Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5. Bölüm.

@runarhez

Yeni bölümden selamlar.

Zor ama güzel bir bölümle karşınızdayım.

Uzun ve yo​​​rucu bir bölüm lütfen dinlenerek okuyunuz.

Umarım beğendiğiniz ve keyif aldığınız bir bölüm olur.

Keyifli okumalar dilerim.

Bölüm Şarkıları:
Toygar ışıklı - Aşk Mühürü
Hercai - Günahlarım fon Müziği
Ayça Özefe - Ankara'yla Bozuşuruz
Rafet El Roman - Kalbine Sürgün

 

 

"Beklemek emek ister, beklemek güç ister, beklemek sabır ister ama en çokta ömür ister "

                                              🍂

11 Mayıs 2022 (9 Ay Öncesi)

 

 

Efşan Dora Timagur'un Ağzından

Çıplak ayaklarım simsiyah zeminin üzerinde bir kuğu gibi süzülerek sıcağın altında eziyordu. Hislerimin altında ezildiğim gibi lakin artık bu da bir şey ifade etmiyordu. Sıcağın hafif meltemi saçlarıma değerek geriye savurduğunda serinlemek iyi gelmişti.

İleride bulunan hayrat gözbebeklerimin hapsine girdiğinde ayaklarımı o yöne doğru çevirdim. Ağır, sarsak adımlarla ona doğru yaklaşırken bir mezar kadar ıssız olan yeri gülüşler ve saçma sapan bağrışmalar kaplamıştı. Kaşlarım çatılarak etrafımı kısa bir anlık süzdüm. Pek tehlike arz etmesede geceye dakikalar kalmıştı.

Zift gibi karanlık, loş ışık saçan sokak lambaları ile aydınlanıyor buna ek sadece ay ışığı sarmalıyordu dört bir tarafı. Yine de pek faydası olmuyordu bu karanlığa. Tenha sokak, sokak lambasının yanıp yanıp sönen ışığı ile daha korkunç bir hâl aldığında tek yaptığım kollarımı göğsümde birleştirerek zift yolda ayaklarımı ilerletmek oldu.

Sesler yakınlaşmaya hatta bir boğuşmaya evrildiğinde başımı arkaya çevirerek sesin hangi yönden geldiğini teyit etmeye çalışsamda bu kuytu yerde yankılanan seslerin geldiği tek bir nokta yoktu. Başımı önüme çevirerek hayrata kalan son adımlarımı beton yapının önünde durdurdum.

Demir kulpu iki kere çevirdiğimde şırıl şırıl akan suya elimi değdirdim. Bu sıcakta çok iyi gelmişti. Ellerimi güzelce yıkadıktan sonra avucuma doldurduğum minik su topluluğunu enseme vurarak serinlememe neden oldum. Bir elimle simsiyah kıvırcık saçlarımı toplayarak enseme yeniden su çaldım.

Boynumdan içime akan ince su damlası huylandırsada ferahlatmıştı bedenimi. Elimde kalan suyu da saçıma değdirerek kabarıklığını alırken arkamdan duyduğum ses ile irkildim.

"Buldum seni."

Kaşlarım çatılmış şekilde arkamı döndüğümde karşımda gördüğüm yüzle kaşlarım düz halini aldı. Şaşkınlık tüylerimi arşa çıkarmış, kalbim beynime kıyasla daha hızlı hareketlenmeler yaşıyordu. Beynim ise beni nasıl bulduğunu sorgulamaya çoktan başlamıştı.

Sakin bir edayla elimdeki suyu yere çırparak soğukluğu yüzümde gezdirdikten sonra köşeye çekildiğimde heybetli bedenini öne çıkararak hayrata uzandı. Akan suya elini değdirerek yavaş ama dikkatli bir şekilde yıkadıktan sonra kulpu çevirerek kapattı.

Elinde kalan suyu alnına dökülen saçına sürerek geriye taradı. Yüzü açığa çıktığında onu hissiz bir şekilde izlemeye devam ediyordum. Zeytin gözleri benim heterokromi gözlerime değdiğinde birkaç saniye öylece bakıştık. Ortamı dolduran kavga sesiyle kaşları çatıldığında gecenin karanlığında avına odaklanmış bir kartal gibi etrafı süzdü. Belaya bulaşmak istemez gibi bir hali vardı.

İki koca adımla yanıma yaklaştığında elini belime koyarak "Gidelim." dediğinde saşkınlık ve inanamaz gözlerle ona baktım. O ise hâlâ etrafı süzüyordu. Dayanamayarak ince ve yılgın sesimi onunla buluşturdum.

"Kimsin sen?"

Sorumu zaten bekliyormuş gibi etrafı süzen bakışlarını ağır bir hareketle gözlerime değdirdi. Cevabı duymak istediğimi bakışlarımın kararlılığından anlamış olacak ki geçistirmedi.

"Sakin bir yere geçelim."

Belimdeki elini ittirerek "Burası sakin bir yer. Ne diyeceksen şimdi burda de. Kimsin sen? Beni nerden buldun? Ayrıca seninle geleceğimi nerden çıkardın?" dedim bir çırpıda.

O ise ittirdiğim eline sonrada yüzüme baktı. Gözleri gözlerimde uzun bir süre takılıkaldığında rahatsız olduğumu belli ederek derin bir nefes çektim ciğerlerime. Sık, gür saçlarımı geriye atarak etrafa baktıktan sonra ileride gördüğüm duvara gözüm ilişti.

Ellerini cebine yerleştirirken elimle işaret ettiğim yere baktığında odağı olmuştum.

"Pekâlâ. İlerideki duvarın üstüne oturup konuşalım." dedim.

Bundan pek haz almasada kabul edeceğini tahmin ediyordum. Çıplak ayaklarımı duvara doğru yönlendirip ilerlemeye koyulduğumda arkamdan "Burası olmaz." sesini işittim.

Elimdeki topuklu ayakkabılar birbirlerine çarpıp tok ses çıkardığında arkamı dönüp keskin gözlerine iliştirdim bakışlarımı.
Ona doğru yaklaşarak uzun boyunun yanında kalan küçücük bedenimle başımı kaldırarak yüzüne bakmaya koyuldum.

"İleride sahil var. Kimse de olmaz orada. En az burası kadar sakindir. Hem seversin sen denizi."

Son dediği cümleyi der demez arkasını dönüp ilerlemeye başladığında arkasından bakakaldım. Benim denizi sevdiğimi bilecek kadar nerden tanıyordu bu adam? Öylesine bir tahminde bulunmuş olabilir miydi? Bilemiyorum. Sadece burnuma hiç iyi kokular gelmiyor onu biliyorum.

Aramızda koca bir mesafe açtığında başka seçeneğimin olmadığını bilerek çıplak ayaklarımı peşinden ilerlettim. Bakalım neler gelecekti başıma, veyahutta onun başına...
.
.
.

                                                     🏖

 

Dediği gibi sahile geldiğimizde ayağıma değen kumlara içten içe gülümseyerek baktım. Bu yüzüme yansıyan bir gülüş değildi içten bir gülümsemeydi. Koca sahilin ortasında durarak üzerindeki koca kabanı çıkararak yere bıraktı. Gömleğinin kollarını özenle katladıktan sonra ayakkabısını çıkararak çoraplarını da çıkardı.

Gözleri dakikalar sonrasında bana iliştiğinde yanına yaklaşıp elimdeki topukluları onun kabanının yanına bıraktım. Gözleri her hareketimi takip ediyordu. Tanımadığım bu adamın yanında olmak fazlasıyla rahatsızlık hissi uyandırıyordu.

İçten içe içimi bir sarmaşık gibi saran korku ve endişeyi görmezden gelemiyordum fakat çoktan onunla buraya kadar gelmiştim. Geri dönüşüm yoktu bu yüzden yanına yaklaştım.
Tam yanına yaklaştığımda beraber sahilde yürümeye başladık.

Sessizlik koltuk altımıza yer etmiş öylece sahilin sesini dinliyorduk. Ondan önce davranarak konuşmaya girdim.

"Seni sadece bu sabah gördüm. Şimdi de burada görüyorum. Abimi nerden tanıyorsun? Benim o mahallede olacağımı nereden bildin? Söyler misin, kimsin sen?"

Tüm dediklerimi sakince ve bölmeden dinledi. Uzun olduğundan kafasını hafifçe aşağı eğerek beni süzdü ardından genizden gelen sesini bahşetti kulağıma .

"Abinin arkadaşıyım. Öyle kısa vadeli de değil gençliğinden beri beraberiz. Beraber büyüdük sayılır."

"Bugüne kadar neden görmedim seni?"

"Barlas'ın başka arkadaşlarını gördün mü ki?"

Çok haklı bir cümleydi. Abimin çevresi nasıldı, kimler vardı hayatında tek bir fikrim dahi yoktu. Bu adam buna kadar biliyordu.
Dediği şey hoşuma gitmediği için açık vermek istemediğimden

"Elbette." demekle yetindim.

Yüzüne kondurduğu yarım gülüş dediğimin doğru olmadığını bildiğini belli etmişti.

"Yemekte yaptığın o şey-"

"Ufacık şeylere takılmayalım."

Ufacık mı?

"Ufacık dediğin şey yüzünden buradayım ben!"

Sert ve hırçın bir sesle başımı ona çevirdim. Dingin bir deniz gibi yanımda yürümeye devam ediyordu. Onun bu sakinliği beni daha çok sinirlendirmeye yetmişti lakin asıl dediği şey son nokta olmuştu.

"Bir adamla yakın gözükmenden dolayı buradasın Efşan."

"NE!"

Yükselen sesimle yüzünü buruşturarak gözlerini kıstı. Duyduğum cümle tepemden kaşımıştı beni. Hızla önüne geçerek

"Bir adamla yakın gözükmek mi?" resmen tükürürcesine demiştim bu cümleyi. Birkaç saniye sonra ekledim.

"O adam sadece bana yardım ediyordu o kadar!"

Yüzüme bakmakla yetindi sadece. Ben kollarımı iki yana açmış soru sorarcasına bakmaya devam ediyorken buna daha fazla katlanamayacağımı anlayarak hızla ters tarafa dönüp ilerledim.

İlerledim demek pek mümkün değildi çünkü koluma kenetlenen iri, uzun el ile arkaya doğru çekilmem bir olmuştu. Sol kolumu göğsüne koyarak aramıza mesafe koymayı başardım bu kısa süre içinde. Onun derdi ise benimle yakınlık kurmak değil sadece durdurmak olduğu aşikardı. Gözleri gözlerimde baskınlık kurmaya adapte olmuş gibiydi.

Bir ruh gibi, bir duman gibi simsiyah gözlerinin içinde bir şey gördüm. Ne gördüğümü çözemedim lakin çok tanıdıktı bu his. Çocukluğuma benzer, içimdeki acıyı körükleyen bir benzerlikti bu.

Kolumu sıkan iri eller yavaşça zincirlerini kırıp serbest bıraktığında geriye doğru sendeledim. Karanlığın içinde ay ışığının huzmesi yüzüne değmesi mucize gibiydi. İnce ışıklar yüzünün her bir yerine dağıldığında onu tanıdığımı hissettim. Hemde yürekten.

İçime ılık bir sıvı daha doğru sımsıcak bir güneş ışığı akmıştı sanki. Gözlerindeki o duman, o ruh ya da her neyse içimi esir almıştı. Benden önce gözlerini çeken kişi o olmuştu. Ellerini her zaman ki gibi cebine yerleştirdiğinde dudağımın ucuna gelen soruyu tutamayarak özgür bıraktım.

"Nereden tanıyorum seni?"

Bunu duymayı beklemiyordu. Beklemiyordu çünkü vücudunu bir telaş almıştı. Göz yanılgısı değildi bu, kesinlikle telaşlanmıştı.

Simsiyah gözler titrek bir hareketle bana döndüğünde öylece gözlerime baktı. Hiçbir şey söylemeden, hareket etmeden belki nefes bile almadan. Lakin gözümden kaçmadı, kaçamadı. Nerde görsem tanırdım o bakışı. Söyleyemem diyordu. Hiçbir şey söyleyemem sana.

"Sadece abinin arkadaşıyım Efşan. Onunla büyümüş olan çocukluk arkadaşıyım o kadar. Altından başka bir şey arama."

Ve kaçmak üzere harekete geçmiş olan ayaklar devam ettirdi bu tanıdık hissi. Bir şey söylememek için kaçan adımlar. Geçistirmelik bir cümle ardından, ardına bakmadan hızlı büyük adımlar...

Peşinden koşar adımlar ile yaklaşarak kolundan tuttuğum gibi kendime çevirdim. Bu iri cüsseyi kesinlikle tek kuvvetle çeviremezdim, kendi isteği olduğu için arkasını dönüp benimle yüzleşmişti. Soğuk rüzgar aramıza girerek görünmez bir çizgi çizdi, sanki sınır koymak ister gibi.

"Kimsin sen! Ne istiyorsun bizden?"

Sorumun şiddetiyle denizde hırçınlaşmıştı. Evet deniz de biliyordu, bu adam bizden bir şeyler saklıyordu.

"Sana diyorum cevap versene be adam! Kimsin!"

Bu soruyu duymaktan sıkılmış olduğunu belli eden bir nefes çekti içine. Dudaklarımı konuşmak için açmak üzereyken gözlerini devirerek ters yöne ilerledi. Buna izin vermeyerek fevri bir hareketle yakasına yapıştım bir hançer gibi.

Saliseler içinde uzun parmakları bir pranga misali kolumu esir alarak yırtıcı bir hayvan gibi göğsüne çektiğinde ayaklarımın ucunda durarak simsiyah, karanlık gözlerine zincirledim gözlerimi.

Acele etmeden tüm yüzümü keşfe çıktığında, her bir noktayı ezberlediğini hissettiği anda son durağı bir çift heterokromi gözlerim olmuştu. Kendimle beraber onu da yakmak ister gibi cayır cayır ona bakarken o dingin bir deniz misali tüm alevleri söndürmek istiyor gibi karşımda dikiliyordu.

"Fazla kurcalıyor ve evham yapıyorsun. Senin düşündüğün, hayal ettiğin gibi biri değilim Efşan. Arkadaşımın kardeşi benim de kardeşim sayılır. Başına bir şey gelsin istemedim. Korumak istedim sadece. Yemekteki olaya gelirsek sırf bir çılgınlık olsun diye yaptım. Tamam mı? Tüm sorularına cevap aldın mı?"

Genizden gelen sesi bir mey gibi yumuşacık çıktığında alevimin üstüne ıslak bez örtmüştü sanki. Çatık kaşlarım yavaş yavaş düz halini almaya başladığında gözlerim simsiyah gözlerini tarıyordu.
Samimiydi. Bir baba gibi, yeni doğmuş bebeğin annesinin kucağında hissettiği sıcaklık gibi samimiydi. İnandım ona.

Bileklerimdeki elini tek tek açarak özgürlüğüme bıraktığında beni sarsak adımlar ile geriye savruldum. Bu sıcak teması soğuğa çeviren rüzgar bir boran gibi esti üzerimize. Lakin içimdeki o tanıdık hissi savuramamıştı dünyaya.

Kurumuş çatlak dudağımı birbirine bastırarak kafamı ağır ağır salladım. Rüzgar hayli esmeye koyulduğunda içimi titretmeye yemin etmiş olmalıydı yoksa mayıs ayında bu rüzgar ne arardı gül gibi İzmir'de.

Yönü ucu bucağı gözükmeyen denize dönük durmuş, ellerini cebine yerleştirmiş rüzgarın kendisini esir almasına müsade ediyordu. Bundan zevk alan tek uzvu saçlarıydı. Delicesine dans ediyor, kendini teslim ediyordu bu hırçın rüzgara.

Yerdeki çantamı alarak içindeki telefonumu çıkarıp saate gözlerimi gezdirdim. Rakamlar 02.47'i gösteriyordu. Epey geç olmuştu. Hoş bunu dert edecek kimsem yoktu. Abiminde umrunda olduğunu sanmıyorum. Kaybolmuştur yine bir yerlerde. Dert değildi artık.

Kapat tuşuna basarak ışığı sonlandırdığımda yanıma ne ara geldiğini bilmediğim bu yabancı yerdeki kabanını alarak yanımda dikildi. Gözleri sol kolundaki fiyakalı saate kaydığında dudaklarını oynatarak "Geç oldu, bırakırım ben seni evine." diye söylendi.

O an ne oldu bilmiyorum. İçim acır gibi oldu ama acımadı da. Mutluluk veya hüzün olmalıydı ama hayır onlar da değildi. Öylece gözlerine odaklandım sadece. O ise neden uzun uzun ona baktığımı sorgular gibiydi. Rüzgar ters esmeye başladığında saçları gözünün önüne düşmüştü. Zeytin gözleri saçlarının ardında kalmıştı. Benden saklanıyorlardı sadece.

Hâlâ bir tepki vermemiş olmanın verdiği rahatsızlık ile ısrarcı bir tavır takınarak "Hadi daha yürünecek yolumuz var." diyerek ilerlemeye başladı. Yine yapabileceğim bir şey yoktu bu yüzden bir ördek gibi takıldım peşine. Geldiğimiz tüm yolları geçerek arabaya yaklaştığımız an anahtarın kilit yerine basarak kapıları uzaktan açtığında bir kolunda kabanı diğer eli cebinde rüzgara karşı yürüyordu. Onu bu kadar süzmek aşırıya kaçmaya başlamıştı.

Gözleri anlık çıplak ayaklarıma değmiş bununla birlikte kaşları çatılmıştı. Hayretler ediyordu sanki. Hayret edilecek bir durum varmış gibi. Boynundaki gevşemiş kravatı rüzgarla birlikte yön değiştirerek benim olduğum yöne savruldu. Dikkat edici bir ayrıntıydı bu. Görüntüsü daha çok yaşantısından kaçmak isterken bir anlık her şeyi unutan genç bir delikanlıyı andırıyordu.

"O ayaklar haşat olmadı mı?"

Dakikalar sonra duyduğum sesle başımı ona çevirdim. O ise ne ara yakmış olduğunu bilmediğim sigarasını dudağına götürürken omuzlarımı silkerek cevabımı verdim.

"Böylesi beni rahatlatıyor."

Dudağını hafif aralayarak ağzında tuttuğu dumanı dışarı üflerken "Rahatlatacak diye acı çekmeyi mi tercih ediyorsun? Tuhafmış." dedi garipler bakışları ile. Arabanın kapısını açıp kendimi içine attım. Aynı şekilde o da şoför koltuğuna geçip kapıyı kapattı.

"Bir an evvel evime bırakırsan sevinirim."

Kontağı çevirip gaza yüklenirken bana tip tip baktıktan sonra gözlerini yola çevirdi. Bu bakışlar hoşuma gitmemişti ama umrumda olmadı. Kafamı koltuğun başına yaslayarak yolun bitmesini bekledim. Bu hızla on dakikaya evde olurduk zaten.

Düşündüğüm gibi on beş dakika kadar sonra evimin sokağına girdiğinde içimden bir oh çektim. En azından sağ salim evimin sokağına getirmişti beni. Arabanın hızı yavaşlatarak evimin önüne yanaştığında inmek için hamle yapmıştım ki iri, sıcacık eller benim buz kesmiş, kemikli elimi tutmasıyla ateşe değmiş gibi Kafamı ona çevirdim. O ise babacan bir tavırla bakıyordu bana.

Elimi kendime çekip "İzinsiz dokunma bana!" dedim iğneleyici bir tonla. Önce bir şey demedi lakin bir çok demek ister gibi baktı bana. Rahatsız olduğumu saklamadan bakmaya devam ediyordum ona. Hâlâ sigara kokan nefesi ortamı konuşmasıyla doldursada nahoş ama güzel bir koku da sarmıştı etrafımı.

"İyi geceler."

Başımı bir kez eğip kapımı açmak için kulpu tutmamla biri benden önce davranarak kapıyı açtığında zehir saçan yeşillerle karşılaşmayı beklemiyordum. Çekingen bir ses tonuyla "Abi.." dediğimde tek yaptığı başıyla dışarıyı işaret edip "İn!" demesiydi.

Çıplak ayaklarımı asfalta değdirerek indiğimde kolumdan tutarak hızla kenara çekmesiyle canımın acısını es geçerek tüm cesaretimle "Cidden böyle mi davranacaksın?" diye sordum.

Dediğimi umursamayarak "Neredeydin?" dedi öfkesine hakim olmaya çalışırken. Kolumu sıkan kelepçe misali eller canımı yakarken dişlerimi sıkıp "Ne önemi var? Çok mu umrundayım?" diye sordum. İsmini hâlâ bilmediğim adamın sesini duydum.

"Sağsalim döndü evine uzatma sende." Bu cümleyi duyan abim zehirli gözlerini siyahlara çevirerek "Sen dur senin sıranda gelecek!" diye kükredi. Gözlerimi devirerek kolumu sıkan elini tuttum belki bırakır diye.

"Bana bu soruyu sormak için çok geç kalmadın mı?"

Yeşilleri duyduklarına inanamaz şekilde bir saniye kadar baktıktan sonra öfkesi dudaklarından okundu. "Bana haber vermeden bastın gittin! Bunu yapma hakkını nereden buluyorsun sen!"

"Tek sorun sana haber vermemem mi cidden?"

"Efşan!"

"Ne Efşan? Ne Efşan abi! Beni nasıl bir duruma soktun orada haberin var mı? Asıl onu yapma hakkını nereden buluyorsun sen?"

"Ben seni korumaya çalıştım!"

"Korumak mı?" tükürürcesine söyledim bunu yüzüne. Bu hareketimle şaşkınlığını gizleyemeyerek baktı bana.

"Şimdi de bunun ardına mı sığınacaksın? Korumak ha? Korumak?
Peki. Söylesene o zaman yıllardır neredeydin? Sana en ihtiyaç duyduğum anlarda neredeydin? Korumak senin için böyle bir şey sanırım. Kelimenin ardına sığındığın, koruduğunu sandığın ama hiç başaramadığın bir şey öyle değil mi?"

Dediklerime inanamıyordu. Bunları duymak onun için bir ilkti. Kendisini her zaman mükemmel görmüştü lakin bugün o sıfatı tek bir kalemle kırıp atıyordum buna tahammül edemiyordu.

Gözleri tüm yüzümü taradıktan sonra sessiz saydığım bir tonda "Nankör." kelimesini sarfetti kulaklarıma. Bu sefer şaşkınlık sırası bendeydi. İçime yayılan ağlama isteğini geriye atıp başımı dikleştirdim o ise gözlerime bakarak devam etti.

"Nankörlük ediyorsun. Seni büyüten benim! Öksüz yetim kaldığında seni sarıp sarmalayan benim! Seni her şeyden ve herkesten korumak için çırpınan benim!"

Dayanamayarak yükseldim.

"Beni yapayalnız bırakanda sensin! Beni bir başıma bu koca evde karanlığa boğan da sensin! Söylesene eve kapatmak ne zamandan beri fedakarlığa girer oldu?"

"Barlas eve girin tamam."

Yabancının sesi gerginlikle aramıza girdiğinde ikimizde neredeyse onu duymuyorduk.

"Sen baya büyümüşsün. Büyümüşsünde ben fark edememişim. Baksana neler neler söyler olmuşsun abine."

Yüzünü buruşturarak kafasını iki yana salladığında benden bir halt olmayacağını haykırmıştı adeta.

"Evet büyüdüm. Sen benden kaçarken büyüdüm. Bak bir bana nasıl bir haldeyim görüyor musun? Bak bu kız senin eserin! İyi bak! Hiç görmediğin o kız karanlıkta büyüdü! Seni beklerken, belki bir gün aile oluruz diye diye beklerken büyüdü bu kız!"

"Lan ben seni korumak için yaptım, seni korumak için!"

"Korumak öyle olmuyor Barlas Bey!"

"Kes lan sesini!"

"Barlas tamam!"

"Noldu gücüne mi gitti gerçekler!"

"EFŞAN KES!"

"BARLAS!"

hepimizin sesi birbirine karıştığında üzerime yürüyen abimle gözlerime dolan yaşlar bir yağmur gibi yüzümden aşağı akmıştı.
Kocaman ellerini kısacık saçlarında gezdirip geriye gittiğinde yabancı da ortamdan gerilmiş öylece ikimize bakar olmuştu.

Tekrar aynı sinirle geriye dönüp ağız dolusu bağırmaya başladığında bir adım geriye giderek kendime telkinler verdim.

"Bir sen mi acı çektin? Bir sen mi acı çekiyorsun! Ben nelerle uğraşıyorum haberin var mı? Yok! O zaman açmayacaksın o süt ağzını!"

"Söylesene ya! Ne çekiyormuşsun sen Allah aşkına! Etraftan kaybolup serseriler gibi kavga edip içmekten başka ne çekiyormuş Barlas Bey çok merak ettim açıkcası!"

"Efşan, Kes sesini!"

Bu seferki ses abime değil, o yabancıya aitti. Gözlerinden ateşler saçılıyordu resmen. Belki beni bile öldürmek istiyor olabilirdi şuan.

Abim gözlerini o yabancıya çevirmiş ve bir şeyler söylemek ister gibi bakıyordu. Alt dudağını dişlerinin arasına kıstırmış acısını hafifletmek ister gibi bir tavır takınmıştı. Gözleri saniyelik bana bakıp geri çekerken ellerini beline koyup kafasını yere eğdi. Anladım hiçbir şey söylemeyecekti. Kafasını olumlu anlamda sallarken boğuk sesini duyurdu.

"Doğru. Ortadan kaybolup serseriler gibi kavga ederek içmekten başka derdim yok, haklısın."

Bu sözleri fazlasıyla kırgın dökülmüştü dudaklarından. Bir an içim acıdı, kalbim sıkıştı. Onu fazlasıyla kırmıştım sanırım. Yanımdan hızlıca geçip eve girdiğinde arkasından "Abi" diye seslendim. Arkasını dönüp bakmadı bile. Birkaç saniye sonrasında elinde gri kapşonu ile kapıda belirdiğinde hızla yanına yürüyüp "Abi nereye?" diye sordum duygu yüklü bir sesle.

Tam önüne geçip durduğumda gözlerini bana değdirmeden kulağıma söyler gibi mırıldandı. "Ne önemi var. Her zaman ki gibi ortadan kaybolmaya gidiyorum." dediğinde kalbim paramparça olmuştu sanki. Yanımdan yürüyüp gidecekken kolundan tutup durdurmayı amaçladım lakin kolunu parmaklarımın arasından kurtararak yanımdan ayrıldı bir volkan gibi.
Gözlerimden akan yaşları umursamadan.

Uzaklaşırken dayanamayarak seslendim "Abi gitme!" Duymadı.

"Yalnız bırakma beni!" Umursamadı.

"Sana çok ihtiyacım var!" Bir an bile duraksamadı.

Hıçkırıklara boğulduğumda yavaşça yere eğilerek iki dizimin üstüne oturdum. Arkasından ağlayarak bakmaktan yapabileceğim bir şey yoktu. Aramız açıktı belki ama hiç böyle aralanmamıştı o kapı. İçimizdeki kini, acıyı hiç böyle vurmamıştık yüzümüze. Kırılmıştık. Birbirimizi olmadık yerlerden kırmıştık. Toparlayamazdık. O kırıkları hiçbir zaman toparlayamazdık.

Biz birbirimize yara olmaktan başka hiçbir şey değildik. En büyük yarayı biz kendimiz açıyorduk. Abi kardeş birbirimizi bıçaklamaktan zevk alıyorduk. Karşılıklı oyun oynuyorduk bizi avucunun içine alan oyunlardan bir haber. Bizi yönetenleri fark etmeden. Birlik olsak yenerdik lakin tek olmayı tercih ediyorduk.

Sarsak adımlarımla dışarıda bırakmayı arzuladığım keyifsiz anı da evime getirdiğimde yapayalnız kalmanın acısıyla kapıyı yabancının yüzüne kapadım. Kirlenmiş ayaklarımı soğuk zeminde sürüyerek geniş avluda ilerlerken yönümü salona çevirdim.

Büyük salonun içindeki ikili ,büyük, biri kahverengi biri siyah olan koltuklara gözlerimi gezdirdim. Kahve tonlu halının üzerindeki cam sehpayla göz göze geldiğimde üzerinde duran zarfı fark ederek koltuklara yaklaştım. Kahverengi koltuğun üzerine kendimi bırakarak bembeyaz zarfı elime alarak elimde bir tur çevirdim.

Zarf açılmış, içine bakılmış olması dikkatimi daha çok çektiğinde elimi uzun kıvırcık saçlarımın arasına daldırarak geriye savurdum. Sımsıkı tuttuğum zarfın içine açarak içine baktım. Sadece küçük bir kağıt parçası ile karşılaştığımda bu daha çok ilgimi çekmişti.

İçindeki kağıdı çıkararak birkaç saniye bakıştım. Yanaklarımdaki yaşı silerek birkaç kere katlanmış olan küçük kağıt parçasını açarak yazı yazan tarafı kendime çevirdiğimde yazıları okumak istemediğimi fark ettim. Daha fazla kaçamayarak heterokromi gözlerimi yazıların üzerinde gezdirdim.

Okuduğum yazı ile gözlerim faltaşı gibi açılarak kağıda bakakaldım. Titreyen elim buna eşlik ederken kağıdı elimin arasında sıkıştırarak içimdeki dürtüye engel olamayarak cama koştum. Kocaman pencereyi kapatmak üzere uzun tül perdeyi hızlıca sola çekerek açtığımda yabancıyla göz göze geldim.

Arabaya doğru ilerlemeye başladığında hiç durmayarak kapıya koşup sonuna kadar açtığımda ona doğru bağırdım.

"Dur! Dur gitme!"

O ise arabanın camını kapatarak gaza yüklendi. Arkasından koşmak bir şey ifade etmeyecekti. Bu yüzden peşinden ilerleyerek arabanın arkasından baktım. Kalbim gümbür gümbür atıyor, her bir şeyi yapboz gibi birbirine bağlamaya çalışıyordum. Göğsüm hızlıca inip kalkarken elimde sıktığım yazıya yeniden çevirdim gözlerimi.

Kağıtta şunlar yazıyordu.

"17 Eylül 2011 listesini unutmadık. İntikam ağır olacak, yakında Timagur ailesi yok olacak!"

Altında da imza ve iki harf yazılıydı: Ç.T.

Titreyen elimi yumruk yaparak durdurmaya çalıştım ama duracak gibi değildi. Bu korku can korkusu değildi, başka bir kayıp korkusuydu. Yapayalnız kalma korkusuydu. Bu dünyada yapayalnız kalma korkusu...

Hiçbir şeyden korkmadığım kadar bundan korkuyordum. Herkesi tek tek kaybetmek ve o ateşle ölümü beklemek. En acısı da korktuğun şeyin insanı bulması gibi bir totem de vardı.

Buna müsaade etmeyecektim. Ailemin bir can kaybetsine bir kez daha göz yummayacaktım. Ben ölecektim ama bir ölüm daha görmeyecektim.

Kimin dost kimin düşman olduğunu bilmiyordum. Lakin bir şeyi çok iyi biliyordum o tarihin babam ve annemin öldüğü tarih olduğunu bildiğim kadar bu kağıda bunları yazanında o yabancı olduğunu çok iyi biliyordum. O tanıdık hissin ne olduğunu da biliyordum artık. O tanıdık his öksüz yetim kalmamı sağlayan adamla karşılaşmış olmamdı. 11 yıl önce korkuyla baktığım parçalanmış bedenlerin sebebi bu adamdı. Gözlerinde gördüğüm o dumanda ailemin ruhuydu. Bu adam katildi hemde yıllardır aradığım o katil. Avucumun hapsinden kaçmış ve ben her şeyi o kaçarken öğrenmiştim. Kabuslarımın sahibini bir mektupla öğrenmiştim, ölümümü bir mektupla öğrendiğim gibi...

                                       
                                                   🪦

27 Şubat 2023 (9 Ay Sonrası )

 

 

Efşan Dora Timagur'un Ağzından

Aklıma gelen hatıra ile irkilerek camın önünde soğumaya yüz tutmuş kahvemle gözlerim kesişti. Yanında duran bir tabak çikolata ise erimeye yüz tutmuştu. Tam kapanmayan pencerenin aralık kısmından soğuk üfürdüğünde irkilerek kollarımı birbirine kenetleyerek birkaç saniye sıvazladım kollarımı.

Yanımda dakikalardır sessiz sedasız uyuklayan Aylin'e gözlerim iliştiğinde açık kalmış üzerinde gezindi irislerim. Üzerini örtmek için oturduğum tekerlekli sandalyeyi tekerleklerinden ilerleterek yatağın üzerindeki çarşafı alıp yanına yaklaştım.

Sessiz ve oldukça yavaş hareket ederek üzerine çarşafı örtmüştüm ki ani refleks ile kolumu tutmasıyla acıyla inledim. Acı sesimi işitmesiyle anında kolumu serbest bıraktığında dikleşerek "Bir şey olmadı ya?" diye sordu. Her ne kadar canım fazlasıyla yansada kafamı iki yana sallayıp "Kusura bakma uyandırmak istememiştim." diye mırıldandım.

Derin bir soluk çekerek yattığı koltukta oturur pozisyona geçmişti. Bal gözleri etrafı kolaçan ederek son durağı saat olduğunda 09.16 olduğunu görmüştü. Dağılmış topuzunun yer yer çıkan saçlarını geriye atarak genişçe esnedi. Gözleri uykusuzluktan şişmiş, yorgunluğu bembeyaz suratına ilişmişti. Bu hali içimi acıtmıştı ne yalan söyleyeyim.

"Hadi yeter benimle ilgilendiğin. Lojmanına gidip dinlen."

Keskin çıkan sesim itiraz istemez şekilde çıkmıştı lakin bunu umursayacak bir kişi var mıydı karşımda hiç sanmıyorum. Dediğimi umursamadan ayaklanıp kollarını iki yana açarak esnemeye koyulduğunda onun üniforma içinde olmasına rağmen zarif bedenine bakıyordum.

Lastik tokasını açarak gelişi güzel sarı saçlarını topuz yaptığında açılan kapıya kesişti gözleri. İçeri giren doktor ile dikleşerek baş selamı verdiğinde güler yüzlü erkek doktor yanımıza yaklaşarak "Günaydınlar, erkencisiniz bakıyorumda" dedi şen bir sesle.

Aylin gülümseyerek bana baktı ardından "Günaydın." diyerek doktora yol açtı. Doktor yanıma yaklaştığında eli önlüğünün cebine gitti. Bunu yaparken gözlerime dikkatle bakarak konuşmaya başlamıştı. "Nasılsınız Efşan hanım? Geceniz nasıl geçti?"

Soruyu cevaplayacağım sıra cebinden çıkardığı ışıklı kalemi gözlerime tutmuştu. "Işığı takip edelim." diye mırıldanırken ben sorusuna cevap vermeye hazırlanmıştım.

"Yorucu bir geceydi. Ağrıların etkisi büyüktü. Sonradan verilen serum ağrıyı hafifletti lakin birkaç saattir fazla acı çekiyorum. " dedim bir çırpıda. Gözlerime bakarken kafasını ağır ağır sallayarak anladığını belirtti. Işığı çekip gözlerime gülümseyerek baktığında "Heterokromi gözler size ne kadar da yakışıyor." diyerek iltifatta bulundu.

Zorlukla gülümseyerek baktım gözlerine. Aynı gülümsemeyi yüzünde koruyarak geri çekilip ellerini önlüğünün cebine yerleştirdi. "Sizinle sahici konuşacağım Efşan Hanım. Vücudunuzda fazlasıyla kırıklar mevcut ağrılar bundan ibaret olmalı. Ağır ilaçlar vermek istiyorum fakat vücudunuzun bunu kaldırabilecek bünyesi ne yazık ki yok. Şunu söylemeliyim ki çok dayanıklı bir kişiliğiniz var. Açıkçası hayranlık uyandırıyor bende."

Sona doğru söylediği cümleye düz çizgi halindeki dudaklarım iki yana kıvrılırarak cevap verdiğinde gözlerim Aylin'e değmişti.
Sırtını yasladığı duvar kenarından bakıyordu bana.

"Size birkaç ağrı kesici yazacağım bunları ayriyeten verdiğim ilaçlar ile birlikte kullanırsanız ağrınız gözle görülür bir farkla hafifleyecektir. Bunların yanı sıra bacağınız içinde fizik tedavi öneriyorum. İlk başlarda birer dakika birer dakika yürümeye çalışarak bacağınızı açmaya çalışın sonrasında dakikaları çoğaltabilirsiniz."

Bunları derken bir kağıda hızlı hızlı bir şeyler karalıyordu. Kısık çıkan sesimle "Peki." demekle yetindim. Kağıdı bana uzatıp geri adım atmıştı ki hızla geri dönüp "Bir sey daha var. Size çok iyi bir psikolog ayarladım konuşmanızı ve ek bir tedavi süreci geçirmenizi öneriyorum. " dediğinde kaşlarım çatılarak ona baktım.

"İnanın çok faydasını göreceksiniz. " diye diretti. Buna olumsuz bir bakış atıp "Teşekkürler." diyerek cevapladım. Bundan memnun olmamış bakışları yüzümün her bir yerinde gezindikten sonra Aylin'e dönüp "Yarın taburcu edebiliriz, dediğim gibi temiz ve özenli bir bakım şartı ile." dedi keskin bir sesle.

Aylin sırtını duvardan kurtarıp "Emin olabilirsiniz." dedi kendine güvenen bir tonla öyle ki ben bile ikna olmuştum bu tavrına. Gülümseyen genç doktor daha geniş gülümsemesini bize sunduktan hemen sonra odadan ayrıldı. Aylin doktor dışarı adımlar adımlamaz hareketlendiğinde yüzündeki durgun ifadeye gözlerim takıldı. Dayanamayarak çenemi araladım.

"Neyin var? Bütün gecedir suratından düşen bin parça?"

Sorumu duyan kulaklar yatağımın kenarına yaklaşıp birkaç saniye susmakla yetindi. Pek haz alacağımız bir konuşma olmayacağı kesindi. "Geceden beri komutanımı düşünüyorum. Kaç gündür tuhaf davranıyor. Sebebini bir türlü çözemedim. " dedi bana karşı dürüst olarak. Bende aynı şekil dürüst davrandım.

"Onun herkesten farklı olduğu on kilometre öteden gözüküyor. Bu birkaç günlük bir olay değil, sen farkedememişsin." dedim haz etmediğimi belli etmekten çekinmeyerek.

İnce uzun parmakları ile burnunu kaşıyarak yatağa oturdu. Komutanını savunacağını biliyordum ama nefesini boşuna yorardı.
"Komutanım aslında çok anlayışlı ve kafa dengi bir adamdır. Bu hallerine bakma sen. Onun ayda yılda bir heyheyleri üzerine gelir ondan böyledir şimdi ama işte o heyheylerin sebebi ne onu bulamıyorum bende . " dedi tane tane anlatarak.

Bu dediklerine kendimi tutamayarak alaylı bir tavırla içten bir gülme yolladım kulaklarına. Bu hareketime tuhaf bir bakış atarak dikleştiğinde konuşmayı ben devraldım.

"Sana yardımcı olayım sanırım o heyheylerin sebebi benim." diyerek tüm dikkatini çekmiştim tahminen. Dikleşerek gözlerime daha dikkat kesilerek "Sen mi? Neden sen olasın ki?" diye sordu.

Bu anlamsız konuşmayı anlamlı hale getirmek isterdim bal gözler bildiklerini saklamasaydı. Her şeyin farkında olmasına rağmen bilmezden geliyor olması can sıkıcıydı lakin es geçmeyi tercih ettim.

"Napıyoruz şimdi? Lazoğlu Selda Hanımla konuşmuş mu?" Konuştuklarımızın aksine o kadar uzak bir soru sormuştum ki benden saklamayı çekinmediği nefesiyle kafasını iki yana sallayıp burnunu ovalarken "Bilmiyorum, dün geceden sonra hiç konuşmadık. " dedi.

Onun hakkında konuştuğumuzu hissetmiş olan Lazoğlu ise kapıda belirdiğinde ister istemez gülümsedim. Onu görmek gülümsetiyordu bir yanımı. Benimle göz göze geldiğinde kocaman sırıtışıyla koşar adımlar ile yanımızda belirdi. Aylin de onu gördüğüne sevinmişti yüzünden okunuyordu bu.

"Erkencisinuz bakayirum da!"

"Hayrola sabah sabah? Ne bu mutluluk?"

Gözleri Aylin'e değdiğinde elindeki poşetleri havaya kaldırarak daha çok gülümsedi.

"Mis gibi taze taze poğaça aldum. Misafirumuz misafirperverliğimuzu görsün istedum." cümlesinin sonundaki masmavi irisleri bana yöneldiğinde kocaman gülümseyerek
"Zahmet etmişsin." diyerek oturduğum sandalyede dikleştim.
Aylin elindeki poşeti alarak masaya koydu ardından tuvalete doğru adımladı.

"Siz poşeti açın ben bir elimi yüzümü yıkayayım." dediğinde Lazoğlu poşetin içinden yiyecekleri dizmeye koyulduğunda ardından seslendi "Çabuk gel Aylin! Biricuk gomitanun en sevdiğun o simitu aldu saa! Soğutmadan ye!"

Aylin yüzü ıslak bir şekilde tuvaletten çıktığında "Hangisini aldın? Çekirdekli olanı mı yoksa?" diye sordu heyecanla. Lazoğlu ise sıcak olduğunu uzaktan bile anladığım peynirli poğaçadan koca ısırık aldığında başını hızla salladı.

"Gel gel"

Ağzındaki lokmasını zorlukla yutup bana döndüğünde kaşlarını küçük bir çocuğa kızar gibi çatarak "Ne uzaktan bakaysun gözleru güzel? yaklaş bakayum!" dedi. İlgili davranışları içimi fazlasıyla ısıtıyordu. Tekerlekli sandalyeyi ilerleterek masanın yanına yaklaşıp çeşit çeşit almış olduğu unlu mamullere gözlerimi gezdirdim.

Bir sürü çesit vardı hangisini alacağımı bilemiyordum. Gözlerim sıcacık gözüken açma ve simitlerde gidip gelirken elimi attığım ilk şeyi alıp küçük bir ısırık aldım. Ağzımın içine yayılan tahin hoşuma gitmişti ayrıca sevdiğim gibi kıtır kıtırdı.

"Yanunda da şöyle Rize çayu olaydu içerduk sıcak sıcak."

"Lojmana geçtiğimizde yaparsınız artık komutanım hep beraber içeriz öyle değil mi Efşan?"

Son dediğini yönünü bana çevirmiş şekilde söyleyen Aylin'e gülümseyerek "Olur." dedim. İkisinin yüzüne de aynı anda yayılan gülümseme bu cümleden memnun olduğunu belli etmişti.

"Efşan taburcu olabilirmiş artık komutanım. "

Ağzındaki lokmasını yutup yeniden ısırdığı simitini çevirmeye başladığında ağzını yoklamak için dediğini anlamıştım. Lazoğlu ise elindeki kırıntıları çırparak yönünü camdan taraflı çevirdi.

"Selda Hanumla konuştum. Kapum her zaman açuk buyursun ekmeğumuzu birlukte bölüşüruz dedu."

Cümlesinin bitiminde gerilmiş yüz hattını bana çevirip "Selda bizum yakınımuzdur bacum. Lakin her şeyunu onunla paylaşmayasun heleki bizumle konuştuklarunu. Aman ha duymayayum!"

Sona doğru elini itiraz istemez, otoriter bir şekilde salladığında kafamı aşağı yukarı sallayarak onayladım onu.

Ani şekilde yumuşayan sarı kaşlarında dolandırdım gözlerimi. Fazlasıyla merhamet dolu bakıyordu. İfadesinin aksine otoriter çıkan sesine odaklandım. "Kaç yaşundaydun sen?"

" 2000'liyim ben."

Kafasını ağırca salladığında yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı. Aylin masanın üzerine dökülmüş olan kırıntıları temizlerken birkaç saniye onda oyalandı gözleri.

"Bu sarışunla aramda bir yaş var. Samimiyetimuz biraz da bundandur. 96'lıyum ben."

Demek 27 yaşındaydı tahmin etmiştim benden büyük olduğunu. Şaşırdığım Aylin'in 26 yaşında olmasıydı. Yaşıtım bekliyordum.

"Bakma böyle dediğine yaş falan bahane onun huyu böyle." Elindeki kırıntıları poşete çırpıyordu bir yandan da. Lazoğlu dikleşerek "Nasılmuş ula benum huyum?" diye atarlanmıştı. Aylin ise onu takmayarak elini beline koyup gözlerime baktı.

"Sırnaşık işte böyle." dedi. Bu hallerine sırıtarak bakmaya devam ederken Lazoğlu ayak ayak üstüne atıp "Hadi Hadi boş konuşmayu bırakta git doktor ila konuş. Bakalum en yakun ne zaman taburcu olabilurmuş misafirumuz." demeyi tercih etmişti.

Aylin gözlerini devirerek ayağını sürüye sürüye kapıdan çıkıp gittiğinde elimdeki çörekten son bir lokma alıp peçetenin üzerine koydum. İlk vakitler onları yanımda istemediğimi hatırladığımda yargısız infaz yaptığımı anlamıştım. Biri hariç tabiki.

"Hastane de kalmak istiyorsan çekinme söyle."

Lazoğlu'nun sesiyle gözlerimi ona çevirdim. Elindeki sigarayı hiç durmadan çeviriyor bir yandan da dışarıyı seyrediyordu. Benden ses gelmeyince kafasını bana çevirip gülümsedi. Hem otoriterlik hemde dostça durmayı nasıl başarıyordu bilmiyorum. Dudakları iki yana kıvrıldığında istemsiz bende ona karşılık veriyordum.

"Siz daha iyisini bilirsiniz. Selda Hanım doktormuş zaten. Binevi hastanede kalmaz mıyım zaten?"

Söylediğim cümleye kafasını bir kez eğerek cevap vermiş oldu. İçeri giren Aylin odağımız olduğunda elindeki kağıtla yaklaşıyordu bana doğru.."Onay için imza gerekliymiş sonrasında dilediğimiz zaman çıkabiliriz. Şuan için pek önermesede Selda Hanımı tanıdığı için müsade ettiğini dile getirdi Kayhan Bey."

Kısa bir özet geçmesiyle kafamı sallayıp elindeki pilot kalemi alıp adımın altına imza attım. Elimden kağıt kalemi alıp geri çekildiğinde gitmek için hamle yapmıştı ki yüzünün aldığı hâl ile gözlerim kapıya değdi.

Gereksiz komutan kapı pervazında durmuş hemşire olduğunu düşündüğüm biri ile gayet ciddi bir şekilde konuşuyordu. Kafasını bir kez eğdikten sonra dudaklarını okuyabildiysem 'Sağol' dedi. Böyle bir dağ kaçkını teşekkür etmeyi biliyormuymuş hayret!

Aylin komutanının yanına giderek varlığını belli ettiğinde uzaktan dudaklarını okuyabildiğim kadar şunları dediler.

'Naptın?"

'İyidir komutanım. Çıkış işlemleri ile uğraşıyorum.'

'Çabuk hallet bir an evvel çıkalım şurdan.'

'Az kaldı zaten.'

'Tamam. Hızlı ol.'

Öküz işte ne olacak! Kızla konuştuğu tavıra bak. Küçük dağları kendi yarattı sanki. Ukala!

İçimden ona saydırmaya devam etmek istesemde kehribar gözleri keskin şekilde gözlerime baktığında içimdeki sesleri anlık kestirip atmıştım. Bakışlarımı ondan çekip Lazoğlu'na çevirdiğimde sandalyesinden kalkıp komutanının yanına yaklaştı.

Ikiside birbirine baş selamı vererek konuşmaya başladığında onları dinlememeyi tercih edip sandalyeyi cama yaklaştırıp dışarıyı seyretmeye başladım. Geceden beri yağmayan kar şiddetlenerek geri dönmüş, iki metreyi aşkın bir şekilde gözlerimin önünde duruyordu. Elimi çenemin altına yerleştirerek gönlümü ferahlatan bu manzaraya derin bir iç çektim. Dikkatimi dağıtan seslenme ile başımı camdan çevirip konuşan kişiye baktım.

"Efşan."

Komutan elini camın pervazına dayamış öylece tepeden beni seyrediyordu. Elimi çenemin altından çekerek dikleştim. Gözleri her bir hareketimi inceliyordu bir şahin gibi. Söze nasıl gireceğini bilememiş şekilde susmasını sürdüyor olması dün gece yaşananlardan dolayıydı. Aramızdaki gerilim eksilmemiş öylece olduğu yerde duruyordu.

"Seldayla konuştum."

Saniyeler sonra söylediği cümle ile sesini daha fazla duymak istemediğimi belli edercesine atıldım.

"Haberim var."

Böylelikle aramızda konuşacağımız tüm cümleler benim keskin sözümle sonlanmış oldu. Tek yapabildiği kafasını bir kez eğerek başımda dikilmeyi kesip yanımdan ağır adımlar ile uzaklaşmak oldu. Dünki seviyesizce ettiği lafları görmezden gelerek onunla konuşacak değildim. Yanımdan uzaklaşmasını fırsat bilerek gözlerimi yeniden güzelim manzaraya çevirdim.

Camı açmak için pencerenin kulpunu tuttuğumda Lazoğlu'nun uyarı akan sesini kulak ardı ettim.

"Üstün ince, üşürsün."

Benim aylardır çektiğim soğuğun yanında serinlik olurdu bu soğuk. Kulpu yukarı çevirip açtığımda içeriye akın eden rüzgara gülümseyerek baktım. Saçlarımı teğet geçen rüzgar dudaklarımı düz haline getirse de geçmişi bir anlık unutarak yeniden gülümsedim. Kar hiç durmadan intihar ediyormuşçasına kendini bırakmaya devam ediyor, yüzüme değen her bir taneyi sevgiyle karşılıyordum. Hayatın en baştan yaşanabilir bir yer olduğuna kendimi ikna etmeye başlıyordum ki gerçek acımasızca yüzüme çarptı bir tokat misali.

Cam hızlı ve oldukça sert bir biçimde kapandığında sıçrayarak geriledim. Gözlerime alev alev bakan kehribarlarla karşılaştığımda hırçın bir sesle "Napıyorsun ya!" diye dikleştim.

"Olmayan beynine komut veriyorum." söylediği cümleye çatık kaşlarımın altından anlamlandıramadan bakakaldım.

"Hastalanıp başımıza kalacaksın. Dakka başı seninle ilgileneceğimizi sanıyorsan o rüyadan uyan!"

Dedikleri her zaman ki gibi yüreğimi delip geçerken gözlerimin dolmaması için kendime telkinler verdim.

Gözlerim saniyelik Lazoğlu'na değdiğinde hüzünlü bakışlarla karşılaştım. Sanki bana 'O öyle birisi sana özel değil.' dermişçesine bakıyordu lakin biliyordum öyle olmadığını. Onun bildiği gibi.

Aylin kapıda belirdiğinde içerideki ortamdan gergin olduğumuzu anlamış olmalıydı. Uraz komutana 'Yine ne yaptın?' dercesine bakarken tekerlekli sandalyemi ilerletip "Hazırım ben, gidelim." dedim kısık bir sesle. Aylin ardıma geçip sandalyenin kontrolünü eline aldığında gözümden akan yaşı kimsenin görmediğini umut ederek hızla sildim. Umut ettiğimin aksine komutanın beni izlediğini bilmeden sineme akıttım kirli duygularımı...

                                                  🍂

Beklemek saftır gösteriş istemez gizlilik ister. Ben bekliyorum demezsin, bekleyenim demezsin, bekleyeni bakanlar anlar. Ben bekleyenim yoruldum gelsin artık demezsin, bekleyeni görenler gelsin artık der.

Beklemek emek ister, beklemek güç ister, beklemek sabır ister ama en çokta ömür ister...

Neyi, Kimi, neden beklediğini bilmez insan. Senden çaldıklarını da göremezsin. Gençlik çalar, güzellik çalar bir tanesi var ki yürek yakar: Yaşamın, bir kere gelmiş olduğun dünyadaki yaşamını çalar.

Nedenler, şahıslar, sebepler önemli değildir. İnsanoğlu kendine kefen arar. Beklemek paylaşılmaz olandır. Beklemek nazlı olandır.
Beklemek zaaf yaratandır.

Beklemek huzursuzluk yaratır ya bünye de dayanamaz çatarsın benliğine. Kızmaya ilk kendinden başlar sonra da karşında gördüğün ilk nesneye sıçrarsın. Kaynamayan suya kızar, suçu çaydanlıkta ararsın. Sabahları öten kuşa vızıldar, geceleri ise yanan muma canını sıkarsın.

Rüzgar esse patlar, güneş değse yakarsın. Suçu gelmeyenden başka herkese atarsın. İşte böyle böyle çalarsın kendinden. Mesafe koyduğun herkes gün gelir ardından söyler ya "Gelmemiş, gelmez daha. Boşuna harap etti kendini!"

Bunları duyar kondurmazsın. Gelecektir. Belki de sadece sen az beklemiştin, vakti dolmamıştı daha kim bilir. Böyle böyle bahane üretir, zamanın çürüttüğününde üstünü örtersin.

Bir gün çat kapı isteğin yerine gelse nasıl davranacağını bilemezsin, çünkü sen sadece bekleyendin. Yıllardır törpülediğin duygular şahlanıp gezinmez artık damarlarında. Karşında gördüğün manzaranın gelmiş olması önemli değildir artık. Çünkü asıl mesele gelmesi değil, onu beklediğin zamandır.

Gün be gün eksilttiğin duygular, saçlarının her bir teline düşen aklar. Yüzüne yerleşmiş her bir kırışıklıktı aslında onu değerli kılan.
Masumane duygulardan eser kalmamış yüreğindeki yangından kalan bir avuç topraktır. Ve geriye kalan tek şey onu yüzüne savurmaktır.

Sonradan sonraya merak peydahlanır, titrek bir öfke yayılır. Sorarsın. Ben bunca yıl kendimi eskitirken sen nerde ne yaptın? Ben burda günümü zehir ederken sen nerde gününe gün kattın?
Saçlarıma düşen akların sebebi senken sen nasıl kara kara yaktın?

Ardından ukala bir ses kulaklarda dolaşır "Yapmasaydın."

İşte böyle nankördür insanoğlu, işte böyle küfrandır et parçası.
Keyfi yerinde, umursamaz bakışlarla karşılaştığında her şeyin üstünü pişmanlık kaplar. Ne o sevgi dolu cümleler, ne o tozpembe hayaller kalır gönülde. Geleceğe yıktığı pişmanlık bir de geçmişe bıraktığı gençlik kalır geride...

Gözümün önünde beliren koyu renkli çay ile elimi çenemin altından çekerek bardağı uzatan Selda doktora değdirdim gözlerimi. Bardağı alarak hafifçe gülümsediğimde hızla geri giderek karşımızda duran sobanın üstünü açarak aceleyle birkaç odun attı içine. Körlenmiş ateş seri şekilde tutuştuğunda kapağı kapatıp elini çırptı. Üzerine giymiş olduğu kahve kazak el yapımı olduğunu belli ediyordu. İncecik bacaklarını saran siyah pantolon ve başına taktığı kahve bandana ile çok şirin duruyordu. Elini beline koyup pencerenin ardına bakarken konuştu.

"Dipi çoğaldı. Gece uyutmaz artık duracağı yok bu yağışın"

Çayımdan bir yudum aldıktan sonra gözlerimi cama çevirip "Hep böyle midir buralar?" diye sordum. Ne ara eline çayını alıp yanıma oturduğunu bilemesemde bir dizini kırıp divan sedirin üzerine oturduğunda çayından bir yudum aldı oda benim gibi.

"Böyledir ya. Kışı da sıcağı da nirvanadır."

"Burayı güzel kılan da bunlar değil mi?"

Çayından bir yudum daha aldığında yüzünde değişik bir gülüş peydahlandı. Gözünü yeniden perdenin üzerinden dışarıya çevirdiğinde konuştu.

"Tek havası suyu değil hikayelerinde önemi büyüktür. Sevdası, kini, acısı, bir avuç topraktan akan kanı..."

Devam etmeyip gözlerini bana çevirdi. Öylece gözlerine baktım. Dudakları yana kıvrıldığında bir yudum daha aldı çayından.

"Ne sessizlik, ne acılar gömdü bu topraklar. 7-8 yıldır burada bu topraklarda yaşadım. Öğrenciliğimde meslek hayatımda burada geçiyor. Neler neler gördüm."

Son dediğini derken elini salladı. Başını da iki yana sallamıştı bunu yaparken. Derince bir çekip ben yudumladım çayımı bu sefer.

"Tek bu topraklar değil ki. Her yerde her toprakta ne acılar gömüyor bu vatan toprağı. Ama haklısın benim acılarım da, kanımda bu toprakta canlandı. Beni diri diri gömdü. İşte asıl acı bu. Anlayacağın benim acımı da derdimi de bu topraklar üstlendi."

Başını ağır ağır sallayarak gözlerini yerden kaldırmadığında içinde savaş verdiğini anlamıştım. Üstelemedim. Zaten daha birkaç saattir tanıdığım kişiyle ne kadar samimi olabilirdim ki...

Bardağının dibinde kalan çayını kafasına diktiğinde bana bakıp ayaklandı. "Hadi aklayıp, paklayalım seni. Banyo ısınmıştır."

Bu lafıyla yay gibi gerildiğimi hissettim. O ise elinde getirdiği streç film ve sargı beziyle karşıma dikilmişti. Ayaklarımın dibine çömelip aldığı makasla sargıyı keserek yarayı gözler önüne serdi.

"Fazla acımaz. Şimdi güzelce sarıp sarmalayalımda su kaçmasın." derken bir yandan işini de yapıyordu. Dediği gibi öyle ciddi bir acı hissetmedim. Bacağımı hava almayacak şekilde iyice sardıktan sonra ayaklandı. Tekerlekli arabayı sürüp getirdiğinde ona daha fazla yük olmak istemediğimden hareketlendim. Elimden ve belimden tutarak bana destek çıktığında saniyeler içinde sandalyeye oturmuştum.

Banyonun önüne gelmiş, kapıyı açarak sıcacık taşları hissetmemi sağlamıştı. Sandalyeyi içeri ittiğinde o da bende içeriye girmiş bulunuyorduk. Kollarını sıvayıp üzerime eğildi ve kazağımın eteklerinden tutup sıyırdı. Bende ona yardım ederek kollarımı yukarı kaldırdım. Karşısında sadece sütyenle kaldığımda utandığımı hissetmeye başladım.

"Utanma, kardeşin sayılırım." dediğinde minnetle gülümsedim. Hazırladığı eşyalara göz gezdirirken eline aldığı tarak ve makasla karşımda durduğunda birkaç saniye gözlerime baktı.

"Saçlarına biraz şekil vermemi ister misin? Fazla kısaltmam."

Söylediği şeylerle aklıma daha yeni düşen saçlarımla elimi içine daldırdım. Dokunmak cesaret istiyordu. İçime düşen yangınla üzerimdeki pantolonun cebinden çıkardığım kesilen uzun saç parçasını ona uzatarak "Bu telleri saklayabileceğim bir şey verebilir misin bana?" diye sordum. O gözlerime hüzünle bakarken ben bu saçların hâlâ benimle beraber olduğuna şükürler ediyordum.

Saç tellerini elimden dikkatle alarak kendince güvenlidir yere koyup bana döndüğünde karışmış saçlarımı açmak üzere başımda dikildi. Hafif eli saçımı açmayı başardığında kafamdan aşağı sıcak suyu döktü. Ilk başta vücuduma acı versede sonradan sonraya iyi hissettim.

Makası başıma yaklaştırıp tarakla düzen verdiğinde dikkatli şekilde olabildiğince düzeltmeye başladı. Her kesiş sesinde içim yanarken gözlerimden akan yaşa engel olamadım. Birkaç dakika sonrasında geri çekilip yüzüme baktı. Acılı gözlerimi gördüğünde elini omuzuma koyarak yavaşça sıvazladı.

"Üzülme kökü sende."

Başımı yavaşça sallayarak onu onayladım. Eline aldığı şampuanı başıma sürerek kirlerden iyice arındırmak için çabalıyordu. Kaç dakika geçmiş kaç şampuan sürmüştü başıma bu süre zarfında saymamıştım. Vücudumu kirlerden iyice arındırmıştı.

Burnuma o pis koku değil şampuan kokusu geliyordu artık. Suyla tüm şampuanı temizlediğinde elini çırparak gözlerime bakıp gülümsedi. Sıcaktan tüm banyoyu kaplayan buhar çıkmamız için yalvarıyordu. Kapının ardındaki küçük pembe havluyu alarak başıma sardı ardından buz mavi büyük ve geniş olan havluyu zorluklada da olsa bir çocukmuşum gibi sarmaladı çelimsiz bedenime.Sandalyeyi salona sürüp sıcacık odaya girdiğimizde hızla elindeki kıyafetleri getirdi.

"Çabucak giydirelim seni." dediğinde bu hızına gülümseyerek baktım. Elime tutuşturduğu iç çamaşırlarına gözlerimi gezdirdim.
Hepside bedenim için büyüktü. "Sütyen bedenini tahmin edemedim, diğerleri için birkaç fikrim vardı ama onlarıda tutturamamışım. Yarın pazara iner alırım. " dediğinde hızla atıldım.

"Gerek yok idare ederim ben bunlarla. "

Bu sözlerime karşılık vermeden hızla sobaya odun atmaya başladı. Bende elimde çamaşırları üzerime geçirdim. Sütyen fazlasıyla büyük durduğu için giymemeyi tercih ederek siyah atleti geçirdim ardından fıstık yeşili kazağı da giyip pantolon için Selda'yı bekledim. Gözleri bana değdiğinde elini çırpıp "Geldim, geldim." diyerek karşıma geçti.

Önce bacağımdaki jelatinin üstünü güzelce havluyla kuruladı. Krem pantolonu alarak bacaklarımdan hızla geçirdi geriye kalan belimdi. Zorlukla ayakta durduğumda pantolonu belimden geçirip düğmesini ve fermuarını çekmişti. Yavaşça divan sedire oturtuğunda gülümseyerek başımdaki havluyu karıştırmaya başladı. "Evin sıcak olduğuna bakma üşütürsün." dedi.

Küçük bir çocuk gibi Kafamı kurulmasını beklerken kapının açılmasıyla korkuyla irkildim. Selda elini başımdan çekmeden kafasını yarı şekilde geriye çevirdiğinde kapının eşiğinde poşetlerle dikilen Pars'ı ve uyuz komutanı gördüm.

Selda dikleşip yüzünü onlara çevirdi hemen. Uraz komutan bir adım daha atarak salona girdiğinde "Birkaç bir şeyler aldık nereye koyalım?" diye sordu gür sesiyle. Selda sobanın yanındaki köşeyi göstererek "Zahmet etmişsiniz ya. Şöyle koyabilirsin Uraz abi." dedi.

Elindeki poşetleri gösterdiği yere koyarken Pars'ta onu takip etmişti. Başını kaldırıp benimle göz göze geldiğinde başımdaki havluya ardından tüm bedenime inceleyerek baktı. Hafifçe baş selamı verdiğinde ne yapacağımı bilemedim. Ellerim havludayken bende yavaşça başımı eğdim. Gözlerini benden çekip Selda'ya baktı. "Yemekle falan uğraşma. Bizimkiler yapmışlar. Gelirler birazdan." Otoriter şekilde konuştuktan sonra yanan sobaya baktı.

Pars yandaki kovaya eğilip baktıktan sonra "Odun da kalmamış ben getireyim." dediğinde daha çok kendi kendine konuşuyor gibiydi. Başını kaldırıp uraz'a baktığında "Gideyim mi komutanım?" diye sordu. Uraz başını ağırca salladığında komutu alan Pars hızla dışarı çıktı. Selda elindeki kurutma makinesiyle karşıma geçerek Uraz'a ithafen "Rahatına bak abi, otursana." dediğinde Uraz komutan ağırca ilerleyerek divan sedirin köşesine yayıldı.

Selda tarakla saçımı tarayarak şekil verdikten sonra hemen kurutmaya başladı. Birkaç dakika sonra kendini kurumaya bırakan kısa saçlarım kıvırcık halini aldığında kimyasının bozulmaması içten içe mutlu etmişti beni.

Selda ortalıktaki kalabalığı aceleyle üstün körü toplamaya başladığında telaşlı halini görmezden gelmek imkansızdı. Salon kapısını açıp mutfağa gittiğinde beni Uraz komutanla başbaşa bırakmıştı. Şimdi telaşlanma faslı bana geçmiş bulunmaktaydı.

"Alıştın mı?"

Gür sesiyle ellerimi tarayan gözlerimi ona çevirdim. Ellerini bacaklarının üzerine koymuş sırtını sedirin arkasına yaslamıştı öyle ki koca sedir ona küçük geliyordu.

"Sağolsun Selda kardeşinden ayrı davranmıyor. Başka türlüsü de benim için mümkün değil. Sonuçta zorunda değil bana bakmaya. "

Keskin bakışları yüzümde oyalanırken geç gelen sesi germişti beni.

"Selda iyidir."

Bu cümlelerden sonra pek konuşmamıştık. Benim sesim çıkmayınca başını duvara yaslamış ellerinide göğsünde bağlayıp gözlerini kapatmıştı. Bu süre zarfında sırtımı ona çevirerek pencereden dışarı seyretmeye başladım. Lakin ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum. Kulağıma dolan sesle başımı yasladığım yerden kaldırdığımda Pars sobaya odun atıyordu.

Gözlerimi geri çevirip dikleşirken komutanında gözlerini ağırca açıp dikleştiğini gördüm. Kehribarları önce bana değmiş ardından Pars'a bakmıştı. "Kusura bakmayın uyandırdım." diyen Parsla odağımı ona çevirdim. "Önemli değil."

Komutan koltukta dik oturup sol kolundaki saatte e dikkatle baktı. Başını kaldırıp kaldırıp Pars'a karşı söylendi.
"Nerde kaldı bunlar? Saat kaç oldu."

Pars elini çırpıp burnunu çektiğinde ağırca divan sedire yaklaştı. Karşıma oturup komutanına dikkatle cevap verdi. "Bilmiyorum ki komutanım. En son Bade yazdı çıktık diye şimdiye kadar gelmeleri gerekiyordu. Benimde haberim yok. "

Bu durumdan hoşnut olmadığını belli eden sert hatları vücut diline de yansımıştı. Bir eli bacağında diğer elini soru sorarcasına sallarken kendi ke dine konuşuyordu.

"Bir akıllısı bulmaz beni."

Kafasını sertçe Pars'a çevirip "Ara ara da çabuk olsunlar. İşim gücüm var!" Pars aldığı emir ile hızla telefonuna sarılarak "Tabi komutanım." dediği gibi salondan ayrıldı. Ben ise ağzımı tutamayarak ona seslendim.

"Acil mi işin?"

"Napıcaksın? Acilse sen mi yetiştireceksin?"

Duyduğum cümle ile her zamanki gibi ağız payımı aldığımda sinirle önüme dönerek elimi çenemin altına yerleştirdim. Bunu yaparken söylenmeyide ihmal etmedim. "Bana ne naparsan yap ya!"

Pencereden dışarı bakmamla koca timin ellerinde eşyalar ile yaklaştığını gördüm. Hemen hemen hatırladığım yüzler arasında tanımadığım yüzlerde vardı. Bu durum gereksiz yere beni germişti.
Aylin'i görmemle yüzüme yayılan gülümseme bir oldu.

İçeri girdiklerinde evin içini dolduran seslerle anlamıştım. Salon kapısı açıldığında içeri iri yapılı sakallı asker girmişti. "Selamün aleyküm." Uraz komutan sesi duymasıyla ayaklanarak "Ve aleyküm selam. Geç abi." diyerek elini sıktı. Asker baş selamı verip Uraz'ın az önceki oturduğu yere oturdu. Sırasıyla herkes girdiğinde Aylin yanıma gelip "İyi görünüyorsun çok şükür. Aklım sende kalmıştı." Dedi. Gülümseyerek sarıldım.

İçeri giren Selda dediklerini duymuş olacak ki "Aşk olsun benim yanımdayken mi?" diye atıldı. Aylin kalkıp ona da sarıldığında "Estağfurullah." dedi. Bade dedikleri buğday tenli kız yanıma oturduğunda "Elin yüzün nur gibi parlamış Selda'nın elinden geçmişsin bakıyorum da." demesiyle kızlar olarak kıkırdadık.

"Sağolsun pek ilgili bana karşı." dedim. Selda ise "Hadi bırakın şu teşekkürü falan da sofrayı kuralım. Acıkmıştır beyler." diye atıldı. Arkadan gelen Karabatağın sesi sözlerini onaylar nitelikteydi.

"Doğru dedin. Ne gerekse ver bana da kuralım el çabukluğuyla. Hafız abi daha ağzına tek lokma koymadı."

Bade yanımdan kalkarken "Lazoğlu nerde gene nereye kayboldu?" diye çıkıştığında elinde sofrabezi ile içeri giren Gürkan "Ayran almaya yolladım gelir şimdi" dedi. Mutfaktan gelen ciyak ses Seldaya aitti. "Evde yoğurt vardı yemek vakti ne diye yolladın adamı?"

Gürkan sofrabezini yere sererken içeri seslendi. "Ev yoğurdu dokunuyor bana." Bunu duymamla kıkırdadım. Gözleri bana değdiğinde "Hoşuna gitti bakıyorum da." dedi alaylı tonda.

Bu beni utandırmaya yetmişti. Sesim hiç çıkmayarak ona bakarken Pars koca tahtayı içeri getirip sofra bezinin üstüne koydu.
Ortalıkta görünmeyen Barın abinin sesini mutfakta duyduğumda "Uiiiyyy dondum da!" sesiyle Lazoğlu da geldiğini belli etmişti.

Üzerindeki kalın kazağın kollarını ellerine kadar çekerek hızla sobaya ilerledi. Beni gördüğünde göz kırpıp "Nasıl oldin gözleru güzel?" dediğinde gülümseyerek "İyi" diyebildim utançla.

Açık mavi gözleri bedenimi yavaşça süzdükten sonra "Ha sen donmay misun bu incecuk kazakla? Getireyum mu üstune bir şal?" dedi alelace. Başımı iki yana sallayıp "Yok teşekkürler iyiyim ben böyle. " dedim onun gibi bir çırpıda.

Biz onunla konuşurken bir yandan da Aylinler sofrayı kuruyordu. Elindeki son lokmasını ağzına atıp kapıda beliren Barın abi yanındaki Aylin'e bir şeyler söylüyordu. Aylin elindeki tencereyle onu dinlerken kapı ağzında kalmışlardı.

Bir elini beline koymuş bir elinide hesap sorarcasına sallarken Aylin gözlerini devirerek yanından geçti. Geçerken de "Çekil!" dediğini işittim. Tencereyi hızlı denen şekilde yere koymuş ayağa kalkıp geri mutfağa gitmişti. Onunla beraber Barın abi de gözden kaybolduğunda Hafız denilen abi konuştu.

"Ee Uraz'ım var mı yeni haberler? Şu Uluduz köyündeki dede ve torunla hâlâ görüşüyor musun?"

Gözler onlara döndüğünde Uraz başını Hafız abiye çevirip "Operasyondan önce görüştük."

"Var mı bir istekleri?"

"Var. Beni görmek istiyorlarmış."

Bunu dedikten sonra Kertenkele atılıp "Şimdi komutanım çoğul mu yoksa tekil mi merak ettik yanii!" Sona doğru kelimesini uzattığında herkes kıkırdamıştı bir tek ben ve Uraz komutan gülmemiştik.

"Zevzek Zevzek konuşma lan!" Kükreyen ses ile gözlerim ona değdiğinde herkes normal bir şekilde gülmeye devam ediyordu. Demek ki alışılmış bir durumdu bu.

Yüzünü daha önce görmediğım esmer asker bana bakarken baş selamı verdiğinde bende aynı şekil selam verdim.

Barın abi, Aylin ve diğerleri de salona giriş yaptıklarında herkes yerdeki sofraya oturmuştu. Ben ayağımdan dolayı sedirde oturulu kaldığımda sesimi çıkarmadan onlara baktım. Adını henüz bilmediğim adam ekmekleri bölüp herkesin önüne koyarken Aylin tabaklara yemekleri koyuyordu.

Selda bardaklara ayranları koyarken ortamda hafif bir hareketlilik vardı. Pars kaşık çatalları kontrol ederken "Eksik var mı?" diye soruyor, Gürkan bardağından ayranı içerken Bade'nin saçları önüne düştüğünde eliyle işaret ederek onu uyarıyordu.

Hafız abi yanındaki esmer askerle koyu sohbete dalmış kimseye gözü değmiyordu. İçime bir anlık boşluk düştü. Böyle aile sıcaklığı görmemiş olduğum o boşluk içimi doldurdu. Birbirlerine kızsalarda atışsalarda hepsi bir aileydi. Buruk bir gülümseme ile onları seyretmeye devam ediyordum.

Yanıma oturan Uraz komutan elindeki yemek dolu tabağı bana uzattığında birkaç saniye gözlerine baktım.

"Ne bakıyorsun al!"

Otoriter sesini çiğneyemeden tabağı elime tutuşturdum. Kendi de masadaki tabağını alıp sedire oturmuş hiçbir şey söylemeden yemeye koyulmuştu. Onunla beraber bende yemeğimi yemeğe başlamıştım. Gözleri dakikalar sonra bana döndüğünde yüzüme değil tabağıma bakıyordu. Birkaç kaşıktan sonra kaşığı tabağın içine bıraktım.

"O kadarcıkla doydun mu?"

Başımı ağırca sallayarak "Evet." dedim. Bundan hoşlanmadığını belli eden gözleri umrumda değildi. Dudaklarını konuşmak için aralayacakken ondan önce davranıp sözü ben devraldım.

"Merak etme. Hasta düşüp başına kalmam."

Açılan dudaklarını ağırca geri kapattığında yemekten bir kaşık alarak çiğnemeye koyuldum. Sıkkın nefesini kulaklarıma aksederek elindeki tabağı masaya bırakıp elini dizlerinin üzerine gelişigüzel bıraktı. Birkaç saniye sessizlikten sonra sesini yeniden işittim.

"Bacağın nasıl oldu? Ağrın var mı?"

Meseleyi uzatmayacağını bu sorularla anlamıştım. Ona ayak uydurmayı tercih ettim.

"Şuan için pek bir şey diyemem. Ama ağrı haffite olsa kendini belli ediyor."

"Yaran daha taze, enfeksiyon kaptırmamaya dikkat et sen. Şu pansumanı falan da ihmal etme."

"Etmem."

Gözlerini yüzümde gezdirdikten sonra kaşlarını ağırca çattı ardından "Yüzün" diyerek sustu.

Ne olmuştu yüzüme? Bir şey mi vardı? Elimle yüzümü yoklarken başımı salladım.

"Yüzündeki yaralar geçince bir fotoğrafçıya uğrayalım." dedi bu sefer benim kaşlarımı çattığımı görmeden.

"Neden? Ne yapacağız ki orada?"

"Kimlik için vesikalık çekileceksin."

"Anladım." Bunu söylediğimde konuşmayı bitirmiştik.

Aradan dakikalar geçmiş sofra toplanmış, çaylar gelmiş, tatlılar, yiyecekler konmuştu sofraya. Herkes kendi halindeydi. Telefona bakanlar, derin sohbette olanlar, şakalaşanlar...

Bir konuşmayan ben bir de yanımda kaçıncı bardağını içtiğini bilmediğim Uraz komutandı. Sağ elini bardağına sıkı sıkı sarmış dudağına yaklaştırdığında elindeki tırnak izlerinimin kabuk bağladığını gördüm. İçime yayılan utanma ile gözlerimi kaçırdığımda sanki adam ne olduğunu anlayacaktı.

İç çeke çeke daldığı düşüncelerini merak etmiştim. Dakikalardır susuyorduk ve daha fazlakendimi tutamayarak lafa daldım.

"Kızın adı ne?"

Kehribarları bana döndüğünde anlamadığını belli eden çatık kaşlarından anlamıştım.

"Seni böyle iç çektirerek meşgul eden kızın adını soruyorum."

"Nerden çıkardın bunu?"

"Sana mendil işlemiş gördüm."

Bunu dediğimde kaşları düz halini almıştı. Cevap vermedi lakin sormaya devam ettim.

"Güzel mi?"

Bunu gözlerini gözlerimden çekip sırtını sedire yaslayarak cevapladı.

"Aşık mısın ona?"

Elini yüzünde gezdirerek yeni yeni çıkmaya başlamış olan sakallarımı sıvazladı. Gergin gibiydi. Geçen saniyeler sonunda biçimli dudaklarını aralamayı başarmıştı.

"Ortada kız falan yok!"

Keskin sesi kesinlik belirtir nitelikteydi.

"Peki. Hiç aşık oldun mu?"

Başını hafifçe sağa yatırıp ağzının içinde bir şeyler gevelenmişti lakin anlamadım. Başını bana çevirdiğinde uzunca gözlerimde oyalandı. kehribar irisleri bir yeşil gözüme bir de mavi gözüme bakıp duruyordu. Kaşlarımı kaldırıp "Oldun mu?" diye tekrarladım.

Afallamış şekilde "Ne?" diye boğazından bir ses çıkardı ardından aklına gelmiş gibi sedire sırtını daha fazla yaslayıp "Boş işlere vaktim yok." diyerek kestirip attı. Ama benim çenem kapanacak gibi değildi. Duyacaklarımdan habersiz kıpırdatmıştım dudaklarımı.

"Aşık olmak ister miydin peki?"

"Sana değil."

Aralı dudaklarım yavaşça kendini kapatmış, düz çizgi halindeki kaşlarımla gözlerimi yüzünde gezdirdim. Boş beleş bakışları dediğini unutmuş kayıtsızca gözlerime bakıyordu. Etkilenmiş miydim bu sözden bilmiyorum. İki gündür tanıdığım adamın sözüne alınacak değildim.

Durmuş zaman birden hızlanmış ana dönmüştüm. İçime doğan gülme isteğiyle dişlerimi göstererek gülmeye başladığımda elimi düz karnıma yerleştirip ağrıyan yerime bastırdım. Bal irisleri önce dişlerime ardından karnımı tuttuğum elime kaydı.

Ben gülmeye devam ederken elimi sallayarak "Kusura bakma" dedim zorlukla. Gülüşüm kendini gülümsemeye bıraktığında gözlerinin içine bakarak "Benim sana aşık olabileceğimi düşündün mü?" diye sordum.

Bunu beklemiyor olduğunu çenesini sıkmasından anlamıştım. Kasılan çenesine eşlik eden çatık kaşları gururuna dokunmuşum gibi hırsla şekil almıştı. İnat yapar gibi gülümsemeye devam ediyorken yavaşça düz çizgi haline çevirdim.

İki gündür tanıdığı kızın lafına alınacak değildi.

Yönünü benden çevirip önüne dönmüştü ben ise hâlâ iri bedenini ve keskin yüzünü seyrediyordum. Huzursuz bacak sendromunu yaşıyor gibi bacağını sallamaya başlamıştı. Elindeki çay bardağını dudaklarına değdirmiş bir yudum almıştı.

Şu halini seyretmekten neden bu kadar keyif alıyordum bilmiyorum. Selda'ya biten çayımı dondurmasını rica etmek üzerine yönümü çevirmiştim ki odadaki sessizliği yeni yeni fark ediyordum. Tüm gözler benimle Uraz komutan arasında mekik dokuyordu âdeta. Sesim içime kaçmış istediğim şeyi unutmuştum.

İfadesiz yüzler arasında sineme çekilmeye başlamıştım ki iki kişinin bu durumdan keyif aldığını fark ettim. Kertenkele ve Lazoğlu elindeki çay bardağını sıkıca tutmuş öylece bakıyorlardı.

Ortamdaki sesi bozan ise bu ikili olmuştu. Anlaşmış gibi aynı anda çayı seslice karıştırıp kaşığı çıkarmışlar ve bardağa iki kere vurup dudaklarına götürmüşlerdi. Höpürdeterek yudumladıklarında bu sefer tüm gözler bizden çekilip bu ikiliye kaymıştı. Tüm gözler arasında keskin gözlerin sahibi Uraz Utku da vardı...

Bölüm Sonu...

Uzun zaman sonra gelen bir bölüm oldu. Fazlasıyla yoğunu kusura bakmayın. En yakın vakitte diğer bölümü de yazıp yayınlamak istiyorum.

Bir sonraki bölümlerde görüşmek üzere...

Loading...
0%