Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. Bölüm

@runarhez

Selamlar.

Çok yoğun uzun bir bölüm bekliyor sizleri. Lütfen dinlenerek okuyun.

Umarım sıkılmazsınız.

Satır aralarında güzel yorumlarınızı bekliyorum.

Bölüm şarkıları:

Ömer Öz - Bu Şehirden Götürün beni
Kahraman Deniz - Seni Tanımasam Çoktan Ölmüştüm
Anıl Berke - Zor

(İstediğiniz şarkıları da dinleyebilirsiniz. Bölüm içeriği ile eşleşen şarkılar değillerdir. )

                                                                  🌸

"Sonumun yazıldığı bu başlangıç benim için bir bitişti."

.......

"Gece hız kesmeden devam ediyor! Saatler 00.00'ı gösterirken nefesler tutulmuş yeraltının en karanlık kişisinin maçı dört gözle bekleniyoor! Günler öncesinden planlanan bu maç birazdan sizlerle!"

Mikrofona değen ince ama dobra ses onca insan sesini bastırarak tüm kulaklara nüksediyordu. Basık hava insanlara göz açtırmıyorken, genize dolan ter, içki ve sigara kokusu insanların başını çoktan döndermeye başlamıştı. Son ses çalan şarkı, insan seslerine karışararak kulak arkası olmaya devam ediyordu.

Dakikalar sonunda renkli ışıkların altında iri beden belirdiğinde kadın erkek fark etmeksizin herkes çılgına dönmüşçesine bağırmaya başladı. Bu ise adamın umrunda dahi değildi. Antranetör'ü olan takım elbiseli genç adamın yanına ağır adımlarla yaklaştığında herkes boğazı yırtılırcasına bağırıyordu.

Elindeki sigarayla birlikte tezahürat alan adamın ismini dinlemeye koyulmuşken tam yanında duran adamın yüzüne bakmaya bile tenezzül etmemişti.
Sigarasını dudaklarına yerleştirip kaşını kaldırarak "Leş istemiyorum. Bu adam yaşayacak! Ona göre hallet işini." emriyle boş bakışlarını savurdu boşluğa.

"Söz veremem." duyduğu cümle beyninde şimşekler çaktığında "Adamın elinde mallar var aklını kullan!"
gür sesi kulaklarına bir vızıltı misali esip geçmişti. Yeşillerini bu adamı baştan aşağı süzerken sigarayı hışımla yere fırlatmasını seyretti. Onu böyle görmek hoşuna gidiyordu. İçindeki iğrentiyi böyle atıyordu.

"Gün geçtikçe elindeki kan üzerine sıçrar oldu, dikkatleri üzerine çekiyorsun şu yumruklarını daha sakin kullan!" uyarı akan bu cümlelere karşındaki adamın pekte ilgilendiği söylenemezdi.
Yeşil gözleri etrafı tarıyor, rakibini arıyordu adetâ.

Yükselen seslerle birkikte gözlerini kendisini yetiştiren adama bakıp ağır hareketlerle kulağına yaklaştı. "Beni bu ölümler için yetiştiren sen değil miydin? Madem öldürmemi istemediğin adamların olacaktı ne diye sadece ölümler için yetiştirdin?"

Cevap veremedi, yaşına yakın bu gence öylece baktı. Haklıydı, bu adam kendisinin eseriydi. Güçlüydü, yetenekliydi ancak kendisi ilmek ilmek işlemişti onu.
Çınar Toprak'ın yansıması Barlas Ata Timagur'du o.

Tüm bildiklerini ona aktarmış, kendisinin kopyası haline getirmişti. Onunla gurur duyuyordu. Öfkesine, gücüne, kararlılığına, hırsına güveniyordu çünkü o artık Çınar Toprak'tı. Gözü asla arkada kalmayacağı klonuydu bu genç adam. Kendisi siyahın koyu tonları iken bu adam onun yeşil duygularıydı. Bir bütündü bu bedenler. Fakat bir fark vardı herkeste olduğu gibi.
Gereğinden fazla acımasız ve vahşiydi.

Tabi bedenininde getirdiği bir getiriydi bu vahşilik. 1.97 boy 105 kilogram olan adam yeri titreten heybetiyle kesinlikle aradığı adamdı. Bu farklılığına dahi hayranlık duyuyordu. Zira hayranlık akıyordu bedeninden, etkilenmemek elde değildi.

O, Yeraltı dünyasının kralıydı.
Ölüm Yumruktu.
Yeşil Fırtınaydı.
Çöl Kasırgasıydı.

Ama en büyük lakabı Amor'du. O Ringlerin Amoruydu. Onun asıl lakabı 47 Amor'du!

O her bir ölümüne "Aşk" demişti. Ölümler onun gerçek duygusuydu. Onun kaderi ölümdü, tek hissettiği duydu ölümdü. O 47 ölümdü, o Ringlerin "Aşk'ıydı". Bu lakabı her lakaplar daha çok yakışıyordu sert simasına

30 yaşına kadar hissetmediği duyguyu adlandırmıştı bu karanlık dünyasına. Kendisine yakıştırdığı bu lakap onun yakasına yapışmış olduğu lanetiydi aslında...

Cevap vermeyeceğini cebinden çıkardığı sigarası ile belirttiğinde loş karanlığın içinde bir avuç topluluktan yükselen seslerle rakibinin giriş yaptığını anlamıştı.

Alaylı sırıtışı bir ölümün daha gerçekleşeceğini belli ediyordu. Bunu anlamak için İleri görüşlü olmak şart değildi her şey gün gibi ortadaydı. Gözleri tek tek çığlık atan kişileri teyit etmek istercesine tararken kendisinden birkaç santim kısa olan rakibine kaydı gözleri. Vücut yapısı kendisinden daha cılızdı.

Sarı saçları gözüne çalarken, kaslı vücudu ince bedenini toplamaya yetmediğini gözler önüne seriyordu. Çınar Toprak onun baktığı yere gözlerini sabitlediğinde klonunun bu adamı tek yumrukta yenebileceğini biliyordu. Yanındaki yapılı adam yüzüne kondurmuş olduğu alaylı sırıtışı ile "Bu mu?" sorusunu bahşetti. Gürültü kalabağının arasından bile keskin sesini işitmişti.

İçtiği sigarayı daha derin bir nefesle ciğerlerini zehirlerken kafasını ağırca salladı. "Yanındaki adamı görüyor musun?" bakışlarını siyah takım elbisesi, elindeki purosu ile direkt gözlerine bakan adama çevirdi. Bir kez kafasını eğerek "Kim bu yavşak?" diye sordu. Gülümsemesi dudaklarında yer edindi.

"Rusya ile ortak olan bir yavşak. Kendisi üretemediği silahları bizim tırlardan çalarak Rusya'ya gönderiyor. Bir tek ben değil, Yılmaz Çığır, Demir Aslanbey, Halil Yavuz da madur olan isimlerden." bakışlarını adamdan çevirip ne düşündüğünü anlamak üzere yanındaki adama baktı. Yüz ifadesi sabitti. Ne düşündüğünü yine tahmin edememişti.

"Kemal Bulut yanındaki ise oğlu Emir Bulut." isimleri dinledikten sonra ringe çıkan adam dudaklarını mikrofonla buluşturmuştu ki dediklerini kulak arkası etmişti. Şuan tek odak noktası Emir Bulut'tu!

Üzerindeki ceketin fermuarını indirerek ağır bir hareketle omuzlarından sıyırarak yapılı vücudunu gözler önüne sermişti. Bu hareketiyle tüm kızlar çığlık çığlığa bağrışıyorken erkekler hayranlık ile iç çekiyordu.

Sıfıra vurulmuş saçları ayrı bir aura katıyordu kendisine. Keskin yüz hatları, yeşil hareleri herkesi yakacak cinstendi. Siyah eldivenlerini hızla ellerine geçirdikten sonra Çınar, dişliğini ağzına yaklaştırdı.

Dişliği dişlerine yerleştirdikten sonra eliyle 'Su' işareti yaptığında Çınar yanındaki pet şişeyi alarak dudaklarına yaklaştırdı. Birkaç yudum aldıktan sonra her zaman ki gibi ağır adımlar ile ringe yürüdü.

Her zaman, her yerde ağır ve yavaştı. Lakin ringte durumlar pekte öyle ağır işlemiyordu. Tek hızlı olduğu alan bu ring sahasıydı. Eldivenli ellerini tokuşturarak demir kapıdan geçerek ring alanına ayak bastı.

İçeri adımladığı gibi demir kapılar ürkütücü sesiyle kapanarak kitlendi. Arkasını dönüp bir kez bile bakmadı. Çünkü bu onun profesyonel alanıydı.

Emir göz ucuyla kapalı kaldıkları bu demir kafese baktı. Koskoca demir kafesin içinde kapalı kalmıştı. Korkmadı, bir ürküntü bile hissetmedi. Kendine güveni tamdı. Karşısındaki adamı bu gece bu kafeste öldürecekti bundan emindi.

Karşı karşıya geldiklerinde Amor'un yüz ifadesine baktı. Hiçbir mimik sergilemiyordu ancak gözlerindeki ifade adeta bu kafesin kralı olduğunu haykırıyordu.
İşte şimdi ürpermişti. Gözlerindeki o boş bakıştan ürkmüştü. Belli etmedi veyahutta etmediğini sandı.

İçindeki öfkeyi kusmak ve karşısında kolay bir rakibin olmadığını belli etmek istiyordu. Boş bakışları, hırssız davranışları içindeki nefreti büyütüyordu. İçindeki öfkeyi alaya alarak üzerine doğru adımladı.

Başını dik tutarak tam karşısına geçtiğinde "Seninle karşı karşıya gelmek şeref verdi." diyerek alaylı bir ses tonuyla konuştu onu sinirlendirdiğini sanarak. Amor ise sakin tavrından ödün vermeyip sabit bakışlarını indirmeden "İyi. Sende olmayanı bahşetmişim."cümlesiyle keskin dilini konuşturdu. Bu cümle ile her şey ters tepip kendi öfkesi gün yüzüne çıktığı gibi üzerine adımlamıştı ki hakem durdurdu.

Amor bir adım geriye çekilip maç için kendini hazır tutuyordu. Karşısında boğa gibi soluyan adamı kâle bile almıyordu tek düşüncesi maçın başlamasıyla ona karşı nasıl davaranacağıydı. Nasıl davranacağı hakkında hiçbir bilgisi olmasa da nasıl davranmayacağı hakkında fikir sahibiydi.

Merhametli davranmayacaktı! Onu bu kafesin demirlerine gömecekti!

Ona duyduğu nefret önceden yaşadıkları bir durumdan falan kaynaklanmıyordu. Sadece gıcık kapmıştı bu adamdan. Kendisini üstün bir varlık gibi cesaretli olduğunu sanıyordu ancak aptal davranışlardan başka bir şey değildi bu yaptıkları.

Kendisi gibi öfkeli ve hırçın görmek istiyordu karşısındakini. Ne yazık ki gözünde şimdiden yenilmişti. Duygularını kontrol edemeyen her birey karşısında yenilirdi. Çünkü onun dinginliği her şeyi bir kasırga misali içine çekerdi. Ona kazandıran asıl şey işte bu özelliğiydi: Her şeyi kontrol edebilecek beyin fonksiyonlarının varlığıyla yaşamasıydı.

Hakem ortaya geçerek ikisine de baktıktan sonra "Hazır mısınız?" sorusuyla Emir eldivenleri birbirine tokuşturarak dişlik yüzünden boğuk çıkan sesiyle "Evet!"diye yükseldi. Barlas ise kafasını bir kez eğerek cevap vermekle yetindi. Hakem elini indirmesiyle ikisini başbaşa bırakarak bir köşeye çekildi.

İki boksör adam ellerini yüzlerine siper almış kafes içinde ağır hareketler ile etrafta dönmeye başlamışlardı. Onlarla birlikte kafesin dışındakilerde tezahürata başlamışlardı. Ağızlardan yükselen sesler genelde bir ismi haykırıyordu.

Amor! Amor! Amor! Ölüm Yumruk!

Çoğunluğun sesinden arkada kalan Emir'in tayfası ise "Killer" diye söyleniyordu.

Emir ergen gibi buna bile kinlenmişti. Kendisini daha fazla tutamayarak bunun kindarlığı ile ilk hamleyi kendisi yaptı. Oldukça hızlı ve sert bir yumruğu yüzüne sallamıştı ancak Barlas ani bir refleks ile geri çekilip boşluğundan faydalandığı gibi yumruğunu Emir'in yüzüne indirdi. Fazla sert vurmamıştı. Tadını çıkarmak istiyordu bu gecenin.

Emir kafasını sallayarak kendini topladı. İçinden gülmeden edemedi 'Ölüm Yumruk' dedikleri adamın yumruğu bu kadar güçsüz müydü? Kesinlikle bu gece bu adamı burada öldürecekti! Aptalca düşündüğünü anlayamayacak kadar aptaldı!

Barlas karşıdan gelecek hamleyi beklerken bacağına aldığı hedefi anlamıştı. Şimdiki hedef bacağına vurarak yere düşürmekti. Tahmin ettiği gibi de oldu. Olanca gücüyle bacağına vurmuştu ancak bu vuruş etini acıştırmaktan öteye gidememişti.
Kolay kolay yere çökertilecek bir bedeni yoktu. Saat geçtikçe kendisi de anlayacaktı bunu.

Emir karşısındaki adamın üzerine yürümediği için daha fazla hırslanmasına neden oluyordu. Üçüncü hamle ile sağ gösterip sol vurmuştu. Yüzüne yumruk atmayı başarmıştı. Bu yüzden en güçlü yumruğunu indirmişti suratına. Barlas bir adım geri gitmesiyle üzerine hızla çullanmıştı.

Hiç durmadan vücuduna, yüzüne darbe indirirken dış taraftan Çınar dikleşerek Barlas'ın ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalıştı. Biraz daha bu kadar yumruk yerse şaftı kayacaktı. İçine korku düştü.
Barlas'ın ise bir planı vardı...

Kemal Bulut oğluyla gurur duyuyor, purosunu tüttürmeden geri kalmıyordu. Yanındaki adamlara göğsünü gere gere "Benim oğlum diyordu!" tabi evladının sonundan bi haber takındığı hareketlerdi bunlar!

Emir karşısında yıkılmayan bu adam tarafından hareketleri yavaşlar duruma gelmişti. Vücudu yoruluyordu artık. İşte şimdi Barlas'ın sırasıydı.
Yüzüne kondurduğu alaylı sırıtış ile dikleşerek yumruk atacağı kolunu tutup çevirmesiyle bileğini büktü.
Emir acıyla gerilerken Barlas yeniden doğuyordu.

Ayağıyla karnına vurarak sırtını demirlere çarptırdığı gibi acıyla inleyen Emir'i görmezden gelerek belinden tutarak hızla havaya kaldırıp yere vurdu sırtını.
Emir acıyla bağırdığında daha yüzüne yumruk almamıştı. Karşılık vermek için hareketlenmeye çalışsa da tüm gücüyle yüzüne inen yumrukla nefesi kesilmişti sanki. Demirlere yaslanan Kemal'e öfkeyle bakıp ardı ardına yüzüne indirmeye başladı yumrukları.

Hakem ayırmak için araya girmişti bu yumruklardan kendisi de faydalanmıştı. Şuan onu durduracak hiçbir güç yoktu. Kemal kafes içine haykırıyor oğlu için endişe akan tiz sesiyle tehditler yağdırıyordu. Barlas gözlerinin içine bakarak şah damarının üzerine kaldırdığı yumruğu ile bakışlarıyla tehdit etmeye başlamıştı. Elini son gücüyle indirecekken Kemal'in Çınar'a doğru adımlamasıyla sırıttı.

Bir taşla iki kuş vurmuştu. Hem kendini bilmez aptala haddini bildirmiş hem de malları alacağına dair net bir cevap almıştı. Elini indirerek ayaklandığında hakem hızla yanına koşarak kolunu tuttuğu gibi bağırdı.

" Yine ve yine unutulmaz anlardan sonra maçın kazananı yeraltı dünyasının kralı, Ölüm Yumruk 47 Amooorrr!"

Kafes dışında ne kadar insan varsa herkes çığlık çığlığa bağrıyordu. Hakem kolunu tutup havaya kaldırmasıyla çoğunluğun sesi korkunç bir hâl alarak ismini bağırmaya devam ediyorlardı.

Amor! Amor! Amor!

Barlas kulaklarına değen bu ismi yeniden kendine yakıştırdı. Kafes kapıları iki yana açılmış kralını uğurlamaya hazır tutulmuşken kendisini çeken gazateciye yaklaşıp "Şimdi buraya şey de yazarsın Emir Bulut karşısındaki adama dayanamayıp ham maddesine dönüştü." Kız duydukları kelimeler ile gülerken yanından geçen bu yakışıklı adama seslendi "E Hak etti ama!"

Amor yeraltı dünyasından galibiyetle ayrılırken ilk defa güzel gülüşünü kameralara teberru etmişti. Onun bu yüz ifadesi milleti daha fazla coşturmuşken karşıda ona gururla bakan Çınar Toprak'tan bir haberdi...

                                                               🥊

7 Ay Sonrası (Aralık Ayı)

Efşan Dora Timagur'un Ağzından

 

Kapının tok sesi kulaklarıma dolduğunda bağlı gözlerimin görememesi nedeniyle ayak seslerinden kimin geldiğini anlamaya çalıştım. Gelen kişi ayaklarını sürüye sürüye geliyordu. Sanırım Faruk dedikleri kişiydi bu.

Oturduğum beton zeminde iki dizimin üstüne oturarak ne olacağını tahmin etmeye çalıştım. Ayak sesleri tam önümde durduğunda derin derin soluklar almaya başlamıştım. Hiçbir şey demiyor öylece dıruyordu.

İçimdeki korku ağlamam için yeşil ışıklar çaksada sakin kalmaya zorladım kendimi. Sonunda kulağıma dolan hışırtı ile sağıma soluma dönmeye başladığımda ses tam önümden gelmişti. Yüzümü hemen önüme çevirdim sanki görebilirmişim gibi...

"Otur" boğuk çıkan sesi maskeden dolayıydı sanırım. Dediğini ikiletmeden yaptım. Canımın tekrardan yanmasını istemiyordum. Kalçam beton zemini bulduğunda karşımdaki adamı görüyormuşum gibi nefes alış veriş seslerine odaklanarak tam karşıma bakıyordum. Adam bir şeyler ile uğraşıyordu sanki.

Kulağıma dolan metal ses ile silah olduğunu sandım. Yerimde kıpırdanmıştım ki "Aç ağzını" sesiyle korkudan bayılacaktım. Vücudum korkudan kendini salmaya başlamıştı ki korktuğumu anlamış olmalıydı. "Yemek yedirecem aç ağzını!" cümlesi sakin olmama yetmemişti. "Aç değil misin yoksa? Peki, bana uyar!"

Ayaklanmak üzere hareketlenmişti ki "Tamam, tamam sakinim!" diye atıldım. Allah'ım nasıl durumlara düşmüştüm böyle. Adam zayıflığımdan yararlanarak benimle oynuyordu. Tekrar metal sesleri duyduğumda ağzımı birazcık araladım. Çatal olduğunu düşündüğüm şey narin bir hareketle dudaklarıma değdiğinde bunun markette satılan helvalardan olduğunu anladım.

Ağzımda çiğnemeye başladım ama ağır hareketlerle çiğniyordum. Tadı hiç gitmesin istedim... Adam yeniden çatalı batırmış olacaktı ki ağzımı yeniden araladım. Aynı narinlikle dudaklarımla buluşturduğunda çiğnemeye koyuldum. Ağzımdaki lokma da bitmişti.

"Su içirecem az yaklaş!" emir dolu sesi depoda yankılandığında yavaşça başımı sese doğru yaklaştırdım. Sırtımda hissettiğim el ile yay gibi gerilsemde dudağıma değen pet şişe ile suya odaklandım. Hızlı hızlı suyu içmeye koyulmuştum.

Temiz ve saf su... Suyun tadı olmaz derler ya hani hayır suyun tadı var. Suyun tadını almak için ondan mahrum kalmak gerekiyormuş bunu öğrendim. Suyun lezzetli tadını alabiliyordum. Saf, temiz olduğunu, tatlı su olduğunu belki şuan moleküllerinin bile tadı vardı ağzımda...

Dudağımdan suyu çektiğinde uykuya dalacakken sıçrayarak uyandığımız o tatlı an olur ya kalp hafif hızlı çarpar, canın sıkılır, ağlama isteği dolar işte onun gibi irkilerek olduğum yerde kaldım. Dudağımın üzerinden akıp giden suyu dudağımı emerek içime çektim. Tek bir damlasını bile hiç edemezdim.

Adam metal sesi yeniden kulaklarıma doldurduğunda "Aç ağzını" diye kükredi. Aç bir insanı doyurmak bu kadar nefrete tekabül edemezdi. Korktum ve dediğini yaptım. Yapmak zorundaydım çünkü ben aç bir bireydim o ise karnı tok biriydi. Bu yüzden benim yemek için nasıl can attığımı anlayamazdı.

Bu sefer tatlı kaşığını dudaklarımda buluşturduğunda dilime değen tat pekmezdi. Hemen boğazıma göndermedim. Ağzımda tadını beklettim. Dilim hissettiği, tattığı tattan ötürü zevkle dört köşe olmuştu. Oysa ben pekmezden nefret ederdim...

Bir kaşık daha doldu ağzıma, bir kaşık daha ve bir kaşık daha. Sanki fazlasıyla veriyordu, ne zaman bitecek diye düşünmeye koyuldum. Yediğim şey hiçbir şeydi aslında. Karın doyurmalık değildi. Uzun zaman sonra yediğim için fazlasıyla yemişim gibi hissediyordum.

Adam bir çatal daha verdikten sonra "Yeter bu kadar fazla bile oldu!" demesiyle içimden geçirdiklerime sövdüm. Biraz daha su verse ölür müydü sanki? Tepkilerim nasıldı bilmiyorum. Adam hızlıca getirdiklerini toplamaya koyulduğunda neredeyse biraz daha ver diye yalvaracaktım. Ama dizginledim kendimi.

Kapı yeniden aralandığında "Nerde kaldın lan?" sert sorusu ile "Anca buldum ne bağırıyon!" aksi ses ile cevabını almıştı. Ben ne olduğunu anlamadan seslerin geldiği yöne doğru bakıyordum. Faruk denen adam "Ayağa kalk!" sesiyle bu sefer dediğini yapmak istememiştim. Arkadan bağlı olan kollarım sert bir biçimde tutularak tek hamlede ayağa kaldırıldığımda korkulu sesim depoyu doldurdu.

"Ne yapacaksınız?" diye sordum telaşla. Cevap yoktu. Ayakta durmaya mecalim yoktu bunu bilen sonradan gelen kişi kollarımdan tutarak destek oluyordu.

Faruk elinde bir şeylerle uğraşıyordu ne yaptığını anlayamamıştım. Ardından "Bacağını kaldır" dediğinde bir adım geri gitmeye çalışıp "Ne yapacaksın? Ben bir şey bilmiyorum bunu daha ne kadar diyeceğim!" diye yükseldim.

Faruk beni dinlemiyordu bile bacağımı tuttuğunda çırpınmaya başladım. Bacağıma aldığım darbe ile inlerken gür sesi depoyu doldurdu "Rahat dur!"
Acıyan canımla boğuşmaya başladığımda arkadan bir kız sesi duydum "Faruk!" bu sesle Faruk'un hareketleri de benim çırpınışlarımda son bulmuştu.

Ayakkabının verdiği tok ses ile yanımıza yaklaştığında "Siz dışarıya bakın! Ben hallederim!" diye tersledi. Faruk ise bacaklarımın yanından uzaklaştığında beni tutan adam da ellerini çekip onun peşinden ayrılmıştı.

Bu sefer o bir şeyler ile uğraşırken konuşmayı akıl edebildi. "Üzerini değiştirmeme yardım et!" sert sesinden ödün vermemişti. Burnuma temiz hava çekmeyi çok isterdim ancak küf ve kan kokan havayı ciğerlerime gönderdim.

Yerimde sabit durduğumda bacağımı biraz kaldırıp pantolon olduğunu düşündüğüm şeyi önce sağ bacağıma sonra da sol bacağıma geçirdi.

Belinden kavrayıp çektiğinde belime getirmişti. Fermuarını ve düğmesini de kapattıktan sonra o da bende pantolonun bol olduğunu fark etmiştik.

"Şimdi ipi açıcam sakın yanlış bir şey yapayım deme!" uyarısını kafamı sallayarak cevapladım. Uzun zamandır bağlı olan kollarımı açtığında ağrımış olan omuzlarım kendini kaldıramıyordu.

Uyuşmuş olan kollarımı tamamiyle hissetmiyordum. Bu kollarımı kullamamayacağımı düşündürdüğü için ağlamaklı sesim ile "Kollarımı hissetmiyorum! Hissetmiyorum!" diye bağırmaya başladım.

Kollarım kendini salmış hiçbir şekilde uyguladığım kuvvete tepki vermiyordu. Bu ağlamamı daha da güçlendirmişti. Kız kollarıma dokunuyor muydu onu bile anlamıyordum. Acı akan sesim "Kollarımı hissetmiyorum nolur bir şey yap!" diye yalvardı yanımdaki kıza. Kız ise "Sakin ol uyuşmuştur kolların." diyerek telkin vermeye çalıştı.

Aradan geçen belki bir yirmi dakika sonra acışan kollarımla göremediğim kızı aradım etrafımda. "Hissetmeye mi başladın?" sorusuyla kafamı sallayarak kısık çıkan sesimle "Acıyor" diyebildim.

Artık hissetmeye başladığım kollarımla içli içli ağlarken kız üzerimdeki elbiseyi çekip çıkardığında vücuduma değen soğuğu hissettim. Üşüdüğüm için omuzlarımı içe çekerek iki büklüm olduğumda kız başımdan bir badi geçirdi. Boğazımda hissettiğim kumaş ile boğazlı bir triko badi olduğunu anladım.
Ardından üzerime bir şey daha geçirdi bu da kazaktı.

Bol olan pantolonu tutup belime çektiğimde kız "Düşüyor mu?" diye sordu. İç çekerek başımı salladım.
Belimde hissettiğim eller pantolonun kemer kısmına bir şey dolarken en sonunda dolama işini bitirip birazcık sıktırdı. Bu daha iyi olmuştu.

Elini belimle pantolonun arasına sıkıştırıp bolluğuna baktı. Geri çekildiğinde "Tamam düşmez daha. Getir ellerini" emri ile aynı hareketsizlik ile görmeyen gözlerim ile ona baktım. Sinirli bir soluk dışarı verip kolumu tutup kendine çektiğinde "Biraz daha, lütfen!" diye çıkıştım. Göremesem bile ikilemde kaldığını anlamıştım.

"Açsam gözlerimi bile açardım, biraz daha böyle durayım" diye devam ettim. Bu sözlerimin ardından ellerini çekerek "Tamam bağlamıycam uslu durursan kollarını bağlatmamak için Farukla konuşurum." diye bir öneri sundu bana. Bunu kaçıramazdım hızla başımı sallayıp "Yok, yok bir şey yapmam zorlukta çıkarmam" diye heyecanla konuştum.

Kolumdan tutup ilerletmeye başladı. Yürürken yer yer aksıyordum. Alışamamıştım hâlâ bu duruma. Tabi aldığım darbelerin, üzerimde bulundurduğum yaraların etkisi fazlaydı. Bir çıkıntının üzerinden geçtikten sonra kulağıma yansıyan insan sesleri kaşlarımı çatmama neden olmuştu.

Çalışan, daha doğrusu spor yaptıklarına kanaat getirdiğim bir topluluk vardı şuan etrafımda. Sesleri duysam bile göremiyordum. Karanlıktı dört bir taraf.

Ancak spor yapmaktan başka arka fonda acılı bir ses duydum. Erkek sesiydi. Sanki canı yanıyordu. Acılı ve boğuk bir sesti. Kulağımı o sese odaklamıştım ki kolumu tutan kızın "Yürüsene!" sesi ile irkilerek yürümeye koyuldum.

Duyduğum ses artık arka fonda çalınan kısık bir müzik gibi değil de barlarda çalınan yüksek sesli müzikler gibi kulağımı tırmalamaya başlamıştı.

Bu boğuk sesin acısını iliklerime kadar hissettim. Ne yapıyorlardı ona? Benim suçum onalara göre konuşmamaktı peki bu adamın suçu neydi?

Ses gür bir bağırtıdan sonra kesildiğinde içimde bir korku hissettim. İçimden ılık ılık akan bir his: Ölüm korkusuydu bu. Tanımadığım bu adam için korktum.

İnsan tanımadığı birisinin ölümü için korkar mıydı? Ben korktum. En son duyduğum sese doğru yöneldiğimde kolumu tutan kız "Uslu dur!" diye çıkıştı.
Bu emir ile havaya kaldırdığım ayağımı geriye çekerek eski yerine yerleştirdim. Adamın hiçbir ses vermemesi korkumu tetiklemeye devam ediyordu. Ölmüş müydü?

Faruk'un sesiyle sıçrayıp kızın koluna sindim. "Bunun elleri niye bağlı değil? Kafana göre iş mi yaparsın!" kız ise hiçbir irkilme bile bahşetmeden "Ben öyle uygun gördüm itirazın mı var?" diye dikenli sesiyle cevap verdi. Ve Faruk yine sustu.

Sakin kalmaya çalışan sesiyle koluma abandığında sertçe kendine çekip sürükler nitelikte çekiştirmeye koyuldu. Adım atmama asla müsade etmiyordu. Sonunda ayaklarım birbirine dolanarak beni tökezlettiğinde yüz üstü hızlı bir şekilde yere kapaklandım.

Çenem yere değmiş ve acısıyla karanlık gözlerim alev alev olmuştu. Çeneme doğru akan sıcak şeyi hissettiğimde kan olduğunu anlamıştım. Dudağım patlamıştı. Gözyaşlarımı sineme akıtmaya karar versemde bu acı ruhumu sızlatıyordu.

Hiçbir merhamet göstermeden saçımı kavradığı gibi yerde sürüklemeye başladığında çığlıklarımın haddi hesabı yoktu. Saçlarımdan tutup çekmesine rağmen istediği gibi şekilleniyordum. Sanırım fazlasıyla zayıflamıştım. Sonunda çığlıklarımın yerini acılı iç çekişler, kanlı gözyaşları aldığında saçlarımın çoğunun elinde olduğunu tahmin edebiliyordum.

Derim soyulmuştu sanki. Kopan saç tellerimin nerden koptuğunu anlayacak kadar canım yanıyordu. Kafa derisi alev gibi yanar mıydı? Yanıyormuş. Saç derisini soyup atacak kadar tutup çekiştirdiğinde alev alev yanıyormuş. Titreyen ellerim, çenem, dudaklarım, göz kapaklarım acıya dayanamıyor güç gösterisi sarfediyordu.

Çeneme yapışmış olan toprak soyulan yeri iğne batıyormuşçasına işkence ederken boğazıma kaçan toprak bundan kurtulamayacağımı dile getiriyordu.

Saçlarımı kavrayan iri ellerle çığlığı bastığımda bu ona yetmemişti. Benim acım, kederim ona yetmiyordu. Daha fazlasını istiyordu çok daha fazlasını!

Bunu dile getirmekten çekinmediği bir andı şu durum.
"Makası getir!" Hayır! Hayır saçlarımı mı kesecekti?
Olmaz! İzin vermem! Gözlerim karanlıkta bir aydınlık görsün istedim. Ufacık bir ışık huzmesi görsem yetecekti: Karanlıktan başka bir şey görmedim. Belki de ben artık karanlıktan başka bir şey göremezdim.

Vücudum gibi ellerimin de ne halde olduğunu bilmeyerek çamurlu, birbirine girmiş kıvırcık saçlarıma ellerimi attım. Boğazımdan "Hayır!" kelimesinden başka bir şey dökülmemişti.

Sanki görmek gibi konuşmayı da unutmuştum. Günleri, ayları, en temel ihtiyaçları... Ben nefes almayı unutmuştum. Aksi halde burda bir şey öğrenmiştim: Canımın kıymetini.

Boğazımın artık rutin bildiği çığlığı saçımın yeniden iri eller arasında dolambaç haline getirmesiyle koyuverdim. Ağlamak yetmezdi bende ekledim. "Yalvarırım saçlarıma dokunma!" dinlemedi. umursamadı. Canını yaktığı kadının sesini bile duymadı. Öyle ya benim gibi bir esiri kim umursardı?

"Bu kadına iyi bakın! İyi bakın bu sümsüğe! Dediğimizi yapmazsanız sonunuz aha bu sümsük gibi olur!" bu sözlerden sonra makasın sesi kulaklarıma uğuldayarak dolmuştu. Kesilen saçımın sesi, annemden kalan son emanetin sesi...

Hıçrıklarım ortalığa nüksettiğinde boğazımdan da dudaklarımdan da hiçbir kelime dökülememişti. Dilim tutulmuştu sanki dudaklarım mühürlenmişti, içimdeki yangının bile körleşmesi an meselesiydi.

Kucağıma düşen kıl topluluğu ellerime teğet geçtiğinde hızla yeri yokladım. Avucumun içine kesilmiş saçımı hapsettiğimde acıyla göğsümün üzerine bastırdım. Kıymet verdiğim saçlarım acımasızca kesilmişti.

Boğazım yırtılırcasına bağırırken ortalığa bağıran adamın ne dediğini duymuyordum bile. Tek düşündüğüm kesilen kıvırcık saçlarımdı. Titreyen ellerimi zor bela yukarı kaldırarak saçlarıma değdirdiğimde daha ne kadar bağıracaktım bilmiyorum.

Yer yer kısa, yer yer uzun kesilen saçlarım ellerime değerken saçımı mahvettiğini anladım. Belki de çok kısa kestiği yerler de vardı. Öğrenmek istemedim. Ateşe değmiş gibi hızla elimi kucağıma düşürdüm. Yeri tek tek yoklayarak kesilen saçlarımı avucumun içine hapsettim. Tek yapabileceğim buydu. Annemin emanetini tek bu şekilde saklayabilirdim.

Görmeyen gözlerim kucağıma odaklanmış, ellerim kalbimin üstünde bir ileri bir geri hıçkırıklarımın arasında sallanıyordum. Acımın tarifi yoktu.
Emanetlerimi tek tek kaybetmiştim. Önce abimi sonra gözlerimi şimdi de saçlarımı...

Abimden haberim yoktu belki de ölmüştü. Gözlerim bağlıydı işlevi yoktu. Tek saçlarım kalmıştı o da nefrete kurban edilmişti. Yalnızdım şimdi ise yapayalnız kalmıştım. Belki sıra canımdaydı. Kim bilir belki onu da bir yalan uğruna feda edecektim.

Kollarıma yapışan Faruk ile irkildiğimde kalkmamak üzere direndim. Buradan ayrılamazdım. Burayı mesken edinmeliydim çünkü acımı buraya teslim etmiştim. Acıyan kollarıma tepki bile veremezken o kızın sesini işittim.

"Rahat bırak şu kızı!" Faruk bu ses ile kollarımı çekiştirmeyi bırakıp tok ayakkabı sesini yanımdan birkaç adım uzaklaştırıp "Kendine gel Zara! Ne o yoksa bu sümsüğe acıyor musun?" cümlelerini sarf etti.

Bunu derken benden tiksindiğini gayet net bir şekilde belirtmişti. İsminin Zara olduğunu öğrendiğim kız bir nebze iyi olduğunu düşündürtmüştü bana ancak buda nafile bir histi. "Burada acısıyla boğuşsun. Bizde o sıra keyif kahvemizi içeriz fena mı?" demişti.
Benim yaşadığım acıyla keyiflenecek insan olması ne tuhaftı.

Faruk'un cevap vermeyip beni izlemesini hayal edebiliyordum. Zaten hayal etmeyip ne yapacaktım? Daha bir kez olsun hiçbirinin sıfatını görmemiştim.
Uzaklaşan ayak sesleriyle içime yaydığım ferah nefesle acımı içime kazımaya devam ettim. En azından ufak da olsa bir iyilik yapmışlardı bana. Acımı yaşayabileceğim an bahşetmişlerdi fena mı?

Avuç içimdeki saçımı dudaklarıma götürüp öptüğümde kulağıma çalan acı dolu iniltiyle irkilmem bir oldu. Sesin geldiği yönü anlamak için dikkat kesilip sağa sola başımı çevirdiğimde bir inilti daha işittim.

Elimdeki saçlarımı pantolonun cebine zorlukla yerleştirdikten sonra emekleyerek sese doğru ilerledim.
Bir inilti daha yankılandığında sese yaklaştığımı anladım. Yerde kıpırdanan sesler sürtünmeyi daha fazla kulağıma getirdiğinde ellerim sonunda bir bedene çarpmayı başarmıştı. İrkilerek geri çektim elimi.

Tekrar inilediğinde dayanamayarak "İyi misin?" diye sordum saçma bir şekilde. Yutkunma sesinin ardından zorlukla bir mırıltı işittim. "Su" tek bir kelimeydi bu.
İşkence edilmişti belliydi. Göremesem bile etrafıma bakındım. Ne yapabilecektiysem sanki.

Bağlı gözlerimi görebilecek gibi ona çevirip "Gözlerim bağlı yardım etmem imkansız" diye bilgi verdim. O ise "Ellerin bağlı değil" sözlerini söyledi. O beni görebiliyordu sanırım. "Açmam yasak. İşkencelerden yoruldum özür dilerim." dedim utanarak.

Bir yutkunma daha. "Solunda bir testi var. Onu getir lütfen" fısıldar şekilde söylemişti. Acıdım. O da benimle aynı kaderi paylaşıyordu. Sırtımı dönemezdim ona. Dediğini yapmaya karar vererek emeklemeye başladım. "Yaklaştım mı?" "Hayır" "Sen uyar beni"

Ağır ağır emeklerken "Dur!" sesiyle olduğum yerde kaldım. "Uzat elini, hemen yanında" dediğini yaparak testiyi aramaya koyuldum. Çok geçmeden kerpiç testi elime çarptığında dolu olduğunu anladım.

Sımsıkı kavrayarak gerisin geri emeklerken geldiğimi belli eden sesiyle "Tamam!" diye fısıldadı. Tam yanıma geldiğimde oturup testiyi kucağıma yerleştirdim. Asıl soru bunu nasıl içecekti. "İçebilir misin?" diye sordum.

"Ellerim bağlı" dedi umutsuzca. Dudaklarımı ısırmaya çoktan başlamıştım. Dediği şey içimi burktuğunda neredeyse ağlayacaktım. "Sorun değil. Yere dök oradan içerim." İçimdeki burukluk ile aklıma gelen şey ile elimi sesin geldiği yöne uzattım.

Elime değen tişört ile bunun gövdesi olduğunu anlamıştım. Yavaşça yukarı doğru ilerlettim elimi. Bu sefer de saçları olduğunu düşündüğüm yere değmişti.
Yavaşça indirirken yüzüne değdirmiştim elimi.

Resmen tanımaya çalışıyordum onu. Bunu o da anlamıştı sanki. Ama tek kelime etmemişti. Uzun zaman sonra bir yüz görmek istesem de hissetmek nasip olmuştu. Parmak uçlarım dudağına değdiğinde elimi geri çekip testiyi elime doğru eğdim.

Su avuçlarıma dolduğunda hızla elimle dudağını yoklayarak su dolu avucumu ona yaklaştırdım. O da kafasını yaklaştırmış olacak ki dudakları elime değmeyi başarmıştı. İçtiğini yutkunmasından anlamıştım. Hızla yeniden suyu elime döküp yaklaştırdım. Sessiz bir biçimde görevlerimizi yerine getiriyorduk. Bu sessiz döngüyü yeniledim. Çok susamıştı.

"Tamam" emir veren sesiyle elimi geri çektim. Sanki bir boşluğa düşmüştüm. Ne yapacağımı bilemiyordum.
Bu boşluktan çekip almak ister gibi "Kimsin? Ne diye buralara düştün?" fısıltısıyla "Bilmiyorum." diyerek gerçeği söyledim. Bende merak ettiğim şeyi sordum.

"Görebiliyor musun, etrafımız nasıl?" boğuk bir ses ile "Bulanık, her yer bulanık. Seni görmek bile zor" dedi.
Üzüntüyle omuzlarım düştü. Ağzımı açıp bir şey söyleyecektim ki kesilen saçlarımın diplerinden tutulup çekilmesiyle ortalığı çığlığa boğdum.

Aynı acı ses o adamdan da yankılandığında işkence saatimin geldiğini anlamıştım. Gözlerim bana ihanet ederek yaşlar dökmeye başladığında adamın acı dolu sesine odaklanmıştım. Bana neler olacağı umrumda değildi. Zaten olacak olacaktı. Tek düşündüğüm bu adama neler olacaktı? Bana bunları yapanlar o adama neler yapmazdı. İçimden gelen saf his ile dileğimi diledim. En yakın vakitte bu adamı buradan kurtulmasını diledim. Benim ailem yoktu bu adamın ailesine kavuşmasını dileyerek içimi bir nebze ferahlattım...

                                                                    ⏳

Şubat 13 2023 (9. Ay) Şırnak Beytüşşebap

 

 

 

 

 

Uraz Utku Alpagu'nun

 

Bugün günlerden çarşamba, aylardan Şubat 13 yani kaderimin değişmeden önceki son on günü. Nereden bilebilirdim on gün sonrasında kader çizgimin değişeceğini? Bugün bana sorsalardı on gün sonrasının dönüm noktam olacağını hiç düşünmez mermilerin önüne atardım kendimi. Hayır kendim için değil yıktığım kalplerin bedeli için feda ederdim bedenimi.

Bilseydim, bilseydim eğer sevdiklerimi tek tek kaybedeceğimi hiç durmaz ben kendim sıkardım o mermileri. Bilemedim. Fark etmedim. Kaderin önüne geçilmez ya, bende geçemedim.

Oysa tek isteğim, tek bir hayalim vardı benim o da ölmeden önce ailemi iyi bir yere yerleştirdikten sonra şehadeti beklemekti. Ta ki hayat kader çizgimi değiştirene kadar...

Yaşadığım dünya karanlıktı, belki yokuşlar vardı ama asla bataklıkta bir yer değildi. Ne dediysem, ne düşündüysem hepsinin tersini yaşadım. Bir bir azaldım. Her gün azar azar azaldım. Yok oldum ben.

En son ise benden geriye kalan tek şey adım oldu. Ve her gün başımda bekleyen bir anne bıraktım geride. İyi olmam için yalvaran ağzına düğüm olmuş tek soruyu bıraktım geride. 𝑵𝒆𝒅𝒆𝒏? Tek dıyduğum o soru neden?

Cevabını asla bilemeyecek, duyamayacak olmanın acısıyla bir damla yaş akıttım sinemden. Çatlamış dudaklarımı aralayamamanın işkencesini anneme bıraktım. Sanırım en çok annemi mahvetmiştim ben!

Oysa o benim çektiğim acıların yarısını bile bilmiyordu. Duymasın diye elimden geleni yaptım belki daha fazlasını. Duymadı da zaten, öğrenmedi de. Bu benim mutlak tek yagane başarımdı. Fakat bir zaman sonra bunu da mahvetmiştim.

Öğrenmişti her şeyi. Bilmemesi gereken ne varsa her şeyi öğrenmişti. Bir kez daha çökmüştü bedeni. Yüreğinin kaçıncı yangınıydı bu bilmiyorum, saymadım. Yangınlar bizi esir almıştı. Bu esaretten bir ölüm görmeden kurtulamadık. Kurtulamazdıkta zaten.

O kişinin ben olmasını diledim her gün. Fazlasıyla bencillikti bu lakin daha fazla dayanacak gücüm yoktu.
Kaybettiğim ne varsa benimle toprak olacaktı, en azından pişmanlığın acısını bastırırdı öyle değil mi?

Her şey bir cumartesi sabahı gittiğim görevde başlamıştı. Zaten sonumda bir görev dönüşü olmuştu.
Sonumun yazıldığı bu başlangıç benim için bir bitişti.
Benim sonumu bir çift heterokromi göz getirmişti.

Benimki bir yazgı değil bir seçimdi.
Ecel değil suisitdi.
Bir çeşit imtihandı ve ben bu imtihanı en az zararla değil çok fazla ziyanla kapattım. Çürümeye yüz tutmuş ruhumu bir tek haykıran ardımda bıraktığım anılarımdı. İşte bu yazgı benim hikayem.
Geride sadece adımı bıraktığım hikayem. Sevdiklerimi göğe yolladığım, yapayalnız kaldığım hikayem.

Ben Yüzbaşı Uraz Utku Alpagu.
Ben: Adımı toprağa gömdüğüm çaresiz bir beden.
Yani ben her şeyin sonu olan o adam.
Yani ben bu hikayenin kaderini belirlemiş olan o itirafçı...

.
.
.

                                                                🎭

Birkaç adım sonrasında bir ayağım küçük çıkıntının üzerinde diğer ayağım düz tabanda durdurdum. Boynumdaki dürbünü gözlerime yaklaştırıp karşı dağları kontrol ettim. Temiz görünüyordu şuanlık bir tehlike arz etmiyordu. Burada az da olsa dinlenebilirdik. Dürbünü bıraktığım gibi göğsüme çarparak durdu. Gözlerim hâlâ etrafı tararken sağ elimi havaya kaldırıp yumruğumu sıktım.

Bu hareketimle tim olduğu yerde durarak benden alacakları komutu beklemeye koyuldu. Gözlerim hiç durmadan etrafı ararken "Burada biraz dinlenelim. Karnınızı doyurun, suyunuzu için. Daha sonra devam ederiz." dedim. Bunu duymayı dört gözle bekliyorlardı.

Saatlerdir yürüyorduk tek bir dakika dahi dinlenmemiştik. Açlık pek zorlayıcı değildi lakin kışın getirdiği zorluk daha yorucuydu.

Herkes yerlerini almış bir eli tetikteyken bir elleri çantalarından çıkaracakları erzaktaydı. Herkesin olduğu yeri gözlerimle taradıktan sonra "Karabatak harita." diyerek emir verdim. Karabatak hızla iç cebinden çıkardığı haritayı bir kayanın üzerine serip bana baktı.

"Nerdeyiz?" komutumla haritaya ve olduğumuz çevreye göz attıktan sonra "Şırnak Beytüşşebap sınırlarındayız komutanım. Daha çok Hakkari Çukurca'ya yakınız." açıklamasını yaptı.

Kafamı ağırca salladıktan sonra hâlâ bana bakan gözlere çevirdim bakışlarımı. "Tamam geç karnını doyur." diyerek aşağı kayalığa doğru adımladım.

Her zaman ki gibi peşimi bırakmayacak olan Altıparmak ardımdan "Komutanım nereye?" diye seslensede cevap vermeye lüzum görmedim. Ardımdan geleceğini biliyordum zaten.

Çok geçmeden adım seslerini duydum. Gözlerimi geriye çevirip kayalıklardan çantasıyla inen Altıparmağa belli belirsiz bir gülümseme yolladıktan sonra sert çehremi yeniden takınıp "Götümde dolanmayı kendine huy edinir oldun. Hayr'ola bensiz korkuyor musun yoksa?"
diye takıldım.

Kayalıklardan son bir basamak kalası elindeki çantayı almak içim elimi uzatıp aldım. Hızla zıplayıp yanıma geldiğinde kıştan daha soğuk olan bakışlarını yolladı.
Bir kayalığın karını çırptıktan sonra kendini onun üzerine bıraktı. Bende yanındaki kayaya aynısını yaparak oturdum.

Ağır hareketler ile çantasını karıştırırken kağıda sarılmış dürümü elime uzattı. Alıp kağıdı açarken kendisine de bir tane çıkarttı. Beklemeden kağıdı hızla açarken acıkmış olduğunu anladım.

Büyük bir ısırık alıp çiğnerken bende bir ısırık aldım. Gözleri etrafı tararken derin bir iç çektim. "Ne düşünüyorsun?" sorusuna "Ne?" diyerek ona baktım. O ise hâlâ etrafa bakınıyordu. "Kafan karışık, olumsuz bir durum mu var?" gözlerini bana çevirdi.

Kafamı olumsuzca sallayıp "Her şey yolunda." dedim. "Kafanda yolunda gitmeyen bir şeyler var. Uluduz köyünden döndüğünden beri dalgınsın. Ne yaşadın orada tek bir kelime söylemedin." "Birisini tanıdım. Birilerini. Genç bir kız ve dedesi." diyerek sustum.

Anlatmak gibi bir niyetim yoktu. Bunu diyerek susmak makul gelmişti. "Aşık mı oldun?" sorusuna çatık kaşlarla dönerek "Saçma sapan konuşma!" diye çıkıştım. O ise ekmeğinden bir ısırık aldıktan sonra "Ya ne oldu?" diye ısrar etti. Fazla ısrarcı biri asla değildi.

Belki de halim onu endişelendiriyordu. Derin bir iç çekişten sonra "Uzun hikaye Barın, uzun hikaye" deyip konuyu sonlandırdım. O da üstelemeyeceğini belli ederek yönünü karşı dağlara çevirdi.

Ekmekten bir ısırık daha aldıktan sonra Dicle'yi hatırlamanın verdiği merakla iç cebimde sakladığım mendile gitti elim. Bembeyaz mendilin üzerine işlenmiş olan harflere kaydı gözlerim.

Büyük harflerle 'U.A.' harflerini işlemişti. Ordan ayrılı bir buçuk ay olmuştu ancak bir türlü aklımdan dediklerini çıkaramıyordum. Bende bir ağabeyim bu yüzden aklımda hep Itır Lima aynı şeyi yaşasaydı neler hissederdim diye düşüncesi durmadan dönüyordu.

Buraya geldim geleli bir kez olsun görüşmemiştik. Şimdi nasıldı, ne yapıyorlardı bilmiyorum. Bu sorular içimi kemirip duruyordu ve normal olarak hareketlerime yansıyor olmalıydı.

Barın her derdimi dinler, yol gösterirdi lakin sebepsizce bu durumu ona anlatmak içimden gelmiyordu. Ona anlatmaya hazır değildim sanırım.

Kafamı bu konuya o kadar sarmıştım ki bugün günlerden hangi gündü bilmiyordum. Yanımda karşı dağları izleyen Barın'a bakarak "Altıparmak bugün günlerden ne?" diye sordum. O ise hâlâ karşıyı seyrederken "Cuma, ayın yirmi ikisindeyiz. Anlayacağın dokuz gündür görevdeyiz." dedi.

Demek göreve dokuz gün olmuştu bunu bile fark etmemiştim. Kendimi toparlamam gerektiğini kendime ikaz ederek yavaşça yerimden kalktım. Yola koyulsak iyi olacaktı. Yarına kadar görev yerinde olmamız gerekti. Yukarıda kendi halinde takılan time bakıp "Tim toparlan! Gidiyoruz!" diye bağırdım.

Komutumla herkes toparlanırken Barın hâlâ oturuyordu. "Sanırım emirlerim sana işlemiyor?" dememle kafasını iki yana sallayıp "Emredersiniz komutanım" diye söylenerek toparlanmaya başladı.
Tahminimce yarın öğlen suları Silopi yakınlarında olurduk. Hayırlısıyla görevi bir aksilik çıkmadan tamamlarsak en kötü iki güne helikopteri çağırır kışlaya dönerdik.

Hâlâ toparlanamayan time dönüp "Tim hızlan!" emrimle herkes aynı ağızdan "Emredersiniz komutanım!" derken bense onların aksine çoktan ilerlemeye başlamıştım...

                                                            🗻

23 Şubat 2023 (9. Ay)

 

 

 

 

 

Efşan Dora Timagur'un Ağzından

Dakikalardır nereye gittiğimi bilmeden, gözlerim görmeden, kollarım urganla bağlanmış bir şekilde sürüklenerek ilerliyordum. Ordan oraya savrularak bir çöp misali ellerinde oyuncak olmuştum. Ne öldürüyorlar ne de serbest bırakıyorlardı.

Kış fazlasıyla çetindi burada. Hayatımda doğru düzgün kar görmemiş olan bana fazlasıyla acı vericiydi. Ayaklarım soğuktan yanıyordu. Ellerim bağlı olduğundan mı soğuktan mı acışıyordu çözemesem de acıyı dindirmek için hissetmiyormuş gibi davranmanın pekte yararı olmuyordu.

Daha nerde olduğumu bilmiyordum. Kaç gündür bu adamların elindeydim, dahası benden ne istiyorlardı hâlâ bilmiyordum. Sanırım buradan ölerek kurtulacaktım. Keşke ölsem diye içimden geçirmeden edemiyorum. Dua etmekten karşılıksız kalmasından ümidim kesilmişti. Ümit edilecek tek bir an bile yoktu.

Son birkaç gündür farklı isimlerde duymaya başlamıştım. Herkesin korktuğu bir adam vardı. Ordan oraya koşturdukları, karşı karşıya gelmekten ölesiye korktukları bir adam. Adı: Gediz Batu.

Genelde G.B. diyorlar fakat neden böyle dediklerini bilmiyorum. Ayrıca farklı bir isim daha duydum. Onun adı da "Ooo Rezan hoşgeldin. Uğrar mıydın hiç buralara?" Evet, adı Rezandı.

"Hoşbuldum. Şimdi uğradık işte." diye tersledi adamı. Adam ise aynı sırnaşık bir sesle "Tabi köylerde daha rahat işler, senin gibi şansım olsa bende köye inerim" diyerek pis bir gülüş bahşetti kulaklarıma.
Rezan dedikleri adamdan tek bir kelime çıkmamıştı.

Ellerim kollarım bağlı bir şekilde bir saatten fazladır oturmanın verdiği bıkkınlıkla nefesimi dışarı verdim. Tabi bunun Rezan denen adamın dikkatini çekeceğini bilsem öldürseler yine yapmazdım.

"Kim bu kız? Her geldiğimde yanınızda görüyorum." bu cümleyle olduğum yerde dikleşerek kulak kabarttım. "Baş belası ne olacak. Aylardır abisini koruyor baya dişli çıktı. Konuşur belki diye yanımızda getiriyoz."

Rezan denilen adam ise "Bir de ben konuşayım belki anlatır" dediğinde kalbim kendini belli etmişti. Ayak sesleri yaklaştığını belli ederken her bir adımında kalbimin hızı da artıyordu. Tam yanımda durduğunda seslerden aynı hizaya gelmek için çömeldiğini anladım.

Ellerini başımda hissetmemle irkildiğimde birden gözlerimdeki ağırlığın yok olduğunu hissettim. Gözlerime değen bembeyaz bir aydınlık gözümü açmam için yalvarıyordu. Lakin gözlerimi açmaya korktum. Kirpiklerim resmen birbirine kitlenmişti.

Karanlığa o kadar alışmıştım ki aydınlığın gözlerimi tamamıyla kör etmesinden korktum. Derin bir nefes çekerken içime Rezan denilen adamın sesini işittim.
"Aç gözlerini" adamın emriyle kendime komut vererek yavaşça araladım kirpiklerimi.

İlk önce hiçbir şey göremedim. Bembeyaz bir hüzmeden başka hiçbir şey göremedim. Sanki görmeyen birinin ilk defa dışarıyı görüyormuşçasına bir heyecanla ışığa alışmaya çalıştım.

Birkaç dakikanın ardından gözlerim artık alışmıştı. Gözümü kırpıştırıp yeniden açtığımda karşımda gördüğüm adam nedensizce yüreğimin kulağıma fısıldadığını hissettim. 'Sonun olacak' diyordu sanki.

Koyu yeşil gözler gözlerimi görünce yavaşça kaşlarını kaldırdı. Ya da bana öyle gelmişti. Yanıma çömelmiş bir elini dizine yaslamış öylece beni süzüyordu. Ben ise ilk fırsatta gözlerimi etrafta gezdirmeye başladım.

Bir mağaranın içindeydik ve her yer kardı. Herkes bana bakıyordu. "Adın ne senin?" sorusuyla gözlerimi yeniden yabancı bu adama çevirdim. Yutkunduktan sonra "Efşan, Efşan Dora" dedim. Başını ağırca sallarken hâlâ yüzümü inceliyor olması rahatsız etmişti beni. "Söyle bakalım sen neden burdasın?"

İçimdeki korku hem konuşmamam için hemde konuşmam için savaş veriyordu. Arkasında gözlerini bana dikmiş pis suratlı adama baktığımda içimde bir ürperme hissettim. Ona bakmaya devam ederken "Bilmiyorum. Yemin ederim bilmiyorum. Kaç gündür buradayım ama sadece bana denen şey abimin malları nereye sakladığı. Mal ne onu bile bilmiyorum!" dedim.

Gözlerimi tekrardan ona çevirdiğimde başını salladı ve "Abin kim senin?" diye sordu. Yutkunduktan sonra günler sonrasında asla korkmadan dile getirdiğim tek cümle bu oldu. "Barlas, Barlas Ata Timagur!"

İsmi söyledikten sonraki yüz ifadesine odakladım kendimi. Keskin yüz hatları abimin ismini duyduktan sonra kendini yavaşça öfkeye kurban etti. Bir korkuyla ve nefretle daha yüzleşemezdim. Hayır bu kadar gücüm yoktu. Ona nasıl bakıyordum bilmiyorum ama karşıdan kim görse korktuğumu anlardı.

Gözlerindeki öfke kendini karanlığa çekerken tek bir cümle, tek bir kelime bile etmeden gözlerini benden kaçırdı. Bunun verdiği aptal cesareti ile "Tanıyor musun abimi?" diye sordum.

Ateş saçan gözleri yeniden heterokromi gözlerimi bulduğunda tek yaptığı şey yüzümü taramak oldu. Elindeki siyah bandı yüzüme yaklaşarak gözlerime yaklaştırdığında yine aynı karanlığa hapsolacağımı anladım. Ondan önce davranarak kirpiklerimi kapatıp amansız karanlığa hazır ettim kendimi.

Narin denilecek bir biçimde gözlerimi bağladıktan sonra ayağa kalktığını duydum. "Bir şey bilmiyor gibi. Belki konuşur dursun yanınızda." dedikten sonra güçlü adım sesleri kayalığı terk etmişti.

Pis gülüşlü adam arkasından bir şeyler gevelenirken yeniden kurtulamamanın can sıkıntısıyla ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Bu kadar yeterli değil miydi? "Cevdet bir çay doldur da keyif çayı içelim!" bağırtısını kulak ardı etmek istesem de başaramadım, başaramayacaktım da.

Cevdet denilen adam bardaklara çay doldurduktan sonra "Buyur Rıza abi" deyince pisliğin adını da öğrenmiş oldum. Ayak sesleri yanıma yaklaşan birinin olduğunu belirtmişti. Sesler durduğunda kulağımın dibinde çayı höpürdeterek içtiğinde omzumu kulağıma yaklaştırarak kafamı yatırdım. Pislik midemi bulandırıyordu. Birden pis bir kahkaha attığında tüylerimin diken diken olduğunu hissettim.

Ancak tam bu sıra gülüşünü kesecek bir şey oldu. Herkesin kaçışarak, bağrıştığı bir ortam oldu. Koca bir gürültü ile kayanın sallanmasıyla korkuyla bende bağırdım. Silah sesleri etrafımızı kapladığında sonumun geldiğini anlamıştım.

Hayır aslında bu bir fırsattı. Yaşamam için güzel bir kumardı. Şuan herkes kendi canının derdindeydi beni düşünecek tek bir adam dahi yoktu. Ayrıca şanslı olduğum bir konu daha vardı. Kollarım arkadan değil önden bağlanmıştı. Göz bandımı da ayaklarımdaki ipi de ufak bir uğraş sonrası açabilirdim.

Hadi Efşan yapabilirsin!

Hızlıca gözlerimdeki bandı indirerek kafamı iki yana salladım. Gözlerim hızlı bir şekilde ortama ayak uydururken bağlı ellerimi ayaklarıma yaklaştırdım.
Açmak zor gibi görünüyordu ancak imkansız değildi.

Ellerimi ayaklarıma değdirmek istesemde olmuyordu işte tam bu sıra köşede duran bıçağı görmem tam anlamıyla şans eseriydi. Allah'ım yol gösteriyordu.

Elimi uzatarak bıçağı kaptığım gibi ipe dokundurdum. İp kendini her bir darbede salarken yüzümdeki gülümseme de o kadar çoğalıyordu. Son bir hamle ile ipler tamamen koptuğunda bıçağı bacamın arasına sıkıştırıp ellerimdeki ipe baskı uyguladım.

Birkaç hamle sonrasında ellerimdeki iplerde koptuğunda resmen mutluluk ve heyecandan çığlığı basacaktım. Ama hemen bu isteğimi içime atarak ayaklandım. Herkes ordan oraya koştururken köşedeki boşluktan faydalanabilirdim.

Koşarak kayanın arkasına saklanmamla tam yanıma çarpan mermi ile ufak bir inilti kaçtı dudaklarımdan. Hızla elimi ağzıma kapatsam da eminim birileri fark etmişti. Kalbim olanların heyecanıyla gümbür gümbür atıyorken başım çoktan dönmeye başlamıştı.

Ancak bugün burdan kurtulacaktım ne pahasına olursa olsun kurtulacaktım.

Dışarıdan korkunç bir bağırtı ile ayağımın dibine düşen şeyle bakışmam bir oldu. "El bombası yatın!" Gözlerim faltaşı gibi açılırken aynı anda el bombasının yerden alınıp arka kayalığa atılması bir olmuştu.

İri kollar bedenimi sarıp yere doğru oturduğunda bomba yeri oynatacak bir güçle patlamıştı. Gözlerimi açtığımda karşımda gördüğüm kişi Rezan'dan başkası değildi. Bu gözlerimi daha fazla açmama sebep olmuştu. "Fırsattan istifade öyle mi?" sorusuyla ne ara gözlerim dolmuştu bilmiyorum.

"Bunun elbet bir cezası olacak!" dedikten sonra hızla yanımda duran silahı alarak ateş açmaya başladı. Her şey bitmiş gibi görünse de bitmemişti. Silah aldığı yerde duran kaya parçasını alarak kendimi hazır bile etmeden kafasına geçirdim. Acıyla ve öfkeyle bağırdığında onu sersemletmenin verdiği zamanla hızla arkaya koşmaya başladım.

'Kız kaçıyor yakalayın' sesleri ayağımı birbirine dolamaya müsait olsa da dikkatli olmaya çalışıyordum.
Ben bugün bu cehennemden kurtulacaktım!

Mağaranın içinden çıkmayı başardığımda kayalıkların üzerinde koşmaya başladım. Evet kurtulacaktım.
Ardımda duyduğum hiçbir sese kulak kabartmıyordum tek isteğim buradan kurtulmaktı.

İnce bir ses adımı haykırdığında onu dinlemeyeceğimi, kararlılığımı anlamasını istedim. Hiçbir güç beni durduramazdı. "Efşan dur! Dur yoksa vurucam! EFŞAN DUR!" hayır durmayacaktım.

Havaya açılan dört el ateş ile boğazımdan korku iniltisi kaçsada durmadım. İçimdeki korku sadece kaçmamı söylüyordu. Ayaklarım son hızla kayalıkların arasında koşarken Zara denilen kızın ince sesi yeniden kulaklarımı doldurdu.

"EFŞAN DUR! DUR ARTIK DUR!" ve üç el ateş sesi. Tam üç el ve hissettiğim acı. İki el havaya bir el bacağıma.
Acı bacağımı esir alırken dizlerimin üzerine düşmüştüm. Gözlerimden yaşlar hücum ederken dişlerimi sıktım. Bugün hiçbir güç beni durduramayacaktı.

Çığlık çığlığa gözlerimden ateş saçılırken kayalıklardan tutunarak ayağa kalktım. Gözlerim bembeyaz karın üzerindeki koyu kırmızı kanımdayken yere birer damla yaş akıttım. Acıdan başım dönerken bana bakan iki çift göze çevirdim yaşlı bakışlarımı.

İleriye doğru bir adım atarak yürüdüğümde acıdan dolayı dişlerimi sıktım. Yüreğimdeki acı ağzıma kadar geldiğinde dayanamayarak fısıltı eşliğinde "Ben bugün burdan kurtulucam!" dedim.

Kara gözler bana bakmaya devam ederken zorlukla bir adım daha atıp "Ben bugün burdan kurtulucam!" diye tekrar ettim. Olduğum yere ayaklarımı sabitleyip gözlerinin içine baktım ve haykırarak söyledim.

"BEN BUGÜN BURDAN KURTULUCAM! KURTULUCAM!"
herbir harfte gözlerimden yaşlar hücum ederken durmadan aynı şeyi tekrar ediyordum.

Elindeki silahı yeniden bana doğrulttuğunda bulanık gören gözlerimin ardından başımı dik tutarak baktım. Korkmayacaktım. Bugün burada ya ölecektim ya da kaçıp kurtulacaktım.

Ben bugün hayatımla kumar oynuyordum. Ya kazanacaktım ya da kaybedecektim. Aslında ben her şekilde kazanacaktım. Burda şuan ölsemde kazanacaktım kurtulsamda bu yüzden her şeyi kaderime bıraktım.

Yaşlı gözlerimi ağırca kapatarak karşıdan gelecek olan mermiyi bekledim. Yanağımdan akıp giden yaş yeri boylarken derince bir nefes çektim içime belki de son kez soluyordum havayı.

Dudaklarımı kıpırdatarak belki de son kez konuşuyordum kendimle. "Abi yaşıyorsan eğer çok üzülme çünkü artık bende kurtuluyorum. Annemle babamın yanında huzurlu olacağım. Seni seviyorum."

Kulağıma dolan bir el ateş sesi ile gözlerimi sımsıkı kapadım. Tam bu sıra atılan bomba ile kaya oynadığında gözlerimi hızla açarak etrafıma bakındım.
Zara dengesini kaybederek odağını şaşırmış ve kayalıklardan aşağı yuvarlanmıştı.

Bu içimdeki sevinç gözyaşlarını dışarı vurmama neden olmuştu. Kendimi daha fazla salmayarak canım ne kadar acısa da zorlukla kayalardan aşağı inmeye başladım. Acıya yavaş yavaş alışırken yer yer hızlanıyordum. Sonunda az bir yerim kalmıştı.

Düzlüğe çıkarsam bir arabayı durdurup derdimi anlatabilirdim. Gülümseyerek etrafıma bakındım. Sanırım bugün gerçekten de kurtuluyordum.

Gözyaşlarımı silip aşağı inmeye devam ederken duyduğum silah sesiyle sıçrayarak olduğum yerde kaldım. Ses uzaktan gelmişti bu yüzden hızlanırsam saklanacak bir yer bulabilirdim.

Acımı görmezden gelerek ayağımın üzerine basa basa kayalardan inmeye başladım. Ayak sesleri hızlanmıştı. Benden oldukça hızlı birisiydi bu. Rezan olmalıydı.
Bu düşünce korkumu yeniden günyüzüne çıkarırken büyük adımlar atarak kayalıklardan inmeye devam ettim. Hava yavaştan kararmaya da başlamıştı.

Karanlık çöktüğünde hızım yavaşlayacaktı bu yüzden geceyi geçirebilmem için mağara gibi bir yer bulmalıydım en azından bir gecelik.

Sağ bacağımdan akan kan gücümü sömürüyordu dişimi sıkmalıydım. Bundan daha fazla acı çekmişliğim vardı şuan kendimi bırakamazdım. Heleki şuan asla duramazdım. Peşimde olan birisi vardı ve yakalaması an meselesiydi. Kayalık alanlar artık birer uçurum niteliğini almış bana gidecek bir yer sunmuyordu.

Çıkmaz yol dedikleri bu olsa gerekti. Ne geriye gidebilirdim ne de ileri. Bu yüzden yükseltisi en az olan yere geçerek aşağıyı gözümle süzdüm. Kar birikintisi olan yere gözümü kestirdiğimde atlamaktan başka çarem olmadığını biliyordum.

Kayanın ucunda bir süre bekledikten sonra kendimi ileri atarak yere bıraktım bedenimi. Karın üzerine düştüğümde acıyla inledim. Bacağımın yere değmesiyle bedenime yayılan acı çığlık atmam için tahrik etmişti beni ama hayır dizginleyebilmiştim kendimi.

Peşimde her kim varsa en az benim kadar inatçı biriydi çünkü ayak sesleri hâlâ kulağıma doluyordu. Beni yakalamasına müsade etmeyecektim. Bu kadar acı yeterliydi. Bu kadar korku, ümitsizlik yeteri kadar canımı yakmıştı. Bu yüzden dayanmalıydım.

Karşımda gördüğüm küçük çıkıntı yere bedenimi güçlükle sürüyerek içine çektim. Kolay kolay görebilecği bir yer değildi önü karlı çalılar ile kaplıydı.
Karın üzerinde bıraktığı ayak sesini daha yakından duymamla elimi ağzıma kapattım. Nefes sesimden bile beni bulacak diye korkuyordum.

Ayakları hemen üstümdeydi ve bunu bilmek beni çıldırtıyordu. Kalbim benden bağımsız gümbür gümbür atarken beni delirtmek istiyor gibi ağır adımlarla üzerimdeki kayanın üzerinde yürüyordu.

Elim ağzımı daha sıkı kapatırken gözlerim istemsiz şekilde dolmuş ağlamak için yeşil ışık çakıyordu bana.
Ayak sesleri bir süre sonra uzaklaşmaya başladığında gözlerim önümdeki çalıları dikkatle tarıyordu.

Sesler artık çok uzaktan geliyordu hatta gelmiyordu belkide. Beynim oyun oynuyor olmalıydı çünkü sadece kuşların ve benim nefes alış veriş sesim vardı kulaklarımda. Elimi ağzımdan yavaşça çektikten sonra kafamı saklandığım yerden dışarı uzattım.

Ağlamanın getirmiş olduğu burun akıntımı burnumu çekerek sonlandırdım. Kimse yoktu çıkabalirdim artık.
Çalıları çekip kendimi sürüyerek küçük alandan dışarı attım kendimi. Zorlukla ayağa kalkıp etrafa göz gezdirdiğimde kimseler yoktu. Derin bir oh çektim içime.

Acıyan bacağıma saliselik bir bakış attıktan sonra sürüyerek ilerlemeye başladım. Arkamda bir ses duymuşum gibi olduğunda hızla arkama döndüm. Kimse yoktu ben kendimi korkutuyordum sadece.

Bacağımı tutup kafamı önüme çevirmemle karşılaştığım manzara ile çığlığı bastım. Gözlerim korkunun verdiği ürkeklikle akmaya başlamıştı bile.

Karşımdaki üniformalı iri yapılı asker gözlerini benden bir salise bile ayırmıyor elindeki silahı hiç indirecek gibi durmuyordu. Ellerimi bakışlarından korktuğum için mi yoksa silahtan korktuğum için mi kaldırdım bilmiyorum. Aynı sert çehreyle bakarken "Ben, ben terörist değilim. Vurma beni!" sözleri döküldü dudaklarımdan.

Gözlerimdeki korkuyu görebiliyor muydu bilmiyorum sadece ateş gibi olan gözlerini gözlerime kitlemiş öylece bakıyordu. Anlık bir bakışla kanayan bacağıma bakıp yeniden gözlerime baktı. Karşılaşalı birkaç dakika olmasına rağmen bana yıllar geçmiş gibi gelmişti.

"Ne arıyorsun bu dağ başında?" boğuk sesini kulaklarıma bahşettiğinde gözlerine bakmaktan kaçındım. Gözlerine bakmaya devam edersem komuşamazdım biliyorum.

"Ben bilmiyorum yani uzun hikaye" dedim. "Madem terörist değilsin ne diye kaçıyordun?" sorusuna "Ben onlardan kaçıyordum." diye açıklama yaptım.

Gözleri baştan aşağı bedenimi süzdüğünde halimin nasıl olduğunu merak etmiştim. Gözleri gözlerime değdiğinde orada takılıkalmıştı. Bende bu boşluktan faydalanarak onu süzmeye başladım.

Boyu fazlasıyla uzun, bedeni bununla orantılı bir biçimde iriydi. Kolay kolay devrilemeyecek bir bedeni vardı. Yüz hatlarını göremiyordum çünkü maskesi vardı. Gözlerim tek açık kalmış olan gözlerine alıcı gözle baktığında kalbimin teklediğini hissettim.

Açık kehribarları bal rengini anımsatıyordu lakin yer yer koyu kahveleri de dikkatimi çekmişti. Sinirli bakışları ise harlanan ateşten bir farkı yoktu. Şuan ise durulmuş köz gibiydi kehribarları.

Alevlenmek ister gibi bir hali vardı lakin kendini dizginliyor gibi de bir hali vardı. Kendimi fazlasıyla kaptırmış olmanın utancıyla bakışlarımı gözlerinden çekip sızlayan bacağıma çevirdim.

Maskenin ardına saklanmış olan dudakları boğuk ve sert bir biçimde "Adın ne?" diye sorduğunda onun aksine kısık çıkan ses tonumla "Efşan Dora" dedim.
Bakışlarından hiçbir şey anlayamıyordum.

Başka soru sormaya tenezzül etmemiş silahını belindeki yerine yerleştirirken gözleri etrafı tarıyordu.
Benim ellerim ise hâlâ havada aynı kararlılığını koruyordu. Gözleri kollarıma ardından da bacağıma kaymıştı. Bir adım atarak yaklaşmasıyla neden yaptığımı bilmediğim biçimde geriye sendeledim.

Bu hareket bacağımı etkileyerek tüm acıyı bedenime yaymıştı bu yüzden gözlerimi kapatıp dişlerimi sıktım.
Adını bilmediğim asker bacağıma eğildiğinde bir kez daha gerilemek için hamle yapmıştım ki sert sesiyle hareketsiz kalmayı tercih ettim. "Rahat dur!"

Yere çömelip bir elini dizinin üstüne koyarak bileğime kadar uzanan yıpranmış elbisenin eteğini tutup yavaşça kaldırdı. Bu gerilmeme neden olsa de korkudan sesimi çıkarmadım. Gözlerini kısarak bir yirmi saniye yaraya baktıktan sonra elini bacağımda bir yere dokundurduğunda acıyla inledim.

Gözlerim acının vermiş olduğu sızıyla dolarken bakışlarını gözlerime değdirdi. "Mermi içinde." diyerek ayaklandığında endişeyle "Nasıl yani?" diye atıldım.
Tam karşımda bana bakarken normal bir şeyden bahsediyor gibi "Çıkış deliği görünmüyor." dedi.

Ayağımın üzerine basıp acıyla inleyerek bacağıma bakmaya çalıştım ama nafile. Bacağım nasıl bir haldeydi bilmiyordum ancak bacağıma değen elbise çok fena canımı acıtıyordu bunu biliyorum.

Ben bacağımla ilgilenirken asker koluma girdiğinde şaşkınlıkla ona döndüm. Daha şaşkınlığımı atamadan ilerlettiğinde canımın acısıyla "Napıyorsun?" diye çıkıştım. O ise beni duymuyor, canımın acısını görmezden geliyordu. Sinirle dişlerimin arasından çıkıştım. "Terörist değilim dedim ya! Bırak kolumu!"

Beni duymuyordu sanki. Eldivenli iri eli benim incecik bileğime bir kelepçe misali kenetlenmiş öylece sürüklüyordu. Bacağımın acısından ona karşı koyacak gücüde bulamıyordum. Sağlam olsamda karşı koyabileceğim bir güç değildi zaten bedeni.

Birkaç adım sonrası ayağımın burkulmasıyla acıyla inledim bu onu durdurmaya yetecek bir olay olmasada beni şaşırtarak adımlarını durdurdu. Acıdan ne yapacağımı bilemezken ilk aklıma gelen şeyle kolumu iri ellerinin arasından sertçe çekerek kurtardım.

Dizimi hafifçe kırarak bacağıma dokundum. Her hareketimi izlemekle yetiniyordu. Tekrar kolumu tutmak için yeltenmişti ki kolumu kendime çekip "Dokunma bana!" diye çıkıştım.

Gözleri yeniden bacağımı bulduğunda aramızdaki iletişimin sadece bakışmaktan ibaret olduğunu farkettim. Ha birde ara sıra benim cümlelerim vardı.

"Yolumuz uzun" diye bana tariz dolu bakışlarını yollayıp elini yine koluma kenetlemek ister gibi uzattığında elimi dur şeklinde uzatıp "Ben kendim hallederim!" dedim. Gözleri bir elime birde gözlerime kaymıştı. Sanırım egosu zedelenmişti.

"İyi. Çabuk o vakit!" sert sesiyle önden kayaları tırmanmaya başladığında benim neden onu takip etmem geretiğini bilmiyordum. Neden dediğini yapıyordum bilmiyorum ama sanırım asker olması bunda büyük bir etkendi. En azından asker kuvvetlerinin yanında olurdum.

Arkasını dönüp baktığında öylece durmanın verdiği ürkeklikle elbisemi tutarak kayaları tırmanmaya başladım. Daha doğrusu milim ilerlemeye demeliydim.
Yaralı bacağımı çok zor oynatıyordum. Her bir hareketimde gözümdende bedenimdende ateş saçılıyordu. Acıyla bir kayayı daha tırmandığımda boğazımdan çıkan iniltiye engel olamadım.

Vücudumu esir almış olan ter acımı tarif ediyordu zaten. Sırtımı dinlenmek için bir kaya parçasına yaslayıp elimin tersiyle alnımdaki teri sildim. Yüzümü buruşturup çıkmam gereken kayalığa göz gezdirdim.

Askerin yukarıdan 'Umutsuz vaka' olduğumu belli eden bakışlarıyla süzmesine aldırış etmemeye çalışsamda o buna müsaade etmeyerek "Hızlı ol!" çıkışmasıyla gözlerimi devirip yola koyuldum.

Sanırım daha fazla dayanamayacaktım. Gözüm kayalıklardayken bu öküze daha fazla dayanamıycam demektense zorlayarak çıkmayı yeğlerdim. Hadi Efşan sen daha fazlasına katlandın bir mermiye mi dayanamayacaksın? Sanırım evet, dayanamayacaktım.

Derin bir iç çekişimin yerini güçlü bir çığlık aldığında ayaklarımın havalanması sebep olmuştu. Düşme korkusuyla ellerimi iri omuzlara yaslamamla maskenin altında bile yüzünü buruşturduğunu anlamam çok zaman almamıştı.

Sert sesinden ödün vermeyerek "Bağırma kulağımın dibinde!" diye gürlemişti. Benim zorlukla tırmandığım kayalıkları karlı olmasına rağmen rahatlıkla çıkmasına şaşakalmıştım. Şaşkınlığı üzerimden hızla atıp "İndir beni ben kendim çıkabilirim asker!" diye çıkıştım.

Beni yine duymazdan geliyor tüm ciddiyetiyle indiğimiz yolu çıkıyordu. Kendimi tutamayarak "Ağırım ben indir beni!" dedim sesimi ayarlayamayarak. O ise "Bana bir şey olmaz." dediğinde kaşlarımı çatıp "Senin için demedim zaten. Düşüreceksin beni!" dememle gözlerini gözlerime öyle bir değdirdi ki küçük dilimi yuttuğumu hissettim.

Daha fazla sinirlendirirsem beni bu kayalıklardan aşağı yuvarlayacak gibiydi bu yüzden canımın kıymeti için susmayı tercih ettim. O zaten tek bir kelime dahi etmiyordu. Sonunda kaçtığım yere geri döndüğümüzde beni indirmesi için hamle yapmıştım ki öfkeli bir sesle "Rahat dur artık!" demesiyle içime sinmiştim.

Öfkeli gözlerini zorlukla gözlerimden ayırdığında etrafı süzmeye başlamıştı. Gayet temkinli davranıyor her şeyi hesap etmeye çalışıyordu. Çatışma seslerinin durmuş olması iyi miydi yoksa kötü mü bilmiyorum.

Bir şeyden şüphelenmiş olmalıydı bu yüzden bir elini sırtıma fazla kuvvet uygulayarak tek elle tutmuş bir eliylede belindeki silahı çıkarıp nişan almıştı. Kucağınla benle çatışmaya giremezdi naif olduğunu umduğum bir sesle fısıldar nitelikte "İndir beni" dedim.

Gözleri anlık bana değip çekerken dikkatle yere indirmişti. Yere değen bacağımla dişlerimi sıkarak acının dinmesini bekledim. Benim önüme geçip "Kıpırdama!" diye uyarıda bulundu.

İstesemde kıpırdayamam demek isterdim ama öfkesinin kurbanı olmak istemediğimden ağzımı açmadım. Elindeki silahı kontrollü bir şekilde sıkı sıkıya kavramış karşıya tutuyordu.

Artık ayak seslerini bende duymaya başlamıştım. Ürperti bedenimi sarmaya başladığında sesin yaklaşması daha korkunç bir hâl almaya başlamıştı.
Gözlerim askere kaydığında avına odaklı olmuş gözleri ondan da korkmama sebep olmuştu.

Karşı kayanın köşesinde bir adam belirdiğinde ikisi de aynı anda silahları daha sıkı kavramış tetiği oynatmışlardı. İşte bu sıra bir saçmalık yaparak askerin üniformasını sıkıca tutup sıktım. Aynı anda gözlerimi de kapatmıştım.

Silah patlama sesi olmaması bana saçma gelmesiyle bir gözümü açıp karşıma baktım. Üniformalı başka bir asker silahını indirmiş çatılmış kaşıyla bir bana birde üniformasını tuttuğum askere bakıyordu. Onu tuttuğum asker ise yarım bir şekilde çevirmiş olduğu başıyla tuttuğum elime bakıyordu. Ateşe değmiş gibi elimi üzerinden çekip bakışlarımı ikisindende çevirdim.

Diğer asker karşıdan yaklaşıp "Son anda tetikten çektim elimi öyle ortada durulur mu?" sorusuna "Vurmadın işte uzatma!" diye cevap verdi. Karşıdaki kişi ise bunu asla takmayıp gözlerini bana çevirdi.

"Yakalamışsın kaçağı. Eee tabi elinden kaçan olmadı bugüne kadar." demesiyle ağzımı açacaktım ki deli bakışlar yüzünden susmayı tercih ettim. Yavaş yavaş yorgunluğu hissetmeye başlamıştım.

Bu kadar dayanmam şaşılası bir durumdu. Acıyan bacağımla yüzümü buruşturdum yeniden. Acı artık dayanılacak gibi değildi. Bu durum yeni gelen askerin dikkatini de çektiğinde bakmak için eğilmişti ki "Kurşun içinde" diye açıklamada bulundu.

Asker yarım kırdığı dizlerini toplayarak yeniden ayaklandı. "Kanı durdurmak aklına gelmedi mi?" diye bir soru yöneltti. İkisi bu konuda atışırken elbiseden dolayı acıyan canımı elbiseyi çekiştirerken dinmesini sağlamaya çalışıyordum.

Bu sıra elbisemin birden yırtılmasıyla "Napıyorsun!" diye bağırdım. Kendi bildiğini okumaya devam eden asker tabiki cevap vermeyerek yırttığı parçayı yaralanan bölgemin az üzerinden bağladığında acıyla bağırdım. Oturduğu yerden kalkıp bana baktığında dolmuş gözlerimde oyalandı biraz.

Bakışlarımı gözlerinden çekip derin bir nefes çektim ciğerlerime. "Devran Bolayır burda değildi. Diğerleri de geri çekildi. Adamı yanlarında saklayacak halleri yoktu bunu biliyorduk zaten." diye konuşan askere baktı.

"Başka bir şey yok mu? Ufak bir bilgi?" "Yok. Teslim olan birkaç kişi var. Onları konuşturur bir iki şey öğreniriz. Burada yapacak başka iş kalmadı."

Biten cümlesini belli eden ayakları tersine dönüp ilerlemesiyle yanağıma akan yaşı silip yanımdaki askere baktım. Kehribarları bir süre yanağıma akan yaşlara takılıkaldı ardından kucağına almak için yaklaştığında geri çevirmek istedim ama yapamadım.

Bir eli bacaklarımı bir eli belimi bulduğunda zorlanmadan kucağına alarak önümüzdeki askeri izledi. Bu sefer benden de ses çıkmıyor, dört yanımızı saran ölüm sessizliği ile boğuşuyorduk.

Karın üzerine bıraktığı adım sesleri çığlığımdı sanki. Şimdi ne olacağını bilmediğim sessizliğimin çığlığıydı.
Elbette bu sessizlikte bir grup asker topluluğun ortasında durduğunda sonlanmış yargılayıcı gözlere maruz kalmıştık. Teslim olan teröristleri bir yere toplamış başlarına da birkaç asker dikmişlerdi.

Uzun boylu diğerlerine nazaran daha cılız olan bir asker öne çıkıp "Bu kim komutanım? Bunlardan biri mi?" diye sorduğunda konuşmak için hamle yaptığımda o benden daha hızlı davranarak "Bilmiyorum Lazoğlu. Olmadığını iddia ediyor. Öğreneceğiz artık." diye cevap verdi.

En uzun cümlesini kurmuştu. Bunu gözardı edip "İndirir misin artık?" dedim. Delici bakışları saliselik değip geçtiğinde bacaklarımı yere değdirmeyi başarmıştı. Dengemi sağlamam için kolumu tuttuğunda ateşe değmiş gibi kendime çektim.

Başka bir asker kendini belli ederek "Bacağı fazlasıyla şişmiş kurşunun çıkması şart." diye dikkatleri çekti. Kız asker yanıma yaklaştığında "Canını fazlasıyla yakıyordur. Ayakta kalmasan iyi olacak." dediğinde bu kadar ilgi nedensizce bunaltmıştı.

Diğer askerlerin aksine beni taşıyan asker umursamazca baktıktan sonra "Karabatak telefon" demesiyle esirlerin başında bekleyen bir asker koşarak yanına gelerek birkaç tuşa basıp askeri telefonu ona uzattı. Telefonun antenini açıp birkaç adım ilerlerken "Ben Yüzbaşı Uraz Utku Alpagu Erdinç albaya bağlayın!" dediğini işittim sadece. Gerisi mırıldanmaya yakın bir sesti.

Diğerinden daha uzun olan kız asker bir askere kaş göz işareti yaparken iri yapılı asker üzerindeki montun fermuarını açarak üzerinden çıkarıp yanıma yaklaştığında "Bunu giy!" dedi sadece.

Kafamı iki yana sallayıp "Hayır gerek yok teşekkürler" diyerek reddettim. "Gerekli mi diye sormadım." deyip omzuma koca montu yerleştirdiğinde yeniden itiraz edemedim. Yüzbaşı olduğunu öğrendiğim askerin yokluğundan faydalanarak "Ben terörist değilim. Bu pislikler tarafından kaçırıldım. Günlerdir belki de aylardır bilemiyorum onların elinde esirdim." diye açıklamada bulundum.

Herkes gözlerini üzerime sabitlediğinde öne çıkarak "Bedenindeki yaralar dediğini kanıtlamaya yetiyor gibi." dediğinde yüzünü görmediğim bu askere minnetle baktım. Maskesini çıkaran bir asker kısa saçlarını düzeltip gözlerini bana çevirdiğinde oldukça yakışıklı olduğunu gördüm.

"Adın ne senin?" sorusuna uzatmadan "Efşan Dora" dedim. Yanıma yaklaştığında "Karabatak derler bana." diyerek gözlerime baktı. Minnet duyduğum asker de maskesini açtığında onunda Karabatak ile yarışacak kadar yakışıklı olduğunu gördüm.

"Pilot." diyerek lakabını söyledi. Ardından eğilerek bacağıma baktığında "Tıbbi eğitim aldım. Bakalım şu yaralarına." diyerek tüm dikkatini yaralı bacağıma verdi. Bacağıma elini sürdüğünde kendimi tutamayarak hafifçe bağırdım.

Elini çekip eteğimin uzun tarafını tutup kaldırdığını hissettim. Birkaç dakika sonra ayaklanıp yanındaki askere baktığında bunun olumsuz bir bakış olduğunu anlamıştım. "Oldukça zayıfsın bir serum şart. Yüzünün beyazlığı her an bayılacağını işaret ediyor." dedi.

Lazoğlu denilen asker sırtındaki çantayı Pilot'a fırlattığında tek hamlede yakalayıp içini açtı. Malzemeleri çıkarırken karşıdan telefonu kapatmış gelen Yüzbaşıyı gördüm. Gözleri benim üzerimdeydi.

"Helikopter yola çıktı. Bir iki saate burda olur. Hazırlığınızı yapın." diyerek esirlerin yanına ilerlerken uzun boylu olan kız asker "Komutanım bu kız nolacak?" sorusuyla arkasını dönerek bana baktı.

Ardından "Esirlere ne olacaksa o olacak!" demesiyle kaşlarımı çatıp "Anlamadım? Ne demek oluyor bu?" çıkışımla beni görmezden gelerek ilerlemeye devam etti. Olanlar yeteri kadar sinirimi bozmuştu kendimi daha fazla tutamayarak "Ne demek oluyor bu diye sordum!" diye sesimi yükselttim.

İlerleyen ayakları ağırca durduğunda derin nefes aldığını omuzlarının oynamasından anlamıştım. Gerisin geri dönerek yavaşlığını koruyan adımlarla yaklaşırken "Gittiğimizde anlarsın!" cümlesini otoriterliğini kaybetmeden söylemişti.

Omuzumdaki montu çıkarıp yanımdaki askerin eline tutuşturup tüm öfkemle acıyan bacağımı görmezden gelerek yanına ilerledim. "Ben tüm bu acıları siz beni vatan haini görün diye çekmedim! Esirdim diyorum neyini anlamıyorsun!" tüm bunları bağırarak söylediğimin bilincinde değildim.

Gözlerime sakinlikle bakması beni daha da fazla çıldırtıyordu. "Şu halimi köpek görse işkence çektiğimi anlar sen anlamıyor musun?" tükürürcesine sarf ettiğim bu sözler yavaştan sinirlenmesine zemin hazırlıyordu ancak bunu farkedemeyecek kadar öfkeliydim.

Sarf ettiğim onca cümleye tek dediği "Konu tartışmaya kapalı uzatma sende." olmuştu. Dedikleri beni şoka uğratırken yanımdaki askere dönerek "Sanırım beni sizden biri sanıyor?" dememle bakışlarını benden kaçırdı. Başımı hızla ona çevirip " Bana bak, Yüzbaşı mısın nesin bilmem ben emir verebileceğin biri değilim, seninle önce orda bir anlaşalım!" dedim.

Kafasını sağa yatırıp dudaklarını oynattığında sabır dilendiğini anladım. İstediği kadar dilenebilirdi. Ben onun emri altındaki kölesi değildim.

Benden başka kimsenin çıtı çıkmıyordu. Biri çıkıpta demiyordu ki kız haklı oturup bir dinleyelim. Ne yaşamış, ne duymuş ne yapmışlar bu kıza. Kimse vatan haini muamelesi yapamazdı bana!

"Boşuna çeneni yoruyorsun. Otur serumunu ye ve o çeneni kapat!" bu artık son damlaydı. Resmen beynime kan sıçramıştı. "Seninle buraya kadar gelerek hata etmişim! Ne sanmıştım ki zaten? Sizden bana hayır yok anlaşıldı." dediğim gibi acıyan canıma rağmen hızla gerisin geri geldiğimiz yolu ilerlemeye başlamıştım ki sertçe kavranan kolumla hızla geriye çekildim.

Yüzüm kaya gibi bedene çarparak durduğunda kolumu göğsüne yaslayıp hızla ittirdim ancak milim oynamamıştı. Öfkemi yüzüne kusmaya hazırlanmış şekilde yüzüne baktığımda maskesiz olan yüze hafif bir şokla bakakaldım.

Alev alev yanan kehribarların sert çehresi bir meleği andıracak kadar yakışıklı olması beni dumura uğratmıştı. Gözlerine uyum sağlayan kaşları, yüzüne aykırı gibi yapılı duran burnu, kalın biçimli dudakları ve o kısa saçları her kızı bayıltacak biçimdendi.

Ateş gibi yanan gözleri heterokromi gözlerimi tavaf ederken dişlerinin arasından tehditbali konuşmasını unutmama izin vermememişti.

"Burda kuralları sen değil ben koyarım. Allah'ın dağında teröristlerin arasından kaçarken yakalandın ne yapmamızı bekliyordun? Ayağına kırmızı halı falan sermemizi mi? Terörist değilsen korkacak bir şeyin de yok demektir. Şimdi şu sesini kıs otur işimize ayak bağı olma!"

Cümlesinin sonunda tuttuğu kolumu ittirerek sendelettiğinde dolan gözlerime canımın acısı eklendiğinde sicim gibi inen gözyaşlarıma engel olamadım.

Yanımdan bir boran gibi esip geçtiğinde gözlerimi etraftaki askerlere çevirdim. Hepsinin gözüde benim üzerimdeydi. Duyduklarımın hırsından ve utançtan harlanan öfkem gözyaşı olarak akıyordu.

Hırsla elimi yanaklarıma değdirerek karşı kayaya yürüyerek oturdum. Kollarımı göğsümde bağlayarak karşı dağları izlemeye başladığımda elindeki serumla karşımda duran Pilot lakaplı kişi yere çömeldiğinde "İstemiyorum!" diye çıkıştım.

O ise beni dinlemeyip paketteki iğneyi açtığında sesime yansıyan üzüntümle "İstemiyorum diyorum!" dedim. Gözleri gözlerime değdiğinde konuşmak için boğazını temizledi ardından "Sen sen ol başkasına olan sinirini kendinden çıkarma." nasihatında bulundu.

Kaşıyla 'Hadi' dercesine bir harekette bulunduğunda istemeye istemeye kolumu uzattım. Damar yolunu açıp serumu bağlarken "Kaç yaşındasın?" diye bir soru yöneltti. Akan burnumu çekip "2001 doğumluyum" dedim. "Daha çok gençmişsin ya." dedi hayretler içerisinde. Benim cevabım ise burnumu çekmek oldu sadece.

Gözlerindem gözlerimi kaçırıp "Ne olacak bana?" sorumla güven verircesine gülümseyip "Hiçbir şey. Sadece birkaç soru sorup kimliğini teyit edecekler bu kadar. Dediğin gibi terörist değilsen evini aileni bulup teslim edecekler o kadar." diyerek yeniden gülümsedi.

Bende gülümsemek istedim ancak duyduğum ev ve aile kelimesi daha fazla ağlama isteği ile doldurmuştu içimi. O da fark etmişti bu halimi. "Noldu?" diyerek yüzüme yaklaştığında bakışlarımı kaçırıp karşı dağlara baktım. Az bir sessizliğin ardından "Hiç kurtulamıycam sandım o cehennemden." fısıltı niteliğinde kıpırdattım dudaklarımı.

Yanıma oturup yüzümü baştan aşağı süzerken gözleri saçlarıma kaydığında ona bakmasamda burukça gülümsedim. Serum olmayan kolumu kaldırıp saçımı ellerken dudaklarımı araladım.

"Çok hoş bir eser olmuş öyle değil mi?" gözlerini saçlarımdan çektiğinde ben baktım bu sefer ona.
"Sen bana inanıyor musun?" sorduğum bu soruya öylece bakakaldığında umutsuzca yere çevirdim bakışlarımı. "İnanmak istiyorum." cümlesi gülümsettiğinde beni, karşıda öylece durmuş bizi seyreden kehribarları gördüğümde yanağımdaki solgun gülümseme intihar ederek yok oldu. İçimden bir ses yükselerek nedensizce bu gözleri son değil sonsuz kez göreceğimi fısıldadı kulağıma.

Oysa sonumu getirecek olanın bu kehribarlar olacağını bilsem gider miydim hiç bu yerden? Tutar mıydım hiç ellerini? Bakar mıydım hiç gözlerine?

Her şey bugün başlamıştı. 24 Şubat 2023'te başlamıştı. Acımda, kederimde, lanetimde bu tarihte başlamıştı. Ne o ne de ben bildik lanetli olduğumuzu. Her geçen gün etrafımızı saran laneti mutluluk saydık ne aptaldık.

Bizi bizden başkası yakamazdı işte bu yüzden birbirimizi yaktık ezelden. Halbuki ne kadar da sıradan bir tanışmaydı, hikayeydi bizim başlangıcımız. Canımızı yakacağını bilmeden birleştirdik kaderlerimizi. Bizi koparacağını bilmeden çizdik yollarımızı. Biz ilk bakışta yara almıştık sinemizden.
Yara değil güç sanarak hiç etmiştik ruhumuzu.

Hikayenin başlangıcı özeldi sonu gibi.
Bitişi alevdi başı gibi. İçi düğümdü dışı gibi.
Hepsi birer yıkımdı zelzele misali.
En çokta aşktı bizimkisi.
Unutulmaz destandı Efşanla Uraz.
Yaşamayı değil destanı tercih eden illettik biz ikimiz...


Bölüm sonu.

Ağır, yorucu ve yer yer sıkıcı bir bölümdü.

Durağan olması canımı sıksada daha başlangıçtayız bismillah.

Umarım beğendiğiniz, keyif aldığınız özellikle de diğer bölümleri merhaba ettiğiniz bir bölüm olmuştur.

Sizleri seviyorum, kıymetlimsiniz.

Emeklerimi gözden geçirerek değerlendirirseniz çok memnum olurum.

Öpüldünüz <3

Loading...
0%