@runarhez
|
Selamlar. Yazarken yer yer zorlandığım yerler dışında güzel bir bölümdü benim için. Her zaman ki gibi uzun ve yorucu bir bölüm oldu dinlenerek okumanızı tavsiye ederim. <3 Bundan sonraki bölümlerde bir karakterin geçmişinden sahneler okuyacağız. Ilk karakterimiz Uraz Utku Alpagu'dur. Beğendiğiniz ve karakterleri hissettiğiniz bir bölüm olur umarım. Keyifli okumalar dilerim."
"Kaçan kovalanır derler
"Mahmudiye Düzkaya" Bölüm Şarkıları: 💦 18 Nisan 2006 Mersin - Mut Durağın altına sinmiş genç adam üzerindeki ince kapşonuna sımsıkı sarılmış şiddetle yağan yağmura söylene söylene dinmesini bekliyordu. Dışarı çıkarken ne bilirdi nisan yağmuruna tutulacağını. Eline tutuşturduğu para sadece kardeşinin sütüne yetmiş, ekmeğin parasına yetmemişti. Poşetin içine sıkıştırılan bayat ekmeği ceketinin içine saklamaya çalışarak olası bir ıslaklıktan korumaya çalışıyordu. Bakkal Niyazi amca elindeki kuruşları alarak eksiği bayat ekmek ile kapatmıştı. Buna bile razıydı. Yağmur yavaş yavaş kendisini çiselemeye bıraktığında kapşonun şapkasını başına geçirerek hızlı adımlarla eve doğru yürümeye koyuldu. Yolu kısaltmak amaçlı birkaç ara sokağa girmiş, adımlarını daha da çoğaltmıştı. Eve daha fazla geç kalırsa annesinin tansiyonu çıkabilirdi. Fazla panik bir yapısı vardı kendisinin aksine. Lakin bir şey oldu. Adımlarının yavaşlamasına sebebiyet verecek bir şey görmüştü. Kulakları uzaktan gelen sesi daha net duymak istiyordu ama oyalanırsa babasından azar da yiyebilirdi. Her zaman ki gibi bildiğini okuyarak sese doğru yaklaştı. Kerpiç duvarın ardından geliyordu sesler. Dayanamayarak adımlarını hızlandırdı. Köşeyi dönmeden bedenini saklayarak gelen sesin sahiplerine baktı. Sınıf arkadaşlarıydı gördüğü kişiler. Ahmet, Veli ve Fikret. Evin önüne yapılmış balkon gibi bir yerin içine oturmuş sohbet ediyorlardı. Yüzlerinde her zaman ki gibi gülümseme vardı. Gözleri anlık önlerindeki yemeklere kaydı. Çeşit çeşit kuruyemişler, abur cuburlar, tatlılar sırasıyla diziliydi plastik masada. Kehribarları bu seferde kapının ağzında duran fiyakalı ayakkabılara kaydı. Yeni yeni fark ediyordu ayaklarının su aldığını. Yavaşça iki yana hareket ettirdiği ayaklarıyla ayakkabısının yandan yırtılmış olduğunu gördü. İçinde bir utanç hissetti. Ayaklarını birleştirerek yırtıkları saklamaya çalıştı ancak bu yırtılmış olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Kafasını ağırca kaldırdı bu sefer. Yapılı, kesilmiş saçlarına baktı gözleri. Tıraş olmayalı ne kadar da zaman olmuştu. Hatırlamıyordu. Uzundu saçları: gür, siyah, birbirine girmiş karışıktı her bir teli. Şapkasını daha çok çekti, yüzünü kapatmak istercesine. Yemeklerde takılıkalmadı gözleri, umrunda değildi sanki. Aslında kendine bunu inandırmak istiyordu. Kendisi istediğinden değil kardeşi için, annesi içindi her bir isteği. Babası da kendisi de aramazdı yiyeceği, içeceği. Ne bulursa onu yerdi. Bulmazsa da sorun etmezdi. Bir gün aç yatsa ölmezdi ya insanoğlu! Gök gürlediğinde yavaşça âna döndü. Eve gitmeliydi. Su birikintilerinin arasından hızla ilerledi. Rüzgar üşütmeye başlamıştı. Hastalanmak istemiyordu. Kolay kolay yatağa düşmezdi bedeni. Mavi kapının önüne geldiğinde demir kapıyı ittirerek hızla avluya girdi. Annesini pencerenin önünden hızla ayrılırken gördüğünde birazdan avluyu ciyak bir sesin kaplayacağını biliyordu. Kapı hızla açılıp ince beden gözlerinin önüne belirdiği anda "Nerdesin sen? Kaç dakika geçti, oğlum sen benim yüreğime mi indirecen!" diye söylenmeye başlamıştı. Hızla ayakkabıları ayağından atarak mermer zemine bastığında ayağı içeriye girmeden havada asılı kaldı. Islaktı, çamurdu ayakları. Eve basıp kirletmek istemedi. Annesi içeri geçerken "Niye durdun oğlum girsene!" gür sesini işitti. "Çamurlu anne girmeyim eve." Annesi yaklaşıp üstüne baktığında utanç belirdi yine içinde. "Silerim ben, sen gir içeri. Hasta olacaksın bak!" yakınan sesi daha fazla yormadan içeri adımladı. Halıya basmadan ıslak çoraplarını çıkarıp hızla banyoya ilerledi. Kapşonunun içine sakladığı ekmeği çıkardığında hafif bir nemlilik olduğunu fark etti. Elindeki sütü de ekmeği bıraktığı masanın üzerine bırakarak üstünü değişmeye kaçtı. Annesi ardından geldiğinde kapının arkasından seslendi. "Su ısıtayım mı oğlum? Yıkanırsın." Tüpün bittiğini böylece anlamış oldu. Üzerine yapışmış olan siyah tişörtü boyundan tutup sırtından sıyırdı. Altındaki bol pantolonuna göz geçirip "Olur, ısıt." deyiverdi. Ayak sesleri hızlı adımlarla uzaklaştığında karşıda duran kirli aynanın karşısına yürüdü. Fazlasıyla çelimsiz, ince yapılıydı. Zayıflamıştı yine. Açlığın üstüne bir de gizliden çalıştığı ağır işler yoruyordu sıska bedenini. Gözleri içine çökmüş, elmacık kemikleri ben burdayım diye bağırıyordu âdeta. Çirkin hissetmesi normaldi. Bedenini süzmeye koyuldu. Sırtı morluklar, yara bere içindeydi. İki kuruş kazanıcam diye harap ediyordu kendini. Vücudunun aksine iri yapılı elini göğüs kafesinde gezdirmeye başladı bir anda. Kemikleri çıkmıştı gözleriyle sayabiliyordu. Geçen hafta bu kadar keskin gelmiyordu eline kemikleri. Canı sıkıldı bu duruma. Gözünün önüne arkadaşları geldi. Hepsi de iri iriydi. Yüzleri dolgun, iri kemikliydi. Onların yanında fazlasıyla çocuk kaçıyordu kendisi. Alaylara maruz kalıyor, zorbalanıyordu. Kendisini avutmak istese de onlar gibi yakışıklı olmak istiyordu. Onlar gibi iri, onlar gibi çekici. Lise iki öğrencisiydi fakat öyle fazla gidemiyordu derslere. Telkin veriyordu ara sıra kendine. Senin hayatın böyle, yük dolu sıska bedeninde. Ondan böyle çelimsiz ve solgun tenlisin. Yoksa çirkin değildi çehresi. Çirkin değildi öyle değil mi? Bir zamandan sonra kendini çekti her şeyden. Ne ailesine konuşur oldu ne görünür. Sessizliğe boğdu kendini bir anda. Görünmez oldu dünyada. Bu yaşta hayat böyleyse ileriyi düşünemiyordu ki. Babası inşaatta çalışıyor eline geçen iki kuruşu zor getiriyordu evine. Orda burda borç çoktu onları vermekten geriye kalan üç beş kuruştu. Abisi okumaya şehir dışına gitmiş her ay para dileniyordu. Elde avuçta yok, Itır'a bakmaya güçleri yetmiyordu. Itır Lima 3 yaşında küçük bir bebekti daha. Sarı sarı saçları ela gözleri vardı. Fazlasıyla küçük kısa boyluydu yaşıtlarına göre. Beslenememekten gelişmemişti vücudu. Gitgide canı sıkılıyordu bu duruma. Elinden bir şey gelmiyordu bu koyuyordu işte adama. 15 yaşındaydı daha. Sadece 15. Abisi gittiğinden beri yükler omuzundaydı. Babasının yüzünü hiç göremiyordu ki adam akıllı. Bugün varsa aylarca yoktu. Bazen yüzünü unuttuğu dahi oluyordu. Kapısı tıklanıp kapısı aralandığında annesi köşeden oğluna bakmıştı. Dudaklarını konuşmak için aralayacaktı ki çıplak bedeninde gördüğü morluklar karşısında şaşakaldı. Kapıyı tamamıyla açarak kendi bedenini içeri girdirdiğinde tek şaşırması gerektiği olay bu değildi. Oğlunun elindeki sigaraydı. Annesi elindeki sigaraya mı, morluklara mı yoksa oğlunun bu kadar zayıf düşmesine mi yanacaktı şaşırmıştı. Adımlarını hızla atarken "Nerden buldun bunu?" diye ilk çıkışını gerçekleştirdi. "Söndür şunu, baban görürse öldürür seni!" Bu söze alayla güldü. Elindeki sigarayı yavaşça söndürdü. Söndürdü çünkü daha fazla etkilemek istemiyordu annesini. "Bu laneti nerden buldun Uraz Utku? Nerden bulaştın bu lanete oğlum!" Acıyla sesini yükseltiyordu. Duymazdan geldi. Ağırca annesine yaklaştı. Endişeye gerek yoktu. İyiydi. "Endişelenme." Tek diyebildiği bu kelime oldu. Annesinin yeşil gözlerine baktı. Kadın kendini içten içe yiyordu. Yavaşça elini tutup elinin üzerinden öptü. Kapının ardındaki havluyu alarak banyoya girdi. Annesi oğlunun bu kadar olgun davranmasına içi el vermiyordu. O daha çocuktu. 15 yaşında bir çocuk. Günden güne kendini kahrediyordu. Ellerinin arasından kayıp gitmesine razı olmuyordu içi. Hepsi tek tek kahrediyordu içini. Her bir evladına yanıyordu. Bir yandan büyük oğlu Gediz Batu. Diğer yandan Uraz Utku. Bir de en küçükleri vardı. Biri okumaya diye gitmiş ne haber salıyordu ne alıyordu ailesinden. Uraz evden okula okuldan eve yapıyor dışarıda nasıl hayat yaşıyor bilmiyordu. Günden güne eriyordu. Küçük kızı ne yiyor ne gelişiyordu. Dayanamıyordu artık. Eşi aylarca eve uğramıyor, delilercesine çalışıp, didiniyor ama yetmiyordu. Tüp bitmişti, kira kapıya dayanmış, faturaları ödeyecek tek kuruş kalmamıştı. Dolapta kalan dibi görünen bir salça ,birkaç limon, birkaç domates, salatalıktan başka bir şey değildi. Gizliden gizliye kullanmadıkları bir halıyı satmış birkaç kuruş geçirmişti eline ama onu da geçen ayın kirasına yatırmış, kalanına da süt almıştı işte. Yokluk sefalet bedenini yorgun düşürmüştü iyice. Bir de Uraz'ın şu haline dayanamıyordu ciğeri. Sigaraya başlamış olması gerçeği daha da kahretti içini. O parayı nerden bulmuşta almıştı o laneti? Kötü yollara mı düşmüştü? Arkadaş kurbanı mı olmuştu yoksa koca bebeği? Düşünmekten kafayı yiyeceğini sandı. Bazen yemek istiyordu ya geride kalan yavruları vardı ona sığınıyordu yüreği. Kulağına dolan su sesiyle yıkanmaya başladığını anlamış mutfağa atmıştı adımlarını. Uraz sıcak suyu kafasından aşağı döktüğünde bir rahatlama hissetti. Temizlenmiş, kirlerden arınmıştı sanki. Eline tutuşturduğu sabunu gür saçlarında gezdirmeye başladı. Şampuan kullanmak neyineydi? Elde avuçta olan beyaz sabunu kullanacaktı işte. Köpürdüğünde güzelce derinine kadar daldırdı parmaklarını. Her ovalayışında suya dökülen toprakta gezdirdi bir müddet gözlerini. Bu kadar kirlenmiş miydi? Kötü kokuyor muydu dışarıda acaba? Derisini yüzercesine yıkanmak istedi. Suyu azdı ama, cesaret edemedi. Saçını güzelce akladığında beline kısa havlusunu sararak bir müddet soğuk fayansa yasladı omuzlarını. Üşüyordu, Umursamadı. İçindeki soğukluk kadar soğuk olamazdı duvarları. Bir an neşeli bir çocuk olsam nasıl olurdu diye geçirdi içinden. Öyle hayal edemiyordu ki kendisini. Kendini bildi bileli böyle soğuk yapılıydı, soğuk akıyordu her yerinden. Öylesine sıcak bir sevgi, sıcak bir duygu hissetmemişti yüreğinden. Bunu kendini korumak üzere yaptığının farkında değildi. Canını sıkanlara acayip acayip cevaplar vermeye başlamış, azarlıyordu eş dost demeden. Yakıyorlardı canını o da yakmak istiyordu onların canını. Başarıyordu. Fazlasıyla ağır konuşur olmuştu. Daha fazla içeride durmak istemedi. Kapının arkasına astığı siyah tişörtü üzerine geçirdi ardından iç çamaşırını ve siyah bol eşofmanı geçirdi bacaklarından. Bol geliyordu her bir şeyi. Sıska bedenini kapatmak istiyordu, bu bol kıyafetler az da olsa kapıyordu istediği gibi. Havluyu kuru tahta odasına fırlatarak mutfağa geçti. Annesi getirdiği ekmeği küçük küçük keserek tavada kurutmuş üstüne salça sürmüştü. Bir tabakta da domates salatalık vardı. "Odamdaki halıyı alıp sat. Birkaç kuruş eder. Yaramıyor bana zaten." Önündeki salçalı ekmekten bir tane alıp ağzına attı. Annesinin yine şekerli su yaptığını anlamış olduğunda elindeki bardağı aldı. "Böyle diye diye odanı boşalttın Uraz! Bir yatak bir komidinin kaldı oğlum odanda. Buz gibi yatıp kalkıyorsun o bomboş odada!" Birkaç saniye yakınmasını dinledi annesinin. Sadece dinledi umrunda değildi. "Burda hepimiz yoksulluktan ölürken, abim, kardeşim sefalet çekerken odamda dursa nolur ana? Sat gitsin elimize birkaç kuruş geçsin." Keskin sesi itiraz istemez gibiydi. Sustu kaldı bir şey diyemedi. Boynunu daha fazla bükmüştü bu sözleri. Oturduğu yer sofrasından dizlerini örten sofra bezinin sıyırarak ayağa kalktı. Gözleri annesini bulduğunda şekerli sudan bir yudum almıştı. Aralanan kapıda babasını görmesiyle hızla ayaklanarak elindeki çalı çırpı dolu kovayı alarak neredeyse yıkıldı yıkılacak olan sobanın başına geçti. Nisan ortasında buz gibi olan taştan evinin içini süzdü. Hâlâ nasıl başlarına çökmediğini merak etti bir an. "Yememişsin hiçbir şey?" Babasının otoriter sesiyle bakışları sofraya değdiğinde hiçbir şey yemek istemediğini fark etti. "Sen ye. Ben aç değilim pek." Babasından aldığı otoriterliği gün yüzüne çıktığında babası gururlansa mı üzülse mi bilemedi. Bir baba için en ağır olanı yaşıyordu. Omuzları öne düşmüş, başı yere eğilmişti. Utanıyordu bu halinden. Utanıyordu ailesini geçindirememesinden. Boğazından şu iki kuru ekmek bile geçmiyordu. Gözleri tabağın içindeki salçalı ekmeği taradı. Evlatlarına, eşine bunlar mı layıktı? "Her şey düzelecek." Dudaklarından bu sözler dökülüverdi. Omuzları biraz daha aşağı indi. Kendisine telkin veren oğluna bakamadı. Utanmasa ağlayacaktı. Böyle hayal etmemişti. Böyle per perişan sersefil değildi hiçbir hayali. Müstahak değildi bu olanlar. Küçük kızı belirdi kapıda. Öksüz, yetim kalmış evin duvarlarını şenlendiren tek ses ona aitti. Bu meleğe, ufacık bedene. Uraz Utku ağırca yaklaştı minik kardeşine. Yürümeye daha yeni başlamıştı Itır Lima. Öyle güçsüz, öyle çelimsizdi ki yeni yeni büyüyordu ufak bedeni. Neşesi yerli yerindeydi ama. Farkında değildi hiçbir olayın. Olmamalıydı zaten. Gülen çökük yüze hafifçe gülümsedi. Abisinin kendisine gülümsediğini gördüğünde bacağına sarıldı sırnaşarak. Bu bir ilkti. Bacağına sarılmış sarışına baktı bir süre. İçi gidiyordu onun bu tatlı hallerine. Dayanamayarak eğilip kucakladı küçük sarışını. Kendinin tezatı farklı bir aura yayıyordu her zaman bu eve. Kasvet akan duvarların rengi bu kızdı işte. Sarı saçları, yeşil gözleri bu evin tek rengiydi. Mutluluğun rengiydi aslında. Gözyaşın ve iki dudak arası çizginin değeriydi kısa saçları. Kendinden vazgeçecek, hayatının akışını onun için değiştirecek tek kişiydi Itır Lima. İlkini onunla sonunu sevdiği kadınla vazgeçecekti. Kaderi bunda yazılıydı. Başlangıcını kardeşi sonunu sevdiği kadın belirlemişti. İki kadına aşık bir adam,onu unutan bir kardeşe, terk eden bir kadına harcamıştı hayatını. Ömür eskitmiş, omzunu ne de başını bir kez eğmişti. Sırtındaki yükleri durağına bir kez bile indirmemişti belkide bu sonunu getirmişti. Öyle sağlamdı ki bedeni, bir dünya daha yük olsa onu da sırtlanırdı bu omuzlara. Öyle suskun, öyle yalnızdı yüreği. Yansa üfler, dağlansa ah etmezdi mimikleri. Bu yüzden seçilmişti. Bu yüzden eksilmişti her an. Ölse ses etmeyecekti. Bir gün unutulup gidecekti.
28 Şubat 2023 (Günümüz) Efşan Dora Timagur'un Ağzından Gözüme vuran güneş ışınlarına daha fazla tahammül edemeyip oturarak uyuyakalmış olduğum koltukta dikleşerek gözlerimi araladım. Divan sedirin başına yasladığım başımı kaldırdığımda boynumda hissettiğim ince sızı ile hafifçe inilemiştim. Boynum tutulmuştu. Tek sağlam kalan sol kolumu kaldırarak boynumu yavaşça sıvazladım. Gözlerim etrafı tararken ne ara uyuyakaldığımı düşünüyordum. En son hatırladığım saat 03.04 olmuş herkes koyu sohbetine devam ediyor oluşuydu. O dakikadan sonrası hafızamda yoktu. Saate çevirdiğim gözlerim 08.09 rakamlarını görmüş oldu. Daha erkendi. Kuşların cıvıltıları kulağıma dolduğunda gülümsemeden edemedim. Kapalı perdeyi aralayarak küçük bir serçe görme umuduyla yanmaya başlamıştı törpülenmiş umutlarım. Gözlerime çarpan kar yığınıyla karşılaştığımda önce ufak bir şaşkınlık yaşadım sonrasında kendini gülümsemeye bırakmıştı. Bembeyazdı her yer. Güneş sıcak değil günün aydınlanmasını sağlayan ışık kaynağı gibiydi. Dışarı çıkmak istediğimi fark ettim. Büyü yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Neşem kendini karanlığa bıraktı ağırca. Bacağımdaki sargıyı tenimde hissettim. Yabancı duvarlarda gezindi gözlerim. Üzerinde oturduğum sediri hissetti bedenim. Evimde değildim ki? Böyle yaparakta hayat geçmezdi öyle değil mi? Her şeyi gözardı etmeyi tercih ettim. Yaşıyordum işte. Öyle ya da böyle hayattaydım. Bundan birkaç gün evvelinde o şerefsizlerin elinde mağara mağara geziyordum. Benliğimi oluşturan gözlerim kapalı şekilde. Görüyordum artık. Bencil olmamalıydım. "Efşan? Erken uyanmışsın." Duyduğum sesle âna dönmüştüm. Şaşkın sese karşı öylece bakakaldım. Bir cevap bulamamıştım belki de cevap vermek istememiştim bilmiyorum. Gözlerim baştan aşağı Selda'yı süzdü. Hazırlanmıştı. Üzerindeki beyaz kabanı yeni fark etmiştim. "Nereye gidiyorsun?" "Hava alacağım biraz." "Bu saatte?" Bu sefer şaşkın tona ben sahiptim. Uzun kumral saçlarını geri atarak yanıma oturdu. Çekingen bir tavrı vardı yakınlık kurmak istiyor gibiydi fakat izin vermememden korkuyor olmalıydı. "Sende benimle gelmek ister misin?" İnce ama anlayış barındıran sesi içime dokunmuştu. Böyle nahif çıkmış olan sesine hayranlık duydum bir an için. "Etrafı görmüş olursun." "Sana yük olurum ben." Tek diyebildiğim bu oldu. O tek başına yürüyüş yapacaktı belki de. Hızlı yürümek isteyecekti ya da yavaş. Ya da sekerek ilerlemek isteyecekti ya da koşmak. Kimse bakıcılık yapmak istemezdi ki. Bana öyle bir baktı ki yüreğim paramparça oldu âdeta. İçime dolan bomboş ağlama isteğini derin nefes ile kovalamış oldum. Duvar kenarında duran sandalyeyi alarak önüme getirdi. "Sana bir mont getireyim ben." Hızla içeri gitmiş birkaç dakika içinde siyah kısa bir mont, beyaz eldivenler ve beyaz bir şapka ile yanıma gelmişti. Tatlı bir şekilde gülümsedi. Benim aksime keskin yüz hatlarında hafif bir tatlılık vardı. Şapkayı kısa kıvırcık saçlarımın üzerine geçirdim. Ardından eldivenleri de giydiğimde montu da güç bela giyinmiş oldum. " Çok yakıştı." Dolgun dudaklarımı iki yana kıvırdım. Birkaç saniye sonra sandalyeye oturmak için harekete geçmiştik. Birkaç deneme sonrasında oturmayı başarmış olduk. Saniyeler içindeyse evden ayrılmıştık. Yüzüme vuran soğuk evin ne kadar da sıcak olduğunu fark ettirmişti. Sandalyemi hareket ettirmesiyle yüzüme vuran soğuğa daha fazla gülümsedim. Tatlı bir nahoşluk katıyordu bedenime. Gözlerim hafif kapanıyor, kirpiklerime teğet geçen esinti dudaklarımdan buhar olarak kayboluyordu. Kış ne güzel bir şeydi. Havanın tadını çıkarırken kulağıma dolan bağrışma sesleri ile sandalyede dikleşmiş vaziyette etrafı kolaçan ettim. Sesler gittikçe çoğalıyordu. Benim aksime Selda oldukça rahat bir edayla sandalyemi sürmeye devam ediyordu. Sesler aniden yüksek tize geçtiğinde bunun orta yaşlı bir kadından geldiğini anlamış oldum. Tek kulak değil göz açımıza da girmiş olduklarında asker kıyafetli bir adamın koşarak ilerdigini görmüş arkasından uçan terlikte göz açımıza girmiş bulunmaktaydı. Elimle ağzımı kapatıp olanları seyrederken yere kapaklanan terliği bu sefer koşan asker alarak aynı hızla kadına göndermişti. "Gir lan içeri! Gir kırmayım kemiklerini!" "Sen odun bile kıramazsın! Hadi gel, kırmazsan adam değilsin!" Bu sözleri duyan adam aynı hızla kadına koştuğunda kadın bu hıza eşdeğer şekilde gerisin geri koşmaya başlamıştı. "Bak karı elimde kalacaksın!" "Senden korkan senin gibi olsun!" "Lan sen benim başıma bela mısın?" Bir yandan aralarına atışıyorlar bir yandanda ellerine ne geçiyorsa birbirlerine fırlatıyorlardı. "Terbiyesiz karı! Geç içeri rezil ettin tüm aleme bizi!" "Ulan köpek olup peşimde dolaştığın günlerden daha az rezil etmişimdir seni!" Şaşkınlığımdan hâlâ çıkamayarak Selda'ya baktım. "Bir şey yap öldürecekler birbirlerini." Telaşla söylenip oturduğum yerde tedirginlikle bir sağa bir sola bakarken Selda esneyerek başını iki yana yatırıyordu. Fazlasıyla rahattı. "Rabia geç içeri!" "Gel sen sok içeri!" "Bir gün elimde kalacaksın!" "Ters tepmesin!" O sıra iki genç asker koşarak adamın yanına giderlerken arkalarından bağırdım. "Hah, koş abi koş!" Beni duyduklarından emin değildim. Adamlar hızla öfkeli adamın koluna girip konuşmaya başladılar. "Aman abi dur!" "Bırak Cavit! Bırak kırayım şunun kemiklerini!" Diğer zayıf asker konuştu. "Aman abim o nasıl söz! Gel bir kahve içelim. " "Bırak Yasin, haddini bilsin!" Kadın döndüğü evden hızla üzenlerine koştuğunda elindeki tavayı görmemle elimle hızla ağzımı kapattım. Benimle aynı şaşkınlığı -korku diyecektim- yaşayan askerler gözlerini açarak geri geri gitmeye başlamışlardı. Diğer evlerden koşup gelen iki kadın hızla tavayla koşan kadının peşinden koşuyorlardı. Sarışın ciyak sesli kadının sesi ortalığı kaplamıştı. "İndir kız, İndir kafasına!" Kahverengi kısa saçlı kadın ise daha mülayim bir kadına benziyordu. "Aman Rabia abla sakin ol! Kız Rabia abla!" "Sen kimin kemiklerini kırıyorsun! Gel, gel de görelim kim kimin kemiklerini kırıyor!" "Abi gözünü seveyim bir tatsızlık yaşanacak!" Lojmanın içinden çıkan beyaz tenli küçük kız ise eline aldığı ufacık tavayla annesi olduğunu düşündüğüm kadının peşinden koşuyordu. İnce kahverengi saçları rüzgara değerek savuruyordu. Uzaktan bile anladığım çikolata gözler keyif alıyordu bu durumdan. İki asker aceleyle adamın koluna girerek süratli şekilde lojmanın etrafından uzaklaştırırlarken iki kadın da Rabia denilen kadının yanında bitmişti. Sarışın fiziği güzel olan kadın şu kışta bile incecik giyindiği tozpembe elbisesinin üzerine ince şal atmış iki kadını dinliyordu. Daha sakin, mülayim duran kahverengi kısa saçlı kadın ise sıkı sıkı giyinmiş tatlı tatlı konuşuyordu. Rabia denilen kadın ise hâlâ derin derin sinir soluyordu. "Aman ablacım değer mi? Olabilir anlaşmazlıklar yaşanır biraz alttan mı alsan?" "Ne alttan alcam be! Böyle yapa yapa tepeme bindiler." "Tabi kız ne alttan alacak. Sen beni dinle şekerim erkek milletini böyle savacaksın başından." Gözler birden küçük kıza kaydığında Rabia denilen kadın ciyaklmaya başladı. "Kız Gonca! Ne işin var burda! Koş kız gir içeri!" En son dediği şeyi kızın poposuna vurarak dediğinde Gonca denilen ufaklık gülerek lojmanlarına doğru koştu. "Gel şekerim bizde bir kahve içelim. Bizim beş harfliler karargaha geçtiler boş ev." Beş harfli mi? Anlamayarak Selda'ya çevirdim bakışlarımı. "Erkek diyor erkek." Kısa açıklamasını kaşlarımı kaldırarak cevaplamıştım. "Yok bacım bu sefer kafaya koydum. Bu Yunus'u boşayacağım." Kahverengi kısa saçlı kadın gözlerini pörtleterek "Ay abla çoluğun çocuğun var bir sakin ol!" dediğinde Sarı saçlı kadın o kadına dönerek "Nazlı sus kız karıştırma kadının aklını." Bunu dedikten sonra bakışlarını Rabia denilen kadına çevirdi. "Akıllılık yaparsın şekerim. Beş harflilerden hiç yarar geldiği görüldü mü? Sen bunu şu ufacık sabiler doğmadan yapacaktın da neyse!" Sona doğru uzatmıştı harfleri. Onlar hızla sağda kalan lojmana geçiş yaparken ben ne yaşadığımı düşünüyordum. "Sabah kaosumuzu aldığımıza göre yavaştan ilerleyelim." Dakikalar sonunda sandalyem ilerlediğinde gözlerimle lojmanına tarıyordum. "Bu neydi şimdi?" "Her saat rutini güzelim. Buranın en kavga eden çiftidir Yunus ile Rabia. Her sabah gelir izler giderim. Sende alışırsın zamanla." O kadar rahat ve normal şekilde söylemişti ki gülmeden edemedim. "O sarışın kadının erkeklerle alıp veremediği ne peki?" Sorumla yavaşça kulağıma eğilerek fısıldadı. "Evde kaldı da ondan." Geri çekildiğinde kıkırdamıştı. "Çokta güzel kadın. Niye evlenmemiş ki?" "Çok kolay kız bunun cevabı. Abisi ve babası varken daha zor evlenir o." "Katılar mı?" "Katı kelimesi yanlarında devede kulak kalır." "Evlense hâlâ bu kadar güzel kalabilir miydi bilemiyorum şimdi." "Haklısın. Evlilik yaşlandırıyor insanı." Konuşmaya devam ederken birden birden iğrenti sesi çıkararak uzattığında baktığı yere baktım. Platin Sarı saçlı, incecik belli, uzun boylu, sarışın kıza odaklandığını gördüm. Güzel kadındı kendisi. Güzel, güzeldi de sabah sabah için fazla abartı mi giymişti o? Hemde böyle askeriye ortamında bir yerde böyle kıyafet... Diz kapağının üzerinde biten mor salaş, askılı bir elbise giymişti. Sarı platin saçlarını dalgalandırmış yüzüne yakışan ama abartılı bir makyaj yapmıştı. Ayağındaki topukluyu hiç demiyorum zaten. Kıvıra Kıvıra ilerlerken bakışlarım Selda'yı buldu. "Kim bu kız?" diye sorduğumda yüzünde hâlâ iğrenti akıyordu. "Binbaşı Rıfat Albaş'ın kızı Leman Albaş." "Güzel kızmış." "Bırak güzelliği de dinle. Rıfat Binbaşı kızını Yüzbaşı Uraz Utku ile evlendirmek istiyor." Kaşlarımı çatıp ona baktığımda tekrar önüme dönüp kıvıra kıvıra yürüyen Leman'a baktım. "Acıdım şimdi kıza." dedim. Yüzündeki iğrenti ifadesinden bir an bile vazgeçmemiş bakarken oflayarak konuştu. "Yine tası toprağı toplamış gidiyor. Yok ben dayanamıcam!" Birden sandalyemin kulpunu tutarak hızla ilerlemeye başladığında yere kapaklanacağımı sanmıştım. Ellerimi iki yana sabitleyerek düşmemek için savaş verirken karargaha gittiğimizi anlamıştım. Saniyeler içinde karargahın önüne geldiğimizde Uraz Yüzbaşı Leman denilen kız tarafından yolu kesilmiş, dediklerini dinliyordu. Elini belindeki palaskaya sabitlemiş, hiçbir mimik harcamadan onu dinlerken ne kadar da mülayim görünüyordu. Kız elindeki saklama kabını ona uzatırken saçını ikide bir sağa sola sallıyor, durmadan cilveleniyordu. Uraz Yüzbaşı ise arada başını başka yönlere çeviriyor bu hallerinden kurtulmaya çalışıyor gibiydi. Elindeki kabın ağzını açarak uzaktan bile belli olan yapılı tırnaklarının arasından bir yaprak sarması çıkarıp Uraz komutana yaklaştırdığında ani refleksle kafasını geri çekip belindeki palaskayı tutan elini kaba yönlendirip bir tane sarma alıp ağzına attı. Çiğnerken bile hiçbir mimik oynatmamasından sevip sevmediğini anlayamamıştım. Kızın morali gitsede yüzüne kondurduğu yalancı gülümsemesiyle omuzlarını hafifçe sallayarak başını sağa savurdu. "Beğendiniz mi?" İnce sesle ve ağzını yayarak konuştuğunda yüzümü buruşturmadan edemedim. "Zahmet etmişsiniz. Sağolun Leman Hanım." Bu gür ses ise Uraz komutana aitti. Fazlasıyla resmi konuşuyordu. Leman bunu duymasıyla hafif bir kıkırtı yayarak "Estağfurullah, afiyet olsun." dedi. Uraz komutan kaçmak için fırsat arıyormuş gibiydi. Ayağını sağa çevirip ilerleyecekken Leman denilen kadın kolunu tutarak hafifçe dokundu. Bu dokunmayla gözlerini bir koluna birde Leman denilen kadının ellerine çevirdi. Kadın kıvırarak az daha yaklaştığında şunları söyledi. "Benimle resmi konuşmanıza gerek yok. Babamın rütbesinden dolayı çekiniyorsanız, biz arkadaşız." Uraz komutan kolunu kadının arsız ellerinin arasından ağırca çekerek başını dikleştirdi ardından "Lüzumu yok." sözlerini sarf etti. Leman'ın yüzü şekilden şekile girerken istediğini alamamanın verdiği çirkeflik ile baştan aşağı süzdü komutanı. Ağzını açıp bir şey demek için aksi şekilde harekete geçmedi. Kafasını bir kez eğip "Kolay gelsin." diyerek kıvıra kıvıra yanında bir boran gibi geçip gitti. Gözlerim arkasına takılıkaldığında üzülmedim değil şimdi. Uraz komutan başını sabır çekercesine eğip bir elini cebine yerleştirdiğinde karargaha girmek üzere adım atmıştı ki gözleri anlık bana değdi. Kaşları daha fazla çatılabilirmiş gibi çatıp baştan aşağı süzmüştü her ikimizide. Ağzının içinde bir şeyler gevelendikten sonra dışarıda kalan elini yeni çıkmaya başlamış sakallarının üzerinde gezdirdi. Yanımıza geldiğinde "Hayr'ola sabah sabah?" diye girdi konuya. Ne avam bir adamdı bu ya! "Hava almaya çıkmıştık komutanım, sizi görünce selam verelim dedik." Yoo ben öyle bişi demedim. Başını ağırca sallayıp gözlerini bana diktiğinde "Ne bu surat? Gece kabus mu gördün?" dediğinde çenemi tutamayarak Sabır dilenircesine alayla yarım ağız güldüğünde şaşırmadan edemedim. Üzerimdeki monta daha sıkı sarılıp bakışlarımı ondan çekerek karargahtan çıkan Barın abiye baktım. Gözleri direkt benimle kontak kuruyor, yanıma yürüyordu. Uraz komutanın yanına geldiğinde bir elinde çayı, diğer elini de omuzuna yerleştirdi. "Yine yakalanmışsın radara." Uraz komutan önce omzundaki ele sonra da sahibine baktığında bakışları nahifleşmişti sanki. Ağırca eğdiği başıyla konuşmaya başladı. "Tek gün atlamıyor mübarek. Ondaki azim sizde olsa şuan dağda olurduk." Sözlerinin ardından boğazından çıkan bir sesle gülen Barın abiyi süzdüm. Gülmek ne kadar da yakışıyordu ona. "Endişeye mahal yok çıkarız iki güne. " Onun cevabı ise bu olmuştu. Kendi aralarında konuşmaları bittiğinde gözler bize dönmüştü yine. Barın abi aynı ciddiyetini korurken ikimizede baş selamı verdi. Karşılık verirken dudaklarını aralamıştı. "Nasılsın?" Kısa ve özdü sorusu. "İyi. Sen nasılsın?" Ona eşlik eden soru ve cevabımı gözlerime bakarken cevapladı. "İyidir." Bundan sonrası sessizlikti. Selda görünmez olmuş gitmişti sanki. Başımı geriye çevirip hâlâ arkamda mı diye kontrol ettim. Yerli yerince duruyordu. Harekete geçmek üzereydi ki karşıdan gelen adamı görmemle gülümsemeden edemedim. Yanındaki iki askere sabahki yaşadığı olayları anlattığı aşikardı. Ne tuhaftı her şey burada. Ya da ben insan yüzü görmediğimden tuhaf geliyordu her şey bana. Gözlerimi adamdan çektiğimde Uraz komutanın sorgulayıcı bakışları altında ezildiğimi hissettim. "Meşhur Yunus - Rabia kavgasına şahit olmuşsun anladığım kadarıyla. " Barın abinin sesiyle odağımı ona çevirdim gülerek başımı olumlu anlamda salladım. "Yalan yok şahaneydi." dediğimde elindeki çayından bir yudum alıp yarım ağızla gülümsedi. "Siz kadınların arayıpta bulamadığı şey işte." Sözleri yüzümde gülümseme bırakmıştı. Yunus denilen asker hızlı hızlı konuşuyor elini sağa sola savurup duruyordu. Yanımıza geldiklerinde Uraz komutanı görmesiyle sakinleşmişti. "Hayr'ola Yunus, Noldu?" Bilmiyormuşçasına sorduğu soruya içten içe kıkırdayarak Uraz komutana bakmıştım. Yunus bu soruyu duymayı bekliyormusçasına hayıflanarak konuşmaya başladı. "Sormayın komutanım ya! Çok dertliyim." "Dur oğlum sakin ol bir. Tane tane anlat." Öyle ilgili soruyordu ki sorularını, bir elini de Yunus'un omzuna koymuş babacan tavırla gözlerine bakıyordu. "Yav komutanım Allah için bu evliliği kim icat etmişte başımıza salmış yav! Kurbanın olayım evlenipte dertsiz başınıza dert almayın yav! Gözleri anlık bana değdiğinde kaşlarım kendiliğinden çatıldı. Bu sıra Yunus devam etti konuşmalarına. "Yav ben sinirli bir adamım diyorum tepeme tepeme konuşuyor yav!" Barın abi sözünü kesip lafa atıldı. "Valla Yunus kardeş senin hanımda pek ceval. Senden eksik kalır yanı yok." "He yav. Doğru dersin Barın komutanım. Benimkinde eksiklik yok hatta fazlası var!" Barın abi elindeki çaydan bir yudum daha aldığında Uraz komutanın yüzünde hafif bir gülümseme vardı. "E oğlum sen Rabia Hanımla evlenmek için dört yıl peşinde gezmedin mi?" " Aman hatırlatmayın komutanım bak sinirlerim tavan yapıyor. Yok arkadaş aklı olan evlenmez! Ben hanım değil askerlik arkadaşı seçmişim bana!" Kıkırtılar yükseldiğinde herkesin olaya değil aslında onun konuşmalarına ve hayıflanmalarına güldüklerini biliyordum. "Bizim küçük kız da anasından kalmaz. Eline aldığı tavayla peşimden koşuyor ba ba ba ba ba ba! Anası kılıklı!" Bu lafıyla herkes daha sesli gülmüştü. Bende yanlarına eklenmiştim tabiki. "Kim? Gonca mı? Bücüre bak sen." Barın abi hayretle sorduğu soru sonrası cebinden çıkardığı sigarayı dudaklarına değdirmişti ki Uraz komutanın bakışlarıyla karşılaşmıştı. Filmlerde komutanı gören askerler korkuyla sigarayı atarlardı, açıklama yaparlardı lakin öyle olmadı. Gözlerinin içine baka baka o sigarayı yaktı. Dumanını da keyifle dışarı saldı. "Öyle işte komutanım dert bir değil ki. Vallahi benim oğlanı da kendilerine çevirecekler diye ödüm kopuyor." Bu sözüne kendimi tutamayarak sesli güldüm. Gözler bana evrildiğinde yavaş yavaş soldu gülüşüm. Yunus'un gözler beni yeni görüyormuşçasına ağırca süzmüştü. Soru sormak istiyor gibi baktığında dudaklarını araladı. "Geçmiş olsun. Yeni görüyorum sizi, yeni misiniz burada?" Meraklı sesine samimice gülümseyerek "Biraz misafiriniz olacağım burada." dedim. Başını aşağı yukarı sallayarak anladığını belirtmişti. "Peki kimin misafirisiniz?" Cevaplamak için hazırlanmıştım ki benden önce biri cevaplamıştı bu soruyu. "Benim misafirim." Uraz'ın gür sesine gözlerimi devirerek ağzımın içinden "Maalesef" diye gevelendim ama herkes duymuştu. Dakikalar sonra Selda da lafa girmişti. "Yavaştan eve geçelim mi Efşan? Kahvaltı hazırlanacak." Başımı sallayıp "Olur, dönelim." dedim. Gitmek için hazırlanmıştık ki Yunus'un sesiyle gözlerimiz ona değdi. "Karargahta Kahvaltı hazır yav. Boşuna gitmeyin. Burda yeriz. Öyle değil mi komutanım?" Uraz dikleşerek ikimizi ağırca süzmüş bir cevap vermemişti. Pek gönlü yok gibiydi. Aman senin ekmeğine muhtaçtık sanki! "Tabi. Aylin sofrayı kurmuştur çoktan." Barın abinin sesiyle keskin bakışlarını ona çevirdi. Aynı bakışları Barın abi de ona atıyordu. Ne biçim arkadaştı bunlar? "Selda geçin siz içeri. Yunus yolu göster. " Barın abi otoriterliğini ortaya koymuştu e bize de uymak düşerdi. Gıcıklık değil mi? O ne derse tersini yapacaktım işte böyle. Az bir mesafe sonrası küçük bir kulübenin önünde durduğumuzda içeriden gelen yüksek seslerden tüm timin burada olduğunu anlamıştım. İçeriye adım attığımızda bizim girdiğimizi fark etmemişlerdi herkes kendi halindeydi. İçeride yankılanan şarkı sesi sona erdiğinde köşede duran telefona koşan iki kişi Bade ve Lazoğlundan başkası değildi. Bade Lazoğlundan önce telefonu kapmış sımsıkı sarılmıştı. Lazoğlu ise yanındaki ses bombasını almış kaşları çatık şekilde Bade'ye bakıyordu. "Sıra benum ver telefonu." Sert bir sesle söylediğinde Bade ciyak bir sesle "Ya Laz şarkıları dinlemek istemiyorum!" diye hızla konuştuğunda Lazoğlu elindeki telefonu almak için hamle yaptığında hızla geri çekti elini. "Kulağını kapat o zaman!" "Bu sefer ben açıcam!" "Bade ver telefonu!" Lazoğlu tekrar hamle yaptığında Bade bu sefer kaçamamıştı. Elindeki telefonu tam alacakken ciyak ciyak bağırmaya başladı. "Hafız abiii! Hafız abi şuna bir şey söyle ya!" "Versene kızım telefonu!" Aralarında çekişme geçmeye devam ederken oturduğu yerden ayaklanan Hafız abinin heybetli bedeni gözler önüne serilmişti. "İdris bırak Bade açsın sende ondan sonra açarsın." İdris bunu duyduğunda Bade'ye öyle sert baktı ki o bakışı bana atsa ne yapardım diye düşündüm bir an. Bade hızla Idris'in eline kelepçelenmiş kolunu çekip kurtarırken Lazoğlu'da geriye doğru savurmuştu ince bedeni. Hayıflanarak Hafız abiye döndüğünde "Abi sende hep boyle yapaysun!" diye söylendi. Bade İdris'i takmayarak telefona hızla yazdığı şeyle ortamı müzik sesi kapladığında gülümseyerek telefonu tezgahın üzerine koydu. Salaş, siyah pantolonun üzerine geçirdiği koyu mavi kazak kumral tenine -ki bence daha çok sarıya çalıyordu teni- ve masmavi gözlerine fazlasıyla yakıştığını gördüm. Kısa saçları , keskin yüz hatları oldukça yakışıklılık katıyordu. Bade ise kahve, bacaklarını tamamen saran bir tayt giymişti. Üzerine de aynı renk kazak geçirmiş hafif koyu uzun kahverengi çorabı da tayıtın üzerine çekmişti. Temiz kestane saçlarını da kıskaçlı toka ile tutturmuştu. İnce yüzü, çilleri ve ela gözlerinden gözlerimi alamıyordum. Çok güzel bir kızdı Bade. Tezgahın üzerinde duran reçel ve çikolata kabını alırken şarkıyı söylemeye başladı. " Yana yana geldim ben sana" Şarkıyı hem söyleyip hem de masayı kurmaya devam ederken Lazoğluna bakarak söylemeye devam etti. Sanırsam onu sinirlendirmeye çalışıyordu. Lazoğlu ise çatık kaşlarının arasından baştan aşağı dikkatle onu süzüyordu. "Yürekte kıvrak tende kıvrak" Göz açıma Aylin'de girdiğinde o da şarkıya eşlik etmeye başlamıştı. Bade Lazoğlu'nun yanına yaklaşıp arkasında duran ekmeğe uzandığında Lazoğlu hâlâ aynı şekil duruyordu lakin yüzü için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Çene kaslarının geridligini görebiliyordum. Bade az daha yaklaşıp ekmek poşetini kendine çektiğinde Lazoğlu hafifçe kendini geri çekip ağzının icinde bir şeyler gevelendi. Bade seke seke yanından uzaklaşırken başını sabır dilenircesine sağa yatırdı. Derin bir nefes alıp başını sola çevirdiğinde ise göz göze geldik. Beni görmesiyle önce kaşları havalandı sonra sert çehresi kendini gülümsemeye bıraktı. Kenetlenmiş iri pazularını birbirinden ayırıp belini dikleştirerek yanıma yaklaştı. "Ooo gözleru güzel bir de yüreğu güzel gelmuş. Hoşgeldinuz." Laz ağzıyla konuşması benim yüzüme daha bir canlılık kattığında "Hoşbulduk." Dedim. Gözleri anlık sandalyeme kaydı fakat bir şey demeden gerisin geri dönerek "Ula siz ne biçum timsinuz? Misafirlere kapida kalmuş içeru davet eden yok!" Kendi halinde olan tim bu sesle ayaklanırken herkes aynı anda konuşmaya başlamıştı. Lazoğlu yüzünü bize çevirip "Gel Selda bacum gel ayakta kaldunuz." diyerek yol gösterirken Aylin, Bade ve Hafız abi de kapıya kadar gelmişlerdi. "Hoşgeldiniz." "Hoşgeldiniz." "Hoşgeldiniz kızlar niye seslenmiyorsunuz?" Aylin ve Bade aynı anda bizi karşılarken Hafız abinin sesiyle Selda lafa girdi. "Ne bilelim abi işlerle uğraşıyordunuz ya..." diyerek devamını getirmedi. Hafız abi ise kaşlarını çatıp "Olur mu öyle? Sesleneceksiniz tabi. Geçin geçin donmuşsunuz." diyerek kenara çekildi. Selda içeriye adım atarken ikimizde birbirimizden çekingen davranıyorduk. Ben sandalyem ile içeri girmek istesem de kapıdaki tümsek yüzünden bir türlü içeri giremiyordum. Bir kez daha tekerleği ittirdiğimde tekerlek aşağı çukura saplanarak işimi biraz daha zorlaştırdı. Kollarımda ağrımaya başlamıştı artık. "Uff hadisene be! Çık şurdan!" Bir kez daha denediğimde olmayınca başımı kaldırarak "Hafız abi yardımcı olur musun?" diye seslendim. Lakin karşımda Hafız abi değil Uraz komutan duruyordu. Ne ara gelmişti? İrkildiğimi hissetmiş olmalıydı. Kafamı heybetli bedeninin arkasında duran timi görmek üzere sola yatırdığımda herkesin konuşmaya daldığını gördüm. Bu adamdan yardım dilenecek değildim. Görmezden gelmeyi tercih ederek kapıya yakın olan kişiyi gözlerimle taramaya devam ettim. Herkes sohbete dalmış birbirlerine ayak üzeri laf alıp laf veriyorlardı. "Ne zamana kadar öyle duracaksın?" Her zaman ki gibi lafı başlatan Uraz komutan olmuştu. Yüzünü görmeyi hatta ve hatta sesini duymayı istediğimi sanmıyorum. Elimi tekerleklere tekrardan yerleştirdiğimde başaramayacağımı zaten biliyordum. E birazda acemiliğin getirisi vardı tabi. "O öyle çıkmaz ordan." Olumsuz konuşmalarına başlamıştı yine. Her bir dediğini kulak arkası etmeye devam edecektim. Anca bunu hak ediyordu çünkü. "Çıkmaz demiştim." Bunu öyle ukalaca söylemişti ki sinirle kafamı kaldırarak "Salak değiliz herhalde biz de biliyoruz. Senden yardım isteyeceğime kendim uğraşmayı tercih ettim." "Yine benim yardımıma kaldın ama öyle değil mi?" Kehribar gözlerinin üzerinde yüzüne süs katan kaşlarını ukalaca kaldırarak üsten üsten bakmaya devam ediyordu. Gözlerimi devirerek bakışlarımı başka tarafa çevirdim. Birkaç saniye sonra dibimde bittiğinde istemeyerekte olsa bakışlarımı yüzüne çevirdim. "Hadi şu çocuk inadını bırak." Dangoz hareketlerinden ve sözlerinden eksik kalmadığı gibi birde beni kucağına almak için hamle yapmasıyla kaşlarımı çatıp "Niye, yeniden bir tuvalet macerası yaşayalım diye mi?" diye sordum agresifce. Aptalca bir davranıştı bu çünkü buna hâlâ canımı sıktığımı düşüncesi onu gözümde büyüttüğüm anlamına geliyordu. Bir sey demeden beni kucağına almak üzere üzerime eğildiğinde "Bana sen yardım etme, sen yardım edince sonu hep kötü bitiyor" "Ben sana her yardımın sonunda güller çiçekler vaad etmiyorum. Neysem oyum." Hin sözleri sonu gelmeyen göz devirmemi bir kez daha ortaya çıkardığında sıkıntılı nefesimi dışarı saldım. "Bu yardımın sonunda ne yapacaksın? Hangi sözleri sarf edeceksin? Neyi kullanacaksın bu sefer?" Tek tek kurduğum cümleleri sakin bir şekilde dinlemesi içime hafiften sıkıntı düşürmüştü. Bu kadar sakin kalması normal gelmiyordu. Bir eli sandalyemin köşesinde dururken yüzüme yakınlığını yeni fark ediyordum. Birkaç saniye ardından beni kucağına aldığında hızla kollarımı boynuna sardım. "Bırak beni!" Dişlerimin arasından söylendiğimde aklıma gelen şey ile acele ve tedirgin bir tutumla "Ya da bırakma! Yere falan atarsın Allah muhafaza!" dedim kollarımı daha sıkı sararken. "O kadar cani miyim sence?" "Konu ben olunca her şeyi beklerim senden." Kaşları belli belirsiz oynamış gözlerimin içine bakmıştı. Öyle derin, öyle durgun bakmıştı ki içimde ne olduğunu bilmediğim tuhaf bir şeyler oldu. Gözlerimi gözlerinden kaçırırken o da kulübeye adımlamıştı. Gözler üzerimize çevrildiğinde utanç duydum. Uzun mavi koltukta yan yana dizilerek oturmuş olan Gürkan, Kayra ve Pars ayaklanarak yer açmışlardı bana. Bu daha fazla germişti beni. Uraz komutan sırtımı koltuğun kenarına yaslatıp ayağımı uzattığında Pars'ta sırtıma yastık yerleştirmişti. "Rahatsız oldunuz böyle kusura bakmayın." Zarif sözlerime tezat sert bakışlarla karşılaşmayı beklemesemde gözlerimi ondan çevirip asıl muhatabım olan üçlüye gözlerimi gezdirdim. Pars yanımdaki boşluğa kendini bırakırken Gürkan ellerini göğsünde birleştirmişti. Kayra ise kalçasını karşımdaki koltuğun başlığına yaslayarak yüzünün aksine kalın sesiyle konuştu. "Estağfurullah o nasıl söz. Görüşmeyeli nasılsın peki?" Cevap vermek üzere dudaklarımı araladığımda benden önce konuşan Gürkan yüzünden geri kapatmak durumunda kaldım. "Hemen hemen birkaç saattir görüşmüyoruz ama yine de sen bilirsin." Sözlerine göz deviren Pars atladı bu sefer. "Komutanım ince düşünen bir adam senin aksine!" Gürkan karşılık verecekken bu tartışmanın sonunun gelmeyeceğini bilen Kayra konuşarak önünü aldı olası bir saçma olayın. "Müsade etsenizde Efşan Hanım konuşsa." Sözlerinin altında belirli bir tariz vardı. İkisi de aynı anda sustuklarında konuşma sırası bendeydi. "Önemli değil. İyiyim, umarım daha iyi olacağım tabiki sizin sayenizde." Dikkatle beni dinlediğini belli eden yüz hatları yumuşayarak karşılık vermişti bu cümlelerime. Masanın üzerine konulan menemen tavasıyla dikkatler Aylin'e çevrilmişti. "Hadi oturun." diyen Aylin'in sözlerine kulak asan tim masanın etrafına yerleştiren Selda iki tane bardağı ortaya koymuş çay dolduruyordu. Pars benim yanımda otururken onun yanına da Hafız abi yerleşmişti. Karşıya Barın abi, Uraz komutan, Gürkan, Kayra yerleşirken masanın köşe kısımlarına Selda, Aylin ve Bade sıkıştırmıştı kendilerini. Elinde iki ekmekle içeri hızla giren Yunus'u gördüğümde yüzünün düştüğünü gördüm. "Ekmek yetmez diye ekmek almaya gitmiştim, bana yer yok mu?" Ağzının içinde kelimeleri yuvarlarken İdris ağzındaki ekmeği yutup arkasını döndü ve konuştu. "Kusura bakmayasun Yunus kardeş. Sana yer varmuş gibi durmayi. Aha sen şu arkada bir yerde kemiresun ekmeğuni." Her bir kelimenin ardından düşen yüzü görmemek imkansızdı. Elinde ekmeği, düşen yüzüyle gözleri Uraz komutanı taradı. "Şu arkaya doğru mu?" Elini kaldırıp mutfak tezgahın orayı işaret ettiğinde İdris menemene bandırdığı ekmeği ağzına atıp kafasını aşağı yukarı salladı. "Ha oraya oraya." Yunus elindeki ekmeklerle tezgahın oraya iliştiğinde herkesin yüzünde alaylı bir sırıtış vardı. Bade peyniri ağzına atıp çayından bir yudum alırken Hafız abi Pars'a bir şeyler söylüyordu. Uraz komutan ağır hareketlerle kahvaltısını yapıyor, onun yanı sıra Gürkan ve Lazoğlu kapışarak karınlarını doyuruyorlardı. Kayra Selda'ya ekmek uzatırken Aylin'in Barın'a bakışlarını yakalamıştım. Barın abi ise dalmış gitmişti farkında bile değildi Aylin'in ona baktığından. Onların bu hallerini süzerken karşıda oluşan karmaşayla irislerimi o yöne çevirdim. "Hele şöyle bir açılın." diyerek Gürkan ve Lazoğlu'nu iterek ortalarına yerleşen Yunus ekmeğini menemene batırıp yemeğe koyulmuştu. Bu ani hareketi beklemeyen Lazoğlu dengesini kurabilse de Gürkan kuramayarak yere kapaklanmıştı. Yerden doğrulabilmeyi başardığında kükreyen bir ses tonuyla araladı dudaklarını. "Ya abi napıyorsun ya!" Ortamı kaplayan kıkırtılara eşlik ettiğimde nedense ilk odağım Uraz komutan olmuştu. O bizlerin aksine elinde sigarası yarım gülüşüyle karşılamıştı bu durumu. Bir eli kalın bacağının üzerinde bir eli de masanın üzerindeydi. Sigara dumanı direkt benim yüzüme akın ediyor bakış açımı buğulandırmaya yetiyordu. Kehribarları, hafif kıvrılmış dudaklarına uyum sağlayan bir güzellik içindeydi. Uzun, gür, kıvrak kirpikleri teninin sarımsı rengine tezatla en uyum sağlayan yeriydi. Kalın şekilli kaşları kemikli yüzüne orantılı, hokka burnu bir kaydırağı anımsatacak kadar yapılı ve ilgi çekiciydi. Uzamış saçları gürlüğünü ve rengini kaybetmemiş capcanlı karşımda durarak şölen sunuyorlardı heterokromi irislerime. Şakağının kenarında bulunan minik ben dikkatimi çekti. Hemen sağ gözünün altında da ufacık bir bene sahipti. Bu detay fazlasıyla çekici gösteriyordu gözlerini. Yüzüne orantılı dudakları solgun, mor renge sahipti. Yeni yeni çıkmaya başlamış sakalları eskisine nazaran daha fazla uzamış keskin kehribarlara ayrı bir hava katmıştı. O, fazlasıyla yakışıklıydı... Benden oldukça büyük olduğu aşikardı: bu beden, bu karakter otuzlularının başında olduğunu bağırıyordu âdeta. Çatık kaşlarının altında dikenli bakışlarla karşılaştığımda olduğum âna dönebildim. Onu o kadar fazla incelemiştim ki bu irrite anım onun da dikkatini çekmeyi başarmıştı. Hızla gözlerimi ellerime çevirdiğimde onun keskin bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. "Bitecek bu tabak itiraz kabul etmiyorum." Sivri ve tok sözlerini geri çevirmeye çekindiğimden ağzımı açamamıştım. Gözlerine öylece bakarken bacağımdaki tabağı alarak elime tutuşturdu. Düşmesin diye ek bir zahmete girmemiştim. Canım bir şey istemiyordu. "Hadi, bakma yüzüme." Bu tavrı zihnimin derinlerinde kaybolan birini anımsatmıştı. Adı da yüzü de silik bir hatıraydı artık. Hafızamın belleğinde tozlanmış bir sayfaydı artık o. Bu durumumun sebebi, yüreğimdeki yangının adıydı. Çocukluğum, gençliğimin katili en önemliside tek kişilik ailemin varlığıydı. Damarlarında gezinen soğuğun adı kadar sıcağı yoktu ruhumda. Adındaki soğukluk ise ölüm kadar buz kesmiş, mezar kadar ıssız bırakmıştı adımın yanında. Efşan Dora ve Barlas Ata... 29 harfin En kötü kombinasyonuydu bir bakıma. Benim ona duyduğum kardeş sıcağı onun zehirli ruhunda zerre kadar yer etmemişti bu yirmi üç yılda. Pars'ın nahif, yumuşak sesi onun gür, azarlayıcı tonunun yanında irrite kaçmıştı. Benim tek alışık olduğum ton onun azarlayıcı tarzıydı. Buruk bir gülüş peydahlandı çizgi halindeki dudaklarımda. Çatalı tabağa batırarak birkaç lokma ardından masaya bırakıp başımı her şeyleriyle aile olan bu time çevirdim. Kırgındım abime. Umutsuzdum. Onu bir daha görmek imkansız gibi. Ona sarılmak, kollarının arasında kaybolmak lüks gibi. Ona abi demek ise... "Efşan?" Dalgınlığımı meraklı bir sesle buhar olup dağıttığımda Aylin'in sorgulayıcı bakışlarıyla karşılaştım. Çatık kaşları tedirgin bir tutumla daha fazla çatıldığında zorlukla gülümsedim. "Yüzünün rengi atmış iyi misin?" Endişe barındıran sesine karşılık vermek için boğazımı temizleyerek "İyiyim." dedim kısaca. Gözlerimi etrafta gezintiye çıkardığımda erkeklerin dağıldığını gördüm. Selda yanıma geçip koltuğa oturduğunda hafif bir çöküntü oldu. Bembeyaz tenini alnımda hissettiğimde dudaklarını araladı. "Ağrın falan mı var? Bembeyaz kesilmişsin?" Bu meraklı ve ilgili halleri beni daha çok duygulandırsada içime atarak "İyiyim, teşekkür ederim." dedim ikisinin gözlerine de bakarak. Onları ikna etmek için gülümsemeye devam ederken tok sesi işittim. "Noldu?" Üçümüzün gözleri de sesin sahibini bulduğunda Aylin ayaklanarak yanına yaklaştı. İri pazularının arasında tuttuğu odunları kucaklarken "Yüzü bembeyaz kesildi baksana şu rengine." dedi. Uraz komutan odunları ona verirken gözleri benim üzerimden bir salise bile ayrılmadı. Bu kulübeden ayrılmayacağını ise bana doğru ağır hareketlerle adımladığında anlamıştım. Bunu yaparken kehribarları yüzümün her bir köşesinde geziniyordu. Elindeki siyah eldivenleri yavaşça sıyırıp atarken gözlerimin en derinine mıh gibi çakıyordu gözbebeğindeki o bal rengi. Sağ elini yüzüme yaklaştırdığında iri elini alnımda hissetmiştim. Bu temas yüzümü alev alev yakarken iri eli arsızca yüzüme dokundu bu sefer. "Bir şey yemiyor ki. İki gündür bakıyorum didikliyor anca." Keskin sesi bir babanın kızını azarlaması gibiydi. Eli ağırca tenimden uzaklaştığında nefesimi tuttuğumu fark ettim. Gözlerimi yukarı kaldırarak öfkeli gözlerin odağı oldum. "Ağrın falan var mı?" Yok dersem sanki elinin tersiyle çarpacak gibi bakıyordu. Bu korkuyla önce yutkundum ardından doğru söylemeyi tercih ettim. "Fazla değil. Hafif bir sızı var o kadar." "İlaçlarını aldın mı?" "Alacaktım şimdi." Kehribarları öyle bir hâl aldı ki gözlerimi kırpıştırıp kaçırmak zorunda hissettim kendimi. "Selda getir şunun ilaçlarını. Şu yaştan sonra bir de bakıcılık yapıyoruz ya ne diyim!" Gözlerimi devirmeden edemedim. Yılgın nefesi sobanın cızırtısına karışmış, yağan karın soğukluğunu ise o bal gözler üstlenmişti. Bu bakışlara bir sebep daha vermek istedim nedensiz. "Doğru benim yanımda yaşlı kaçıyorsun." dedim çenemi tutamayarak. Son anda dediğim şeyin farkına vardığımda artık her şey için çok geçti. Lakin geri adım atacak değildim. Sert bakışlar durgun bir hâl aldığında canının sıkıldığını bariz bir şekilde görebiliyordum. Selda duyduğu komut ile aceleyle kulübeden ayrılırken Aylin sobaya odun atıyordu gözleri ise bizim üzerimizde mekik dokuyordu. Elini belindeki palaskaya yerleştirdiğinde üsten bakmaya devam ediyordu. Yutkunarak adem elmasını gözlerime sunduktan sonra dudakları aralandı. "Yanımda çocuk kaçtığın için yaşlı görmen normal." Çocuk mu? Çocuk olduk bir de mükemmel! Altta kalmayacağımı ikimizde biliyorduk. Onu baştan aşağı süzdükten sonra gözlerimi gözlerine kenetleyerek son durakta durdum. Durgun, nahoş bakışlarını değiştirecek o cümleyi kurdum. "Sana abi dememde bir sakınca yok o zaman?" Palaskayı tutan eli sıkılaşmış, vücudu dikleşmişti. Kehribarları yüzümün her yerinde gezintiye çıktığında verecek bir cevabı olmadığını anladım. Yüzüme zafer gülücüğünü kondurup gitgide genişletirken onun mors olmuş suratı daha çok gülme isteği uyandırıyordu. Beni öldürme planları kurduğunu zannettiğim kehribarları son kez heterokromilerimde gezindi ardından bir şey diyecekmiş gibi oldu fakat demeden bir adım gerileyip sabır dilenircesine başını sağa yatırdı. Kulübeden adımını dışarı attığında ne ara içeri girmiş bizi dinlediklerini anlamadığım Pars, Gürkan, İdris üçlüsünün sesini işittim. "Efşan 1" "Komutan 0 " Önce İdris sonra Gürkan konuşmuş bunun getirisi ile hızla ellerini birbirine vurmuşlardı. Keyifle gözler bana dönmüş benimle paylaşmak istercesine etrafıma doluşmuşlardı. Pars daha çok kendisiyle konuşurcasına "Komutanı susturdu..." demişti hayretler içeren ses tonu ve kahveleriyle. Dördümüz keyifle anın tadını çıkartırken Aylin saf bir gülümsemeyle bizi süzmekle yetiniyordu. Odundan dolayı tozlanmış elini çırpıp sırtını duvara yaslandığında solmayan gülümsemesiyle yanağında beliren ufacık gamzeye kaydı gözlerim. Sarışınlığı yüzüne doğallık katıyor saçları hafif kumrala çalıyordu. Kehribar gözleri ise Urazınkinden daha sarı ve canlıydı. Dudakları yüzüne orantılı, küçük burnu düz, elmacık kemiklerine endam katıyordu. Ayrıca sol elmacık kemiğinin köşesinde de bulunan çukur yüzüne apayrı bir hava katıyordu. Keskin, soluk bakışlarını bu gamze yumuşatıyor tatlılık katıyordu. Tanrıça gibi mükemmel gözüküyordu. Aurası da kendisi de kıskançlık uyarıyordu içimde. Sarı gözleri bizden ayrılarak kapıya kaydığında yay gibi gerildiğini hissettim. Onun kesiştiği kör noktaya tereddütsüz bakışlarımı sabitledim. Yabancı değildi o kör nokta. Çakır mavilerde kalakalmıştık ikimizde. Onun aksine samimiyet barındıran bir bakıştı benimkisi. Gülen yüzü kendini solgun bir ifadeye bırakmış huzursuzluk akan yüz hatlarına evrilmişti bu bakışma sırasında. Çakırlarsa inatçı bir tutum sergiliyor, arsızca bedeninde yüzünde geziniyordu. Her bir hareketini beyninine kazıyor ama belleğe atmıyor gibiydi. Tekrar tekrar yaşamak istediği bir anmışta ileriye yer ayırıyordu sanki. Suskunlukları yemin ediyordu âdeta bu döngüye. Bu nasıl bir çekimdi ki bana bunları hissettiriyordu? Barın abinin yanından bir boran gibi içeri dalan Bade kulağındaki telefonu hafifçe kendinden uzaklaştırarak yüzünü buruşturdu. Hemen ardından Selda da elinde bir poşetle içeri girdiğinde gözlerimiz ikisi arasındaydı. "Ne alakası var teyze? Dediğin gibi harcıyorum o parayı. Ayrıca gereksiz yere ne diye para harcayım ki?" Birkaç saniye karşı tarafı dinledikten sonra gözlerini devirip "Ne yapayım ben bilmem ne kremini şu dağ başında? Akıl kârı değil şu söylediklerin." dedi tabi bizim bile duyacağımız bir bağırtıyı tahmin edemeyerek. Selda gözlerini Bade'ye dikmiş bir yandanda bir bardağa su dolduruyordu. Aylinde sofrayı topluyordu. Üç meraklı melehat ise tüm algilarini Bade'ye dikmiş ortaya çıkan yeni dedikodu avındaydılar. "Teyze abartıyorsun. Ben şehir içinde, 7/24 evde olan bir kadın değilim ki! Ayrıca daha 25 yaşındayım evlilik gibi bir düşüncem yok." Evlilik kelimesini duyan üç erkek aynı anda dikleştiğinde kulak kesildiklerini anlamıştım. Aylin de elini beline koymuş Badeyle göz göze geldiğinde çatık kaşlarının altında başını iki yana salladı 'Noluyor?' derecesine. Bade ise abartılı şekilde gözlerini devirerek sessizce mırıldandı bir eliyle de telefonu işaret ederken. "Teyzem!" Aylin anladığını belli eden kaldırdığı kaşlarına baktım bir süre. Birkaç saniye sonra da Bade telefonu kapattı zaten. "Hadi teyze kolay gelsin. Öptüm. " Selda elime tutuşturduğu ilaçları içmem için gözleriyle onay verdiğinde hızla kafama diktim. Hızlı dedim çünkü şuan hepimizin odağında Bade vardı . Aylin'in "Hayr'ola bir görücü muhabbeti daha mı?" sorusunu başka bir soru daha kapladı ortamı. "Ha başkalaruda var?" Havalanmış kaşlar, gerilmiş beden ve stres sarmış bir ortam... "Ne görücüsü? Tanıdık mı?" Bunu soran Pars'ın hiçte etik bir şekilde sorduğunu sanmıyorum. "Teyzem ya! Bizim burdan biriyle görüşmüş randevu ayarlamış. Hayır ne ara nerden buluyor bilmiyorum ki? Bir de benim adıma sözleşmiş ya!" Hayıflanarak kendini tekli koltuğa bıraktığında neredeyse ağlayacak bir tona sahipti yüz hatları. Gürkan yanına yaklaşarak önünde duran tabaktaki biberlerden biri alarak ısırdı ardından kalçasını koltuğun başlığına yaslayarak meraktan yoksun bir ifadeyle konuştu. "Kimmiş ki bu aday?" Birkaç saniye sessiz kalan Bade ağzının içinde yuvarlayarak söyledi ismi. "Yasin... Yasin Darıcı." Çenemi tutamayarak sohbete ben dahil oldum. "Sabah gördüğümüz Yasin mi?" Pars başını çevirip tüm ciddiyetiyle "Sen nerde gördün?" diye sorduğunda hiç bu kadar gerildiğimi hissetmemiştim. "Yunus abi ve Rabia abla kavga ederken onları ayırmak için gelmişti de Selda'ya sormuştum ordan." Anladığını belli eden kafa sallamaıyla yeniden odağı Bade oldu. Gürkan yeniden bir ısırık alıp gözlerini İdris'e çevirdi. Birkaç saniye bakıştıktan sonra İdris'de masadan bir biber alıp ısırdı. Biberi ısıra ısıra kulübe dışına ilerlerken boyuna küçük kaçan kapıdan kafasını eğerek dışarı adımladığında "Aman neyse ne da gelişme olur isa haber edersun. " dedi umursamazca. Ama nedense pek umursamış gibi duruyordu. Üçlü kulübeden uzaklaştığında içeride dört kız kalmıştık. Olanları algılayamayan beynim yüzünden " Bu neydi şimdi?" diye sordum. Koltuklara kendini bırakmış olan kızlar ise boşvermiş bir edayla omuzlarını kaldırıp indirdiler. "Yakında anlarsın." Selda'yı onaylayan mırıltılar ardından Aylin "Gevşek üçlü işte yakında sen de alışırsın." dedi sonuna doğru esnerken. Bade kıkırtı eşliğinde ayaklandığında "İpek ablanın dediği bizim beş harfliler gittiğine göre bir kahve yapayım da içelim." dedi. Hepimiz aynı anda kahkaha attığımızda Selda ayaklanıp peşinden ilerledi "Dur bende sana yardım edeyim." Onlar mutfağa geçtiğinde içeride solgun gülüşlü iki kadın kalmıştık. Onlar gelene kadar da bu gülümsemeyi koruyacağımıza emindim...
Bir kahkaha tufanının ardından sözü Bade devraldı. "Tabi babam gelene kadar Tufan'ı banyoda sakladık." Selda gülmeye devam ederken birden ciddileşerek "Uyanmadı mı yani?" dediğinde Bade yediği çikolata kavanozuna kaşığını daldırırken "Yok be ne uyanması! Çocuk baygınlık geçirdi ağzına ne kadar acı bastıysam." "Kız Allah seni napmasın Allah'tan çocuğa bir şey olmamış." "Taş gibi oğlan ne olacak ona. Az bile yaptım. " Kıkırtıma eşlik eden Aylin bu gülmenin sonunda "Ee Efşan sen hiçbir şey anlatmadın. Biraz bahsetsene abin nasıl birisiydi?" sorusuyla tüm okları bana çevirmişti. Huzursuzca kıpırdanarak "Benim abim mi?" diye saçma bir şekilde yineledim. Selda ciddileşerek elini çenesini altına yerleştirdiğinde heyecanla "He kız anlat belki kısmet çıkar." dediğinde Bade omzuna vurdu. Aynı kıkırtı eşliğinde öylece yüzlerine bakakaldım. Tanımadığım birisini nasıl anlatacaktım ki şimdi? İçimdeki küçük çocuk ortaya çıkmış, küçükken gördüğü adamı bir kağıda resmeder gibi anlatmaya koyulmuştu. Bundan başka çarem yoktu. "Abim, Barlas Ata Timagur... Adı gibi yiğit, heybetli, oturaklı bir adamdı. Adına yaraşır da görüntüsü vardı. Uzun boylu, heybetli bir adamdı. kısacık saçları, koyu yeşil irisleriyle ayrı bir havası vardı. Yüzüne orantılı bir burna, dolgun pembe dudaklara sahipti. Kendimi bildim bileli yanağında ki izi ve sırtına aldığı yara bebelerle doluydu esmer teni. Buram buram denize karışık sigara kokardı. Soğuktu. Şu yağan kardan bile Soğuktu. Uzaktı. Ucu bucağı gözükmeyecek kadar uzaktı. Öfkeli, sert ve hırçındı aynı bir aslan gibi. Asla geri adım atmaz, her seyin üstüne üstüne gider yaşayacağı ne varsa onu yaşardı. Korkusuzdu, cevaldi, cesurdu. Hiç eksiği yok gibi öyle değil mi?" Onlara ithaf ettiğim soruyla ellerimden kaldırdığım gözlerimi onlara çevirdiğimde beni hayranlıkla dinlediklerini fark ettim. İçime alaya yakın bir gülme doğduğunda yutkunarak geri yolladım. "Hayranlık duyulacak bir adam değilki abim. Onu tanıdığımdan değil onu bilmediğimden böyle anlatıyorum." Aylin lafımı böldü meraklı bir sesle "Nasıl yani?" düz bir sesle cevapladım. "Biz aynı evin iki yabancısıydık. Aynı evin ferdi lakin iki farklı bedenlerde hayat sürdüren et parçalarıydık. Şimdi geriye dönüp baktığımda daha çok anlıyorum birbirimize olan uzaklığımızı." Masada kıpırtılanan bedenler daha fazla dikkat kesilmişti. Bade elindeki kavanozu masaya koyup önüne düşen kestane saçlarını geriye attı. Gözleri duygularımı çözmeye çalışır gibi her bir zerremde geziniyordu. "Nasıl geçiniyordunuz?" Gergin havanın sonunda Selda'nın sesiyle bakışlarımı ona çevirdim. "Ben veterinerim. Bir veteriner kliniğim vardı İzmir'de. "Aaaa öyle mi?" Şaşkın nidalar ortama döküldüğünde gülümsemek dışında bir şey yapmadım. "Ya abin? Abin çalışmıyor muydu?" Yüreğimi sıkıştıran tek soru bu olmalıydı. Yüzüm nasıl bir hâl almıştı bilmiyorum ama ortam benimle beraber gerilmişti "Abinin en çok neyini seviyorsun peki?" Aylin'in meraklı ve sorgulayıcı tavrını anlayışla karşılayarak cevaplamadan önce kahveden bir yudum alıp boğazımı yumuşattım. Boğazımdan ziyade kendime zaman tanıyordum aslında. "Gülümsemesini." Tek kelime, tek nefes, bin çok hançer... "Açıkcası ondan bahsedene kadar onu özlediğimi fark etmemiştim. O benim her şeyim onsuz bir dala tutunamam ben. Ve ben her şeyimi aylar önceye gömdüm. Lütfen, lütfen onu bana bulun." Sona doğru sesim titrer gibi olmuştu . Devamını getirmek cesaret istiyordu fakat ben abim kadar cesaretli değildim. Yüreğim parça parça olurken göğsüme kadar acı bir sıvıyla dolmuştum. Pare pare yaralanan ruhum görünmez prangalara esir olmuş, esarete boyun bükmüştü. İçimde varolan kuşlar ötüşmeyi bırakmış sessizliğin hakimiyeti altında yüreğimi kargalar doldurmuştu. Rengarenk kişiliğim karanlığa gömülmüştü. "Canlıysa canlı bedenini öldüyse bile mezarını öğrenmek İstiyorum. Ben sahipsizim o sahipsiz kalmasın kara toprağın altında." Kezzap misali dilimi yakan sözleri tek bir nefeste sarf ederek işkencemi bir saliseye düşürdüm yirmi üç yılımı yaktığını görmezden gelerek. Gözlerimden damlayan yaşları acele bir tavırla elimin tersiyle sildim. Ortama daha fazla gerginlik katmak istemiyordum artık. Selda bunu hissetmiş olacak ki ellerini hızla iki kere çırparak "Bu ne ayol kendinize gelin! Çabuk toparlanın bakıyım! Şimdi soracağım soruyu geçiştirmek yasak! Kulak verin bana." diyerek duygusal ortamı dağıtmaya çalışmıştı. Üç sulu göz olarak gözlerimizi silerken hafifçe kıkırdadım. Selda ise yüzüne genişçe bir sırıtma kondurarak yavaşça yüzümüze yaklaştırdı yüzünü. Birkaç saniye sonra ise "İlk aşkımızdan bahsetme zamanı geldi de geçiyor! Sağ baştan say bakalım asker!" "Of hadi ama! Vardır illa bir kişi!" Selda hayıflanarak ikna etme çabasına girdiğinde hepimizden kıkırdamalar yükseliyordu. "İyi madem önce ben söyleyim sonra siz dökülürsünüz." Bizi ikna edemeyince kendisi öne atılmıştı. Hepimiz kulak kesilmiştik. "Kısaca özetleyim. Üniversite 2. Sınıfta iki arkadaşım bir çocuğun bana çok baktığını benden hoşlanabileceğini iddia ettiler. Bir vakit sonra bende dikkat kesilmeye başladım. Gerçekten de ilgili davranışları vardı. Gel zaman git zaman ben bu çocuğa ilgi duymaya başladım bir gün gaza gelerek hislerimi ona açıklamaya karar verdim. Gidip hislerimi onunla paylaştığım da bana ne söyledi inanır mısınız? Ben senden değil yanındaki Aslı'dan hoşlanıyordum sen kendi üzerine nasıl alındın?" Anlattığı hikaye ile hepimiz şok nidalarıyla yükseldiğimizde Selda başını iki yana salladı. Kendimi tutamayarak "Şerefsiz !"diye yükseldim. Bade önündeki su bardağını ittirerek gerginliğini belli etmişti. "Erkek değil mi hepsi aynı!" "Aynı kumaşın farklı kesimleri sonuç? Hep aynı." Aylin elini kaldırıp havada salladı birkaç kere. "Ee ben anlattım sıra sizde!" Selda itiraz istemez bir tavırla konuştuğunda Aylin "Valla ben en son ilkokulda kaldım benden malzeme çıkmaz Bade'ye devrediyorum hakkımı." demiş sırasını savmıştı. Badeyse ellerini iki yana sallayıp fevri bir hareketle "Ben genelde dövüp disiplinlik oluyordum. Bu maceralarimi başka zamana saklamayı tercih ederim." cümleleriyle kaçmayı başarmıştı. "O halde söz Efşan'ın." Yeniden odak ben olduğuma göre kaçmanın anlamı yoktu. Bu yüzden gülümseyerek konuya girdim. "Şöyle ki anlatacağım bir hikayem var fakat bu aşk sayılır mı bilemiyorum." Selda kucağındaki yastığa sımsıkı sarılarak gözlerini büyük merak ve heyecan içinde bana sabitlediğinde Aylin'in yanında Bade'de belini doğrultmuştu beni tanımak için büyük fırsatı elde etmiş bulunmaktaydılar. "Sen anlat ona biz karar veririz!" Selda sesine yansıttığı mutluluğu hepimizin çehresine aksetmiş böylece beni de anlatmak için teşvik etmişti. Geçmişi hatırlamanın getirdiği huzursuzlukla buhran akan sesimi saklamadan araladım mühürlü dudaklarımı. "Daha 18 yaşındaydım genç, körpecik bir ergendim. İçimdeki duyguları bastıramadan, saklamadan hır gür bir cahildim. Bir hatayla başıma neler açmıştım lakin bunu bile görmezden geldim çünkü içim intikam arzusu ile kaynıyordu." Sözümü kesen Bade duraklamama neden oldu. "Ne intikamı?" Cevabı veren ise Aylin'di. "Ailesi." Bakışlarımdan ibaret olan sözlerim onayladı onlar ise anlamıştı. "Bir mekanda tanıdım onu." çatık kaşlarımın arasından gözümün önüne beliren siluet ile irkildim. Simsiyah gözler karşımdaydı. "Ne mekanı?" Aylin'in omzuma koyduğu eliyle irkilerek o katran karası gözlerin esaretinden kurtuldum. "Bir mekan işte." Geçiştirmemden memnun olmayan kehribalardan kaçarak anlatmaya devam ettim. "Büyüktü benden. 4-5 yaş kadar fark vardı aramızda. Ben çocuk sayılırdım o da genç delikanlı. İlk zamanlar çekingendi, uzaktı. İlk o zaman sevdalanmış bana yani o öyle söylerdi." "Nasıl yani görüşüyor muydun o adamla?" "Mecburiyet." Tek kelime binlerce anlamdı. Karmakarışık duygular çözülemeyen bir düğümden ibaretti. Soğuk nefesimi odanın sıcağına bıraktığımda ılık titrek, bir nefes bahşettim. "Masum zannettiğim tüm o tavırlar bir gün karşıma sur gibi karşıma dikildiğinde anlamıştım ne çıkılmaz yollara girdiğimi ama artık çok geçti. Ne benim ondan kaçışım vardı ne de onun benden vazgeçeceği. Sıkışıp kalmıştım." "Afedersin ama abin ne halt ediyordu?" Bade'nin öfkeli sözleriyle alayla gülümsedim. "Onun hiçbir şeyden haberi yoktu ki." "Efşan sen nasıl bir işe bulaştın?" Tedirgin sesin sahibi bu sefer Selda'ydı. Verecek hiçbir söz hiçbir açıklamam yoktu. Hatalıydım. "Ondan ayrı başka belalar da vardı başımda: Baran. Issızlığımın, esaretimin asıl adı Baran Altaş. Tarık bir kafesse Baran zindandı. Karanlığın kuyusu gibiydi ikisi." Geçmişin ağırlığı içime çöktüğünden derince soluk çekmek istedi ciğerlerim. Kararmış ciğerlerime bir huzme bahşettim sadece keza elimden bu gelirdi. "Bir hatam hayatıma mâl oldu anlayacağınız. Hikayem buydu. İster aşk diyin ister takıntı bundan ötesi önemli değil. Ben beni kaybettim o ise beni. Ne kurtuldum ne de özgürüm. Ben üzerine basılmış bir mayınım. Ne ileri gidebilirim ne geri. Ânı yaşamaktan başka şansım yok. Anlayacağınız iki ucu ipe bağlı ölümüm. Başıda ölüm sonuda." Buhranlı sözlerimi bölmeden uzun uzun dinleyen üçlüyü bozan kişi Aylin'di ve bu hep böyle olacaktı. Şimdiden bunu hissediyordum. İnce çizgiyi çizen bir tarafı olacaktı her zaman. Bu hikayenin devamını da bizzat dinleyecekti kaçışım yoktu bildiğimiz üzere. "Ama sen o aralığın ortasındasın." Hafifçe aralanan dudaklarım kendince şekil aldı. Yorgun muzdarip bir kıvrımdı bu. Ben gibi üçlü de anlamıştı bunu. "O ipi kesecek birine ihtiyaç var sanırım. Benimle beraber kendi ipini de çekecek biri." "Seninle beraber yanacak biri..." "Benimle beraber mahvolacak biri..." Peki kim bu şanslı kişi?
Yorucu ama benim için güzel bir bölümdü . Sizlerde beğenmişsinizdir umarım. En en en yakın vakitte 7. Bölümü yazıp yayınlarım umarım... |
0% |