Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm

@runarhez

Merhabalar.

Uzun bir bölüm sizi bekliyor dinlenerek okumanızı öneririm.

Okurken yorumlarınızı her bir satırda görmeyi dilerim.

Keyifli okumalar.

Bölüm şarkısı:

Emre Aydın - Sen Beni Unutamazsın
Göksel - Sen Orda Yoksun

 

 

"Geçmişin pişmanlığı geleceğin keşkesinden ağırdır. "


Efşan Dora Timagur'un Ağzından

Yağan yağmurun sesi kulaklarıma dolarken buğulanmış camdan dışarı baktım. Dışarıda olan beni gördüm. Çocukluğumu, 7 yaşındaki beni. Yağmurun altında durmuş aramızdaki camdan gözlerini çekmeden bana bakıyordu.

Kara kara bulutlar sarmış etrafını, esen rüzgara inat ters durmuş yıkılmamak için çaba sarf ediyordu. Bunu yaparken bir an olsun gözlerini benden ayırmıyordu.

Onu öyle görmeye dayanamadım ve camı hızla açarak "Durma öyle gel buraya!" diye bağırdım. Rüzgarın şiddeti gitgide artarken ayaklarının yerde sürtünmesini görmemle korkuyla yeniden bağırdım.

"Efşan Dora buraya gel!" hayır sanki beni duymuyordu.
Hüzünlü bakışları beni derinden etkilerken dayanamayarak ben çıktım dışarı.

Kocaman adımlarımla hızla tam önünde durduğumda başını kaldırarak gözlerime baktı. Rüzgar aramızda bir çizgiydi sanki. Yavaşça yere eğilerek onunla aynı boya geldim. Küçük ellerine uzanarak narince tuttum ellerini.

"Efşan neden dinlemiyorsun beni? Hastalanacaksın. Bu sevdiğin yağmurlardan değil. Bu bir fırtına, kendini koruman gerek." dedim naif olduğuna inandığım bir sesle. Ancak ince bir sesi olmasına rağmen dediği şey yüzüme bir tokat gibi çarptı.

"Sen kendini koruyabiliyor musun?" gülümsedim ve "Elbette koruyorum. Ben 22 yaşında genç bir kızım görmüyor musun?" diyerek saçlarını geri ittim.

Gözlerimin içine bakarak ıslanan saçlarımı kulağımın arasına sıkıştırırken "Bazen sadece yaşlar büyür." dedi.
Yüzüne bakakaldım. Verecek başka bir cevabım yoktu.

"Beni hatırlıyor musun?" sorusuna "Elbette. Karşımda duran aynı küçük Efşan. Kıvırcık kısa siyah saçlar, heterokromi gözler ve mutlu Efşan." diyerek burnunu sıktım. Güldüm. Gülmedi.

"Hatırlamıyorsun, olmasını istediğin şeyleri bana yüklüyorsun." diyerek bir adım geriledi.

Rüzgar onun bu hareketiyle hırçınlaştığında bende bir adım geriledim. Yükselen topraklar gözüme çarptığında acıyla gözlerimi yumarak dinmesini bekledim. Biraz bekledikten sonra dinginleşen rüzgarla gözlerimi araladım. Küçük Efşan yoktu.

Çok geçmeden sesini duydum "Arkana bak!" ikiletmeden arkamı döndüm. İşte yine ordaydı. Minicik eliyle ona yaklaşmam için işaret yapmasıyla hızlı adımlarla yanına gittim. Yanında durduğumda eliyle karşıyı göstererek "Bak şuraya." dedi.

Başımı gösterdiği yere çevirerek ne gösterdiğine baktım. Gördüğüm manzara o kadar güzeldi ki... Yeşillikler içinde kocaman bir ağaç. Yemyeşil...

"Ne kadar güzel." diye fısıldadım. Yanımdaki Efşan'a bakıp "Öyle değil mi?" diye sorduğumda kafasını salladı. Huzurla seyretmeye başladım. Küçücük eli elimi bulduğunda "Çok güzel. Ama senin ağacın o değil." dedi.

Kaşlarımı çatıp "Anlamadım? Benim ağacım mı?" diye sordum. Adımlamaya başladığında elimi hâlâ bırakmamıştı bu yüzden onu takip ettim.

Yeşillik bir alanda durduğunda bende onunla beraber durdum. Birden hava kararmaya, yeşillikler kurumaya başlamış, kara bulutlar etrafımızı sarmaya başlamıştı.

Korkuyla elini sıktım. Elini elimden kurtararak karşımda duran köklü, simsiyah kurumuş ağacı göstererek "İşte senin ağacın" dedi. Soluk almayı bıraktım resmen. Fırtınalar koparken yavaş yavaş uzaklaştı benden.

Koskoca kara, ürkütücü ağaca bakarken "Senin hikayen bu ağaç, bu karanlık. Senin başlangıç noktan bu ağaç, bu karanlık, bu toprak. Senin varlığın işte bu çorak toprak! Başka bir yerde arama hikayeni. Etrafına bak. Yere bak. Sen sadece yere bak, sadece yere bak!"

Kulağımda çınlayan sesle hızla gözlerimi araladım. Nefes nefese kalmış terden sırılsıklam olmuştum. Titreyen dizlerim rüyanın etkisinden çıkamamış, midem çoktan bulanmaya başlamıştı.

Hızlı nefes alıp verirken midemin çalkantısına daha fazla dayanamayarak banyoya attım kendimi. Kusmak midem için iyi gelse de ruhumu sömürmüştü sanki.

Elimi, yüzümü yıkayıp kurulamadan odama geçtim. Karanlıktı her yer. İrkildim. Hızla ışığı açarak nefes almak için camı araladım. Başımı dışarı çıkarıp nefes almaya başladığımda karşımda gördüğüm ağaç ile tüylerim diken diken oldu. Hızla camı kapatıp perdeyi çektim.

Elimi belime koyup odamda dolanmaya başlamıştım ki makyaj masamın üzerindeki 7 yaşındaki beni görmemle daha fazla dayanamayarak odamdan çıktım.
Abimin odasının önüne geldiğimde içeri girip girmemek arasında kaldım.

Ancak korkuyordum. Yapabilirdim. Saat daha gece yarısıydı sabahı edemezdim böyle. Son kalan cesaret kırıntımla kapısına üç kere vurup "Abi" diye seslendim.

Hiçbir ses yoktu. Biraz bekledikten sonra yeniden üç kere tıklatarak "Abi" dedim yeniden. Yine hiçbir ses yoktu. Dudaklarımı yemeye başlamıştım ki kapı açıldı.

altında uzun eşofman ve her zaman ki gibi üstü çıplak saçları dağılmış uyku mahmuru gözleriyle "Efşan?" dedi. Vücuduma yayılan utanç duygusu ağlama isteğimi gün yüzüne çıkarsa da yapmadım.

Utana sıkıla "Yanında yatabilir miyim?" diye sordum. Kapıyı tam açarak saçlarını geriye atıp kısık gözlerle ne olduğunu çözmeye çalışıyordu. Sanırım kabul etmeyecekti.

"Odama gidebilirim." dememle "Saçmalama" dedi. Ardından içeri geçerek gelmem için kapıyı aralık bıraktı. Ağır adımlarla karanlık odaya girip kapıyı kapattım. Ancak burası benim için fazlasıyla karanlıktı.

"Abi ışığı açabilir miyim?" diye sormamla ne ara komütatöre bastığını anlamadım. Gözlerini ovarak ikili kocaman olan yatağına oturarak "Efşan yabancıymışım gibi davranma sinirleniyorum." dedi.

Yanına yaklaşıp yatağa oturdum ardından "Kötü bir kabus gördüm korkuyorum." diye ufak bir açıklama da bulundum. Oturduğu yerden bana yaklaşıp "Efşan ben senin abinim. Utanacağın veyahutta çekineceğin biri değilim. Bu odayı paylaşmak istiyorsan sormana gerek yok rahat ol" dedi. Demesi kolaydı tabi. Benim için hâlâ koca bir yabancıydı bunu bir türlü anlamıyordu.

Yataktan kalkıp dolabından yastık çıkarıp yatağın yanına koydu ardından pike çıkarıp yatağa serdi. Kendisi yatağa uzanırken "Işığı kapatma, gel uzan." diyerek yanına çağırdı. Ağır adımlarla yaklaşarak yatağın ucuna oturdum.

Bacaklarımı yatağa çekerek pikeyi üzerime örttüm. Ancak pekte rahat değildim. Abim rahat olmadığımı anlamış olacak ki yatağın köşesine kadar gidip sırtını bana döndü. "Rahatına bak" diyerek yastığına başını koydu. Pikeyi üzerime örtüp tavanı seyretmeye başladım. Abim nerden anladı bilmiyorum ama "Uyu Efşan saat daha 02.47 sabaha kadar dayanamazsın." Dedi. Fısıltı gibi çıkan bir sesle "Korkuyorum." dedim.

Odada yankılanan nefes alış veriş seslerine odaklanmışken "Ne gördün?" sorusuyla başımı açık kalan omzuna çevirdim. Sırtındaki izlere gözlerimi gezdirirken "7 yaşımdaydım abi. Fırtına içindeydik yanına gittim gel dedim dinlemedi beni. Çok üzgün ve haşin bakıyordu bana. Onu üzecek bir şey mi yaptım acaba?" diye soru sordum. Cevap bekledim ondan.

"Çocukluğunu üzecek ne yapmış olabilirsin ki Efşan?"

Ah bir bilsen abi...

Bir bilsen yine aynı dobralıkta sorabilecek misin bilemiyorum. Sana bunu nasıl derim bilemiyorum.

Konuyu uzatmayarak daha doğrusu kaçarak devam ettim anlatmaya "Bana ne dedi biliyor musun? Sen kendini koruyabiliyor musun? Güldüm sonra 22 yaşında genç bir kız olduğumu kendimi koruyabildiğimi söyledim. Öylece yüzüme baktı ve 'Bazen sadece yaşlar büyür' dedi." cümlemi sonlandırarak derin bir nefes aldım.

Sessizdi uyudu sandım. Ufak bir hareketlenmeyle pikeyi düzeltti ve "Geçmişi sil Efşan geçmişe takıldığın sürece yol kat etmen çok zor. Elbette her şeyi sil demiyorum ama biraz rahatlat şu beynini. Olan oldu annemiz de babamız da göçüp gittiler. Senin geleceğine odaklanıp anı yaşaman lazım gençliğini feda etme"
dedi benden bir cevap bekleyerek.

O nasıl olacak diyemedim. Ben o pisliği bulmak için yıllardır para topluyorum haberin var mı diyemedim. Geceleri senin yolunu gözlerken kendimi korumak için nasıl mücadele verdim bundan haberin var mı diyemedim. Sen acı çekerken bende seninle beraber kat be kat acı çektim diyemedim. Avucumda bir tek sen kaldın lakin limanına sığınmama izin vermedin ben o denizde her gece boğuldum diyemedim.

Ateşinle yaktın, yandım sesimi hiç çıkarmadım. Yeşillerinle beni toprağa gömdün elimi çıkarıpta üzerimden atamadım ben o kara toprağı. Dayanak istedim, koru istedim, sev istedim ben en çok şefkatini istedim. Yapamadın, sen bana bir tek abi olacaktın onu bile yapamadın diyemedim.

Yutkunarak gözyaşlarımı sineme akıtıp sesimin çıktığından bile emin olmadan "Öyle yaparım abi" kelimelerini sarf ettim. Bundan sonrası sonsuz sessizlikti. Kendimi uykunun kollarına teslim etmeden önce son bir kez değdirdim gözlerimi. Acısına son bir kez daha eşlik ettim. Ruhu bile duymadı ben yanında acı ile boğuşurken. Oysa ben onun için savaşıyorken...

.
.
.

Gözümü rahatsız eden güneş uyanmam için beni teşvik ediyordu lakin inat ederek uykuya dalmaya çalışmak daha makul gelmişti. Tabi inatçılığım odada gezinen ayak sesleriyle son bulmuş, huysuz bir hareketle gözlerimi açmama engel olamamıştım.

Abim aynanın karşısında üzerini kontrol ediyor, iki de bir banyoya girip çıkıyordu. Ne yaptığını anlayamadım.
Koca bir oflamayla pikeyi üzerimden attığımda yüzünü bana dönerek "Günaydın." dedi. Somurtkan ifademi görmezden gelip saate çevirdim bakışlarımı.

Oha, yok artık! 16.12 mi yazıyor orda yoksa ben mi yanlış görüyorum? Ne yatmışım be! Az daha yatsaydım yarın olurmuş zaten!

Şaşkınlıkla dirseğimi yatağa bastırıp doğrulurken abim de baktığım yere bakışlarını çevirip baktı. "Yok artık ne yatmışım! Niye uyandırmadın? Kahvaltı yaptın mı? Ne yedin? Bir şey yiyebildin mi? Of nasıl uyumuşum ya!"

Taramalı tüfek gibi ardı ardına sıraladığım sorularımın arasına girerek içten içe kızdığım kendimin önüne geçti. "O saat yanlış. Ayrıca sen beni değil, ben seni düşünmeliyim. Rolleri karıştırdın yine." diyerek aynaya döndü. 𝑲𝒂𝒚𝒈𝜾𝒔𝜾𝒛 𝒉𝒆𝒓𝒊𝒇.

Yataktan ayaklarımı sallayarak kendimi ileri itip yere bastım ayağımı. O hâlâ aynada kendine bakarken baştan aşağı süzdüm onu. Tabi yıllardır rolden role girerek arkasını kolladığımı bilmiyordu.

Acıktığında anne, geç geldiğinde anne, hastalandığında yine anne, konuşmak istediğinde kardeş, dayanak istediğinde bir baba, eğlenmek istediğinde bir arkadaş -ki zaten en az bu rolü üstleniyordum- , kavgasında, döğüşünde, yaralanmasında anne rollerini üstleniyordum. Sanırım ben daha çok annesi oluyordum.

Aramızda 8 yaş vardı ama benim koca bebeğim gibiydi.
Ne kadar yabancıysakta, ne kadar benim için korkunçsa da bir anlamı vardı içimde bir yerlerde.
Onun için bir anlamı olmasada...

Siyah bol kumaş pantolonunun üzerine giydiği kısa kollu siyah badi ile yapılı vücudu ortaya çıkmıştı. taktığı siyah kemer ayrı bir hava katmış kısa saçları gözleri kadar öne çıkmıştı. Son zamanlarda bıraktığı kirli sakalı ile pek bir yakışıklıydı.

Yukarı kıvrılmış olan yakasına gözüm kaydığında yanına yaklaşarak beni fark etmesini sağladım. Yönünü bana çevirdiğinde gülümseyerek "Eğilsene biraz" dedim. Anlamamış olsa da dediğimi yaparak eğildi.

Ellerim yakasına giderek güzelce yakasını katladım sonra omzuna elimi sürerek düzelttim. Ardından yanağına küçük bir buse kondurup geri çekildim.
Şaşkındı. Benim ona bu yaklaşımım onu hep şaşırtırdı.

Yüzünde görmek istediğim ifade mutluluk, gülümseme tarzı şeyler olsa da aynı keskin surat bana dik dik bakmaya devam ediyordu. Yatağı toplamaya koyulduğumda parfüm sıkmak için aynalı komidinin önüne geçmişti ki "Siyah olanı sık. Onu çok beğeniyorum. Onunla tam bir abi gibi kokuyorsun" diyerek yatak örtüsünü sermeye koyuldum.

Tabi göz ucuyla onu kontrol etmeyi de ihmal etmiyordum. Kafası karışmış gibiydi. Gözü siyah olan cam şişedeyken eli mavi olana gidiyordu. Aynadan bana baktığında hızla gözlerimi yatağa çevirip örtüyü düzeltmeye başladım. Mavi olanı alarak kapağını açtığında içimde bir yerlerde bir burukluk hissettim.

Kırılmış bir şekilde yastıklarını da yatağın üzerine yerleştirerek hızla odadan ayrıldım. Tabi o kırıldığımın bilincinde olmadan parfümü üzerine boşaltmakla meşguldü şuan.

Kahvaltı hazırlamak üzere mutfağa geçmiştim ki bahçe kapısının sonuna kadar dayalı olduğunu gördüm. Bahçeye çıkıp baktığımda sofranın çoktan kurulu olduğunu gördüm. Yüzüme gülümseme yayıldığında arkadan abimin sesini duydum "Çayları doldurdum otur hadi". Elindeki tepsiyle masaya ilerledi.

Onu takip ederek masanın olduğu alana geldim. Gözlerim sofrayı tararken taze ekmek bile aldığını gördüm. Sevdiğim şekilde yumurtayı da yapmıştı.
Sandalyeye kendini bıraktığında bende karşısına geçip oturdum. "Hadi başla yemeğe" diye çıkıştı.

Ekmekten bir parça kopartıp sahanda yumurtaya bandım. O ise her gün yaptığı gibi terayağını ekmeğe sürüyordu. Gülümseyerek ekmeği ağzıma atıp "Kilolarının nedeni belli oluyor" dedim.

Ekmeğe dişlerini değdirmişti ki sözümle ekmeği ısıramadan öylece kaldı. Surat ifadesine kahkaha attığımda yeniden yumurtaya bandım ekmeğimi.

Lokmasını ağzında evirip çeviriyor bana ters ters bakıyordu. Bu daha fazla gülme isteğimi artırırken o ekmeğinden bir ısırık daha aldı. Kendimi yavaştan ciddiyete adapte ederken bu kadar iyi yemek yapmayı ne ara öğrendiğini bilmek istedim.

Saçlarımı geri atıp "Sen iyi yemek yapamazdın ne zaman öğrendin?" diyerek çayımdan bir yudum aldım. Çay bardağını dudaklarına götürürken "Bir iki yıl kadar oluyor" diyip çayını yudumlamaya başladı beni hüzün içine boğduğunu bilmeden. Oldukça rahattı.

Heterokromi gözlerimi üzerinde gezdirirken hayal kırıklığı ile derin bir iç çektim. Bunu bile fark edemeyecek kadar nasıl uzak kalmıştık birbirimizden?
"Ne oldu? Yesene." sert sesi ortamı yankılarken körükle gitmek istemedim bu yüzden kafamı sallayıp yumurtadan yemeye koyuldum.

İnce kıl biberi alarak büyük bir ısırık alıp çiğnemeye başladığında elimin altındaki tuzluğu alarak tabağının bir köşesine silktim. 'Napıyorsun?' bakışı atıp kafasını salladığında "Seversin sen. Tuza ban biberi." dedim.

Zaten bu son konuşmam olmuştu. Çatal bıçak sesinden başka ses yoktu. Sessizliğin getirisi gerginlikte olduğu gibi ensemdeydi. Çay bardağını elime alıp yudumladığımda abimin telefonunun sesi yükseldi.
Telefonu eline alarak kimin aradığına baktı fakat açmadı. Hiç acele etmiyordu çaydan bir yudum aldı.

Telefon kapanacaktı ki yeşil tuşu kaydırarak kulağına tuttu. Masanın üzerinde hazır bulundurduğu sigara ve çakmağını alarak dudağına yaklaştırdı. Sigarayı yakıp derin bir nefesi ciğerlerine nüksettiğinde karşı tarafı dinliyordu hâlâ. Bacak bacak üstüne attıktan sonra "Yani? Ne yapmamı bekliyorsun?" diye sordu.

Ben ise çaydanlığı alıp boşalan bardağıma çay dolduruyordum. Onunda boşalmış olan bardağına yaklaşıp sessizce 'Doldurayım mı?' diye kıpırdattım ağzımı. Gözlerini ağırca kırparak onay vermesiyle demli çayı doldurdum bardağına.

Çayıma iki şeker atarak sessizce karıştırıp dudaklarıma yaklaştırdığımda gözlerinin benim üzerimde olduğunu gördüm. Karşı taraf durmadan bir şey söylüyordu ama abim ağzını açıpta tek kelime etmiyordu. Tuhaf bir anlaşma şekliydi. Bardağını eline aldığında içmeden önce "Sizin aranızdaki meseleye karışmam ben. Benlik durum ne onu söyle sen." deyip yudumladı çayını.

Karşı taraf yine bir şeyler dedikten sonra "Tamam hesabı at hallederim. Bir daha da izin günümde arayıp rahatsız etmeyin beni. Halledin bir şekilde." diyerek telefonu kapattığı gibi masanın boş bir yerine fırlattı resmen. Çayını içip sigarayı dudaklarına yerleştirdi.

Zehirli havayı soluyup dururken "Arayan kimdi diye sormamın bir sakıncası var mı?" diye sormamla bakışları beni buldu. Sigarayı iki parmağının arasına sıkıştırıp geri çekti. Ağzındaki dumanı dışarı üfleyip konuşmaya başladığında zehirli dumanlar gözlerini kapatmıştı. "İşten bir arkadaş." diyerek sustu.

"Önemli bir şey yok ya." naif çıkan sesimin aksine gür bir sesle "Hesabı yapamamış malın biri, üstüme yıktılar. Sikeyim böyle izini!" diye yükseldi adeta.
Bir şey demedim. O da sigarasına geri yöneldi.

Masayı toplamak için ayaklanıp tabaklardan birkaçını elime alıp mutfağa geçerken "Akşama gidiyor muyuz yemeğe?" diye sordum. Tabakları tezgaha koyarken uzaktan gelen sesini dinledim. "Gideriz. Sözüm var sana." dedi. bahçeye çıkıp yeniden boş tabakları alırken "Nereye gideriz nasıl giyineyim?" diye sordum.

Yeniden yaktığı sigaranın arasından "Beni delirtecek bir şey giymede ne giyersen giy." dedi. Boş bakışlarım onu bulduğunda "Bakma öyle." diye yükseldi. Bakışlarımı kaçırıp içeri geçerken "Bir giyimime karışmadığın kalmıştı çok şükür onu da hallettin bugün!" diye yakındım. Bahçeden sesi yükseldi "Söylenme dediğimi yap!" gözlerimi devirip ofladım.

Saate baktığımda işte şimdi 16.27'i geçtiğini gördüm. Mutfağı toplayıp, yıkanıp hazırlanayım derken akşamı ederdim zaten. O zamana kadar da abim işini hallederdi. Bunu demek için bahçeye çıktım.

"Ben mutfağı toplayıp, duşa girerim abi. Hazırlanayım falan derken akşam olur sen de o zamana kadar işini halledersin." diyip masada kalan bardakları aldığımda kafasını sallamakla yetindi. Seri adımlarla mutfağa geçip aynı hızlılıkla mutfağı toplamaya koyuldum.

Bir yarım saat kadar sonra mutfaktan ayrılarak odama geçtim. Şimdi asıl mevzu ne giyineceğimdi. Dolap kapağımı aralayarak ne var ne yok diye karıştırmaya başladım. Genelde pantolon kombin yaptığımdan bugün elbise giymek istedim. Bu yüzden rafların önünden ayrılarak elbise bölümünde oyalanmaya başladım. Hızlı hızlı askıları geri iterken yere düşen bir askı ile eğilerek elime aldım.

Kahverengi büzgülü, bileğime kadar uzanan straplez olan bir elbiseydi bu. Tam olarak ne zaman aldığımı hatırlamasam da alıp dolabımın bir köşesine atmışım. Anladığım kadarıyla abimden saklamak istemişim.

Fazla bir açıklığı yoktu zaten. Aynı renkte dirseğime kadar uzanan eldivenleri ile aşırı hoşuma gitmişti. Giyilecek olan kıyafet hazır olduğuna göre rahatlıkla duşa girebilirdim. İç çamaşırlarımı kapıp kendimi banyoya attım. Oyalanacak gün değildi bugün.

Aylar belki yıllar sonra abimle yemeğe gidecektim. Bugün benim için fazlasıyla değerliydi. Bu yüzden her şeyin en iyi şekilde olmasını istiyordum. Sıcak suyun altında güzelce yıkanırken şimdiden makyaj için ufak fikirler edinmeye başlamıştım. Tabi abim makyaj yapmama her ne kadar kızıyor, karışıyor olsa da.
Onu anlayamıyorum giydiğim kıyafetin, yaptığım makyajın ne gibi kötülüğü olabilirdi?

Babam yok belki ama babamı aratmaz bir dağ ayısı ile yaşıyordum bu evde. Abim kesinlikle babamın bir kopyasıydı. Hayal meyal hatırlıyorum o zamanları. Bende tam annemin kızıydım. Zarif kıyafetler, renkli makyajlar ile aşırı çekici bir kadındı güzel annem.

Fiziği olsun, konuşması olsun herkesi aşık edebilecek türden bir aurası vardı annemin. Babam da onu her defasında kıskanır mutlu gününümüzün sonunda kavgayla huzurumuzu kaçırırdı. Abimin de babamdan kalır bir yanı yoktu. Tabi ben kavga çıkmasın diye isteklerimden ödün verip dediklerini yaptığım için pek bir huzurumuz kaçmazdı.

Islak saçımı havluya sararak biten duşum ile odama geçtim hemen. Heyecanla saçımı açıp kurutmaya başladım. İlk önce saçımı yapacaktım, sonra makyaj en sonda da kıyafetimi ve takılarımı takıp çıkardım.

Kuruttuğum kıvırcık saçlarımı birkaç malzeme ile daha volümlü hale getirip ensemden bolca bağladım. Yanlardan ve gözümün önüne düşen bukleleri güzelce kıvırdıktan sonra toka ile yanlardan tutturdum makyaj yapmak için. Bugün biraz parlamak istiyordum.

Cildimi güzelce nemlendirdikten sonra güneş kremimi sürüp cildimi makyaja hazır ettim. Fondöten kullanmayacaktım sadece göz altlarıma süreceğim kapatıcı istediğim makyaj için yeterliydi.

Gözlerimin ışıldaması için parlak nude tonlarında bir far seçerek gözlerime güzelce yedirdim. Kesinlikle en doğru seçimi yapmıştım. Kahvenin sıcak tonu tenime fazlasıyla yakışmıştı. Dışı açık kahve iken içine kalem highlighter sürerek gözlerimi ortaya çıkardım.

Güzel bir maskara ile kirpiklerimi kıvırdıktan sonra sürmeye başladım. Sonunda o da bittiğinde arşa çıkmış olan kirpiklerime bakarak kendi kendini övmeye başladım. Allah'ım her şey çok güzel gidiyordu!

Hemen yanaklarıma highlighter sürerek azıcık da allık sürüp cilt makyajımı tamamladım. Kesinlikle sağlıklı ve temiz bir cilt görünümünü vermeyi başarmıştım. Kahverengi dudak kalemimi alarak yuvarlak olan dudak formumu çizerek belirledim. İçine de aynı renk ruhumu sürerek gloss geçtim ve ışıldamasına müsade ettim. makyajımı son kez kontrol ettim. Şahaneydi!

Kıyafetimi üzerime geçirip eldivenlerimi de taktığımda hızla sıkıştırdığım tokaları serbest bırakarak hazır ettim kendimi. Muhteşem görünüyordum. Heterokromi gözlerim kesinlikle çok farklı bir aura katmıştı bana.

Aynı annem gibi...

Çıkmadan elime tutuşturduğum koleyeyi boynuma takıp küçük bir çanta alarak odadamdam ayrıldım. Abimde şimdiye hazır olmuş olmalıydı. Evde sessizlik hüküm sürerken bahçede olabileceği aklıma geldi.

Mutfağa girip bahçeye geçtiğimde siyah takım elbisesi ile görmeyi beklemiyordum. Nefret ederdi o takım elbiseden. Alışamadığım bu görüntüyü baştan aşağı beynime kazırken ne kadar da yakıştığını fark ettim.

Dudağındaki sigarayı sağ eline alıp sol elini de cebine yerleştirdiğinde göz göze geldik. Anında yüzüme gülümseme yayıldığında onun pekte memnun olmuş bakışları yoktu. Gerginlik bedenimden akıyorken topuklu ayakkabılarımın bıraktığı tok ses ile ona yaklaştım. Elindeki sigarayı kültablasına basarken gözleri üzerimdeydi. Ve sonunda o sesi duyuldu.

"Bu yüzünün hali ne?" zorlukla gülümseyerek "Bugünlük yaptım işte güzel olmamış mı?" diye sordum çekingen bir edayla. Ağırca yaklaştığında "Kaç kere şu makyaj işini konuştuk seninle hâlâ burnunun dikine gidiyorsun!" dedi. Kuruyan boğazımı yutkunarak ıslattım ardından "Bırak böyle geleyim abi. Hem yanımda sen yok musun nolacak?" deyiverdim.

Arkadan tanımadığım bir ses yükseldiğinde irkilerek geriye baktım. "Barlas bırak gelsin. Heves etmiş." abim bakışlarını benden çekip sesin geldiği yere baktığında bir adım gerileyerek abime baktım. Tanımadığım genç adam "Bu kadar gerginliğe gerek yok. Genç kız, makyaj da ister güzel giyinmekte rahat bırak." diyerek beni korudu yine. Abim ise beni şaşırtarak "İyi, tamam." diyerek bahçeden ayrıldı.

Yabancı adam gülümseyerek yanıma yaklaştı. Cebinden çıkardığı sigarayı yakarken "Abiler kıskanır fazla takma kafana." dedi. Onu baştan aşağı süzdüğümde beyaz gömlek kırmızı kravat, koyu mavi yelek onun üsüne takım elbisesini çekmiş ve büyük bir kaban giymiş olduğunu gördüm. Bu sıcakta yanmıyor muydu böyle? Adamın "Yanmıyorum." sesiyle irkildim.
Ne? İçimimi okumuştu bu adam.

Sigarasını dudaklarında buluşturarak "İçini falan okumadım bakışların her şeyi belli ediyor." diyerek yeni bir şok geçirmemi sağladı. Suskunluğumdan vazgeçerek "Sen de mi abisin?" diye sordum.
Doğal olarak saçma bir soruydu ama sordum.

Kafasını yavaşça sallayarak "Evet, kız kardeşim var benimde." dediğinde "Kardeşin adına sevindim. En azından daha anlayışlısın." cümlelerini sarf ettim.
Gülümsemesi gözüme çarptığında "Abiler kıskanır derken kendimden de bahsetmiştim aslında." dedi.

İçimdekini tutamayarak "Ha yani sende dağ ayısısın!" dememle hızla ağzımı kapattım. Adamın bakışları beni bulduğunda iki dudağımı birbirine bastırıp gitmek için adımladım. "Siz kızlar gerçekten çok bencilsiniz." diyerek yanıma yaklaştı. "Bizler sizi kısıtlama derdinde değiliz, bu aşağılık evrenden koruma derdindeyiz." dedi.

Bu cümlesiyle baştan aşağı bir kez daha süzdüm ardından iki adım yaklaşarak "Biz kendimizi koruyabiliriz. Ayrıca pislik insan her şekilde pisliğini yapar yani sorun kıyafet veya makyajda değil tam burada" diyerek başımı gösterdim. Gülümsedi.

"Gençsin, güzelsin ve şunu söylemeliyim ki en fazla sen zarar görebililirsin. Çünkü bu güzelliğin ve gençliğin her daim bir bedeli olur." diyerek yanımdan geçerken üstüme soğuk su dökmüş gibi irkildim. Bu da ne demekti şimdi? Ne demeye getirmişti? Anlamadım.

Belimde hissettiğim el ile başımı sağa çevirdim hemen. "Çıkalım."diyen abime kafamı sallayarak onay verdim.
Aklım hâlâ bu adamın dediklerindeydi. Ben arkaya abim şoför koltuğuna, o adam da abimin yanına sağ koltuğa geçtiğinde gitmeye hazırdık. Kontağı çevirip arabayı hareket ettirdiğinde nereye gittiğimizden bile haberim yoktu. Umarım günüm güzel geçerdi...

♣️

Dakikalar sonra araba lüks bir restoranın önünde durduğunda sıcaktan bayılmama ramak kalmıştı. Aramıza katılan yeni üye -adını hâlâ bilmiyorum- benimle zıtlaşmış romatizmam var belime vuruyor diyerek kesinlikle ne cam ne de klima açtırmıştı.

İçimden bir ses sırf inat olsun diye böyle bir şey yaptığını söylüyordu. Ama olsun o inatsa bende inattım hadi bakalım hodri meydan!

Arabadan indiğimizde yeni üye pantolonunu falan çırpıyor cebinden çıkardığı mendil ile terleyen ensesini siliyordu. 𝑵𝒐𝒍𝒅𝒖 𝒑𝒂𝒔̧𝒂𝒎 𝒚𝒂𝒑𝜾𝒔̧ 𝒚𝒂𝒑𝜾𝒔̧ 𝒎𝜾 𝒐𝒍𝒅𝒖𝒏? demeyi çok isterdim ancak onu diyecek kadar yakın değiliz.

Abim ise gayet rahat, etrafı süzüyordu. Gözleri bana değdiğinde adımlayarak yanına geldim. Elimi tuttuğunda içim kıpır kıpır oldu. Abim elimi tutmuştu...
Abim benden kaçmamıştı bu ne kadar güzel bir hismiş.

Restoranın önüne geldiğimizde hepimizin adını alarak bize ayrılan masayı göstermişlerdi. Balkonda üç kişilik bir masaydı. Üstünde mumlar falan varken abim sert bir sesle "Bunlar ne?" diye sordu. Garson "Mum efendim, daha özenli dursun diye." demesiyle "Tamam gerek yok!" diyerek sandalyeye oturdu. Ne kadar da kabaydı.

Adını bilmediğim adam abimin karşısına oturmuşken bende bana kalan sandalyeyi çekip oturdum. Şimdiden gerilmeye başlamıştım. Adam mumları kaldırırken içten içe utançlık duydum. Abim hemen bir sigara yakarken onu uyarma dürtümle ağzımı kapalı tutamadım. "İçmesene miden zarar görecek!"

Cevap vermeyip gözlerimin içine baka baka sigarayı yaktı. Yanımdaki adamda yaktığında bıkkın bir nefes vererek ellerimi göğsümde bağladım. Oturduğum yerden ışıklı alanı izlemeye koyuldum. Keşke bu yemeğe hiç gelmeseydik diye düşünmeden edemedim.

Garson menüyü getirdiğinde daldığım yerden kurtularak teşekkür edip menüyü alıp kapağını çevirdim. Bu ne? Bunlar Türk yemeğimi şimdi? Yabancı yazıyor kızım! Aç kaldık desene!

İç sesimle menüye saydırırken yabancı bana yaklaşıp parmağıyla chateaubriand yazan yazıyı gösterip "Şotebiryanı öneririm çok güzel yaparlar burda." dedi.

A okey şotebiryan diye okunuyormuş, rezil olmadık çok şükür.

"Teşekkür ederim. Onu sipariş vereyim ben o zaman." diyerek kapağı kapatıyordum ki abimin gür sesi duyuldu "Kardeşimle uğraşmayı kes!" yabancı adam sesli bir şekilde gülmeye başladığında ne olduğunu anlamamıştım. Abim kapağı geri açarak "Senin yiyebileceğin bir tat değil sana çiğ kaçar o. Tagliatelle var onu sipariş edelim bence. Hem sen makarna seversin." diye yardımcı olduğunda gülümseyip "Olur abi" dedim.

Yabancı adam elini çenesinin altına koyarak "Waaov ne
güzel bir abi kardeş ilişkisi bayıldım." dedi. Ne saçmalıyordu bu alık? Ağzımı açacaktım ki garsonun gelmesiyle bakışlarımızı ona çevirdik.

Adam oldukça güler bir yüzle "Ne alırdınız efendim?" diye sorduğunda abim "Ben Filetto Di Manzo Al Vino Rosso alayım, hanımefendiye de Taglietelle." diyerek sonlandırdı siparişi.

Bıraksaydın da kendi siparişimi kendim verseydim.

Yabancı adam "Ben de Cafe De Paris Soslu Biftek alayım." diyerek isteğini son buldurdu. Garson ise "Yanında ne içerdiniz?" sorusuyla geldi bu sefer.

Yabancı adam "Ben beyaz şarap, beyefendiye de kırmızı şarap, teşekkürler." dediğinde garson "Tabi efendim. Peki siz hanımefendi?" sorusuyla oturduğum yerde dikleştim.

Abi bana ne soruyorsun ya!

Gülümseyip cevap verecekken abim araya girerek "Su içer. Su kâfi." demesiyle ağzıma lafı tıkadı. Adam kafasını sallayıp yanımızdan ayrıldığında yüzümü abime çevirip "Ben de söyleyebilirim." dedim.

Abim ise dediğimi dinlemedi bile. Her zaman yaptığı gibi sigarasını yakıp gözlerini gökyüzüne çevirdi. Gözlerimi yumup sakin kalmaya çalışmak en iyisiydi şuan için. Yanımdaki adam bana yaklaşıp "İçmek istediğin bir şey var mıydı? Söyleyelim." dediğinde iyi niyetle sormadığını biliyordum.

"Sana ne? İşine bak!" diyerek başımı ovdum. Gülümseyerek sırtını sandalyesine yasladı. Çattık ya.
Başım ağrımaya başladığında iki yana yatırarak üzerimdeki gerginliği atmaya çalıştım. Kollarımı yeniden göğsümde bağlayıp karşı tarafa baktım.

Gözlerime değen gözlerle dikleştiğimde abimler fark etti mi diye kontrol ettim. İkisi de farklı alemdeydiler.
Sakin kalmaya çalışarak sırtımı yeniden sandalyeye yasladığımda kesinlikle sakin değildim.

Tarık iki arka masamıza oturmuş direkt bana bakıyordu. Bunun burda ne işi vardı! Kalbim gümbür gümbür atarken ellerimi nereye koyacağımı bilemedim. Aklıma gelen şeyle telefonumu çıkarıp mesajlarda 'Tarık' yazan bölüme tıkladım.

Efşan Dora:

Ne işin var burda? Hemen git. Başımıza bela mı açacaksın?

aradan bir dakika bile geçmeden mesaj geldi.

 

 

 

 

 

 

 

 

Tarık:
Yanındaki kim?

Efşan Dora:

Ne yazdığımı okumadın mı? Çık git delirdin mi? Abim anlarsa neler olacağını biliyorsun işte, git!

Korkuyla dudaklarımı yemeye başladığımda gözlerim ondaydı. Gözlerini benden çekip yazdıklarımı okudu. Bilerek ağır davranıyordu sanki. Mesajıma cevap yazıp gönderdiğinde kilidi açıp okudum.

 

 

 

 

 

 

Tarık:
Yanındaki kim?

Bir tane ya bir tanesi akıllı olsun.

Efşan Dora:
Kim olduğunu dersem gideceksin.

Anında cevap geldi.

 

 

 

 

 

Tarık:

 

 

 

 

 

Öyle bir şey demedim. Uzatma da kim olduğunu söyle. Yoksa ben mi geleyim?

Yazdığı mesaj ile gözlerim açılırken hızla yazdım.

Efşan Dora:

Saçmalama, sakın! Abimin arkadaşı, bende bugün tanıdım. Gelme sakın, lütfen.

Göndere basıp cevap beklerken abimin sesiyle gözlerimi çevirdim. "Kiminle yazışıyorsun?" "Hiç, yani Sertab. Yarın yürüyüş yapacaktık da köpeklerle onu soruyor." dedim hızlıca. Umarım yalan söylediğimi çakmazdı. Gözleri bende oyalandıktan sonra "Kapat şu telefonu da canımı sıkma. Yemekteyiz." dedi.

Gerginlikten kriz geçirmeme ramak kalmışken "Tamam cevap yazıp kapatıyorum." dedim suyuna gitmeye çalışarak. Hızla kilidi açıp mesaj bölümüne girdim. Cevap yoktu. Kafamı kaldırıp masasına baktığımda orda olmadığını gördüm. Derin bir nefes alarak ciğerlerime bayram ettirdim.

Bu erkekler benden ne istiyordu?

Yemekler önümüze geldiğinde yerimde kıpırdanarak rahat bir pozisyon almaya çalıştım çünkü yeterince gergindim. Üçümüzde yemeklere gömüldüğümüzde suyumdan bir yudum aldım. Bir dakika bu su değildi.
Yüzümü buruşturarak etrafıma bakındığımda göz göze geldiğim kişi yanımdaki yabancıdan başkası değildi.

Etinden bir parça kesip ağzına attığında göz kırpıp sırıttı. İçime yayılan öfkeyle ne yapmam gerektiğini düşünürken abim "Noldu Efşan? Beğenmedin mi?" sorusuyla çaktırmamaya çalışarak "Yok çok beğendim, beğendim de su ılık olmuşta soğuk su istesek olur mu? Sıcakladım da." dedim sesimin titremesine engel olmaya çalışarak. Gözleri bardağıma kaydı.

Bu kadar gerginlik bünyeme fazlaydı. "Olur. Sen karnını doyurmaya bak." diyerek garsonu çağırdı. "Suyu değiştirebilir misiniz? Soğuk olsun." dedi hiçbir şeyden haberi olmadan. Adam bardağımı alıp gitti.

İçtiğim şey sanırım vodkaydı. Gözüm yanımdaki adama kaydığında hâlâ çok eğlendiğini belli eden bir ifadesi vardı. Çatalımı makarnama batırıp sinirle yedim. Abim ise yemeğine odaklıydı. Bu adamla ne diye arkadaşlık ediyordu ki? Laubali, adi herif!

Abimin kızdığını bile bile böyle bir şey yapmıştı. Bunun nesi eğlenceliydi anlamadım. Olan bana olacaktı tabi niye eğlenmesin değil mi? Garson buz küpü su dolu bardakla geri geldiğinde uzatıp "Afiyet olsun" dedi.

Teşekkür edip su dolu bardağımı aldım. Sen tilkiysen bende kuyruğuyum oğlum. Kuruyan boğazıma buz gibi iyi gelecekti. Hızla birkaç yudum suyumdan alarak aynı hızla geri çektim dudaklarımdan.

Yabancı "İyi misin?" sorusuyla bana eğildiğinde sinirli bakışla "Sana ne? Sana ne!" diye yükseldim. Abim çatal ve bıçağını bırakarak "O sesini kıs!" diye uyarıda bulundu. Şimdi nasıl diyecektim bu adam su yerine içki getirtiyor diye?

Laubali tavrından ödün vermeyerek "Sen yemeğine dön Barlas. Sorun yok." dedi. Yalancı pislik. Gözlerim dolmaya yakınken gözlerimi ikisinden de çekip makarnamı yemeğe koyuldum. Ben bu yemeğe neden evet demiştim ki? Sanki her şey hayal ettiğim gibi olacakmış gibi... Üzülen ben oluyordum, yine bile bile geldim. İflah olmaz bir aptaldım.

Bir çatal daha alarak tabağı önümden yavaşça ittirdim. Bu kadar şeyden sonra fazlasıyla doymuştum. Gözümü abime çevirdiğimde etinden kesip ağzına attı. Cidden beni görmüyor muydu? Mutsuzdum, korkuyordum.

Daha fazla bu iki ayının yanında kalamayacaktım. Midem de bulanıyordu zaten. Bir tuvalete gitsem iyi olacaktı. Çantamı elime tutuşturup "Abi ben bir tuvalete kadar gidip gelicem." diyerek ayaklanmıştım ki "Eşlik edeyim." diye ayaklandığında "Kendim gidebilirim." dedim istemediğimi gayet belli ederek.

Sandalyesine geri oturduğunda "Tamam." dedi ilk defa zorluk çıkarmadan. Yabancının yanından geçip balkondan içeri adımladım. Köşede duran garsona yaklaşarak "Pardon tuvalet ne tarafta acaba?" diye sordum naif bir sesle. Adam eliyle ileriyi işaret edip "Burdan dümdüz ilerleyin sağa dönün koridorun sonunda efendim." tarifiyle gülümseyip teşekkür ettim.

Bu koca koridoru bitirip sağa döndüm. İnce dar bir koridordu ama ışıklandırmasıyla içimizi karartmıyordu. Yavaş yavaş başımın döndüğünü hissediyordum artık. Sakin kalmalıydım. Lakin yaşadığım onca stres bedenimi esir altına almıştı.

Midem gitgide bulanıyor, başım da ona eşlik ediyordu. Bu kadar da şanssız bir insan olamazdım ya. Çantamı sıkı sıkı tutarak güç almaya çalıştım. Sonunda koca koridoru bitirip tuvaletin olduğu kapıya gelmiştim.

Yavaşça kapıyı iterek içeri adımladım. İki genç kız ayna başında makyajlarını tazeliyorlardı beni görünce biri aynadan biri de yönünü çevirip baktı. Nasıl görünüyordum bilmiyorum ama daha kısa olan kız diğerine çaktı ve bir şey söyledi bunu biliyorum.

Çantamı tezgahın üzerine hızlı denilecek bir biçimde koyup aynadan kendime baktığımda gözlerimin kızardığını gördüm. Yüzüm de olduğundan fazla solmuş bembeyaz bir hâl almıştı.

İçimde büyüyen büyük bir kaos vardı. Ağlamak istiyordum ama ağlamakta istemiyordum. Ağlamayacaktım. Kısa olan kız yanıma gelip elini belime koyduğunda yavaşça bakışlarımı ona çevirdim.

"İyi misin? Yüzün kireç gibi olmuş." demesiyle zorlukla "İyiyim, geçer birazdan." deyip gülümsedim. Uzun olan kız da yanıma yaklaşıp "Yüzüne su vuralım kendine gel." dedi naif bir sesle. Ne ara titremeye başlamış olduğunu bilmediğim ellerimi zorlukla suyun altına tuttum ama yüzüme çarpacak gücü bulamıyordum.

Genç kadın elini suya değdirip narince yüzüme sürdü. Bu utanmama neden olsa da şuan gerçekten de yardıma ihtiyacım vardı. Kısa olan "Abla birisine mi haber versek?" diye sorunca hızla "Yok, yok iyiyim ben. Teşekkür ederim." diyerek çantamı aldım ama kız kolumdan tutup "Bu halde nasıl gideceksin?" demesiyle olduğum yerde durdum.

Midemin bulanması arşa çıkmış her bir hareketimde çalkalanıp duruyordu sanki. Ne yapacağımı bilmiyordum. Sanırım onca stres sonrasında vücudum tepki gösteriyordu. "Kiminle geldin buraya?" diye soran kıza "Abim, abim ve arkadaşıyla." dedim zorlukla.

Kısa olan hafif ürkek bir sesle "Ya eve ya da bir hastaneye gitmelisin gerçekten iyi görünmüyorsun." dedi. Evet gerçekten iyi hissetmiyordum. "Biraz burda durayım geçer, ilk değil zaten." deyip yüzüme yapışan saçları geriye çektim. Midem yeniden kendini gösterdiğinde hızla ağzımı tutup yanımdaki kapıyı açıp kusmaya başladım. Hem kusmuş olmanın verdiği utançtan hem de onun verdiği ruhsal çöküntüden yüzümün yandığını hissettim.

Midemi tamamıyla boşaltığımda geri çekilerek derin bir nefes aldım. Sanırım daha iyiydim. Ayağa kalkıp sifona bastım ardından yüzümü yıkamak için musluğa yakkaştığımda kızlar yanıma gelip " Daha iyisin ya?" diye sordular.

Kafamı olumlu anlamda sallayıp "Teşekkür ederim. Siz gidin daha fazla benimle oyalanmayın" dememle "İyisin ama değil mi?" diye sordu büyük kız. "İyiyim gerçekten" bunu duymanın rahatlığı ile iki kardeş yanımı terk etti. Bir elimi tezgaha bir elimi belime koyup derince bir nefes aldım. Evet çok daha iyiydim.

Musluğa elimi yaklaştırıp buz gibi suyu alıp enseme dokundurdum. Ağzımı da çalkaladıktan sonra aynadaki son görüntüme bakıp saçımı ve makyajımı düzelterek normal gözükmeye çalıştım.

Çantamı elimin arasına sıkıştırdıktan sonra kapıyı çekerek kendimi dışarı attım. Ağır adımlar ile koridorda tok sesler ile ilerlerken köşede kollarını göğsünde bağlamış sırtını duvara yaslamış bana bakan Tarık'ı görmemle içimin titrediğini hissettim.

Beni görünce kaşlarını çatıp kollarını çözerek yanıma geldi "Ne bu hâl?" sorusunu görmezden gelerek "Sen ne istiyorsun? Ne olsun istiyorsun Tarık? Git demedim mi sana?" diye çıkıştım. O da benim dediklerimi duyuyor gibi değildi. Gözleri yüzümün her yerinde dolanıyordu.

Yanından geçip "Rahat bırak beni." dedim. Sıcacık eli ince bileğimi bulduğunda "Bırak!" diye çıkıştım. O ise "İyi görünmüyorsun!" diye dişlerinin arasından konuştu. Kolumu tekrar çekmeye çalışıp "Bıraak!" dedim ağlamaklı bir sesle.

Tam bu sıra gür bir ses duyuldu "Lan!" sesin olduğu yöne baktığımda abimin sinirli bir şekilde yaklaştığını gördüm. Dizlerimin bağı çözülmüştü sanki. Kafamı iki yana sallayıp "Abi, abi dur" diyerek kolumu çekip ona doğru yürümeye başladım. Dizlerimin titremesi çoğalmış ellerime yansmıştı. Korkuyordum.

"Abi yanlış anladın yardımcı olmaya çalışıyordu." diye korumaya çalışsam da beni ittirerek ona doğru yürümeye devam etti. Tarık ise hâlâ aynı yerinde duruyordu. Abimin kollarına yapışarak "Abi lütfen, lütfen gidelim!" diye yalvarmaya başladım.

Abim aynı hızla kolunu savurup "Çekil!" diye gürledi. Ama buna rağmen yeniden koluna yapıştım "Abi yardımcı olmaya çalışıyordu beyefendi!" dedim ağlamaklı bir sesle. Alev almış yeşillerini çevirip "Sen istemediğin halde mi?" diye bağırdı.

Gözlerimden artık yaş akarken Tarık'a bakıp "Beyefendiyle çarpıştık abi, o da kolumu tuttu bende bırak dedim! Bu kadar." diye yalan uydurdum hemen.
Onaylaması için yalvarırcasına ona bakarken "Ben ne gördüğümü bilmiyor muyum? Kulaklarım sağır mı?" sona doğru bağırdığında sıçradım.

Titreyen bedenim uyarı gönderirken daha fazla dayanamayacaktım. Beni ittirip Tarık'a yaklaştığında ne ara ne zaman kafa attığını ve kavga etmeye başladıklarını anlamadım. Gözlerimden yaşlar akarken boğazım yırtılırcasına bağırmaya başladım.

"Durun! Abi dur! Kimse yok mu?" aynı şekil boğazımdan hıçkırık kaçtığında son kalan cesaretim ile kolunu yakalayarak durdurmaya çalıştım. Ancak gözü hiçbir şey görmüyordu. Yeniden durdurmak için yanaştığım sıra yüzüme yediğim yumruk ile acıyla yere kapaklandım.

Başım dönmeye başlamış, kulaklarım beynimi kemirmek istiyor gibi uğulduyordu. Acının ise tarifi yoktu. Kendime gelmeye başladığımda boğuşmanın sırasında abimin "Efşan?" sesiyle geriledim.

Elimi ağzımın kenarına götürüp tuttuğumda kanadığını gördüm. Abim hızla yanıma eğilip "Efşan iyi misin?" dedi telaş akan sesiyle. Elini yüzüme dokunmak için yaklaştırdığında hızla başımı çevirip ayaklandım. O da benimle birlikte ayaklandı.

Acıyan yüzüm umrumda değildi, şuan hiçbir acı içimde hissettiğim acının önüne geçemezdi. Gözlerimden akan yaşları önemsemeyerek "Yine her şeyi berbat ettin. Yine ve yine burnumdan getirdin. Bir gün ya bir kerecik mutlu olmak, rahatça bir yemek yemek istedim. Bir kerecik kafamı bir şeye takmadan eğlenmek istedim. Yine her şeyi berbat ettin!" dedim.

Göz bebekleri titremişti sanki hayır bunu hak ediyordu. Kendimden ödün vermeyecektim. Yerdeki çantamı alıp hızla yanından ayrılırken "Sakın peşimden gelme!" diye bağırdım. Eve gitmeyecektim.

Restorandan yıkık bir şekilde ayrılarak sersem adımlarla karşıda duran taksilerden birine yaklaştım. Bir adam beni görünce ayaklandı bende "Selahiyye mahallesine gidebilir miyiz?" diye sordum.

Adam şoför koltuğuna geçtiğinde bende arka koltuğa geçtim. Adam gaza basıp mahallenin yolunu tuttuğunda arada aynadan bana baktığını görüyordum.
Acıyan dudağımdan kan akarken çantamdan çıkardığım peçeteyi dudağımın kenarına bastırdım.

Gecenin karanlığında yüzümü aydınlatan ışıklar içimin karanlığını aydınlatamıyordu. Kalbimin en ücra köşesine saklanan mutluluk küçük bir delikten sızan ışıkla kendini avutmaya çalışmıştı ancak nafileydi.
Bana, çocukluğuma, Dora'ya mutluluk haramdı.

Sanırım helalden çok haramı bu dünyada çok iyi tatmıştım. Heves denen illet ne diye her defasında yakama yapışıp boğazımda düğüm oluyordu ki?

Oysa ne kadar basit şeyler istiyordum. Gülmek, mutlu olmak istiyordum. Hadi huzuru tenzih ediyorum onun adını bile ağzıma almıyorum da gülümsemenin benimle ne gibi bir derdi olabilirdi?

Ben bu kadar görünmez olmayı nasıl başardım? Bu kadar anlaşılmamayı, bu kadar sessizliği nasıl kendime yedirebildim? Delirmek istiyorum. Delirirsem bir nebze iyi olur mu her şey?

Saçmalama Efşan Dora. Değirmenin seni geriletmekten başka hiçbir getirisi olmayacak.

Sanırım bu hayatta beni en çok yaralayan, hayata bağlanmaktan korkutan tek kişi abim olacaktı...

Ne vardı bizde normal abi, kız kardeş hayatı yaşasaydık. Ne olurdu, hayat tersine mi dönerdi sanki!
Rahatlıkla sırtımı yaslayacak bir abim olsa cehennemi mi devirirdim nolurdu ya nolurdu en fazla!

En fazla mutlu olurdun Efşan.

Allah kahretsin! Allah kahretsin ki evet, evet sadece huzurlu ve mutlu olurdum!

Gözlerimden akan yaşlar iç çektirirken taksinin durmasıyla eline tutuşturduğum iki yüzlükler ile ne kadar verdiğime bile bakmadan arabayı terk ettim.

Adamın sesi kulaklarıma çalsada dinlememeyi tercih ederek sarsak adımlar ile karanlıkta yürümeye başladım. Zaten fazla uzatmadan basıp gitmişti.
Benim için en iyi olanı yapmıştı. Yalnızlığa ihtiyacım vardı her zaman ki gibi. Yaralarımı kanatacak ruhuma zehrimi akıtarak saracaktım. Her gece olduğu gibi.

Topuklular ilerleyememde en büyük etken olmasıyla sinirle koparırcasına klipslerini açarak elime tutuşturup simsiyah asfalta yalın ayak basmaya karar verdim. Hayatım gibi simsiyah olan asfalta...

Anne, baba niye gittiniz? Neredesiniz? Hani hep yanımdaydınız yoksa sizlerde mi yalan söylediniz!

Çok yoruldum. Çok yoruldum artık. Yapamıyorum, yaşayamıyorum. Beni de yanınıza alsanız ya?

Ben okyanusumda, ormanımda boğuluyor, içine çekiliyorum. Bu gözleri bunun için mi emanet ettin?
Acıyı bana vasiyet mi ettin? Kabul etmiyorum baba.
Kabullenmiyorum anne. Ben bu acıyı bana vaadedişinizi kabul etmiyorum. Rahat bırakın beni! Boğazımdaki ellerinizi çekin, terk edin beni! O gece terk ettiğiniz gibi!

Çok yoruldum.

Sizden geriye kalan her şeyden çok yoruldum. Sizden geriye kalan her şeyden...

Ben, kendimden bile yoruldum...

.
.
.

                                                                      🌑

8 Ay Sonra (Ocak Ayı 2023)

Sofrayı kurup çatalları tepsiye dizerken dedem abdest almış şekilde içeri girdi. Eli yüzü ıslaktı. Ne de tatlı görünüyordu böyle. Sedirin üzerine hazır ettiğim havluyu alarak kurulandı. İşi bitince havluyu geri alıp odasına götürdüm. İçeri geçtiğimde Uraz abinin de uyanmış olduğunu gördüm. Göz göze gelince gülümsedim. O da zorluklada olsa karşılık verdi.

Dedeme bakıp "Doldurayım mı çayı dede? Kılacak mısın namaz?" diye sordum. "Doldur kızım" aldığım komut ile ince belli bardaklara çayı doldurdum. Herkesin önüne çaylarını itip kendi çayımı da elime aldım.

Bizim ev kurallarımıza adapte olmuş Uraz abi de sırtını sedire yaslamış yaptığım yufka dürümü yiyordu. Gülümsememek elde değildi. Çayından bir yudum alıp yeniden ekmekten koca bir ısırık aldı. Konuşmaya niyeti yoktu. Dedemin ise konuşmak için hazırol da durduğunu görebiliyordum.

Ekmeğimden küçük ısırıklar alıp karnımı doyurma derdindeyken dedem kendini durduramayarak "Uyuyabildin mi oğul? Eksiğin gediğin varsa deyiver Dicle hallediversin." diyerek lafa girdi.

Uraz abi lokmasını yuttuktan sonra "Eyvallah Baba Habbab. Gecem rahat geçti dert edinme kendine. Bir isteğim olursa Dicle'ye söylerim." diyerek dedemin içini rahatlattı. Çaydan bir yudum daha aldıktan sonra "Siz bu dağ başında nasıl geçiniyorsunuz? Fazla bir haneside yok gibi bu köyün." dedi.

"Uluduz böyledir. Bir dağ yamacına yapılan üç beş horanta ile köy niteliğini almış. Yıllar yıllar evveli dedem gelip kurulmuş ha bu topraklara." Ardından içten bir gülmeyle devam etti. "Tabi topraktan çok taş var buralarda. Dedemin de nasıl bir kafa yapısı varsa artık gelmiş bu dağ yamacına kurulmuş. Kuş uçmaz kervan geçmez dedikleri yer burası olmalı." dedi.

Uraz abi ise hikaye dinler gibi odaklanmış, tüm odağını dedeme vermişti. "Dedem nasıl geçindiyse bizde öyle geçiniyoruz evlat. Sayılı malım var onlardan sağdığım süt ile yaptığımız ürünleri satarak bir hâl çaresine bakıyoruz. Ha birde ilçe de birkaç tarlam var. Kuraktır topraklar ancak birkaç yıldır nadas yöntemiyle elde ettiğim buğday ile geçiniriz. Elhamdülillah Diclemle bana da yetiyor bu kadarı." cümlesi bitince kafasını sallayarak anladığını belli etti.

"Başka akrabanız falan yok mu?" "Yoktur evlat. Bir ben birde Dicle'm kaldı bu ata topraklarda. Bizim de bir şikayetimiz yoktur." dedemin bu cümlesiyle araya girerek "Aynen, böylesi daha iyi. Ne kadar az üye o kadar rahatlık." çaydanlığı alarak çayları doldurmaya başladım. Gözleri bir süreliğine bende takılı kaldı.

Ne düşündüğünü merak etmiştim açıkçası. Fazlasıyla içe kapanık birisiydi. Onun yanında gerilmemek elde değildi. Bakışlarında anlatmak istediği bir şey vardı. Derindi, bir kuyu kadar derin ve karanlıktı gözleri.

Kurtarın mı diyordu, nefret mi saçıyordu anlayamıyorum. Bir derdi vardı bunu hiç dile getirmese bile anlıyordum. Bu bakışları bilirdim. Acıyan ruhun gözlere yansımasını on dördüme kadar görmüştüm. Fiziksel acısı umrunda değildi, önemli olan ruhundaki şiddetli yangındı.

Hatırlama. O lanetli zamanlara dönme. Senin öyle bir geçmişin yok unuttun mu? Onun suçu olmasada iyiliğimiz için unutmaya yemin ettik.

Kehribarları uzaklara dalmış iç çektiğinin bile farkında değildi. Yüzündeki yaralara kaydı gözlerim.

Aynı onun gibi değil mi?

Sus! Hatırlamayacaksın! Sus!

Gözünün kenarında bulunan şişlik, dudaklarının çatlak hali, şakağında bulunan o ince çizgi... Sen ne yaşadın be adam? Ellerinin paramparça hali içimi burktu.

Hiç mi canın acımıyor? Bir of de ah de bir şey de ne bu hissizlik, bu belirsizlik! Yalvarırım bana onu hatırlatma! Onun çektiği ızdırabı senin gözlerinde görüyorum. Çok mu acıyor canın? Onun canı çok acırdı. Feryatları geceyi zehir ederdi, unutamadım...

Dedem hareketlenip namaz kılmak için yanımızdan ayrıldığında onunla başbaşa kaldık. Sessizdi. Sessizdim.
Gözleri halıvileksi tarıyordu. Canı acıyor olmalıydı. Gece de bu yüzden uyuyamamış olmalıydı nasıl anlamamıştım!

Tamam şimdi anladın. Gidip ağrı kesici getir.

İç sesimi dinleyerek mutfağa geçtim. Elime geçen bir ağrı kesici ile bir bardak suyla içeri geçtim. Hâlâ aynı pozisyonda dalgın ve düşünceliydi. Elimdeki ilacı ona uzattığımda başını kaldırıp bana baktı.

Gözleri kıpkırmızıydı...

Elimdeki ilaca gözü kaydığında "İç. Ağrılarını geçirmez belki ama hafiflemesine yardımcı olur." dedim. Gözlerinde çok farklı bir duygu geçti anlayamadım. Sessizce ilacı da suyu da alıp içti. Doğru tahmin! Acı çekiyordu. Yanına oturarak elindeki bardağı aldım.

Susuyordu hâlâ susuyordu. İçini dökmesini istedim ama yapmazdı. Dün bir istisnaydı. Kendisini daha iyi hissetsin istedim. Bu yüzden dudaklarımı araladım.

"Birine çok benziyorsun. Daha çok bana onu hatırlatıyorsun. O da aynı senin gibi sessiz ve kapalı bir kutuydu." kaşlarını çattı. Anlamlandırmaya çalışıyordu. "Dik başlıydı. Aklına koyduğu ne varsa yapmaya çalışırdı. Denerdi, çabalardı. Sonunu bile bile yapardı." onu hatırlamanın verdiği hüzünle derin bir iç çektim.

"Acısı yüzünde değil, gözlerinde belirirdi aynı senin gibi. Derdi vardı, dertleri vardı ama belli etmezdi. Derdinin ne olduğunu bilmeme rağmen saklardı. Bilirdi, üzüleceğimi bildiği için korkar, saklardı. O çok güçlüydü. Ancak acısı dizlerini kırar, sakat bırakırdı onu..."

Daha fazla devam edemeyecektim. Gözlerimin dolduğunu hissettim. Kıpırdandı. Sormaya çekinir bir edayla "O muydu?" diye sordu. Gülümsedim. Hayatımdaki en büyük burukluktu. Adını bile diyemeyeceğim bir burukluk. İçimden söküp atamadığım için bir burukluk. Deliler gibi özlem duyduğum için bir burukluk. İçimi yakan bir burukluk.

Cevap vermedim. Bir ömür daha cevap vermeyeceğim tek soruydu bu. Adı dilimi yakardı, ciğerimi hiç yakmamış gibi. Gözleri içime sel olup akmamış gibi. Çektiği ızdırabı hiç görmezden gelmemişim gibi... Onu hayatımdan söküp atmamışım gibi. Şimdi ne yaptığını hiç hayal etmemişim gibi...

Dengesizliğimi delirmeye vurmamışım gibi. Ben ne lanet insanım? Bunu yüzüme hiç vurmamışım gibi!

Acımı eşeleyen kurt, bir avuç toprak ile yol alırsın nasıl oldu anlayamazsın. Çorak topraktan başka bir şey bulamazsın. Kuruttuğum ağaçları saysam, delirirsin. O yüzden hiç gün yüzüne çıkma yaralanır, ezilirsin...

Siyahlarımı kehribarlarına dakikalar sonra çevirip "İnsan çok geç anlıyor bir şeylerin değerini. Oldukça geç... Sen geç kalma. Avucundaysa eğer sıkma çokta rahat bırakma. Sıkarsan ölür, bırakırsan kaçar.
Sen bir şeyleri kaybetmeden, ellerinden kayıp gitmeden sahip çık. Çünkü geçmişin pişmanlığı geleceğin keşkesinden ağır. Ne pişman ol ne de pişman ol" dedim gözlerimden firar eden yaşları görmezden gelerek.

Tepsiyi alıp mutfağa kaçarken, onun gözlerindeki sorularıyla da kaçmıştım. Sessizliği büyük bir tufan gibiydi. Ve ben o tufanı hararetlendirmiş olmanın ürkekliği ile sineme geri çekilmiştim.

Mutfağa girer girmez tepsiyi tezgaha bırakıp kapıyı kapattım. Sırtımı kapıya yaslayarak tuttuğum hıçkırığımı serbest bırakmam bir oldu. Titreyen dizlerim kendini daha fazla tutamayınca yavaşça yere doğru çömeldim. İçim yanıyordu, yüreğim ufak közlerin harlanmasıyla yanıyordu.

Hıçkırığım çoğalmasın diye elimi ağzıma götürerek sesimi kıstım. On yıldır kıstığım gibi. Unutmuştum ben onu, unutmuştum! Tam on yıl önceye gömmüştüm ben onu. Şimdi bir askerin gelip onu bana hatırlatması hiç adil değildi. Hafızamı yenilemesi hiç adil değildi.

Doğru veya yanlış umrumda değil o artık benim hayatımda yer almıyor. Zihmimde de var olması gerekmezdi.

Belki de çoktan ölmüştü. Belki bir mezarı dahi yoktu, belki de...

Tahmin çok Dicle, umut bir başka. Ama onun yaşıyor olma düşüncesi hiç görmeyen birine gökkuşağını anlatmak kadar anlamsız. Son evre kansere yakalanmış bireye yaşayacaksın yalanını söylemek kadar acımasız. Onun adı bile imkansız...

O öldü, sen öyle birini asla tanımadın!

Karşına çıktığında bencil olmanın bedelini ahır ödeyeceksin. Kimse senin kadar nankör değildir belkide...

Kapının aralanması ile yüzümü silerek ayaklandım. Gelen dedemdi. Kaşları çatılmış vaziyette yanıma geldiğinde "Uzun zamandır böyle görmemiştim seni. Dalgın hallerin, acılı gözlerin aklıma bir şeyler getiriyor. Düşündüklerim doğru mu?"

Oldukça narin, oldukça insancıl yaklaşmıştı. Kendimden bir kez daha nefret ettim. Bu nefret dilime yansıyarak "Ne düşündüysen yanlış düşünmüşsün. Midem ağrıyor başka bir nedeni yok." tepsinin içindekileri hızla dolaba yerleştirirken onun hâlâ başımda dikilmesi gitgide sinirlerimi bozuyordu.

"Acıyan yer başka, dışa vurumu başka. Diline yansır bu acı. Ben bir tek onu düşündüğün zaman bu kadar hırçın görürüm seni. Yıllardır söylerim senin yapabileceğin bir şey yoktu. 13 - 14 yaşında ufacık bir kızdın. Sen daha kendini koruyamamıştın onu nasıl koruyacaktın? Emin ol sana karşı hiçbir nefret duygusu beslemiyordur." acıyla gülümsedim.

Başımı, ovaladığım tezgahtan kaldırıp "Olumlu bir duygu da beslemiyordur. Hayatta olduğu bile meçhul. Ben onun en büyük yarasıyım: Bıçak yarası." Sustu.
Gerçeği değiştiremezdi, yalanlayamazdı, olumlama yapamazdı. En büyük ihaneti bendim, kaçınılmazdı.

Kapıda beliren beden ile yönümü tezgaha dönerek her ikisine de yüzümü döndüm. Yine yerli yersiz tavırlarım ile insanların huzurunu kaçırmıştım. Aptal Dicle, aptal!
Adam şurda en fazla iki gün kalacak takındığın tavıra bak! Rezilsin. Üstüne alınıp gitmek isterse? Yok artık!

Dedem geçmişi yad eder gibi bir nefesi dışarı verip mutfaktan ayrıldığında onun hâlâ kapı pervazında durduğunu göz ucuyla görebiliyordum. Elimdeki köpüklü süngeri lavabonun içine fırlatıp yüzümü ona döndüm. Elimin köpüklü olması umrumda değilmiş gibi belime yerleştirip iki adımla yaklaştım.

Dik bakışları yavaş yavaş kaybolduğunda sessiz ama çok şey barındıran şu sözü söyledi. "Konuşmam aklındaki kişiyi unutturacaksa konuşurum." Gülümsedim. Ellerimi peçeteye silip yazmamı düzeltirken "Senlik bir durum yok. Nasıl rahat edeceksen öyle ol." dedim.

Kapı önünden çekilerek yol verdiğinde mutfaktan ayrılıp avluda volta atmaya başladık. "Asker abiden hâlâ haber yok. Yoksa seni burda bırakmaya mı karar verdiler?" diyerek takıldım ona. Kafayı dağıtmalıydık.

Ellerini belinde birleştirerek gür biçimde yere basarken "Beni bırakmazlar, bırakamazlar. Hatta şöyle söyleyeyim ben kalmak istesem onlar bırakmazlar." dedi. "A a neden?" "Fazlasıyla değerliyim. Bir elmas kadar." "O kadar da parlamıyorsun sanki?" "Benim ham maddem kömür. Kazıdıkça ortaya çıkarım. Bu yüzden kaçırmazlar beni" surat ifadesine bakarak yüzümü buruşturdum. "Ukâla!" Güldü, baya baya güldü hemde.

Yüzümüzdeki gülümsemeler yavaş yavaş kaybolduğunda derin bir nefesi içime çektim ardından "Dengesiz davranışlarımdan ötürü hislerimi sana farklı şekilde lanse ettiysem eğer kusura bakma." diyerek içimdekini dışa vurdum. Dışa atmazsam olmazdı.

Gözlerini karşıya dikip "Kimi hatırladın bilmem. Yüzünden anladığım kadarıyla canını fazlasıyla yakan biri. Fakat öyle ki canından çok sevdiğin biri. Cümlelerinden anladığım kadarıyla isteğinizle değil de zorunda kalarak ayrılmışsınız." kafasını çevirip kaşlarını çattı "O çocuk mu?" diye sordu.

İki elimi önüme getirerek entarimi tutup oynamaya koyuldum. Cevap vermek istemiyordum. O da anlamış olacak ki zorlamadı. Suskunluk avluyu esaret altına almış bize işaret çakıyordu. Kuş cıvıltıları duymak istesem de kış olduğundan hayvancağızlar pek ortalıkta görünmüyorlardı.

Tam bu sıra dedemin sesi yankılandı. "Uraz! Telefon!" ikimizde aynı anda hareketlenerek dedeme yaklaştık.
Dedem komutanın iri ve büyük ellerinin arasına küçücük olan telefonu sıkıştırarak 'Kulağına götür!' dercesine işaretler yaparak geri adım attı.

Uraz abi telefonu kulağına götürüp "Alo?" dedi. Karşı tarafı dinledi uzunca bir süre. Konuşma sırası kendine geçtiğinde "Görev tamamdır. Eğer komutanlarımında uygun gördüğü zaman dilimi bu zamansa ben dönmeye hazırım!" çok emin ve keskin bir sesle dudaklarından bu kelimeler dökülmüştü.

Bir dakika kadar karşı tarafı dinledikten sonra karşı taraf göremese bile kafasını bir kez eğerek "Emredersiniz komutanım. İnşaallah yarına dönmüş olurum." kulağındaki telefonu çekip ellerinin arasında tuttu. Ve bu iki gün içinde gördüğüm en büyük gülümsemesini yüzüne kondurup "Dönüyorum." dedi.

Sanki öz abimin evine döndüğünü duymuşum gibi bir sevinç hissettim içimde. Dişlerimi belli edecek kadar gülümseyip dedeme döndüm. Dedem de aynı şekil komutana bakıyordu. Uraz abi dedemin eline vararak öpüp alnına koydu. Dedem babacan bir tavırla iki kere omzuna vurup "Allah yolunu açık etsin oğul. Vallah çok sevinmişem." diyerek sustu.

Uraz abi hâlâ aynı şekil gülümserken kafasını eğip yeniden gözlerini kaldırdı. Bunu kutlamak lazımdı. Dedeme dönüp "Dede bunu kutlayalım. Gidip tatlı alayım ben olur mu?" diye sordum. O ise kaşlarını çatıp "Ben dururken sana düşer mi deli kız! Ben hemen gidip gelirim sen yemekleri hazır et." dedi.

Uraz abi lafa atıldı. "Hiçbir şey yapmayın böylesi daha iyi. Helikopter yola çıkmıştır evde durmak lazım. Seninle vedalaşmadan gitmek istemem."

Dedem kafasını salladıktan sonra "Peki oğul sen nasıl dersen. Ammaa yemeğe hayır diyemezsin ona göre." Uraz abi bu cümleyle kafasını salladı. Bu da bana göre bir komuttu bu yüzden hızla mutfağa geçtim.

Difrizi açarak neler var neler yok diye kontrol ettim. Yaprak sarması çıkarmak istemedim dün yemişti adam ama sonra aklıma gelen şey ile çıkarıp tezgahın üzerine koydum. Ardından bir poşet mantı çıkardım bir poşette içli köfte.

Tencerelere suyu koyduğum gibi salona geçip sobanın üzerine yerleştirdim. Sular kaynayadururken salata malzemelerini çıkararak güzelce yıkadım. Küçük ama derin bir kaba malzemeleri yerleştirip poşetleri de alarak salona geçtim. Yere kurmuş olduğum masada salatayı yapmaya başlamıştım ki Uraz abi ellerindeki odunlar ile içeri girdi.

Onu görür görmez ayaklandığımda sobanın kenarında duran odunluk yaptığımız koca kovayı alıp önüne koydum. "Niye zahmet ettin abi ben hallederdim. Yaran hâlâ çok taze dikiş falan da yok iyice açacaksın yarayı!" diye sitem ettim. O ise beni duymamazlıktan geldi.

"Sorun yok ben hallettim dikişi. Birkaç odun kırmaktan da yara açılmaz." dedikten sonra avluya çıktı yine. Arkasından gülümseyerek bakakalmıştım. Ne iyi adamdı böyle...

Yazmamı düzeltip yeniden yere çömelip işime devam ettim. Salata bittiğinde tek kalan yağı, tuzu ve limonuydu. Onu da en son yapacaktım. Suların kaynadığını gördüğümde mutfağa geçip ellerimi yıkadım ardından yeniden salona geçip suların birine mantıyı birini köfteyi atıp geri çekildim.

Mutfakta hazır ettiğim süzgeçleri kontrol ettikten sonra küçük tüpün üzerindeki yaprak sarmaya baktım. Güzel, pişmesine az kalmıştı. Hemen dünden kalan çorbayı da çıkardığımda salona götürdüm. Pişen mantıyı ellerimdeki tutkaçlar ile kuplarından tutarak mutfağa geçip süzgece döktüm. O suyunu çekerken yeniden salona geçip çorbayı sobanın üzerine koydum.

Of ne yoruldum be!

Pişen köfteyi görmemle tutkaçları yeniden elime almıştım ki Uraz abinin sesini duydum. "Sen mutfağa geç ben getiririm." Kafamı sallayıp tutkaçları ona verip mutfağa geçtim. O da peşimden geldi. Mantıyı köşeye çekip diğer süzgeci gösterip "Buraya dök abi"dedim, dediğimi yapıp tencereyi lavabonun içine döktü.

Köfteyi alıp cam tabağa yerleştirip yağını yapmak için küçük bir tava çıkardım. Mantıyı da yağlı yapacaktım süt ürünlerine alerjisi olduğunu unutmamıştım.

Küçük tüpün üzerindeki tencereyi alıp tezgaha koydum. Ona dönüp "Tabağa koyar mısın? Ben de bu sıra diğerlerini halletmiş olurum." sesimi duyduğunda dikleşip "Tabi." diyerek tezgaha yaklaştı.

Verdiğim işi tüm ciddiyetiyle yapmaya başlamışken bende küçük tüpün üzerine tavayı yerleştirip tereyağını da içine attım. Yavaş yavaş kendini erimeye bırakırken gözlerimi çaktırmadan Uraz abiye çevirdim.

Pür dikkat tabağa sarmaları yerleştirirken eline aldığı ince sarmayı ağzına atıp çiğnemeye başladığında yüzüme kocaman bir gülümseme yayıldı. Onu izlediğimi fark ettirmemek üzere yağın içine toz biber atarak karıştırdım. Mantı içinde köfte içinde gayet yeterliydi. Tabaklara koyduğum yemeklerin üzerine yağı gezdirip lavanonun içine attım.

Tabakları alıp içeri geçtim. Salatanın kalan malzemelerini de kattıktan sonra sofra tam anlamıyla hazırdı. Uraz abi elindeki yaprak sarma tabağıyla gözüktüğünde "Annemin yaptıklarına benzemiş. Ellerine sağlık" dedi. Tabaklara sıcak çorbayı doldururken "Afiyet olsun." demekle yetindim.

Dedem de salona giriş yaparak "Ohooo ellerine sağlık Dicle'm her yeri mis gibi kokutmuşsun yine." deyip yere oturdu. Çorba tabağını önüne doğru sürüklediğimde aile sıcaklığında gibi hissettim.

Uraz abi çorbasını içmeye başlarken, her şeye son kez göz gezdirdikten sonra bende yemeğe koyuldum. Yine sessizlik sarmıştı salonu. Sanırım bir rutin oluşturmuştuk kendimize. Salatadan bir kaşık alıp çiğnemeye koyulmuştum ki kapının kırılacak kadar çalmasıyla yerimde dikleştim.

Gözlerim dedeme değdiğinde sofra bezini dizlerinden iterek "Hayır olsun inşallah" fısıltı eşliğinde söylendi.
İçime yayılan huzursuzluk bir şeylerin ters gittiğini hissettirmişti bana. Gözüm sofradaki üçüncü tabaklara kayarak hızla topladığım gibi ayaklandım.

"Sen benim odama geç kapıyı da sakın ola açma!" diye söylendim. Ağzını açıp bir şey diyecekken "Dediğimi yap sen! Zar zor kurtuldun, döneceksin başına iş açma işte!" diye kızarak hızla mutfağa geçip çöpe attım yiyecekleri. Tabakları da saklayarak kapıya çıktım.

Dedem de arkamdan geldiğinde kitli kapıyı açtım. Açar açmaz kapı ittirildiğinde hızla geriye savrulmam bir oldu. Saçlarım yazmamla birlikte gözümün önüne düştüğünde hızla geri atarak kim olduğuna baktım.

Uzun boylu, iri yarı ,kısacık saçı ve yeşil gözleriyle ürkütücü bu adamı daha önce hiç görmemiştim. Onunla birlikte avluya giren silahlı adamlar ile gözlerim dedeme kaydı. Yeşil gözlü adam dedeme doğru ağır ağır ilerleyerek "Bir kez soracam, bir kez cevap alacam. Aldığım cevap istediğim gibi olmazsa bu evi başınıza yıkarım!" dedi dişlerinin arasından.

Kalbim gümbür gümbür atıyordu. Başımızdan bir gidememişlerdi. Adamlar gözleriyle evi tararlarken dedem "Ne istersin de hele?" sorusuyla alayla gülümsedi. Belindeki kuşağı tutup gözleri yerde ağır ağır ilerleyerek dedemin tam önünde durdu. Kafasını kaldırıp gözlerine çevirdi bakışlarını.

"Bir kaçak ararız köylülere tek tek sorduk." alaylı gülüşünden taviz vermeyerek devam etti. "Zaten topu topuna on hanesiniz her neyse. Kimsenin evinde olmayan bu kaçak sizin evinizde saklanabileceği gerçeğini ortaya çıkardı. Bu kaçak sizin evde mi?" sona doğru sesi iyice keskinleşmişti.

Dedem dik bakışlarını indirmeden "Kaçak falan görmedim ben." bu söze sinirlenmiş miydi bilmiyorum lakin öylece dedeme baktı. Dedem de hâlâ aynı vaziyette ona bakarken çok ani bir hareketle dedeme kafa attığında dedem yere düştü. Acı çığlığımla dedeme doğru koştum. "Dedee!"

Hızla boynuna sarılmıştım ki yakamı bulan iri eller ile ayağa kaldırıldım. Ateş saçan yeşil gözler "Bak bakalım burda kim varmııış." sona doğru uzattığı kelimesi içimi korkuya boğmuştu. Gözleri yüzümün her yerinde dolanırken "Şimdi söyle bakalım güzel kız amma doğruyu söyle tamam mı? Bu güzel yüzüne kıymak istemem!" yüzüme doğru tükürürcesine konuşmuştu.

Yüzüme biraz daha yaklaşıp dişlerini sıkarak "Bu evde bir asker var mı!" diye kükredi. Yakamdaki ellerini söküp atmaya çalışırken "Yok dedik ya sağır mısın?" cümlesini nüksettim kulaklarına.

Yüzüme yediğim şiddetli tokatla geriye savrulsamda elleri entarimin yakasını bırakmamıştı. Hafif sersemlemiş olsam da başımı kaldırdığım gibi yüzüne tükürdüm. Elleri gevşerken geriye adımlamayı ihmal etmedim. Yaşlı dedem için ağır gelen bu vuruş onu mayıştırmış öylece yerde yatırıyordu. Ciğerimin acıdığını hissettim.

Ne ara bana yaklaşıp saçımı elleri arasına dolamıştı bilmiyorum ama derimi yerinden sökercesine çekiştirdiğinde zorlukla bir nefes çektim içime.

Elleri çenemi bulduğu gibi sıkarken çoktan gözyaşları dökmeye başlamıştım. "Seni buraya diri diri gömerim!"
bağırtısıyla gözlerimi yumdum. Aynı anda dedemin acılı sesi kulağıma dolduğunda ayağıyla eline basan şerefsize karşı adım atmaya çalıştım ancak müsade etmedi.

"Bir Türk askerini burda barındırabileceğinizi mi sandınız siz? İZİN VERMEM!" kükremesiyle sıçradığımda hızla geriye ittirdi beni. Dengemi zar zor sağlayarak ayakta kaldım. Dedeme doğru hamle yaptığında "Tamam! Tamam dur diyecem!" kelimeleri döküldü dudaklarımdan.

Bakışları bana döndüğünde kafasını olumlu anlamda sallayarak "Aferin, akıllı ol!" dedi pis dudakları. Tam yanıma geldiğinde açılan saçıma elini sürmesiyle başımı geri çektim. "Söyle akıllı kız nerde asker?"
"Siz gelmeden bir bilemedin iki saat kadar önce evden ayrıldı." "Nereye gitti?" "Bilmiyorum. Yaralıydı çok fazla ilerlemiş olamaz. Duydun duyacağını şimdi bas git evimizden!"

Gözleri beni baştan aşağı süzerken rahatsızlığımı belli ederek yerdeki yazmamı alıp başımın üstüne attım. Yaşlı gözlerim yerde burnu kanlar içinde yatan dedeme kaydığında ellerimin titrediğini hissettim.

Hayır Dicle kendini koyvermek yok! Bu ne ilkti ne de son olacak!

Önümde duran siyah postallı adam kafasını eğerek yüzüme yaklaştığında geri çekilip yeşil gözlerine baktım. Kaşları çatılmış şekilde "Ben de dediğine inanacaktım salağım ya!" gür sesiyle bir adım daha geriledim ancak sert bakışlarım kendinden ödün vermiyordu.

Benimle birlikte bir adım daha üzerime geldiğinde gözlerim etraftaki silahlı adamları taradı. Koluma kenetlenen ellerle hızla göğsüne doğru çekildim. Sinirli bakışlarım yerli yerindeyken kalın sesi avluyu doldurdu. "Evi arayın!" bu cümleyle yüreğim teklesede aynı sert ve emin duruşum ile "Bununla mı korkutacaksın bizi? Ara, hiç durma!"

Fazla da üstelemesen mi Dicle?

Adamlardan biri aldığı emir ile kapıya tekme atıp içeri girmişti ki dış kapıdan içeri giren Bolat ile bakışı benden koparak ona yerleşti. "Boşa vakit harcarsın burada Rezan. Kaçmış asker. Doğru söyler Dicle. Benim adamlar çoktan peşine düştü topla adamlarını aynı güzergaha yola düşsünler!" demek adı Rezan'dı.

Rezan denen pislik kolumu bırakarak Bolat ağaya yaklaştı bir hışımla "Doğru mu dersin la?" diye çıkıştı. Bolat ağa ise kafasını sallayıp "Topla adamlari yola düşek akşama yakalarız." bu cümleyle arkasını dönerek yeşillerini bana dikti. Başımı dik tutarak bakmaya devam ederken yanıma düşen şalını almak üzere yaklaştığında "Adını kazıdım. Şimdilik kurtuldun, unutma şimdilik!" tüm kelimeleri tane tane diyerek yerdeki şalını alıp "De hayde toplaşın gidiyek!" emriyle evimizi bir hışımla boşalttılar.

Sıktığım bedenim evden ayrıldıkları gibi kendini bırakırken titreyen dizlerim ile yerde yatan dedeme koştum. Hızla başını dizime yaslayarak "Dede! Dedem iyi misin?" ağlayan sesimin arasından ne dediğim belli bile olmuyordu. Dedem gözlerini açarak "Komutan, komutana bak!" dedi emir verircesine.

Kafamı sallayarak ayağa kalktığım gibi evi aramaya koyulmuştum ki odamın kapısı gürültü ile açılarak iri beden üzerime doğru koştu. Gözlerim elindeki tabancaya kaydığında irkildim. Keskin bakışları beni bulduğunda "Söyleseydin ya yerimi ne diye tehlikeye atıyorsunuz kendinizi!" bir kızgın boğayı andıran yüzü sesiyle orantılıydı.

Sanırım onu bilerek benim odama gönderdiğimi anlamıştı. Benim odam ancak dışarıdan açılıyordu içeriden açılması için kulpu yoktu. Bende çıkamasın diye böyle bir şey düşünmüştüm. Kapıyı kırdığına şüphe yoktu iyi ki geç zamanda çıkabilmişti yoksa bize bir şey olmasın diye teslim olurdu bu manyak!

Kapıdan dedemin sesi yükseldi "Biz bilmiyorduk yerini demeyi! Ula seni korumak aha bu Habbab'ın boyun borcudur! Tası toprağı topla doğru tepeye! Sağ salim döneceksin o kışlaya!" sinir akan sesi adeta bir komutan gibi emir veriyordu.

Uraz abi dedeme yaklaşarak koluna girdi ardından salona kadar taşıdı. Gözlerinde de nefesinde de öfke akıyordu. Dedemden çevrilen bakışları bir süre bende oyalandı. Sanırım ben de bir şey var mı diye bakıyordu.

"İyiyim ben, duydun dedemi haydi kalk yola düş. Öğrendiklerini komutanlarına anlat." dememle bu duruma canını sıktığını belli eden bir şekilde nefes verdi. Dedem boğuk ama sert çıkan sesle "İlla kovayım mı! Kalk yola düş!" diye yükseldi.

Yaşlı gözlerime takılı kalan kehribarları sanki koyulaşıyordu. Dedem mendilini çıkarıp burnuna yaslamış şekilde Uraz abinin ne yapacağını bekliyordu.
Gözümden düşen yaşı silip burnumu çektiğimde çalan telefonla hepimizin gözü telefona kaydı.

Dedem düşüncelerimizden arındırarak telefona cevap verdi. Karşı tarafı dinleyerek kafasını sallıyordu. Ardından Uraz abiye bakıp "Şimdi yola düşüyor akşam olmadan tepede olur. Sağ salim alıp götürün emanetimi." diyerek telefonu kapattı.

Gözüm saate kayınca 15.03 geçtiğini gördüm. Şimdi çıkmazsa birkaç saate hava kararacaktı. "Abi haydi çık git! Geri dönerlerse fena olur. Bak helikopterde geliyor bırak bizi düşünmeyi de bir asker gibi düşün!"

Bu cümlemle kendisine gelmiş olacak ki dikleşerek son kez bize baktı. Dedemin eline varırken ben hızla mutfağa gidip çıkardığım saklama kaplarına yaprak sarması ve içli köfte koyarak ağızlarını kapattım.

Bir poşetin içine koyup, küçük bidon şişeyede su koyup içine attım. Onlar çoktan avluya çıkmış beni bekliyorlardı. Seri adımlar ile yaklaşıp elimdeki poşeti eline tutuşturdum. Minnet dolu bakışlar atarken dolan gözlerime engel olamadım. "Kusura bakma kemik suyu içiremedim. Çokta erken gidiyorsun zaten." buruk gülümsememe engel olamadım.

"Beni ve dedemi unutma olur mu? Hafızanda yer etsek yeter. 'Uluduz köyünde Baba Habbab ve torunu Dicle vardı.' de tamam mı?" dediğimde kafasını ağırca salladı. "Bir gün yine karşılaşıcaz Dicle içimden bir ses öyle diyor" sert sesi yumuşak konuşmaya çalışsa da becerememişti. "Nasıl olacaksa o... Ama umarım olur."

Gözleri buruk gülümsememe takılı kaldı. Benimde bakışlarım kehribarlarına. Yola çıkması gerekti artık hadi vedalaşma zamanı Dicle! Bırakta adam yoluna gitsin!

Geri çekilip "Allah'a emanet ol, Allah yolunu açık etsin . Dikkat et kendine. Konuştuklarımızı da unutma." tüm dediklerimi can kulağıyla dinliyor gibiydi. "Allah'a emanet olun. Siz bana sahip çıktınız Allah'ta size sahip çıksın. Kendinize dikkat edin. Dilerim ki Allah'tan tekrar karşıma çıkarsın sizi. Selametle."

Son cümlelerini söylemiş yola koyulmuştu gözümdeki akan yaşları görmeden. İki günde bu adama nasıl bu kadar bağlanmıştım? Bilmiyorum ama çok tanıdıktı, sanki hep bizimle yaşamış biri gibiydi.

Dedem avlunun köşesinde bulunan ince odundan olan oturağa oturarak derin bir iç çektiğinde ardından dua okuduğunu anlamıştım. Gözümden bir damla daha akan yaşa engel olamadım. İçimi huzursuz eden şeyi dışa aktarmam gerekti. Dayanamıyordum.

Hızla odama girerek çekmecemin içinde bulunan ipek mendili aldığım gibi dışarı koştum. Dedem arkamdan bağırsa da ilk defa onu duymazdan gelerek evden dışarı adımladım. Daha dakikalar geçmesine rağmen gözden kaybolacak derecede uzaklaşmıştı.

Ona yetişmek üzere peşinden koşmaya başladım. Karlar hızımı yavaşlatsa da durmadım. Kâh düştüm, kâh ayağım burkuldu ama asla durmadım, yavaşlamadım. Sonunda az bir mesafe kaldığında dayanamayarak seslendim "Uraz abi!"

Sesimi duymasıyla hızla arkasını dönüp sesin geldiği yöne -bana- baktı. Adımları gerisin geri bana döndüğünde ona doğru koşmayı sürdürdüm.

Onunda adımları hızlandığında benimki de ona eş değer şekilde hızlanmıştı. Sonunda ortada buluştuğumuzda nefes nefese kehribarlarına baktım. "Noldu?" telaş akan sesi gözlerine de yansımıştı.

Elimdeki beyaz, üzeri siyah iple bir harf işlenmiş olan ipek mendili eline sıkıştırıp "Abimdi" diyebildim. Kaşları çatıldığında devam ettim. "Bana hatırlattığın kişi abimdi. Yıllar evveli gömdüğüm adamı gün yüzüne çıkardın. Sen benim abime çok benziyorsun."

Kaşları olması gerektiğinden daha fazla çatıldığında elindeki mendili avucunun içine sıkıştırarak "Bu bana abimden kalan emanet. Emanetime sahip çık Uraz abi ve beni asla unutma. Kim bilir belki de bir gün mezarını bulursun bana. İşte o zaman emanetimi senden geri alabilirim."

Kehribarları konuştu sanki. Dudaklarını oynatmasa bile bana söz verdiğini işittim. Gözlerindeki kararlılık Uluduz'u haykırttı adeta. Duydum, dedi. Söz verdi, abini sana bulucam yaşıyor ya da yaşamıyor ama sana abini bulup emanetini geri takdim edicem. Ben Uraz Utku Alpagu, Dicle Orhon'un abisini bulucam, canım pahasına olsa da ölmeden bu kızın abisini bulucam...
Söz, Uraz Utku Alpagu sözü.

Ve ben Dicle Orhon. Kader bir gün bizi yeniden karşılaştırdığında yüzüne hâlâ bakıyor olabilirsem sana söz veriyorum gerçek kimliğimi söyleyeceğim. Söz, Dicle Orhon sözü...

Ve bölüm sonu.

Bölüm hakkında düşüncelerinizi yazabilir misiniz?

Benim için güzel bir bölümdü umarım sizin içinde öyle olmuştur.

Sizlerin fikirleri ve yorumları benim için çok kıymetli.

Tüm emeğimi göz önünde bulundurarak değerlendirme yaparsanız çok mutlu olurum. <3

Loading...
0%