

"Anne benim işim var. Bizim çocuklarla buluşacağım." dese de eninde sonunda kendini evi süpürürken ve perdeleri asarken bulacağını çok iyi biliyordu.

 

"Çocuklar kaçmaz."

 

"Perdeler de kaçmaz"

 

Kısa ruhsuz bir bakışma geçti araların da. "Tamam Ömer! Millete bizi izlesin akşama kadar. Aman sen arkadaşlarından geri kalma."

 

Anne dramı online.

 

"Millette Serpil perdeleri açsa da evini izlesek diyordu zaten"

 

"Ömer!" Uyarı dolu ses babamdan gelmişti. Abim göz devirip ofladı, "Tamam, asacağım." dediğinde küçük bir kıkırtı dudaklarımın arasından firar etti.

 

"Adam olacaksın." dediğim an da bir hışımla bana döndü. Elindeki çatalla birlikte bana yaklaştığında "Manyak mısın be!" diye korku dolu sesimle konuştum. Yüzündeki sert ifadesi yutkunmama sebep oldu. Birden sırıtarak geri çekildiğinde "Bu korku sana sittin sene yeter." dedi.

 

Değil sittin sene yüz yıl yeterdi. Sağı solu belli olmadığından sandalyemi yanından uzaklaştırdım. Nefeslendiğim esnada Sungur'la göz göze gelmeyi beklemiyordum. Öylece ona baktığım esnada bakışlarını ilk çeken o oldu. Ellerim saçlarıma çıkarken düzeltme ihtiyacı duydum. Sesli bir şekilde boğazımı temizleyip önümdeki kahvaltılıkları bitirmeye çalıştım.

 

O andan itibaren kimseyle muhatap olmamış onunla da bir daha göz göze gelmemiştim.

 

 

REKLAMLARDAN SONRA BURADAYIZ EFENDİMMM

 

İLK BÖLÜM HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZİ ALABİLİR MİYİMMMM?

 

VERDİĞİNİZ OYLAR VE YORUMLAR BENİ MOTİVE EDİYOR. BU YÜZDEN DESTEĞİNİZİ EKSİK ETMEZSENİZ ÇOK AMA ÇOK SEVİNİRİM.

 

NOT: İLK BÖLÜMLER BU UZUNLUKTA OLACAK,İLERLEYEN BÖLÜMLERDE KELİME SAYISINI ARTTIRACAĞIM.

 

ŞİMDİLİK KENDİNİZE İYİ BAKIN VE ALLAH'A EMANET OLUN.

 

ÖPÜLDÜNÜZZZ.

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%