@runarhez
|
Selam. Yeni bölümden merhaba. Uzatmadan bölüme geçmek istiyorum. Beğendiğiniz, karakterleri hissettiğiniz bir bölüm olur umarım. Keyifli okumalar dilerim. <33 "Emin ol ki şuan senin kadar iyiyim.. Narkoz tüm bilincimi kapatmıştı Sen varken.. Tek kalan vücudumdaki terk edilme izleri.. Pardon pardon dikiş izleri.."
Bölüm Şarkıları:
Akşamın en serin, en huzur verici anıydı şuan. Güneş kendini saklamaya başlamış ay gün yüzüne çıkmak ister gibi hilalini gökyüzünün ortasına siper etmiş öylece sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Yapraklar rüzgarın hafif esintisine kendini bırakmış dans ediyorlardı. Kuşlar yuvalarına girmiş baykuşlar ağaçlara konmuş gecenin çökmesi için hazırlık yapıyorlardı adeta. Çöpün kenarında her zaman ki yerinde durmuş olan minik kedi huzur akan bu evin köşesine yediği mamayı sindirmek üzere uzanmış öylece seyrediyordu bu evdeki huzuru. Sokakta oynayan çocukların gür sesinin yanında evden duyulan kahkahaların durulacağı yoktu. Sokak lambaları evin camlarına ışık huzmelerini memnuniyetle gönderiyor, bulutlar geceyi sislerden kurtararak akşam sefası için onlara yol açıyordu. Ne huzurlu bir mahalleydi... Oturduğu yerden küçük avuçlarına doldurduğu toprağı sıkarak oynamaya koyulmuştu. Oynamak için toprağı seçmesi ne de tuhaftı. Onca güzel oyunların arasından bu çamurlu toprak mı ona huzur veriyordu? Sıktığı minik avucunu açtığı gibi yere dökülen toprağa kaydı gözleri. Gözlerinin odağı bu topraktayken dudakları ona eşlik ederek iki yana kıvrıldı. Gözleri elinde toz şeklinde kalmış olan toprağa kaydı bu sefer. Ağaçta asılı duran salıncak daha cazip gelmişti şuan. Her şey üst üste yaşanıyordu. Elini üzerindeki beyaz, etek tarafı pembe iplikle işlenmiş olan elbisesine sürterek babasının onun için yaptığı salıncağa oturdu. Sallanmayı bilmiyordu belki ama oturmak daha güzeldi onun için. Ayak ucu yere değiyorken yavaşça ileri geri sallamaya başladı. Böylelikle sadece oturmuyor hafifte olsa bir hareketlenme oluyordu salıncakta. Başını salıncağın ipine yaslayıp dün düzenledikleri çiçeklere takıldı gözleri. Babasının yardımıyla dikmişti hepsini bir bir özenle. 7 yaşındaydı. Bu yüzden babası bu yaşına özel çiçeklerle süslemişti bahçelerini. Hepsi kızım Efşan Dora için demişti. Kulaklarında tek çalan şarkı buydu. İlk defa duyduğu çiçek isimlerine heyecanla bakmaya devam etti. Sarı olana begonvil, beyaz olana yasemin demişti babası. Ne de güzel süslemişti bahçeyi. Hemde kendisi için, kızı için yapmıştı bu güzelliği... Başını hafifçe gökyüzüne kaldırdı güneş kaybolmuştu. Gökyüzü siyah mavimsi bir görünüm almıştı artık. Aydınlığın başının üzerine doğru süzülen sokak lambası tarafından olduğunu anlamış oldu böylece. Sarımsı ışığa gülümseyerek baktı. Bu sıra ayağına değen kıllı şey ile irkilerek ayaklarını havaya kaldırması bir oldu. Kalbi hızlanmıştı taki ayağına değen şeyin ne olduğunu görene kadar. 5 yaşından beri peşini bırakmayan şişko kediydi bu. Adını Porsuk koymuştu. Ne anlama geliyor bilmiyordu abisi ders çalışırken duymuştu bu kelimeyi. Farklı geldiği için de kedinin ismini Porsuk koymayı tercih etmişti. Çünkü kedi de bu kelime kadar farklıydı. Göz çevresinde ve bacaklarında minik minik siyahlıklar vardı. Onu çok farklı kılıyordu. Yavaşça yere eğilerek kediyi kucakladı ve tatlı sesini kediye duyurdu. "Sen de mi sallanmak istiyorsun?" Kedi her zaman duyup mayıştığı bu sesle miyavlayarak başını boynuna yasladı. Efşan Dora kıkırdayarak kulağına yaklaştı ve sanki yerin bile duymasını istemez bir şekilde fısıldadı. "Ben sallanmayı bilmiyorum ama sallanıyormuş gibi yapabilirim öyle değil mi?" Kedi bir kez daha miyavlayarak kendini güvenli kollara bıraktı. Efşan gülümseyerek tek dostu olan bu pofuduk kediye sımsıkı sarılarak anın tadını çıkarmaya devam etti. Annesi camda belirdiğinde kızını toz toprak içinde görmeyi beklemiyordu. Boydan boya cam kaplı bahçe kapısını sürüklediği gibi ayağını bahçeye attı. O gür ve hayıflanan sesini gün içinde yaptığı gibi bir kez daha yükseltti. "Dora! Bu ne hâl kızım? Daha kaç kere uyarmam gerekiyor! Bak kime diyorum acaba!" Annesinin gür sesini otoriter bir ses kapladığında kıpırdamayan bedeni bir askerin komutanını görmesi gibi hazır ola geçmişti bile. "Dürre ben sana kaç defa diyeceğim? Bağırma kıza." Salıncaktan inmiş, başını salıncağın ipine yaslayarak bir ayağını parmak ucuna yaslamış iki yetişkine bakıyordu. Gözlerindeki duygu korku muydu? Minik kalbinde hissettiği heyecan mıydı? Çözemiyordu. Annesinin çatık kaşları düz çizgi halini alması, gergin bedeninin gevşediğini görmesi az da olsa ferahlatmıştı yüreğini. "Geldiğini görmedim. Ne zaman geldin?" Bir kaşını kaldırıp bir elini cebine yerleştirirken konuştu babası. "Geldiğimi bilsen bağırmayacaktın yani?" "Bir alemsin Tibet. Tamam bir daha bağırmam aklın kalmasın." İki yetişkin kendi dilinde muhteva içinde konuşmaya devam ediyorlardı. Konuşmaları Efşan'a evrilmesiyle minik kız heyecandan bayılacağını hissetti. Neyin heyecanıydı bu? "Efşan, kızım. Gel uzakta kalma." Kalın ses incelmişti, sert bakışlar yumuşamış, çatık kaşlar düz halini almış heterokromilerine bakıyordu. Çekingenlik tüm bedenini esir almış, boğazını kuruluk sarmıştı. Bu adam onun babasıydı. Abisinin yeşilleri babasına benziyordu. Aynı annesine benzeyen heterokromileri gibi... Cebindeki elini yavaşça çıkarıp uzun saçlarını geriye savurduğunda dikkatini gözünün çevresindeki yara izi çekmişti. Ufacık, minicikti. Ama babasının yüzündeydi. İlk defa mı görüyordu? Yeni mi olmuştu. Babası da mı kendi gibi yaramazlıklar yapıyordu? Düşüncelerine babasının elinden tutup yavaşça kendisine çekmesiyle son vermeye karar verdi. Kalın, iri elleri nahifçe kollarına dokunuyor, gözleri bir meleği seyreder gibi geziniyordu her bir zerresinde. Bu adam resimlerde gördüğü o adam mıydı cidden? Bırakıp gitmeden önce çekindikleri resimdeki bu adam babası mıydı gerçekten? İnanamıyordu. "Kaç gündür benden kaçıyorsun. İnsan hiç babasından kaçar mı?" Bu ses, bu görüntü babasıydı gerçekten. Yüreği korkuyordu. Bir şeyler vardı, huzursuzluk vardı minik yüreğinde. Başını eğmiş, elindeki bez bebeğe sımsıkı sarılmış bakışlarını kaçırıyordu. Başını eğmesinden kaynaklanan şişkin duran yanaklara baktı babası. Büzülmüş nokta gibi küçük dudaklara baktı, buğday rengine yakışan heterokromi gözler, kıvırcık uzun saçlarına tek tek gezindi irisleri... Ne kadar tatlı bir kız çocuğuydu. Kendi çocuğu, kendi kızıydı bu kız. Tatlılığına gülümseyip yanağını okşadı hafifçe. Elinde tuttuğu bez bebeği işaret ederek konu açmak için bir şeyler mırıldandı dudakları. "İsmi ne bu tatlı bebeğin?" Başaramamıştı. Oğlu Barlas Ata kadar kolay kabul edecek gibi değildi. Bu ailenin parçası olduğuna inandırmak herkesten zor olacak gibiydi. Onu tanımıyor olmasından kaynaklı değildi bu tavırları. Bu ufaklık babası hakkında bir şeyler biliyor olmalıydı. "İsim koymadın mı yoksa?" Nahifçe, ürkütmeden sordu. Cevap gelmese de yüzünün değişmesi bile içine dokundu. Hafif bir mırıltı ardından devam etti. "Beraber koyalım mı?" Efşan daha fazla suskun kalmak istemedi. Hafifçe başını iki yana sallayarak istemediğini belli eden bir mırıltıyla sesini babasına duyurdu. "Onun bir ismi var." "Öyle mii? Pekâlâ. Sana böyle bebekler alsam onların isimlerini beraber koyma şansımız nedir?" Sesindeki heves ve heyecanı gizlemeden sorusunu sordu. Kızını kendisine çekmek, babası olduğunu hissettirmek istiyordu. Lakin Efşan onu yabancı gözüyle görmekten ileriye gidemiyordu. "Başka bebeklere ihtiyacım yok." Bu ses ardından koşarak eve doğru kaçtı. Her zaman yaptığı gibi bugün de kaçmıştı. Evine ayak basalı bir hafta olmuştu. Yurt dışından yeni dönmüştü. Döner dönmez kızını kendine bağlamak için hiç durmadan bir şeyler yapıyordu. Salıncak, çiçekler, güzel sözler, nahif dokunuşlar sergilese de kızı için bir anlam ifade etmiyordu tüm bu olanlar. Alışamıyordu bir türlü yüreği. Ne baba derken serbest bırakıyordu dudaklarını, ne de onu görünce serbest bırakıyordu bedenini. Tek yaptığı onu görünce korkup kaçmaktı. Kabullenemiyordu. Tanımıyordu. Kızı babasına tanımıyor, korkuyordu. Oysa Kanada'dan dönerken hiç böyle hayal etmemişti. Bir yanında oğlu bir yanında kızı yüreğinde sevdiği kadınla bir yuva kuracaktı. Ailesinin başında duracak her aile babası gibi evine ekmek getirecek, akşamları çay eşliğinde çocuklarının ödevlerine yardım edecekti. Hafta sonları oğluyla balık tutmaya, kızıyla parka, eşiyle mağazaları gezecekti. Lakin hiçbir hayali gerçekleşememişti. Hiçbir şey bıraktığı gibi değildi. Ne eşi, ne oğlu, ne de kızı... Soğuktu her şey. Buz kesmişti: sımsıcak duvalarlar, aşkla kaynayan yürekler, o nahif parmaklar ve pembe büyük dudaklar... Yabancısı sayılırdı artık bu yüreğin. Yabancısı sayılırdı bu dört duvarın, elleriyle büyüttüğü bahçenin. Renkleri bile farklıydı diktiği çiçeklerin. Boynu bükülmüştü fidanların. Susuz kalmıştı herbir tarafı. Güneşsiz, cansız, nefessiz kalmıştı kendisi gibi... Ne gençlik kalmıştı ne de o gençlik hevesi. Dört bir tarafa dağılmış ailesini bir daha toparlayabilir miydi? Hiç aile olmuşlar mıydı ki? Derince içine çektiği dumanı yavaşça dışarı saldı. İçindeki dertleri dışarı atıyormuş gibi ağır ağır üfledi dudaklarından. Hayır, hâlâ kor gibi yüreğinde yanıyordu tüm dertleri. Sırtını ağaca yaslayarak bir dayanak sağladı ayaklarına. Gözleri üç gün önce kızı için yaptığı salıncağa takıldı. Öksüz duruyordu, bomboş bir beşik gibi. Hiçbir eksikliği üç günde kapatamazdı hele ki baba eksikliğini ömür feda etse kapatamazdı. Kapanır sanmıştı. Evime ayak bastığım gibi her şey düzelir sanmıştı yanılmıştı. Gerçekler hayallerdeki gibi tozpembe olmuyormuş. 34'ünde anlamıştı. Genç sayılırdı belki de gençliğinin başlarındaydı. Eli iş tutar, yüreği eskisi gibi alev alev yanardı, biçare gönüllerde avare avare dolanırdı. Eşi 32'sinde gencecik bir fidan gibiydi hâlâ. Güzelliğinden bir dirhem eksilmemiş hatta kat be kat artmıştı. Lakin ikisinin yüreği de birbirinden yorgundu. Ne Dürre'nin adım atacak takati ne de kendisinin gücü vardı. Bu yolculuk fazlasıyla yormuştu iki kalbi, bedeni de. Ne çocuklar yuvayı diri tutuyordu ne de dört duvar arasındaki kahkahalar. Hepsi yalandı. Evin içinde saklambaç oynuyorlardı. Yalancı kahkahalar, sahte gülümsemeler, idaretenlik muhabbetler. Ev ev değildi. Yuva hiç değildi. Birbirini ağırlayan iki yabancı idi. Gözleri anlık köşede içine sinmiş öylece kendisini izleyen kızına kaydı. Öylece, sessizce babasını süzüyordu. Yeşil, mavi gözleri hep bir bölge de takılıkalıyor birkaç saniye ardından hızlıca çekiyordu. Gözlerinin önüne düşen saçları çekmeye tenezzül etmiyordu. Cılız bedenine tezatla şişkin yanakları gözlerine çarptı yine. Al al olmuştu elmacık kemikleri. Çatık kaşları durgunluk katıyordu irislerine. Bir ayağı yerde bir ayağını bükmüş sallıyordu öylece. Kucağındaki bez bebek değişmiş, elleri daha sıkı tutar vaziyetteydi. Gözüne sokmak ister gibiydi sanki bu hâli. Bende daha bebek var senin bana almana ihtiyaç yok diyordu âdeta. Bunun başka açıklaması olamazdı kezâ. Siyah kıvırcık saçları rüzgarda dalgalanıyor soluk pembe dudakları bir açılıp bir kapanıyordu. Bu yabancıyı tanımaya çalışıyordu. Elindeki sigarayı söndürerek çöpün içine attı. Ağırca yaslandığı ağaçtan ayrılarak bir elini cebine yerleştirip kızının yanına yaklaştı. Yine kaçacaktı, yine korkacaktı fakat denemekten, umuttan başka çaresi yoktu. Adımları minik bedenin karşısında durduğunda onu şaşırtarak tam karşısında beklemeye koyulmuştu Efşan Dora. Dudakları istemsiz iki yana kıvrıldı. Heterokromiler aynı hızla odağını dudaklara verdi. "Kaçmayacak mısın?" Derince sorduğu soruyu iri gözler öylece bakmakla yetindi. Gözleri her yerinde geziniyordu. "Fikrini me değiştirdi küçük hanım?" Cevaplamayacağını bile bile sordu. "Babasın çünkü sen." Hayır, yine bilememişti. Tahmin ettiği hiçbir şey gerçekleşmiyordu. "Baban olduğuma nasıl ikna oldun?" "Salıncağa bakışlarından." Yüreği ılık ılık aktı sanki. Çabalamak işe yarıyordu sahiden. Bu fırsatı kaçırmaktan korktu bu yüzden yavaşça eğilerek küçük bedenle aynı hizaya getirdi iri bedenini. "Ölmüş insanlar geri gelir mi?" Bu sefer kendisinden önce o konuşmuştu. Sorduğu sorudan çelişki akıyordu adeta. Bu soruyu niçin sormuştu ki? Böyle bir cümleden sonra neden böyle uzak bir soru sormuştu merak etti. Sohbeti devam ettirmek amaçlı dudaklarını gelişigüzel yuvarladı. "Hayır, gelemez." Bu cevapla anlık kaşları çatıldı, dudakları o şeklini aldı. Kafası karışmıştı sanki. Bu denli kafa karışıklığı neden yaşıyordu. Sorularının cevabını verdiği cevapla almış, buz kesmişti bedeni. "Ama sen geldin." Bu sefer şaşkınlık sırası kendisindeydi. Önce kısa bir bakış attı yüzüne ardından derince bir soluk çekti içine. Ağır gelmişti. Zaten herbir duyduğu, gördüğü şey ağır geliyordu bünyesine. "Benim öldüğümü nerden çıkardın?" Zorlukla da olsa kımıldattı solgun dudaklarını. Öğrenmeliydi düşüncelerini. Bunu kimin ona aşıladığını öğrenmeliydi. Yine suskunluk gelmişti. Durgun, asık suratla yine bakışları yüzünde gezinmeye başlamıştı. Bir farklılık daha katarak minik ayaklarıyla babasına yaklaştı. Elindeki bebeği bir eliyle sımsıkı tutarken diğer elini göz ve şakağının ortasında bulunan yara da gezdirdi ağırca. İncecik parmağı hafif bir esinti gibi gelmişti. "Sen de mi yaramazlık yaptın?" Dudakları saniyeler sonra iki yana kıvrılmayı başarmıştı. Başını belli belirsiz sallayarak cevap verdi. "Ben küçükken olmuş. Yani annem öyle derdi." "Hatırlamıyor musun?" "Hayır." Bir adım geri çekilerek heterokromilerini babasının yeşillerine sabitledi. Devam anlat der gibi bir hali vardı. İlk defa bu kadar meraklı ve istekle bakıyordu gözlerine. "Küçükken bir arkadaşım varmış. Nedense beni hep kıskanırmış. Bir gün misafirliğe gittiğimizde dışarıda oynarken dediğim birkaç şeyden sonra beni oturduğumuz yüksek duvardan aşağı itmiş. O zamanlar gözlük kullanıyormuşum. Gözlüğün köşesi de buraya oturmuş onun izi var burda." Sözlerinin bitmesini sabırla bekledi. Biter bitmez ise korku dolu ve hüzünlü bakışlarını o yaraya sabitledi. Ne düşündü ya da ne hissetmişti anlamadı lakin gozlerindeki hüzüne şefkatle baktı. "Şimdi acıyor mu peki?" "Hayır, acımıyor kızım." Elini incecik beline yerleştirip yavaşça kendine çekti. Bir tepki vermemişti. Bundan destek alarak küçük bedeni göğsüne çekerek sımsıkı bastırdı yüreğinin üstüne. Misler gibi kokan kıvırcık saçlarına daldırdı burnunu. Derin derin soludu birkaç dakika. Yavaşça geri çekildiklerinde artık gözlerinde boş bir bakış yoktu. Karmaşık duygularla bezenmiş heterokromiler vardı. Düşüncesi de hisleride bir sarılmayla bir kaç çift cümleyle değişmişti. Tek sorun beraber oturup düzgünce konuşamamalarıymış meğerse. "Keşke hiç öldüğün yerden gelmeseydin." Bıçak saplantısı, kaynar su gibi dökülen cümleyle yine donakalmıştı. Buz kesmişti yüreği. Sevinci kursağında mı kalacaktı hep böyle. Tam iyi şeyler düşünecekken bu saçma cümleler de neyin nesiydi? Sustu. Konuşmak için bir çabaya da girmedi. Vazgeçmişti yormayacaktı kendini. Dudaklarını birbirine bastırarak yuttu tüm o cümleleri. Şimdi olmasa bile ileride kendini kabul ettirecekti. Babasıydı çünkü. Kabul etse de etmese de babasıydı onun. Minik kulaklar hiçbir şey işitemeyeceğini anladığında arkasını dönüp ilerledi. İçinde garip bir his vardı. Korkup korkmamak arası, sevip sevmemek arası, güvenip güvenmemek arası... Yeni yeni duygularla tanışıyor olmanın karışıklığı vardı bedeninde. Aklında tonlarca soru, farkında olmadığı yüzlerce gerçeklik. Dayanamadı ve fısıldadı dudakları. "Sana alışmak korkutuyor beni. Babam olduğunu bilmek... korkutuyor beni."
○● 1 Mart 2023 ( Günümüz) Ellerim titriyor, başım deliler gibi dönüyor, mide bulantısından yerimde duramıyordum. Nefes alışverişlerim sıklaşmış, boğazıma irice eller yapmıştı nefes alamıyordum. Soğuk soğuk terler sarmıştı tüm vücudumu. İstemsiz ayaklarımı kendime çekiyor olduğum yerde can çekişiyordum can veriyor gibi. Damarlarımda sızı, kemiklerimde güç kalmamıştı. Boğazımdaki ellerden kurtulmaya çalıştıkça damarlarım kendini çekiyordu sanki. Mide bulantım arşa çıkmış boş midemi de dışarı atmak için bedenimle savaş veriyordu. Kulağıma dolan uzak sesleri çıkaramıyordum. Birileri bir şey diyordu lakin kulağıma yankıdan başka bir şey çalmıyordu. Boğazıma dolanan eller bu sefer koluma dolandığında delice bir haykırışla gözlerimi araladım. Karşımda gördüğüm simayla nerede olduğumu sorgulamak arasında gidip gelirken yattığım yerden yavaşça doğruldum. Bir yandan gözlerim karanlığın ortasında yüzünü kolaylıkla seçebildiğim Komutana bakarken bir yandan ne olduğunu çözmeye çalışıyordum. Korku bedenimi esir almış olmanın gururuyla kalbimi yerinden çıkarmayı göze almıştı. İnce bedenimi sarmalayan yorganı ittirdiğimde yeni yeni fark ediyordum gözümdeki yaşları. Kısa kıvırcık saçlarım enseme yapışmış, üzerimdeki tişört tüm hatlarımı öne çıkaracak şekilde üzerime yapışmıştı. Terliydim. Buz gibi terliydim hemde. Ellerimin üzerinde yer yer tırnak izleri, kendimi kasmamdan dolayı bacaklarımda delicesine ağrı vardı. Ben kendime gelmeye çalışırken gözümün önüne beliren bir bardak suyla başımı kaldırdım. Uraz komutanla göz göze geldiğimde onun da benden kalır bir tarafı yoktu. Alnında oluşan boncuk boncuk terler, gözlerinde beliren yorgunluk ve olası endişeyle karışık korku, alnına dökülüp yapışmış ince saç telleri ve yer yer hızla inip kalkan göğsü... Sımsıkı tuttuğu bardağı titreyen ellerimin arasına güçlükle hapsederek bir yudum içtim sudan. Sabırla sakince bekledi tüm hareketimi. Daha fazla içmeyeceğimi anladığında titreyen ellerimin arasından kaçan damlaları daha fazla seyretmek istemiyor olacak ki elimden aldığı gibi komidinin üzerine yerleştirdi. Sakin tavrından ödün vermeyerek alnındaki saçları geriye itip yatağın köşesine oturdu. Aradan ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum lakin gür kalın sesini işittim. "İyi misin?" Başımı yavaşça sallayarak cevapladım. Korku bedenimi ağır ağır terk ederken gözlerimi diktiğim yorgandan çektiğimde bakışlarım Uraz komutanın açık kollarına kaydı. Boydan boya çizilmiş, ellerinin üzerinde ise küçük küçük tırnak izleri vardı. Ben mi yapmıştım bunları? Ne yaşamıştık ben uykudayken? Ne olmuştu? Gözlerimi kollarından çevirip gözlerine sabitlediğimde başını yavaşça eğerek iyice gözlerime odaklandı. Anlık boğazıma kaydığında gözleri istemsizce elimi boğazıma götürdüm. "Dokunma." Verdiği emre itaat ederek ellerimi yeniden kucağıma indirdim. Daha fazla suskun kalmayı istemediğimden sakladığım yerden güçlükle çıkardım ince sesimi. "Ne yaptım ben? Noldu burda?" "Kabus görüyordun yani sanırım." "Kollarını.. ben mi çizdim?" "Önemli değil ufak birkaç sıyrık." "Ben.." "Önemli değil dedim." Gür sesine ve keskinliğine karşın bir şey diyemedim. "Ne görüyordun?" Bu sefer o sormuştu. Kaşlarım bu soruyla hatırladığım birkaç sahne ile çatılmıştı. Gözlerim istemsiz dolduğunda kısık ince sesimi bahşettim kulaklarına. "Babam, babamı gördüm." "Seni bu hale getirecek kadar gördüğün kabus baban mıydı?" Dolmuş gözlerim dediklerini kulak arkası ederek yere döküldüğünde acıyla bir nefes çektim içime. Beynim yeni yeni aydınlanıyordu. "Babamı gördüm... Yıllar sonra ilk defa babamı gördüm." Nefesim boğuklaştığında derince bir nefes çektim içime. Bu benim için çok ağırdı. Sindiremeyeceğim kadar ağır. Çehresini unuttuğum adam yıllar sonra rüyama girmişti. Hemde çocukluğumla beraber karşıma çıkmıştı. Özlem dört bir tarafımı sarmıştı. Sesli düşünmeye devam ettim boğuk sesimle beraber. "7 yaşındaydım. İlk defa babamı gördüğüm andaydım. İlk kez babamla tanıştığım o an. O bahçe, evim..." Yeniden bir soluk çektim. İçim alev alev kaynıyordu âdeta. Enseme yapışmış saçları gelişigüzel ittirerek devam ettim. "Ondan korkuşum, kaçışım ve annem... Ben yıllar sonra ilk defa o anı tekrardan yaşadım.." Sona doğru sesim titremişti. Burnumu çekerek başımı ağırca kaldırdım. Öylece beni izliyordu. Ne dediğimden, ne gördüğümden habersiz beni izliyordu. Yanaklarımdan dökülen yaşlara kaydı gözleri. Birkaç saniye sonra yeniden gözlerime çıktı bakışları. Titrek nefesimle saçma sapan bir şekilde aklımda yankılanan o soruyu sordum. "Ölen biri geri gelir mi?" Boş, anlamsız bakışlarla yüzümü inceledi. Yüzünde tanıdığım tek bir mimik dahi yoktu. Öylece boş boş baktı. Ne düşündüğünü merak ettim sadece. Burnumu çektiğimde kulağıma o kalın sesi yankılandı. "Hayır, gelemez." Gözlerimi yavaşça kapattım. Kulağımda iki aynı sesin yankılanması tüylerimi diken diken ederken hıçkırmamak üzere savaşa girdim. "Sıkma kendini." Avuçlarımı serbest bırakıp sırtımı yatağın başlığına dayadım. Geçmiyordu sanki vakit. Acıyan canımı es geçip bakışlarımı sert gözlere çevirdim. "Seni ben mi uyandırdım yoksa?" "Hayır. Uyanıktım zaten." Başımı belli belirsiz salladım. O ise her zaman ki yaptığı gibi boş bakışlarını bahşediyordu yüzüme. Aklım başıma yeni geliyor olmalı ki üniformasız olduğunu yeni fark ediyordum. Üzerinde boz renk bir tişört, altında ise salaş, siyah eşofman vardı. Bu şekilde üşümüyor mu diye düşünmeden edemedim. "Saat daha üçe geliyor uyu. Dinlen ki yarın doktora gidicez ardından kimlik için vesikalık çektirmeye." Şimdi bu odada yalnız mı kalacaktım? O gidince ya yine aynı kabusları görürsem? Ya yine aynı şekilde huzursuzluk çıkarırsam? Ne diyecektim? Yanımda otur mu diyecektim sanki. Korkuyorum ben uyuyana kadar bekle öyle git mi diyecektim. Saçmalık. Başını bir kez eğip cevap vermeye tenezzül etmeden tişörtünü düzelterek ağır adımlarla odadan dışarı çıkmıştı. Çıkarken de kapıyı tamamıyla açık bırakıp yandaki odaya ilerlemişti. Gerçektende beni bırakıp gitmişti. Aman sanki mecbur mu Efşan? Yok bir de koynunda uyutsaydı. Hiiih töbe! Sanki o da duyabilirmiş gibi hissettiğim iç sesimi ellerimi hızla ağzıma kapatarak durdurabileceğimi sandım. Gözlerimi pörtleterek saçma bir şekilde duymuş olabilir mi gibisinden kafamı yavaşça kapının dışına doğru götürerek baktım. Hareketlilik yoktu. Ellerimi yavaşça ağzımdan çekip bir elimi alnıma vurdum yavaşça. Salak Efşan! Salaksın kızım sen! Derince bir nefesi dışarı verdiğimde karşımda onu görmeyi beklemiyordum. Ani bir refleksle dikleştiğimde o şaşkın, buruşuk yüzüyle benim naptığımı sorguluyor gibiydi. Elimi koyacak yer bulamayıp dizimin üzerine yerleştirip gözlerimi kaçırmakla yetindim. Utançtan ölecektim şuan. Kısa saçlarımı geri itip yineleyip durduğumuz kaçamak bakışlarımı ona yeniden sunduğumda elinde tuttuğu yastık ve kalın bir pike ile bana baktığını gördüm. Açıklama bekler gibi baktığımdan boğazını temizleyip karşıda duran koltuğa ilerledi. Sonunda konuşmak aklına düşmüş olacak ki yastığı yerleştirip kendini koltuğa bıraktı. "Gözlerini kapat ve uyu. Sakın ses çıkarma ve soru sorup durma. Sabah Selda gelince giderim." Ne yani şimdi burda bu odada mi uyuyacaktı! Keşke başka bir şey dileseydin dilek kapın açıkmış! Sus iç ses sus! "Nasıl yani burada mı uyuyacaksın?" "Yatakta mı uyumamı isterdin?" "Hiih töbe!" İçimden söylediğim lafı bir de dışa vurmuştum. Rezillik diz boyuydu resmen. Elimle ağzımı kapatıp yorganın altına sinmiştim saniyeler içinde. "Hadi kızım dır dır etmeyi bırakta uyu. Bir sürü işim var zaten. Bir de bakıcılık yapıyoruz." Dangoza bak ya sanki ben istedim gel yanımda dur diye. "Ben mi dedim canım gel yanımda yat diye!" Hızla dökülen kelimelere eş değer başını yattığı yerden bana çevirip baktığında yerimde kıpırdandım. "Gözlerin öyle demiyordu ama. Enik gibi bakıyordun." "Ben öyle falan bakmıyordum." "Bakıyordun." "Hayır bakmıyordum." "Tamam bakmıyordun." "Evet bakıyordum." Yattığı yerden bir elini alnına koymuş şekilde bana baktığında yüzünde beliren zafer gülüşüyle ne dediğimi yeni anlamıştım. Yatakta dikleşip kısa saçımı arkaya attım. O ise aynı muzip ifadeyle bakmaya devam ederken ince sesimi kulaklarına yolladım. "Şike yaptın. Beni kandırdın. Öyle falan bakmıyordum tamam mı? Ben sana gel de yat demedim. Kendi tercihinle geldin odaya. Napim yani geldiğin gibi kovsamıydım? Gelmişsin yastığınla yorganınla burda bana tatava yapıyorsun. Hayır yani ben mi dedim? Bir de işim var diyorsun işin varsa gelip bakma odama Allah Allah ayrıca sen dedin beni sen uyandırmadın ben uyanıktım di-" "Nefes al." Sözümü kestiğinde anlamayarak ona baktım. "Ne?" "Nefes al nefes. Laf yetiştiricem diye boğulup öleceksin." Bu cümleyle ikimizde sus pus olmuş ortamı sessizliğe boğmuştuk. O benimle aynı odadayken pek rahat olduğum söylenemezdi. Selda nöbetteydi ve nöbetinin bitimine saatler vardı. Uraz komutanda o gelene kadar evde durabileceğini söylemiş Selda'nın evinde yani benim yanımda kalmıştı. "Kapat artık gözlerini." Karanlığı tok ses kapladığında hızla gözlerimi kapattım sanki görebilirmiş gibi. Başımı yastığa yaslayıp ağırca soluma döndüğümde gözlerimi yavaşça araladım. Bedenine göre küçük kaçan koltuğa sırtüstü uzanmış bir elini alnına koymuş düzenli bir şekilde nefes alıp veriyordu. Üzerindeki kışa göre ince pike onun nefes alışverişine göre şekillenip duruyordu. İki dakika içinde uykuya dalmış olabilir miydi? "Daha ne kadar izleyeceksin beni? Uyu artık bak geriliyorum." "Sen uyu. Uyurum ben. Uykuya dalmama da mı karışacaksın?" "Beni izlemeye devam edeceksen evet ona da karışırım." "Seni izlediğimi de nerden çıkardın, egoist." Sona doğru sesimi kısarak konuşsamda duyduğuna adım kadar emindim. "Genelde kızlar hep izlerler. Aynı şuan senin beni izlediğini gibi." Bu sözüyle gözlerimi devirerek yattığım yerde kıpırdandım. "Bana ne senin kızlarla olan münasebetinden. Ayrıca seni değil korkunç gözüken gölgeni izliyorum. Biraz daha insancıl görünebilir misin? Uyuyamıyorum." Bu sefer hareketlenme sırası ondaydı. Başını yattığı yerden kaldırarak birkaç saniye beni seyretti. Bana bakmaya devam etmesi beni ürküttüğünden yorganı yavaşça gözlerime kadar çektim. Bir saniye kadar sonra ise ortalığı "Hasbinallah" fısıltısı kaplamıştı.
"Efşan ben geldi- aaaa yok artık ne oluyor burda?" Odayı inleyen ciyak bir sesle gözlerimi araladığımda yüzüme değen ışıkla birlikte kurumuş boğazımı yutkunarak yumuşatmaya çalıştım. Gözlerimi alan ışıktan dolayı ve uyku mahmurluğundan dolayı kimin konuştuğunu çözememiştim. Yavaş yavaş gözlerim ortama alıştığında eli belinde, yüzündeki yorgunluğu her haliyle anlaşılan Selda öylece bana bakıyordu. Yatakta doğrularak yüzüme yapışan saçları geri itip "Geldin mi? Çok yorgun görüyorsun sende geç yat." dedim sersemlik ile. Selda ise öylece bir bana bir de koltuğa bakıyordu. Gözlerim koltuğa kaydığında yattığı yerden dikleşerek üzerini düzelten komutanla karşılaştım. Dağılmış saçları yüzüne dökülmüş, kısık gözleriyle yeri seyrediyordu. Uyanamadığı her halinden belliydi. "Yatıyım yatıyım da siz niye aynı odadasınız acaba?" "Bir de hesap mı vericez?" Uykusundan uyanamasa bile tok sözlülüğünden ödün vermeyecek kadar uyanık olduğunu anlamıştım. "Yok estağfurullah komutanım da." "Hadi gidiyorsan git odana başım çatlıyor zaten bir de senin dırdırını çekemem." "Ayıp oluyor komutanım." "Ayıpsa ayıp." Selda alıngan bir şekilde Uraz'ı süzerken Uraz elleriyle gözlerini ovuşturuyordu. "Bu ne gece beşik mi salladınız? İkinizin yüzü de sirke satıyor." "Yaa beşik salladık." İğneleyici ses tonuyla cevap verdiğinde başını koltuğun başına yaslayarak gözlerini yumdu. Dediklerine ayar olduğum için gözlerime sahip çıkamayarak devirdim ardından "Anlatırım. Kahvaltı edeceksen mutfağa geçelim." Üzerimdeki yorganı ittirdiğimde sandalyemi bana doğru yaklaştırdı. Hâlâ yürüyemeyen bir bireydim. "Çok uykusuz görünüyorsunuz umarım korkunç bir şey olmamıştır." "Oldu." Çatık kaşlarla ikimizde ona döndüğümüzde ne olduğunu sorguluyorduk. Selda'dan daha çok ben sorguluyor gibiydim. Bakışları bir bende bir komutanda gidip gelmeye devam ederken yasladığı başını kaldırıp direkt benimle göz teması kurdu ardından eliyle beni göstererek hırsla konuştu. "Senin horlamandan daha korkunç bir şey yoktur herhalde." "Ne? Kim ben mi? Ya bir git kendisi sabaha kadar evi inletti bir de benim üstüme atıyor." "Ben horlamam." "A a egoiste bak. Şuna kulak buna da beyin derler! Az daha devam etseydin hem beynimden hem kulağımdan olacaktım ayy Allah muhafaza!" Hızla kulağımı tutup üç kere komidinin üstüne vurdum. Altta kalmayacağını belli ederek dikleşti. Bakıyorum da uykusu açılmıştı hemen. "Allah bir çene vermiş.." Devamını getirmemeyi tercih etmesi şaşırtıcıydı keza bunun gibi birinden devamının gelmesi hak sayılırdı. Uzatmak istemediğimden ki o da bunu istemiyor gibi gözüküyordu ikimizde çenelerimize hakim olmayı başarmıştık. Selda beni sandalyeye oturtup mutfağa götürürken o her zaman ki şizofren haliyle -kendi kendiyle konuşmasıyla- yattığı yeri topluyordu. Adımımızı mutfağa atar atmaz yanaklarımı şişirerek koca bir of çektim. Daha fazla katlanamayacaktım bu adama. "Dün bir bugün iki birbirinizle ne alıp veremediğiniz var? Sen esirdin kurtuldun, o askerdi seni kurtardı. Tamam zorunluluktan buradasın da canım bu asabilik yakışıyor mu?" "İyi diyorsun hoş diyorsunda yaptıklarını görmüyormuş gibi konuşuyorsun Selda." "E biz alıştık. Normal onun bu halleri." "Sizi falan bilmem de benim hiç alışmaya niyetim yok. Hepi topu bir bilemeden birkaç haftaya gideceğim burdan. O zamana kadar körler ve sağırlar birbirini ağırlar misali ağırlayacağım. Sonra o sağ ben selamet." "Umarım öyle olur." "Öyle olacak. Yanında daha ne kadar kalacağım sanki. Şu kimliği bir çıkaralım da geriside gelecek inşallah." "Hadi hayırlısı diyeyim o zaman." "Amin. Eee sen ne yaptın, nasıl geçti nöbet?" Elindeki yumurtaları tezgahın üzerine koyarken bende elbeziyle masayı siliyordum. Sandalye yüzünden tek yapabildiğim buydu zaten. "Sorma ya! Eyüp salağıyla uğraşıp durdum. Adam kafayı bana taktı resmen." "A a o niye?" "Ne bileyim ben. Tek saniye oturtmadı manyak psikopat! Öldüm öldüm." "Başka birinin yanında çalışamaz mısın?" "Deneyeceğim. Bu şekilde hayatta kalmam pek mümkün değil." "Dene bari hatta hiç uzatma. Gözlerinin altına bak nasıl kötü olmuşlar." "O kadar belli mi ya?" "Hiç yumuşatarak diyemeyeceğim korkunç gözüküyorsun." "Ooffff, şu elmas tenimin, seksi vücudumun geldiği hale bak! Bunu onun yanına bırakmayacağım!" Öyle tatlı hayıflanıyordu ki gülmeden edemedim. Sesli gülüşümden etkilenmiş olacak ki o da kıkırdadı. Tavada kızgınlaşan yağa çırpılmış yumurtayı aktarırken kapı zili çalmıştı. Gözünü kapıya çevirdiğinde kapı pervazında elinde tuttuğu havluyla kapıya ilerleyen komutanı görmemizle kapıyı onun açmaya gittiğini görmüş olmuştuk. Hiçbir şey yapmadan durmak istemediğimden çekmeceden çıkardığım çatal bıçakları masaya dizerken içeriye konuşarak giren üçlü göz açımıza girmişti. Kayra, Gürkan ve Uraz komutan kendi aralarında ciddi bir şekilde konuşuyorlardı. Mutfağa adım attıkları gibi sesleri kesilmiş başlarını kendilerinden çevirerek yüzlerini bize sunmuş oldular. Tam bu sıra Selda elini havluya silip "Hoşgeldiniz." Şen şakrak sesini mutfağı doldurduğunda onun sesini bastıracak korku nidasıyla tüm odağımız o ses olmuştu. Bu sesin sahibi Gürkan elini kalbine koymuş vaziyette Selda'ya bakıyordu. "Hortlak geldi sandım. Bu nasıl surat! Allah'ım ben böyle korkunç bir yüz görmedim!" Sözlerini Selda'ya bakarak derken Selda elini beline yerleştirip öldürücü bakışlarını ona sunmaya başlamıştı. Anladığım kadarıyla büyük bir atışmaya hazırlıyordu kendini. Tahmin ettiğim gibi birkaç saniye sonra dudakları aralanmıştı. "Bana diyene bak şu surata bak! Süzüm süzüm süzülmüş biraz daha süzülürse küflü peynire dönecek." Gürkan hızla dikleşerek elini saçlarında gezdirdi ardından bıyıklarını da elleyerek gerim gerim gerilerek konuşmaya başladı. "Çok şükür bugünde aynı yakışıklılığımı koruyorum." "Yaa ne demezsin. Hem o bıyık ne? Sen önce gitte şu bıyıklarını kestir." İğrentiyle bakmayı da ihmal etmemişti. İkisi birbirine laf sokuşturmaya devam ederken biz üçlü öylece onları seyrediyorduk. "Ne varmış bıyıklarımda? Bana gayette yakışıyor. Hem herkeslerde beni böyle beğeniyor." Kendisini beğendiğini her haliyle belli eden Gürkan'ı tek bakışıyla sorgulatan Selda gözlerini devirip masaya yumurta tavasını koyarken konuştu. "Ben beğenenlerin zevklerine tüküreyim o zaman." Söylediği sözle elleri bıyıklarına yeniden gittiğinde gözleri bana kaymıştı. Hemen gözlerimi kaçırıp sandalyemi ilerlettiğimde mırıltıyla karışık dudaklarını araladı. "Ne yani bıyıksız halim daha mı yakışıklı? Onu mu ima ediyorsun?" Hâlâ çapkın edayla Selda'ya soru sorma eğilimindeydi. Fakat hepimiz Selda'nın bu cümleyi de patlamış balon gibi söndüreceğini gayet iyi biliyorduk. Selda yıkadığı kıl biberleri tabağı koyduğunda öyle bir kahkaha attı ki hepimiz o aşağılamayı iliklerimize kadar hissetmiştik. "Yani sen o bıyıkları kessende pek bir halta yaramaz da neyse en azından yüzüne bakılacak bir hâl alır." Gürkan gitgide küçülmüş yetiştirecek laf bulamamış ve susmayı tercih etmişti. Ee neymiş Gürkan efendi bir hanımefendiye öyle saçma sapan cümleler kurulmazmış. Selda kazandığı zaferin keyfiyle kendini masaya bıraktığında bardaklara doldurduğu meyvesuyundan bir yudum aldı. Onunla birlikte diğer üçlü de masaya oturduklarında ben hâlâ bıyık altı bir gülüş sergiliyordum. Önümdeki meyvesuyundan bir yudum içip masaya tekrar yerleştirdim. Başımı kaldırdığımda ise bal gözlerle karşılaşmayı beklemiyordum. Gözleri üzerimden bir saniye olsun ayrılmıyor, yüzünde tek tane mimik oynamıyordu. Ondan önce davranarak başımı ben çevirdim. Bu sefer Kayra göz açıma girdiğinde gülümseyerek tatlı bir bakış sundum. "Ağrın var mı? Bugün daha iyi gördüm seni." "Ağrılara alıştım pek zorlamıyor artık beni. Sen nasılsın?" "Olması gerektiği gibiyim. Bir yaramazlık yok daha ne olsun." "Sevindim." Burukça gülümsediğimde kendimi yeniden meyvesuyundan bir yudum alırken buldum. Onunla konuşmak Urazla konuşmaktan daha fazla geriyordu beni. Bakışları fazla keskin, konuşması gergin olabildiği kadar gericiydi. Dışarıdan bakıldığında sevimli ve cana yakın dursa da yan yana gelince insan konuşmak için iki kere düşünüyordu. "Hadi şu kahvaltını yapta çıkalım." Dakikalardır konuşmayan Uraz yine aynı cümleleri ezberlemiş gibi tekrar ettiğinde gözlerimi devirmemek için zor tuttum. Ardından bardağımdaki meyvesuyunu bitirip "Tamam, üzerimi değişeyim çıkalım." dedim. Sandalyemi ilerletmiştim ki gür sesi durdurdu beni. "Kahvaltını yapınca dedim." "Kahvaltımı yaptım." Bıkkın nefesi ortamı doldurduğunda herkesin bakışları bizim üzerimizdeydi. "Fazla sürmez gelirim şimdi." "Şu kahvaltını yap! Acelemiz yok." Ya Rabbi sabır! Bu adam niye bozuk plak gibi hep aynı yerde takılıp kalıyordu? "Ben de sana Kahvaltımı yaptığımı söyledim." "İnat mı yapıyorsun?" Gergin sesi ortamın iyice gerileceğini haykırır vaziyetteydi. Bu durum beni de gerip, ürkütsede saçmaladığı şeylere cevap vermek boynumun borcu olmuştu. "Yine aynı şeyleri tekrarlamaya başladın." "Tekrarlatma o zaman!" "Bağırma bana!" "Bağırmıyorum!" İkimizin sesi de gitgide tiz sesleri ulaşmaya başlamıştı. Hareketleri de hırçınlaşmaya evrilmiş, kehribarları çatılan kaşlarıyla öfkeye dönüşmüştü. Derince bir bir nefesle kendimin sakin olması gerektiğini hatırlattım. "Senin benimle derdin ne ya? Geldiğim andan beri burnumdan getiriyorsun. Söyle ne alıp veremediğin var benimle?" "Seninle benim aramda ne gibi bir dert olacak? Ne saçmalıyorsun?" "Ha o zaman huyun bu senin. İnsanlara hayatı dar etmek gibi, huzursuz etmek gibi bir huyun var o zaman." Cümlem Sona erdiğinde öylece yüzüme bakıyordu. Elleri yumruk olmuş, kaşları daha fazla çatılabilirmiş gibi çatılmıştı. Ortam sessizliğini koruyorken birden ayağa kalkmasıyla sıçramam bir oldu. Beklemediğim bir hareketti bu. Gözlerinde şaşkınlık kırıntısı oluşsa da öfkesi hâlâ yerini koruyordu. Kalbim bu hareketiyle vuruşunu hızlandırmış, beynimin en derinine kazınmış mazi gün yüzüne çıkmıştı. Bu duyguyu tanıyordum. Ölene kadar unutamayacağım mezarıma dahi girecek tek duyguydu: Korku. Gözlerim iki gözüne ritim tutmuş şekilde bakıp duruyorken o ayakta kalakalmıştı. Dudaklarına hücum etmiş sözleri dudağını içine çekip yutkunarak geri yolladığını anlamıştım. Yanımdan esip geçerken "Dışarıdayım, hazırlan gel" demeyi ihmal etmemişti. Dolup akmak için benden izin isteyen damlaları onun yaptığı gibi yutkunarak geri yolladım. Kolumda hissettiğim narin elle olduğum âna döndüm. Selda sandalyemi ilerleterek odaya götürdüğünde kendimde değildim. Yeni yeni toparlayabildiğim kafam yine eskileri yad etmeye başlamıştı. Selda bana bir şeyler mırıldanıyor, üst üste yüksek tize çıkıyor birden sesin tonunu düşürüp ciddi yuz ifadesiyle öğütler veriyordu lakin hepsi bir şarkı gibi arka fonda çalıyordu bende. Üzerime bordo hafif bol bir kazak geçirmiş altıma da zorlukla da olsa siyah bol paça pantolon geçirmişti. İnce bir kemer ve yüzüme sürdüğü birkaç bir şeyler ile taçlandırmıştı. Bunların hepsini sanki uzaktan seyrediyor gibiydim. Sonunda kapıya kadar getirdiğinde arabanın önünde sigara içer vaziyette gördüm onu. O da üzerini değişmişti. Beni görünce yaslandığı yerinden dikleşerek elindeki sigarayı atıp yanımıza yaklaştı. "Güzel güzel gidip gelin kavga etmeyin olur mu komutanım?" Sanki küçük çocuğunu tembihliyormuş gibi ufak hatirlatma da bulunduktan sonra bizi baş başa bırakıp içeri geçmişti. İkimizden de çıt çıkmıyordu. Yavaşça arkaya geçip tekerlekli sandalyeyi sürüp arabanın yanına getirdi. Acele etmeden karşıma geçtiğinde beni kaldırmak için eğildiğinde ondan önce davranarak kollarımı sandalyeye yerleştirip güçlükle ayaklandım. Bu hareketime kızmış olacak ki sert bakışlar ardından elini belime yerleştirdi. Bu temasla yay gibi gerilen bedenim burnuma dolan kokusuyla daha da germişti. Beni hiç zorlanmadan taşıyarak ön koltuğa yerleştirip sandalyeyi bagaja koymak üzere yanımdan ayrılmıştı. Bu uzaklaşma ile yeni yeni nefes alıyormuşum gibi hissettim. Fakat uzun sürmemişti bu nefes alışverişim. Şoför koltuğunda yerini aldığında kemerini takıp hızla gaza basıp askeriyeden ayrılmıştık. Gideceğimiz yere kadar da ağzımı açmayı düşünmüyordum onun da aynı şeyi düşündüğüne emindim. .... Dakikalar sonunda hastane önünde arabayı park ettiğinde elimi yasladığım cam pervazından çekip geldiğimiz yöreyi taradım gözlerimle. Kıştan dolayı pekte insan görünmüyordu ortalıkta. Bu durum fazlasıyla dingin ve huzurlu gözüküyordu. İstemsiz düz çizgi halindeki dudaklarım iki yana kıvrıldı. Kemerimi açtığımda kapımda beliren Urazla kendime geldim. Gözleri anlık dudaklarıma kaydığında yavaşça geri eski haline çevirdim. Yavaşça üzerime eğildiğinde başını aynı yavaşlıkla yan tarafa çevirip bir kaşını kaldırdığında etrafı taradığını fark ettim. Ellerimi boynuna sandığımda dikkatlice kucaklayarak sandalyeye oturttu. Seri adımlarla hastaneye girdiğimizde çalışanların bakışları bize evrilmişti. Kayıt yerine ilerlediğimizde birini çevirip benim kimliğimin olmadığını lakin Kayhan doktorun benim doktorum olduğunu ve geleceğimizden haberi olduğunu tane tane anlattı. Personel ikna olmuş olacak ki doktorun yanına sevk etmişti bizi. Hiç durmadan odaya ilerlemişti sandalyeyi. Kayhan Bey bizi görmesiyle oturduğun yerden ayaklanarak hızla yanımıza geldi. "Efşan, Yüzbaşı sizleri görmek ne hoş. Buyurun geçin." Tatlı tatlı bizi içeri davet ettiğinde yüzüme kondurduğum gülümsemeyle karşılık verdim. "Nasılsınız?" "Teşekkür ederim ben iyiyim seni sormalı? Nasıl gidiyor alışabildin mi bu duruma?" "İyiyim, alıştım sayılır." "Güzel güzel. Merak etme sabır ve istikrarla seni eskisinden daha iyi yapacağız." Bu adamın enerjisine bayılıyordum. Konuşmasına gerek bile yoktu yüzünü görmek bile istemsiz güldürüyordu beni. Bakışları benden ayrılıp odağına Uraz komutanı aldığında elini uzattı tokalaşmak için. "Siz nasılsınız görüşmeyeli?" Gözleri önce uzattığı eline ardından da tokalaşmak için elini uzattığında gözlerine değmişti. "İyi. Siz?" "Gördüğünüz gibi koşturuyoruz." Onların konuşmaları ise bu kadar kısa sürmüştü. Gözleri yeniden beni bulduğunda hızla önünde açık duran dosyayı alarak konuşmaya başladı. "Ameliyattan sonra nasıl hissediyorsun bakalım? Bir tuhaflık sezdin mi hiç kendinde?" "Yani takdir edersiniz ki tuhaf hissediyorum lakin içgüdüm bunun iyi bir tuhaflık olduğunu söylüyor." Cümlem bittiğinde hızla iki bir şey yazdı dosyaya boğazından mırıltılar çıkarıp beni onaylarken. "Peki ilaçlarını aksattığın oldu mu? Ya da pansuman falan?" "Oldu." Bunu dediğimde gözlerime bakıp tatlı bir şekilde kaşlarını çattı sanki "Bu olmadı işte!" dermiş gibi. "Sabahları alacağım antibiyotiği aksattım." "Neden?" "Pek bir şey yiyemediğim için içmeye korktum." "Ha bir de beslenmemizde de aksama var!" Utançla gülümsedim verecek cevabım yoktu. Gözlerim komutana kaydığında bir elini palaskaya yaslamış gözlerini de bana dikmişti. Bakışlarımı ondan çekip odağımı yeniden Kayhan beye verdim. "Fizik tedavisini dediğim gibi yaptın mı peki?" "Maalesef." "Ya psikolog?" Başımı iki yana sallayarak yapmadığımı belirttim. "Ah ah bu günlerin kıymetini bilmiyorsun. Bak sonradan her şey daha da zorlaşacak şimdiden kendine bak. Gencecik kızsın, hayatının baharındasın. Bu bahar mevsim değiştirmeden kendini toplamaya bak." Ayaküstü bana öğüt de verdiğinde ne kadar haklı olduğunu fark ettim. "İlaç dozların aynı kalsın ama bu sefer sakın aksatma olur mu? Yemek içinde kendini zorla ben birkaç vitamin de ekleyeyim şuraya, onları da temin edin hiç uzatmadan bugün başla tamam mı?" Bunları söylerken yarısında bana yarısında Uraz komutana ithaf ederek konuşmuştu. Hızla bir şeyler karalamaya devam ederken yeniden konuştu. "Şu fizik tedavi ve psikolog işini de aksatma artık. Hadi yürüme işini evde halledersin de psikoloğa özellikle gelmeni tavsiye ediyorum. İnan bana çok iyi gelecek. Bak şuraya isim bırakıyorum Kayhan Bey gönderdi beni dersen yeterli olur tamam mı?" Dediklerini hiç sözünü kesmeden dinledikten sonra elime tutuşturduğu kağıtlarla başımı sallayıp "Pekâlâ, tekrardan görüşmek dileğiyle." Elini yeniden komutana uzattığında bu sefer uzatmadan elini tutup sıktı. Başını bir kez eğerek selam verdikten sonra sandalyemi tutarak ilerletti. Pansuman için başka odaya gidecekken Selda'nın yapabileceğini söyleyip direkt vesikalık için fotoğrafçıya gidebileceğimizi söyledim. Beni şaşırtarak uzatmadan kabul etti ve dakikalar içinde fotoğrafçıda buldum kendimi. Adam beni kameralar dolu odaya aldığında hızla birkaç fotoğraf çekmişti. Beğenmezsem diye bir iki fotoğraf daha çekerken köşede beni izleyen komutanın olduğunu bilmekle pekte rahat ettiğim söylenemezdi. Adam sonunda yeterli bulduğunda oturduğum sandalyeden kendi sandalyeme taşımak üzere yaklaşan Uraz'ı görmesiyle bizi şaşırtacak o cümleyi kurdu. "Abi gelmişken eşinizle beraber resminizi de çekseydim, anı kalırdı." İkimizde bu cümleyle taş kesilmiştik resmen. Elleri sandalyenin üzerinde sabit kalmış hiçbir şey söylemeden genç çocuğa bakmaya devam ediyordu. Benim ise ağzımı açmaya cesaretim yoktu. Çocuğa nasıl bakıyordu bilmiyorum ama çocuğun rengi atmış, bembeyaz kesilmişti. Lakin bu renk atmasına karşın karşıt bir ses karşıladı bizi. "İyi çek bakalım. Fakat üzerinde hiçbir oynama olmasın." Otoriter sesin verdiği komutu yanlış yapma lüksünün olmadığını iyice kazımıştı beynine. Ben ise kulaklarımda hâlâ çınlayan sesi beynime kazıyordum. Çocuğun dediği eş kelimesi yetmiyormuş gibi birde çekinelim kelimesi bedenimi ayrı ayrı buz kesmişti. Oturduğum büyük kahverengi şekilli sandalyeye sırtımı yaslayıp dik oturduğumda önüme düşen kıvırcık saçımı geriye attım. Bir kolumu sandalyenin üzerine koyarak poz verdiğimde onunda bir kolunu sandalyenin üzerine attığını yan gözle görmüştüm. Saniyeler sonunda flaşlar patladığında yüreğimde bir yerlerde tuhaf bir his hissettim. Çözemediğim o değişik duygu sarmıştı yine içimi. Genç çocuk kameraya bakıp gülümsediğinde "Çok güzel çıktınız." dedi. İkimizden de değil cevap bir mimik dahi alamadığında fotoğrafları çıkartmak için içeri gitmişti. Ben içten içe sorgulamamı devam ettirirken o sandalyemi getirerek beni oturttu. Sürmek için arkama geçerken konuşmak üzere ağzımı aralamıştım ki yine aynı çocuk karşımızda belirdiğinde geri kapatmak zorunda kaldım. "Buyur abi hepsi çıktı. "Eyvallah." Çocuğun elinden resimleri alıp montun iç cebine yerleştirdiğinde arka cebindende cüzdanını çıkarıp fiyatı ödedi. Hiç uzatmadan sandalyemi tutup ilerlettiğinde fotoğrafçıdan da ayrılmıştık. Arabanın yanına geldiğimizde ise içten içe istediğim şeyi anlık bir cesaretin gelmesiyle dudaklarıma aksederek hızla söyledim. "Eve gitmeden biraz konuşabilir miyiz?" Bakışları çok geçmeden heterokromilerimi bulduğunda devam ettim. "Baş başa." Bir kaşı istemsiz havalandığında bu sessizlikten düşüp bayılacağım sandım. Cevabının Hayır olması beni deliler gibi korkutsada yüreğime su serpecek o kelimeyi söyledi. "Olur." Arabayı yeniden kilitlediğinde gözleri arkalarda bir yerde oyalandı çok geçmeden ise sandalyeyi gerisin geri çevirerek seri adımlarla karşıdaki pastane gibi bir yere ilerledi. Çok geçmeden pastaneye girdiğimizde köşede bir yerde durarak kendini sandalyenin üzerine bıraktı. "Açsın, bir şeyler yerken konuşabilirsin." Otoriterliğinden ödün vermeyen cümleleri beni ayar etse de umursamadım. Daha doğrusu umursayacak vaktim olmadı çünkü sipariş için bir garson çoktan soluğu yanımızda almıştı. "Hoşgeldiniz, ne alırdınız efendim?" Gözleri beni bulduğunda yavaşça bedenimi süzdü ardından "Senin yerine siparişi ben vereyim mi?" sorusuyla uzatmadan kafamı olur anlamında salladım. Onaymı alır almaz başını garsona çevirdi ve siparişi verdi. "Bana 4 dilim fıstıklı sarma ve çay, hanımefendiye de Orman meyveli cheesecake yanına da filtre kahve." "Başka bir isteğiniz var mı?" Gözleri bana kaydığında basimi iki yana salladım. "Hayır." Verdiği bu cevap ardından yanımızdan ayrılan garsona birliktebas başa kalmıştık yine. "Siparişi ben verdim ama yiyebilirsin değil mi?" "Evet, sorun yok." "İyi." Ortamı yumuşak tutmaya çalışıyor gibi bir hali vardı. Aramızdaki onca gerilimden sonra bu adım İyi bir başlangıçtı hem onun için hem benim için. Söze nasıl başlayacağımı bilmiyordum bu yüzden kendimi kasmaya başlamıştım. Avuç içim terlemeye yüz tuttuğunda yavaşça bacağıma sürtüp boğazımı temizledim. Ve en saçma yerden bir giriş yaptım. "O resmi çekinmeyi neden kabul ettin?" Benim aksime fazlasıyla rahat duran bedeni ve bakışlarıyla dikleşip ellerini masada birleştirdi ve solgun, mor dudaklarını araladı. "Asıl merak ettiğin şey o cümleyi neden inkar etmediğim." Tok sözüyle aklımdaki şeyi söylemesi utanç hissettirse de ağzımı açmadan cevabını bekledim. "Bilmiyorum." Doğruyu söylediğini bakışlarından anlıyordum. Kafası karışmış, sorguluyordu kendini. Gözlerindeki karamsarlık gerçekten de bilmediğini haykırıyordu. Başımı olumlu anlamda sallarken dudaklarımı birbirine bastırıp "Anladım" dedim. "Konu ne?" Başını hafifçe sallayıp bir gözünü kırptığında diyeceğim her şeyi unuttum sandım. Lakin her şey yerli yerinde duruyordu beynimde çok şükür. Güçlükle yutkundum. Kendimi hazır hissettiğimdeyse dikişli dudaklarımı yırtıp attım. "Biliyorsun biz hoş bir şekilde tanışmadık, ikimizde birbirimiz hakkında yanlış fikirlere kapıldık ben bu yanlış anlaşılma ortadan kalksın istiyorum." "Hangi yanlış anlaşılma?" Dakika bir gol bir misali beynimi kaşıyacak o cümleyi kurmuştu. Gözlerine sakin sakin baktıktan sonra devam ettim. "İlk suçladığın saçma fikir gibi bir yanlış anlaşılma." Anladığını belli eden bir baş sallamayla onayladı beni. Sözümü kesmeyeceğini gözlerime direkt bakmasından anladım. "Bu konuda anlaştığımıza göre artık bana düşman gibi davranmasan diyorum. Ben sadece sizin yanınızda kalan bir yaralıyım. Hem karşıma siz çıkmasaydınız ya o lanet yerden kurtulmuş bir kız olup polise askere sığınmış bir kız olacaktım ya da hâlâ ellerinde bir tutsak olacaktım ya da bir ölü bilemiyorum." Sözlerimi kesmeden dinlemeye devam ederken lafımı bölen şey verdiğimiz siparişlerin gelmesiydi. Hızlıca masaya dizip gittiklerinde devam ettim. "Farkındayım kendi kişiliğinde tok sözlülük var buna bir şey diyemem ama her şeyde beni suçlamasan olmaz mı? Bak hem şurda hepi topu üç hafta kalıp evime döneceğim. Geçmişe dönüp baktığımızda birbirimizi iyi hatırlamak istemez misin?" Cümlem sona erdiğinde çatılmış kaşlarının hangi sözüme çattığını anlamamıştım. Saniyeler geçmeye devam ediyorken hiç konuşmayacağını sansam da sonunda açmıştı ağzını. "Üç hafta içinde buradan gidebileceğini düşündüren ne sana?" Bu sefer benim kaşlarım çatıldığında boş boş gözlerine baktım. Onca lafın içinden bunu mu çekip almıştı yani? "Onca laf içinden buna mı takıldın cidden?" Beni duymuyormuşçasına bakmaya devam ederken sinirlerim tavan yapmıştı. Ben bunu adam yerine koyup ne diye konuşuyordum acaba? Ne bekliyordum beni anlamasını falan mı? Gözlerine umutsuz vaka olduğunu bağıra bağıra baktıktan sonra kısa kıvırcık saçlarımı kulaklarımın arasına sıkıştırıp önümde duran tatlıyı önüme çekip yemeye koyuldum. O kadar sinirliydim ki hızlı hızlı çatalı batırıp ağzıma tepiştiriyordum. Gözleri benim üzerimdeyken bir tatlıya birde benim yiyişime bakıp duruyordu. O da kendi tatlısını önüne çekerek benim aksime yavaşça yemeye başladı. Çayından bir yudum aldığında ben çatalı hırsla yeniden ağzıma tepiştirdiğim sıra yanımızdaki sandalye tok ses çıkararak geri çekilmiş ve iri yapılı bir adam oturmuştu. Ben ağzım tıka basalı dolu, şaşkın bir edayla esmer tenli bu adama bakarken adam bacak bacak üstüne atarak rahatlıkla bize bakıyordu. Daha önce yüzünü görmediğim bu adamı tanıyor muyum diye beynimi yokluyorken gözlerim komutana kaydı. Elindeki çay bardağını yavaşça masaya bırakıp sırtını sandalyeye yaslayarak ona bakarken çenesinin kasıldığını kilometrelerce öteden anlayabilirdim. Ağzımdaki lokmayı son kez çevirip güçlükle yuttuğumda kalın sesini işittim. "Bana yok mu komutan? Çay, çorba, zerzevat?" "Seni masama davet ettiğimi hatırlamıyorum." Net sesi masadan kalkması için uyarıda bulunmuştu. Lakin adamın bunu dinleyeceğini sanmıyordum. Gözleri bana döndüğünde rahatsızlıkla yerimde kıpırdandım. Gözleri öyle ciddiyet ve keskinlikle üzerimde geziniyordu ki yerin dibine girip kaybolmak istedim. Simsiyah kabanının içine sakladığı bir elini çıkarıp beni gösterirken "Yeni yenge mi? Senden hızlısı pegasus hava yolları be komutan. Geçenlerde sarışın vardı bu masada." Gözleri yine beni bulduğunda kaşlarını büzerek gıcık olacağım bir ses tonuyla devam etti. "Ah, pardon bu şekilde randevunuzu mahvetmek istemezdim. Fakat karşındaki adamın nasıl biri olduğuna karşın fikrin olsun istedim." İrislerim bir koyu siyahlara birde kehribarlara gezinip duruyorken son durağım koyu siyahlar olmuştu. Ne saçmalıyorsun demek istesem de içime kaçan sesimi bulamadığımdan suskun kalmayı tercih ettim. Donuk bakışlarının altında yatan aşağılama gün yüzüne çıktığında ani bir hareketle dikleşmesiyle sıçrayarak olduğum yere sindim. "Görünüşe göre dilsizde. Ne büyük aşk ama! Evliya gibi adamışsın ha!" Sözü biter bitmez kahkahayı koyverdiğinde aklımın ücra köşelerinde duran o pis adamların gülüşleri kulaklarımda yankılandı âdeta. Kırpıştırdığım kirpikler gözümün yaşına siper olmuş, içim nedensizce Uraz'a güven aşılıyordı onun bu sessizliği beni ne kadar gersede. "Dilin fazla sarkıyor, dikkat et de dolanmasın sonra ayaklarına." Gülüşünü birden kesip dudaklarını düz çizgi halini aldırdığında alınıyormuş gibi eline kalbine yerleştirip üzgün ifadesinin yanında alay akan sesi midemin bulantısını arşa çıkarmıştı. "Tanrı misafirine tehdit bir de ha! Yapma komutan, alınırım." "Senin gibi oropsu çocukları ne zamandan beri Tanrı misafiri sayılır oldu?" "Doğru Tanrı lütfu sayılırım ben öyle değil mi?" Boğazından çıkardığı 'cık' sesinin yanında kaşlarını bir kez kaldırıp indirdi. "Senin tanrıyla tek bağlantın girdiğin mezar olur." dedi gerçekten de öldürebilirmiş gibi bakarken. Lakin adını hâlâ öğrenmediğim adam sinirlenmesi gerekirken hızla sırtını sandalyeye yaslayıp bacak vacak üstüne atarak işaret ve baş parmağının arasına aldığı yüzüyle alaylı sözlerine devam etti. "Bak yine doğru söyledin. Çok doğru bu adam çok!" Hâlâ aynı vaziyette dururken irisleri bana kaydı. Kaşlarıyla Uraz'ı göstererek "Görüyor musun manitanı nasıl da cevaplar veriyor. Hak doğrusu mübarek." Birden aklına yeni bir şey gelmiş gibi kaşlarını çatıp dikleşti. Dudaklarını birbirine bastırıp geri açtıktan sonra muhatabı olarak yine ben vardım. "Hak doğrusu demişken bunun ağabeyi pekte doğru yolda değil gibi? Söyledi mi sana?" Boş bakışlarıma bakar bakmaz kahkaha atmasıyla "Ha bilmiyorsun!" der demez boğazına yapışan ellerle çığlığı basıverdim. Benin aksime sakin olan bu yabancı zaten bunu bekliyormuş gibi kahkahasına devam etti. Benim yüreğim ağzımda alev alev bakan Uraz'dan korktuğumu iliklerime kadar hissediyordum. Bu kinden, öfkeden, çıldırmış gibi bakan hırçın yüz hatları ve kararmış gözlerinden delicesine korktuğumu hissettim. Boğazına yapışmış kızgın boğa olmasına rağmen aynı tutumla konuşmaya devam etti. "Hak doğrusu olan güvendiğin bu adamın abisinin kim olduğu hakkında bilgin yok mu şimdi?" "KES LAN SESİNİ KESS!" "URAZ LÜTFEN!" Onun yükselen sesiyle benim sesim de yükselmişti. Bugüne kadar sıkıp tuttuğum gözyaşlarım korkuyla bir bir dökülüyordu kucağıma. "Dinle manitası dinle bunun ağabeyi nerde bir dinle!" "KES LAN KES!" "DOĞRU YOLDA OLAN YÜZBAŞININ AĞABEYİ!" "KES DEDİM LAN KES!" "URAZ HAYIRR!" Hepimizin sesi birbirine karıştığında belinden çıkardığı silahla pastaneyi inletecek kadar bağırdım. Elinden her an bir kaza çıkabilirdi. Gözlerim faltaşı gibi açılmış, buğulu gözlerimin yanında kalp ritimlerim arşa çıkmıştı. Benim vücudum korkudan titrerken onun vücudu öfkeden titriyordu. Öyleki elinde tuttuğu silah bile odağını bulamıyordu. Bizim aksimize rahat tavrından asla ödün vermemiş olan bu esmer adam öfkeyle karışık sırıtmaya devam ediyordu. İki öfkeli göz bakışlarını birbirlerinden ayırmıyordu taki onun bana bakmasına kadar. Bir vakit beni süzdükten sonra yumuşak sayılan bir tonda konuştu saniyeler sonunda . "Sakin ol komutan. Bak kız korkuyor." Uraz ise hiç onu duyuyormus gibi değildi. Başka bir âna takılıkalmış gibiydi. Burda değildi sanki ruhu ve bedeni. Yakasını tutan eli hâlâ gevşememiş silah tutan eli bir milim bile oynamamıştı. Sakladığım sesimi daha fazla hapsetmek istemediğim yerden güçlükle çıkardım. Ağlamaktan tizleşen sesimle belki bir meze sakinleşir diye mırıldandım. "Uraz tamam indir o silahı, değmez buna." Adam dediğim şeyle bakışlarını bana kitlediğinde bu umrumda bile değildi. Mırıltmın üzerinden geçen iki dakika sonra kadar sıktığı yakasını hızla ittirerek bıraktığında gizliden bir oh çektim sonrasında ne olacağını bilmeden. Silahı beline koyup işaret parmağını tehditbali sallarken onu takmadığını yakasını silkeleyerek düzeltmesinden anlamıştım. "Sakın bir daha sabrımı sınama. Bu gördüğün yüz görüp görebileceğin son yüz olur!" "Bir dahaki karşılaşmada hatırlatırım o zaman. Bilirsin beni Ferzan Dizdar hep büyük oynar!" Uraz kendine hakim olmaya çalıştıkça damarına basmaya devam eden bu adama hayretler içerisinde bakakaldım. Şuan istese tüm mermileri üzerine boşaltabilirdi. İstese canını alabilirdi savunmasızdı lakin o hâlâ damarına basma peşindeydi. Peşindeydi çünkü Uraz'ın ona zarar vermeyeceğini biliyordu. Rahattı çünkü Uraz'ı bağlı tutan bir şey vardı ve o bunun bilincindeydi. İstese masaya bile oturtmazdı ama o onun hakkında bir şey biliyordu. Bunu bildiği için rahatlıkla damarına basıyordu. Elleri yumruk halini almış, derin derin nefesler soluyorken arkasını dönüp ilerlemeye başladığında yerimde dikleşerek nereye gittiğine bakındım. O ise arkasına bile bakmayan yeri inleten adımlarla uzaklaşmaya devam ediyorken beni burada bir başıma bırakıp gitme düşüncesiyle dolup taştım. Hayır yapmazdı. Korkum boğazımı aşıp çıktığında kendimi ardından bağırıyorken buldum. "Hayır hayır hayır! Uraz! Uraz!" Titreyen sesimi şaşkın bir seste kaplamıştı. "Yüzbaşı! Yüzbaşı nereye!" Ve o kapıyı açıp adımını dışarı attı. Beni bu halimle bir başıma, düşmanının yanında bırakıp gitmişti. Beni bırakıp gitmişti. Gözlerimden kırılmışlığımın yaşları yüzümü ıslattığında bedenimi esir almıştı bu kırıklık. Bir umut geri döner diye kaldırdığım gözlerim Ferzan denilen adamla çakıştığında gözlerimden birer damla daha yere kayıp gitti. "Gitti. Bu halimle beni bırakıp gitti." Kulağıma dolan tok ayak sesi yanı başımda durduğunda o iğrenti duyduğum sesi hiç bitmeyecek bir döngü gibi yine işittim. "Demek ki güvenebileceğin bir adam değilmiş." "Geri döner o." Bu dediğime ben bile inanmamıştım. "Geri dönmesi güvenilir olduğunu kanıtlamaz." "Pişman olacaktır eminim." "O pişman olacağı hiçbir şey yapmaz." "Geri dönecek..." "Dönmeyecek." Benim inanmadığım sözlerimin yanında onun kesin, net sesi gerçekleri söylediğini bilmek içimi daha fazla kanattı. Gözlerimden birer damla daha düştüğünde başımı kaldırıp camın dışarısında olan hayata baktım. Soğuktan iki büklüm olmuş insanlar aceleyle yürüyorlardı. Yeni yeni atıştırmaya başlamış kar şiddetlenerek rüzgarı da kendine bağlamıştı. Canlı cansız ne varsa buz kestiriyordu böylece. Lakin buz kesen camın arkasında kalan hayat değildi benim yüreğimdi asıl. Terk edilmişliğin soğukluğu, arkada bırakılmanın verdiği soğukluğu, ilk gözden çıkarılmanın verdiği soğukluğu taşıyordu yıpranmış yüreğim. Tanımış, tanımamış tüm insanların hayatından çıkarıldığımı fark etmek hissizleştirmişti ruhumu, bedenimi. Benim yüreğimdeki soğukluğu yaşıyordu şuan bu şehir. İçimdeki fırtınayı cam arkasındaki hayat yaşıyordu. Titreyen bedenimin korkusunu karşımda durup kıvrılan kedi yaşıyordu. Suskunluğumu ise karşımdaki adam taşıyordu üzerinde. Ellerini cebine yerleştirmiş öylece beni seyrediyordu. Her şehirde terk edilmişliğin acısıyla yüzleşmek boğmaya başlamıştı beni. İlk İzmir'de terk edilmedilmiştim. Önce babam, sonra annem ve onları takip eden abim. Ben o şehirde yüzlerce kez terk edilmiştim. Şimdi Gaziantepteydim. Ve ilk kez burada da bir komutan tarafından terk edilmiştim. Sanırım benim geri kalan 79 şehirde de terk edilmişliğimin bir hikayesi vardı. Boynuma yapışıp kalmış lanetim bu olabilir miydi? Terk edilmek... Tarık Karyeli... Beni terk edenlerin arasında olan o isim. Bu hale düşmemdeki en büyük kabusum. Beni sevdiğini söyleyip yanımda durmayan o korkak yüzünden şimdi bu haldeydim. Beni kaçıracağına inandırıp o gece ortadan kaybolduğu için şimdi burdaydım. Bir başımaydım işte. Nereye gidersem gideyim tek tabanca olmak zorundaydım. Öyle de olacaktı bu saatten sonra. Düşmanın eline mi düştüm yine, dimdik duracaktim. Aşık olacağım bir adam tarafından yine mi terk edildim dimdik dikilecektim karşısında. Birine mi ihtiyaç duydum sıkacaktım elimi gerekirse tırnaklarımı geçirecektim tenime. Vuruldum mu orada can verecektim ama yine de aman dilenmeyecektim kimseden. Hele ki bana bunu yapan komutandan asla! Cennete onun sayesinde gireceksin deseler cennetten vazgeçerim bu saatten sonra. Gözümden akan yaşı sildiğimde son akan yaşım olmuştu. Saçlarımı geriye iterek boynuma kadar inen yaşları hırsla sildim. Ona muhtaç değildim. Sandalyemi ilerletip Ferzan'ın tam karşısında durdum. Elleri cebinde tepeden bakarken dudaklarını ıslatıp aklındaki soruyu sordu. "Şimdi napacaksın?" "Eve geri dönücem." "Bu halde mi? Var mı paran? Ya da güvenebileceğin biri?" Beni her ne kadar alaya alsa da kararlılığımdan ödün vermeden ikimizinde şaşıracağı o cümleyi kurdum. "Sen götüreceksin beni." "Ne?" "Duydun işte. Sana güvendiğimden değil, isteğimi yerine getireceğini bildiğimden." dedim bir çırpıda. Yaslandığı yerden dikleşti ve kafa karışıklığıyla sordu. "Bunu da nerden çıkardın?" "O gittiğinden beri başımda dikilişinden." Bu dediğim son konuşmamdı zaten. Bu sözden sonra ne o konuşmuştu ne de bir daha ben. Bundan sonrası gözlere kalmıştı. Ve de onun yüreğine. Biliyordum, eve götürecekti. Eve götürecekti lakin benim sözlerim yüzünden değil Uraz'a kendini üstün göstermek için. Onun üzerinde üstünlük kurabilmek için. Evindeki misafirin düşmanını tercih ettiğini göstermek için. Çünkü benimde onunla gitmek istememin sebebide bundan başkası değildi... |
0% |