Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. Bölüm

@s_t_yzr

III

 

 

 

Yaşamın en temel gayesidir acı. İster yansın bedenin ateşlerde ister kor düşsün zihnine çektiğin acının kantardaki hesabı hep aynıydı. Çekene yaşayan, başkasının acısını hissedene ise insan dediler bizden önceki nesiller. Acı adına ne şiirler ne romanlar yazıldı fakat ana fikri hep başkaydı. Acının içinde yeşeren umutlar yeni açılan çiçeklere benzerdi, benim düşlerimde. Harp meydanında elinde kalan son hatıraya tutunan nice asker şehit düşerken götürdüler ardında acı dolu sevgiyi. Soğuk bir güz gecesi, dünyanın yükü omuzlayacak kadar güçlü fakat kimsesiz kalmamak için aciz bulduğu göz yaşlarını döken bir adam, mermer bir taşa sarılarak gömdü acı dolu özlemini. Genç bir kadın hayatın verdiği her şeyi kabullenip son kez, acı dolu umutları solarken giydi gonca gül rengi elbisesini.

Ve acının esansı sardı gök kubbeyi, düştü cennetin bahçelerinden üç çiçek tohumu yer yüzüne...

Birine sevgi dediler, insanlar uğrunda ölsün diye. O günden beri insanlar sevdiklerine verdi gülü.

Birine özlem dediler, insanı aciz kılsın diye. O günden beri kara kışın ortasında açıp baharı bekler kardelen.

Birine umut dediler, insan daha ölmeden ruhu gömülsün diye. O günden beri ölümü simgeler papatyalar.

Bir insan sevebiliyorsa, özlüyorsa, umut edebiliyorsa cennetten gelen çiçekler süsler mezarlarını. Fakat bir insan seviliyorsa, özleniyorsa, adına umut ediliyorsa işte o kişi cennetin ta kendisidir çiçeklerin gözünde. Ve acılarıma son verirken çiçeklerin dudaklarından döküldü sözcükler, son kez emrediyorum sana gözlerim, gör cenneti yanan, serin nehirlerinde lav akan haliyle; son kez duy kulaklarım hiç sevilmeyen, özlenmeyen, umut etmeyenlerin cehennemden kaçan derin çığlıklarını ve son kez düğümlen dudaklarım, paylaşma herkesle acını.

 

 

Kulaklıklarımda çalan şarkının etkisinde sessizce yolu izliyordum. Zihnim tamamen durmuş sadece huzurlu olduğum şu ana odaklanmak istiyordu fakat olmuyordu. İçimi kemiren uzun sivri dişli, ucube görünümlü düşünceler bir türlü bana rahat vermiyordu. İki gün önce içime pimi çekilmiş bir canlı bomba atan Cengiz ablamla birlikte ortadan kelimenin tam anlamıyla yok olmuştu. Ona hiçbir şekilde ulaşamıyordum. Telefonlarıma çıkmıyordu, mesajlarıma dönmüyordu ve en kötüsü ortak arkadaşlarımızın dediğine göre Cengiz'le birlikteydi. Herif benimle dalga geçer gibi konuşmamızın akşamında ablamı da alıp kayıplara karışmıştı. Daha önce defalarca kez böyle ortadan kaybolup iki güne geri gelmişlerdi. Yine böyle olmasını umuyordum yoksa annem veya babam polise haber verirdi. Buna sinirlenen o puşt dediğini yapardı ve bom ablamın sex videoları her yerde olurdu. Babam büyük ihtimalle onu öldürürdü, ablam mezara babam hapishaneye girerdi. Bir tanecik kızı ölüp para aracı yok olunca annemde kafayı yiyip hastaneye kaldırılırdı ve mutlu son ailem dağılır, bende intihar ederdim. Zihnimde film şeridi gibi geçen görüntülerin ardından kendime gelmek için zorla yutkundum ve kulaklıklarımı kulağımdan çıkardım. Telefondan şarkıyı kapatıp ablamdan bir bildirim var mı diye kontrol ederken babam benzinliğe doğru arabayı kırdı. Hiçbir bildirim yoktu. Babam arabadan inmeden önce bana dönüp: "İstersen tuvalete gir, Asu. Eve daha çok var." dedi. Uysal bir şekilde kafamı sallayıp aynı anda ikimizde arabadan indik.

Arabanın kapısını sertçe kapatıp hava aydınlık olmasına rağmen ışıkları açık olan benzinliğin marketine baktım. Tam o sırada uzaktan yakına doğru çok gürültülü bir motor benzinliğe yanaştı. Normalde etrafımdaki insanlara bakıp onları rahatsız etmek hiç istemezdim. Benim bakışlarım daima yerde, adımlarımı attığım hayali çizgide olurdu. Fakat şimdi içimi saran anlamsız bir merak beni telaşa sürüklüyordu. İçimde adlandıramadığım bir hisle bakışlarımı motorun sahibine çevirdim. Deri ceketinin arkasına işlenmiş bir yılan motifi vardı. Uzun boyu ve ense tıraşı ile sanki bir yerden tanıyormuşum gibiydi. O tanıdıklık hissi, motorun deposu dolarken bırakıp yandan onu görebileceğim şekilde benzinliğe doğru ilerlemesi ile son buldu. Tanıdıklık hissi gitmiş Uğur'u gören gözlerim son raddesine kadar açılmıştı. Adamı gökte ararken yerde bulmuştum. Onun arkasından hızla markete girip etrafa göz attım. İki raf ardımda yine bana arkası dönüktü. Ne diyecektim ki? Nasıl derdimi anlatacaktım?

Derin bir nefes alıp Uğur'a doğru ilerlerken sensörlü kapı açıldı ve içeri babam girdi.

" Asu, hadi ne bekliyorsun ortalık yerde, lavaboya gitmeyecek miydin?" Sinirli çıkan sesiyle bana hesap sorarken babama hızla dönüp baktım. Ardından tekrar Uğur'un olduğu yere baktığımda yoktu. Uçmuştu sanki bir anda. Tekrar babama dönüp: "Şey baba, tuvaletin nerde olduğuna bakıyordum." diye saçma bir yalan uydurdum. Bakışlarıyla arkamı gösterdi. Bir arkama bir de ona bakıp gülerek yanından ayrıldım. Babamın tam arkamdaki bakışlarını sırtımda hissediyordum. Tuvaletlerin olduğu bölüme girip kadınlar için ayrılmış yere hızlıca giriş yaptım.

Tamam sakin olmalıydım. Babama fark ettirmeden onu bulup konuşmalı ve bu duruma bir çözüm yolu bulmalıydım. Ya da beni başka bir zaman onun yanına götürmesini rica edip bizzat onunla bu konu hakkında konuşmalıydım. Derin bir nefes verip çeşmeye doğru ilerledim. Avucumu suyla doldurup yüzüme birkaç kez vurdum. Ardından yandaki peçetelerden alıp yüzümdeki damlaları sildim. Hızla kızarmış cildime su damlaları ile kirlenmiş aynadan bakıp derin bir nefes aldım. Bu fırsat bir daha elime geçmezdi, ablam ortada yoktu, Cengiz pezevengi beni onlarla tehdit etmişti ve babam dışarıdaydı. Sakin olup bir yolunu bulmalıydım.

Aynanın karşısından ayrılıp kapıya yöneldim. Açıkçası kapıyı açtığımda sağ tarafta duvara dayalı bir şekilde onu bulmayı beklemiyordum. "Beni mi arıyordun küçük kız?"

Deri ceketinin yakasından tuttuğum gibi onu içeriye çekip kapı kapandığı gibi sırtını kapıya vurdum. "Hey hey sakin ol, beni böyle tavlayamazsın." Laubali haline göz devirip direkt konuya girdim. "Seninle Cengiz ve ablam hakkında konuşmam lazım."

Kollarını göğsünde bağlayıp ciddi bir şekle büründü. "Ne oldu?" diye sorduğunda ona baştan sona, Cengiz'in beni nasıl tehdit ettiğini, ablamın durumunu ve şu anda ikisinin de ortadan kaybolduğunu anlattım. Hiç sözümü kesmeden baştan sona dinledi. Anlatacak her şeyim son bulduğunda derin bir nefes verip yalvaran gözlerle ona baktım. Ama hiçbir şey anlatmayan boş bakışları ardında acımasızca beni cevapladı.

"Bu durumda bizim yapabileceğimiz bir şey yok. Sen bizim yanımızda değilsin ve teslimat süresini yalnızca ben ve o biliyor. Yani açıkçası bu durumda yalnızsın. Yapabilecek bir şey yok. Üzgünüm küçük kız." Tam gitmek için kapıya döndüğünde kolunu tutup onu durdurdum. "Lütfen Uğur, sizden başka bir çıkar yolum yok. Bunu eğer babam öğrenirse..." Sustum. Bizi öldürür diyemedim. Kolunu elimden kurtarıp bana bir adım yaklaştı. Boy farkımız yüzünden o kafasını eğip bakarken ben kaldırıp ona bakıyordum.

"Bak biz senin ablanın götünü toplamak için dünyaya gelmedik, tamam mı? Daha birçok sıkıntımız varken bide o sikik Cengiz ve babasıyla uğraşamayız, anladın?" Son kelimesini söyleyip tuvaletten çıktığında umutsuzca kapalı kapıya bakakaldım. Haklıydı, bu durumda yalnızdım. Faili ablam bile yanımda değilken hiç tanımadığım adamlar bana niye yardım etsindi ki zaten.

Umutsuzca çıktım o tuvaletten. Hiçbir yere bakmadan direkt arabaya binip kulaklıklarımı taktım.

Yalnızdım, yine.

 

 

Sessizliği ağırladığım bilmem kaçıncı dakikadaydım. Hayatımın temelini oluşturan çaresizlik ilk defa yatağımda, yanıma yatmış benimle birlikte acı çekiyordu. Elimden hiçbir şey gelmeden sadece bekliyordum. Ablamdan haber alamadığım gün sayısı üçe çıkmıştı. Günlerden pazartesi, yatağımda saat akşam üstü yedi civarları yatarak acınası hayatımla baş başayım.

Düşünceler zihnimi bir bir işgal ederken ben tavanımın aşina olduğum soluk beyaz rengi ile bakışıyorum. Aklım her bir saniyenin çetelesini tutarken ruhum gelecekteki zamanıma mektuplar yazıyor. Hepsi kalbimin ateşinde yanıp kül olurken yanan sözcüklerin mürekkebi kanıma karışıyor. Tek bir kelime kaderimin oluşturduğu kalın duvarlar sayesinde yanmaktan kurtuluyor.

Ölüm.

Acaba babam her şey ortaya çıktığında ilk işi ölümle anlaşma imzalamak mı olacaktı?

Peki ya annem?

Nefes alamıyormuş gibi kalktım yataktan. Ellerim yatakta, düşmemek için beni dik tutan kollarıma yardımcı oluyor. Çok düşünüyordum. Ablamın bu kadar düşünmediğine yemin edebilirdim fakat elimde değildi. Onun kaybedecek bir şeyi yoktu, ruhu dışında. Benimse çok fazlaydı. Babamı kaybedemezdim mesela. Hâlâ ondan sevgi bekleyen küçük bir kız çocuğu taşıyordum içimde. O kız yerde, babasının tekmelerinin izini hala sırtında taşıyordu. Ama o kadar saftı ki... Hak ettiğini zannettiği sevgiyi her geçen gün daha da büyük umutlarla bekliyordu. Annemi ise... O en büyük yaramdı. Onu hiçbir zaman kazanamamıştım ki kaybedeyim. Ama yine de uzadılar diye her iki ayda bir saçlarımı kesmek yerine okşasın isterdim. Eğer Cengiz her şeyi ortaya çıkarırsa asla sağlam temelleri olmayan ailem bir daha birleşmemek üzere parçalanacaktı. Buda o küçük kızın ölümü demekti. Çok bencil hissediyorum kendimi. Ablamın durumu ne bilmiyorum mesela, onu benden daha kötü bir gelecek bekliyordu.

Düşüncelerimi çat diye kesen kapının bir kerede açılması oldu. Ardından çarparak kapanması. Gözlerim sinirden köpüren annemi görünce bedenim hızlıca toparlandı. Yatağımın ortasında acizce bağdaş kurmuş oturan kızına hiç acımadan baktı. Ödüm koptu bana beni seviyormuş gibi bakacak diye. Düşünceme kendi kendime gülecekken dizginleyip dudaklarımı bir ip gibi dümdüz gerdim.

“Hâlâ ablandan haber yok mu?”

Başımı hayır anlamında iki yana salladım. Derin bir nefes verip bir elini alnına bir elini beline götürerek sağına döndü. “ Nasıl böyle bir aptallık yapabildi, nasıl?”

Ardından tekrar bana. İşaret parmağını bana doğru sallayarak tekrardan üç günden beri duyduğum cümleyi tekrar sıraladı dilinin ucuna. “ Ablandan bir haber gelirse hemen bana söylüyorsun anladın mı beni?” Evet anlamında bir baş sallaması. Tek yaptığım buydu. Ama tam odamı terk edecekken mühürlenmiş gibi suskun dudaklarım sesimin arsız direnişleri ile aralandı.

“ Anne neden polise gitmiyoruz? Üç gündür ablam o herifle birlikte ya başına bir şey geldiyse?”

Kapı eşiğinde duran annem sesli bir nefes vererek bana döndü. Ne yapmaya çalıştığını anlamıyordum. Biricik kızı nasıl, ne halde bilmemesine rağmen asla polise gitmiyordu. Babam faktörü yüzünden desem de kimse çocuğunu bu kadar umursamaz bir şekilde kendi kaderine bırakamazdı.

“Polis yok, Asu. Bunu kafana sok. Babana bu konu gitmeden ben halledeceğim sen sadece çeneni kapalı tut, yeter.” Tekrardan başımı evet anlamında aşağı yukarı salladım. O da memnun olmuş gibi sallayıp bana yalnızca aferin diyerek odadan çıkıp ardından kapıyı kapattı. Umutsuzca bakışlarımı kapıdan alıp pencereye doğru döndürdüm. İçimde kendimin polise gitmesi gerektiğini söyleyen bir ses vardı. Yalnız o ses babamdan bir haberdi. Karakola gittiğim andan tut verdiğim ifadeye kadar saniyesinde haberi olurdu. Bir de bu konu basına yansırsa, işte o zaman ölümün elinden bizi kimse alamazdı.

Sessiz odamın ambiyansını bozan telefonumun zil sesi oldu. Arayan numara ablamın yakından tanıdığım ve açıkçası çok sevdiğim bir arkadaşıydı. Hızlıca aramasını yanıtladım.

“Alo, Lale abla nasılsın?”

Karşıdaki naif ses tonunu duyana kadar beni arayanın ablam olduğunu düşünmüştüm. Yanılmıştım.

“İyiyim güzelim. Asu benim sana bir şey söylemem lazım.”

“Söyle Lale abla, ne oldu?” Kalbim ağzımda atıyordu. Ablamla ilgili ufacık bir bilgiye bile açtım.

“Bak Asu, biz dün gece Gods House'taydık. Ablan ve Cengiz de oradaydı ve açıkçası Ahu'nun o halini hiç beğenmedim. Artık ne kullandıysa ayakta bile duramıyordu. Lavaboya gittiğinde arkasından gidip iyi olup olmadığını sordum. O da iyiyim diye geçiştirdi. Seni arayacağımı, gelip onu almasını isteyeceğimi söylediğimde şiddetli bir şekilde karşı çıktı. O gece içkiyi biraz fazla kaçırdığım için çok üstelemedim zaten Cengiz de hemen gelip onu aldı ve gittiler ama arkadaşlarımla şimdi oturup konuşunca seni aramam gerektiğini düşündüm. “

Her bir kelimesi bana bir iğnenin paslı ucu gibi batıyordu. Boğazımdaki düğümü bir nebze geçirmek için yutkundum. Zihnimde ona söyleyeceğim kelimeleri toparlamam saniyelerimi aldı. “Lale abla, peki şimdi nerede oldukları hakkında bir şey biliyor musun?” Derin bir nefesin verilme sesini duydum telefonun diğer ucunda. Söyleyecekleri o kadar içime oturacaktı ki kalbim bu bekleyişte bile ağzımda atıyordu.

“Tatlım biliyorsun ben Cengiz'in kuzeni ile birlikteyim. Onun da bildiği kadarıyla Cengiz'in dededen kalma bir bağ evi var, oradalarmış. Babası ile büyük bir kavga ettiği için Ankara içi evlerinden birine gitmiyormuş. Ablanda yanında olması lazım.”

Arkadan bir kadının ince sesi ve ardından ona itiraz eden bir adamın sesi duyuldu. Ardından Lale abla tekrardan konuşmaya başladı.

“Eee tatlım, ben sana eğer bulursam konumunu atarım olur mu?”

“ Çok teşekkür ederim Lale abla, çok sağ ol haber verdiğin için. “

Sakin ses tonuna ek benim ha ağladı ha ağlayacak sesim karışmıştı. Bana iyi dileklerini iletip telefonu kapattığında ne yapacağımı kara kara düşünmeye başlamıştım. Oraya eğer tek gidersem Cengiz'in bana neler yapabileceğini tahmin dahi edemiyordum. Hem ablamın iyi olup onca aramama ve mesajıma tenezzül edip bakmadığını düşünürsek eğer, tabi telefonu yanındaysa, daha çok onun için çabalamak içimden gelmiyordu. Canımı, oraya tek giderek riske atamazdım fakat oraya gidip ablamı alıp gelecek birini tanıyordum. Telefonuma dakikalar sonra gelen mesaj ile zaman kaybetmeden yerimden kalkıp içeri geçtim. Tekli koltukta telefonu ile ciddi bir şekilde uğraşan anneme seslendim. Hızla başını kaldırıp bana baktı.

“Ablamın arkadaşlarından biri aradı az önce. Galiba ablam ile Cengiz burada olabilirlermiş. “

Dediğimde hızla yerinden kalkıp ona doğru uzattığım telefonumu aldı. Gelen konumu kendine gönderip telefonumu geri verdi. Bakışlarını gözlerime çıkarttığında orda görmeyi beklediğim umut ışıkları yerine kara bir öfke hâkim olduğunu gördüm. “Ben gelene kadar evde kal. Baban büyük ihtimalle yine eve gelmeyecek ama olurda gelirse ablanla dışarıya çıktığımızı söylersin tamam mı?” Dediğinde başımı evet anlamında sallayıp, tamam dedim. Kafasıyla beni onaylayıp hızla portmantoya gitti. Kabanını giyip, çantasını aldığı gibi kapıyı çarparak kapatıp gitti. Olduğum yerde durmanın anlamsız olduğunu fark edip odama gittim. Yatağımda bininci kez okuduğum romanımla beraber onların gelmesini bekledim.

Kapının sert bir şekilde kapanma sesiyle yatağımdan irkilerek uyandım. İçeriden gelen annemin bağırış sesleri ile doğrulduğum yataktan tamamen kalkarak içeri gittim. Annem ablamı kolundan savurarak yere attığında gördüğüm görüntü içler acısıydı. Şaşkınlığım zirveye ulaşırken ablamın yanına gidip yerden onu kaldırmaya çalıştım. Fakat annemin sert bağırışı ablamın kollarından tutar halde kalmamı sağladı.

“Uzaklaş onun yanından hemen! Kimse yardım etmeyecek ona hiç kimse!”

Ablam yerde ayaklarını kendine çekerek ağlamaya devam ettiğinde kollarını tutmaktan vazgeçip ayağa dikeldim ve birkaç adım geriye gittim. Annem bir sağa bir sola giderek saçlarını yolup anlamadığım şekilde ağzının içinden bir şeyler söylüyordu. İçimde buradan koşarak kaçmak isteyen bir his oluştu fakat ablamı yalnız bırakıp gitmek istemeyip orada durmaya devam ettim.

“Salak salak ağlayıp sinirlerimi bozma benim kalk git odana gözüm görmesin seni.”

“Ama anne...”

Daha ablam söyleyeceği şeyi tamamlayamadan işaret parmağı ile koridoru gösterip: “ Kalk!” Diye bağırdı. Ablam arla zorla yerinden kalkıp giderken sessizce durduğum yerde anneme baktım. Elini her zaman yaptığı gibi alnına götürüp ovarak tekli koltuğa oturdu. Orada durmanın anlamsız olacağını fark edip mutfağa ilerledim. Bir bardak su ve ağrı kesici alıp annemin oturduğu koltuğun yanındaki sehpaya bıraktım. Bana baktığını hissetsem de bakarsam bağırır korkusuyla hiçbir göz temasında bulunmadan ablamın odasına doğru adımladım.

Yatağın ortasında, cenin pozisyonunda ağlayan ablama kalbim acıdı. İçimde beni ondan habersiz bıraktığı için bir sitemim olsa da onu bu halde bırakamazdım. Dolabına gidip takım pijamalarından bir tanesini çıkarttım. Kolundan tutup yatakta oturmasını sağlayıp crop tişörtünü üzerinden çıkartıp askılı pijamasını giydirdim. O an daha çok ağlayarak belime sarılıp kafasını göğüslerime bastırdı. İçin için ağlarken elim kolum bağlı bir şekilde oracıkta dikildim. Çok canım yandı, söyleyecek tek bir kelime bulamayışıma, onu bu bataklıktan kurtaramayışıma çok canım yandı. Bir kolumu omuzlarına dolayıp diğeri ile saçlarını okşadığımda daha da ağlamaya başladı. Bu gece ne oldu, annemin siniri neyeydi, ablam niye bu kadar ağladı hiçbir şey sorgulamadım. Ama annemi bile çıldırttıysa bu gece kıyamet kopmuştu ve ben sadece birkaç adım gerisindeydim.

Sabaha karşı beş sularında ablamın yatağında gözlerimi açtım. Sırtımı yatağın başlığına vermiş dizlerimde ablamın başı ile uyuyakalmıştım. Ahtapot gibi sarıldığı bacaklarımı ablamdan kurtarıp yatağın ucuna kadar popomu sürüye sürüye ilerledim. Belimi girip önce yatağı ardından da son kez uyuyan ablama bakıp odayı terk ettim.

Tam herhalde babam gelmedi diyecek iken ortak banyodan çıkan babamla karşı karşıya geldim.

“ Günaydın baba.” Sadece kafasını sallayıp selam vermekle yetindi.

“Nerden geliyordun sen?” Baş parmağımla arka tarafı gösterip sorusunu cevapladım. Acaba sen nerden geliyordun babacım ki bu saatte duş aldın? “Ablamın odasından, dün gece film izlerken onunla birlikte uyumuşum.”

Cehennemde yanacaksın Asu.

Olsun en azından ailemi yalnız bırakmayacaktım.

Olumlu anlamda kafasını sallayıp omuzlarına sardığı havlu ile başını silerek yatak odasına doğru gitti. Derin bir nefes verip odama girdim. Hiç vakit kaybetmeden bir çift iç çamaşırı, bornoz, havlu ve okula giderken giyeceğim eşyaları teker teker yatağın üzerine koydum. Her zaman bornoz, havlu ve iç çamaşırları gibi kişisel eşyalarımı ayrı tutar ve ayrı yıkardım. Çocukluğumdan gelen hijyen takıntımın aynısı babamda da vardı. Oda nefret ederdi eşyalarının başkası tarafından kullanılmasına veya birlikte yıkanmasına. Yatağımın üzerinde olan şeyleri kucaklayıp az önce babamın çıktığı banyoya girdim. Normalde odamdaki banyoyu kullansam da tek banyo batırmanın daha mantıklı olacağına hem de sonrasında bu banyoyu yıkayıp pisliğinden arındıracağımı düşünüp buna girmeye karar vermiştim. Uzun soluklu, artık derimin acıma kısmına getirdiğim banyomdan çıkıp hızlıca kurulanarak iç çamaşırlarımı giyindim.

Aklımın bir köşesinde hâlâ dün gece vardı. Eve güllük gülistanlık gelmeyeceklerini bilmeme rağmen yine de dün gece çok fazla gerginlik olmuştu. Annemle ablamı ilk defa böyle gördüğüm düşünülürse dün gece sadece Cengiz konusunda kavga çıkmamış gibime geliyordu. Yine de ablam anlatana kadar sormamaya karar verdim. Nasıl olsa artık benim problemim sadece bu video konusuydu. Eh ablam o Cengiz pezevengi ile konuşup anlaşmışsa bence bu konuda kapandı ki o puşt eğer konu kapanmasaydı beni sürekli rahatsız ederdi. Derin ve mutlu bir nefes aldım günler sonra. Artık benlik bir problem kalmadığına göre daha rahat olacaktım. Bunun mutluluğunun şerefine çıkardığım siyah kıyafetlerime burun kıvırarak tekrardan dolabımın karşısına geçtim. Boğazlı kırık beyaz renginde mini ve dar bir elbisemi seçip üzerime geçirdim. Onların altına dolabımın kenarında duran beyaz deri çizmelerimi giyecektim. Yerinde duruyor mu diye bir bakış atıp orda olduklarına kanaat getirerek dolabımın kapaklarını açık bırakıp makyaj masamın önüne oturdum. Saçlarım ve cildimle bugün ayrı bir şekilde ilgilenip parlamalarını sağlayarak o koltuktan kalktım. Üzerinde kahverengi düğmeleri olan krem rengi bir kabanı alıp giydiğimde kombinim tamamlanmıştı. Ayaklarıma geçirdiğim çizmelerin kenarında duran fermuarlarını çekip oturduğum yataktan ayağa kalktım. Çantamı alıp kenarda duran kara kaplı defterimi içine koyarak odadan ve aynı hızla evden çıktım. Okul yolunda aklıma takılan düşünceleri es geçip bugünü kendime ayıracağıma söz verip arabayı sürmeye devam ettim.

Okula vardığımda ders saatimi çoktan yarım saat geçmişti. İçimden bir küfür sallayıp hızla arabadan indim. Derse şimdi girmek istemiyordum çünkü bir anda insanların dikkatini üzerime çekmek isteyeceğim son şey bile değildi. Amfinin önünde bekleyip ders arasında girmeye karar kılarak okulun içinde ilerlemeye devam ederken cebime attığım telefonum çalmaya başladı. Çantamı kolumda sabitleyip arayan numaraya baktım. Ne kadar ismi yazmasa da o orospu çocuğunun numarasını ezberleyecek kadar çok beni rahatsız etmişti. Bu günkü keyfimin üstüne çöken kara bulutların sahibi Cengiz'di. Aramasını yanıtlamak istemesem de ısrarla çalmaya devam etmesiyle koridorda durup açtım.

“Ne var Cengiz!” Birkaç saniyelik sessizlikten sonra hızlı hızlı konuşmaya başladı. “Okulun yanındaki kafedeyim, beş dakika içinde burada ol.” Ses tonu ve emir kipiyle konuşması beni saniyeler içinde insanlıktan çıkardı.

“Sen kime emir veriyorsun lan puşt?” Devam edeceğim küfrü konuşarak böldü.

“Gelir misin demedim Asu! Ya burada olursun ya da neler olacağını az çok tahmin edebiliyorsun diye düşünüyorum. “

Puşt beni hâlâ tehdit ediyordu. Siktir git Cengiz, diyerek telefonu suratına kapattım. Geldiğim yolun tam tersi istikametinde tamamen farklı duygular içeresinde yürümeye başladım. Okuldan çıktığımda arabama uğramak yerine yürümeye karar kılarak yolun aşağısına doğru adımladım. Söylediği kafe neredeyse birkaç metre uzaktaki öğrencilerin çokça takıldığı ve onun da birkaç kez ablamla gittiği kafeydi. Onun için kafeden içeriye girdiğim gibi onu bulmam çok uzun sürmedi. Cam kenarındaki bir masaya kurulmuş hızlı bir ritimle bacağını sallıyordu. Yaslandığı sandalyede etrafa beyni gibi boş bakışlar atarak beni arıyordu ki görüş alanına girdiğim gibi oturduğu yerde dikleşip masaya sandalyesini çekerek yaklaştı. Bu yaptığı harekete atılacak en aşağılayıcı bakışı atıp tam karşısındaki sandalyeye oturdum. Kollarını birbirine bağlayıp masanın üzerine koyarak bana doğru eğildi. Yüzündeki iğrenç sırıtışı kusmak istememe sebep oluyordu.

“ Nasıl da bir sözümle kuyruğunu kıstırıp geldin ama?” Beni gerçekten deli ediyordu. Tek bir kelimeyi bırakın adamın yanımda nefes alması bile beni çileden çıkartmaya yetiyordu. Benimle zoru artık gittikçe artıyordu.

“Ne konuşacaksan konuş, sana bir saniye bile tahammülüm yok.”

Ellerini yumruk şekline getirip çenesini ellerinin üstüne dayayarak bana anlamlandıramadığım bir bakış attı. Göğüsüm içindeki sıkışmalar bana hiç de hayra alamet olmadığını fısıldıyordu. Yine neyin peşindeydi?

“Asu, Asu... Bazen altımda inlerken nasıl görüneceğini düşünüyorum biliyor musun?”

Ağzım bir karış açık dediği şeye uygun küfürler arıyordum. Ama dışarıdan bakılınca sadece şokla açılmış ve sesimin hayat vermediği kelimler ile ağzımı açıp kapatmaktan başka bir şey yapmıyordum. Bu orospu çocuğunun ne dediğini kulağı duyuyor muydu? “Aptal aptal konuşacağını bilseydim asla gelmezdim.” Deyip yerimden kalkerken eli elimin içine hızlıca kaydı ve kalktığım yere geri oturttu. Şaşkınlığımdan yararlanıp elimi masanın ortasına kadar getirip avucunun içine hapsetti. Saniyeler süren temasını hemen elimi çekerek kestim. “Sen ne yaptığını zannediyorsun şerefsiz! Konuşacağız diye çağırdın salak salak hareketler yapıyorsun. Annem az mı vurdu kafana, daha fazlasını mı istiyorsun pezevenk!” Cümlelerimi arda ardına sıralarken sinirden yüzümün yandığını hissediyordum. Bildiğin titriyordum. O ise sakince durup gülümseyerek beni cevapladı.

“ Hayır sadece anlaşmamızı bir üst seviyeye çıkartıyorum.” Dedi. Buda ne demekti ki şimdi?

“ Aramızda bir anlaşma yok Cengiz. Ne ben o adamı tanıyorum ne de o beni. İstediğin şeyi yapmam mümkün değil.”

Nefes nefese tüm bahanelerimi sıralarken onun yüzündeki yavşak gülümsemesi tüm sinir sistemimi altüst ediyordu. Bu hayatta en çok nefret ettiğim kişi kesinlikle Cengiz'di. Nefretim tüm iliklerimi kurutacak kadar büyüktü. Garson elinde bir kahve fincanını Cengiz'in önüne bıraktı. Kahve fincanını alıp ağzına götürürken dudakları arasında şşş sesi duyuldu. Daha fazla tahammül edemezdim. Bu adamı görmek hayatımdan on yıl alıyordu. Oturduğum yerden kalkarken garson bana dönüp istediğim bir şeyin olup olmadığını sordu. Kalkıp tamamen giderken onu nazikçe reddettim. Kafeden çıkarken hâlâ içimde bir sinir harbi devam ediyordu.

Cengiz'den nasıl kurtulacağımı bilmiyordum ama içimden annemle konuşmak geçse de ne yapacağımı cidden bilmiyordum. İçimde bir yerlerde kaybolan okuma hevesim ile okulun garajına gidip arabama binerek eve doğru sürdüm. İç sesimle evde kimsenin olmaması için dua ederken elimden geldiğince yolu uzatıyordum.

Eve vardığımda içeride sadece haftada bir temizlik için gelen abla vardı. Ona selam verip işini bölmemek için direkt odama ilerledim. Normalde temizlik ve yemek işini genellikle ben yapıyordum. Annem ve ablam bu işlere el sürmeme konusunda yeminli gibiydi. Sürekli evde olmam ve sıkılırken iş güç bulamam bu tür şeylerin üzerime kalmasına neden olmuştu. Şikayetçi miydim, hayır. Gelen ablanın olmasından şikayetçi miydim, kesinlikle hayır.

Aptal pezevengin yerinden oynattığı sinirlerimi kapıdan çıkarmak istercesine kolunu indirip duvara çarparak açtım. İçerideki ablaya kadar sesi gitmiş olması lazımdı ama umurumda bile değildi. Sesli bir nefes verip kapıyı bu sefer daha insani bir şekilde kapattım. Üzerimdeki kabanı çıkartıp yatağımın üzerine gayet nizamlı bir şekilde atıp kendimde yatağıma oturarak ayağımdaki çizmeleri çıkarmaya koyuldum. Oysaki bu sabah ne güzel umutlarla uyanmış hayata yeni açılan bir sayfa gibi bembeyaz giyinmiştim. Galiba Cengiz yaşadıkça bana mutluluk haramdı. Belki de hazır eli yatkınken onu babama öldürtmeliydim. Ama ne zaman Cengiz’i silahla alnının ortasından vuran birini düşlesem bu babam değil o geceki adam oluyordu. Hayali bile zevkten dört köşe olmamı sağlarken gerçeğini yaşasam muhtemelen mutluluktan ölebilirdim. Ama ne yaparsam yapayım moralimin üzerinde gezinen kara bulutları bir türlü dağıtamıyordum. Üzerimdeki sabah çok beğenerek giydiğim elbiseyi de çıkarırken yüzüm asıktı. Cengiz o tarihi öğrenmeden bana rahat vermeyecekti. Şeytan diyordu git yalan yanlış bir tarih ver. Nereden bilecekti ki ne zaman olduğunu? Zaten bana bilmediği için soruyordu ama tarihin yalan olduğunu anladığı an yaşayacağım ya da yaşayacağımız felaket gözümün önünden film şeridi gibi geçti. Belki de o haysiyetini siktiğimin puştu ona doğru tarihi versem de ablamın görüntülerini yayacaktı. Bilmiyordum, denizdeki elektrikli yılan balığına güvenirdim ona güvenmezdim.

Siyah bir eşofman ve oversize beyaz bir tişörtü üzerime geçirdim. Saçlarımı lastikle ensemde küçük bir topuz yapıp direkt yatağıma yöneldim. Dünya da kıyamet mi kopacaktı önemli değildi şu anda kafamı toplamak için iyi bir uykuya ihtiyacım vardı. Böylelikle sakin kafayla bir plan yapabilirdim ama şu an tek istediğim şey biraz uyumaktı. Zihnim bu isteğime kayıtsız kalamamış olacak ki kafamı yastığa koyduğum an uykuya geçiş yapmıştı.

 

Uyandığımda çoktan hava kararmıştı. Gözlerimin önüne gelen kâküllerimi geriye atıp baş ucumdaki saate baktım. Akşam dokuzu gösteren dijital saatle birkaç saniye bakışıp kafamı tekrardan yastığıma bastırdım. Bomboş hissediyordum. Ne bir mutsuzluk ne de bir gerginlik tamamen hissizdim. Tabii karnımdaki açlıktan oluşan krampları yok saymazsak hissizlik kanıma bile karışabilirdi. Yattığım yerden ellerimden destek alarak zorlukla kalktım. Ağrıyan belim ve kurumuş dudaklarım ile elimi belimin yanına koyarak odadan çıktım. Mutfağa girene kadar evde yalnız olduğumu zannediyordum ama yalnız başına elindeki tabletiyle ilgilenirken yemek yiyen babamı gördüğümde bu düşünce zihnimde kökleri sinir uçlarıma bağlı olan ağaçtan bir elma daha düşmesine ve bir ölüyü bile içine alamayacak kadar kurak topraklarımda çürüyerek toz olup havaya karışması gibi tamamen yok oldu.

“Sonunda uyanabildin kızım.”

Babam bana asla bakmadan tabletiyle uğraşıyorken söylemişti bunu. Oracıkta hâlâ dikilmenin mantıksız olduğunu düşünüp tezgâha doğru ilerledim. “Sana da günaydın baba.” İfadesiz sesim onu pek de umursatmamıştı. Açıkçası umursasın diye de söylememiştim. Bir bardağa su doldurup içebildiğim en hızlı bir şekilde mideye indirdim. İkinci bardağı doldurmayı düşünsem de açlıktan yakınan midem suyu pek hoş karşılamayarak bulanmaya başlamıştı. Tencere de duran et sote ve pilava aşkla bakıp hızlıca kendime bir tabak hazırlamaya başladım. “Yemeyi sen mi yaptın?” Tabağı doldururken ağzımı da doldurmam gerekiyormuş gibi hissettiğim ilk an pilav dolu tahta kaşığı ağzıma soktuğum da babamın sesini duymamla ona döndüm. Kendimi düşürdüğüm aptal durumun üstüne bu halime gülen babamla birlikte ağzımda olan tahta kaşığı çıkardım. Pilavı hızlı hızlı çiğneyip yutarak babama cevap verdim. ”Hayır Serpil Abla bugün buradaydı o yapmıştır.” Dedim. “Belli senin yaptıklarına benzemiyor.”

Kaşlarımı çatarak ağzına kadar dolu tabağı masaya bıraktım. Babam elindeki tableti bırakmış ilk olarak dolu tabağıma gülümseyerek tüm ilgisini benim üzerime toplamıştı. Böyle anları çok seviyordum. Annemle çok sık olmasa da babamla ara ara gerçekten güzel bir baba kız ilişkisi yaşıyormuşuz gibi yaşadığımız anlar oluyordu. Tıpkı şimdiki gibi. “Neden benim yaptıklarım kötü mü?” Arkamı dönüp çift kapaklı gri buzdolabından taze sıkılmış portakal suyu dolu cam şişeyi alıp az önce su içtiğim bardağa doldurdum.

“Ben öyle bir şey mi dedim şimdi?” Babamın cümlesine karşılık olarak sadece omuzlarımı silkip portakal suyum ile beraber babamın tam karşısına oturdum. Onun yemeği bitmek üzereydi ama o yemeğiyle ilgilenmek yerine direkt bana bakıyordu. “Annenlerin nerede olduğunu biliyor musun?” Dolu dolu bir kaşık pilavla eti ağzıma attığımda başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. Ağzımdakini hızlıca yutup babamı yanıtladım. “Hayır onlar genellikle benimle takılmak istemiyorlar.” Babam gerçek bir samimiyetle kahkaha attığında içimde ona aşık kız çocuğu pür dikkat onu izliyordu. Babam pek gülmezdi bu küçük Asu için kaçırılmaması gereken bir nimetti. “Okul nasıl gidiyor peki?” Benimle gerçekten sohbet etmek istiyordu. Bu durum beni o kadar çok sevindirdi ki açlığımı unutup tamamen ona odaklandım. Küçücük bir ilgi kırıntısının bile kalbimi nasıl pır pır ettirdiğine şahit oluyordum.

“Yeni başladığım için kolay. Sadece derslere gidip geliyorum. Bir üst sınıflarla konuşup hangi hocanın nerelerden sorduğunu ve nelere dikkat ettiğini öğrendim. Söylediklerine göre birinci sınıf en zoruymuş. Geçtiğim taktirde hiçbir sıkıntı yok dediler.” Babam açık bir ilgiyle beni dinliyordu. Eğitim hayatımız babam için çok önemliydi. Zamanı geldiğinde bizlerinde onun gibi saygın iş insanları olmamızı istiyordu ama ablamın YKS de yaptığı derece işletmeye girmeye yetmeyince babamın işini devam ettirmek bana kalmıştı. Bu sene sınav yılımdı ve babamın tüm dikkati üzerimde bir şekilde nefes almadan ders çalıştığıma emin olmuştu. Dershane ve özel ders arasında mekik dokurken artık fotosentez yapacak kıvama gelmiştim ama emeklerimin karşılığını Türkiye elli yedincisi olarak alınca babamın mutluluğunu unutamıyordum. Bana sarılıp saçlarımı sevmiş ve iltifatlar etmişti. Normalde babamın ellerine dolanıp çekilmeye alışık olan saçlarım o derece bir sevgiyle okşanınca yerde gökte benim olmuş gibi hissetmiştim. Annemin ağzının ucuyla tebrik etmesi bile gözümde coşkulu bir sevinç gibi görünmüştü. İşletmeye kabul edilip orda okumaya başlamam neredeyse bir ay önceydi. Ama ben şimdiden önceki sınavlarda çıkan soruları WhatsApp grupları aracılığıyla bulmuş kimin en çok nereden sorduğunu hangi konuyu es geçtiğini öğrenmiştim. Hocaların yıllardır aynı olduğu düşünülürse fevri bir u dönüşüyle düşüncelerini değiştireceklerini zannetmiyordum. Sadece bizi birer böcek olarak gördüklerini ve bizden iğrendiklerini hissediyor olsam da İhsan Doğramacı Bilkent Üniversitesine aşıktım.

Ama bana sorarsanız bende ablam gibi güzel sanatlar okumak isterdim ama Ankara’da değil. Babam farklı bir şehre kati suretle gitmemize izin vermemiş ve tercih sıralamamızı bizimle yaparak her şeye Ankara yazdığımızdan emin olmuştu. Belki namusumuzu korumak için belki bizi başka şehre göndermeye yüce gönlü el vermediği için, ki bu seçenekler dahilinde bile değil, ne olmuş olursa olsun onun dizinin dibinde okumaya zorlanmıştık.

“Güzel. Üçüncü sınıfta muhtemelen staj göreceksiniz, benim yanımda yaparsın. Hem işi öğrenir hem gözümün önünde olursun.” Dediğinde peki demekten başka hiçbir şey yapmadım. Ağzımı bir kaşık etli pilavla doldurmak dışında tabii. Bide iş demişken babamın işleri ne durumdaydı?

“Senin işlerin ne alemde peki baba? Hatırladığım kadarıyla CEO’luk için terfi bekliyordun.”

Bardağımdan büyük bir yudum aldığım meyve suyumu masaya geriye bakıp gözlerinde ışıltılarla bana bakan babama baktım. ”Demek hatırlıyorsun.” Başını aşağıya inip iki yana salladı. Tekrardan başını kaldırdığında o ışıklar yel almış mumlar gibi sönmüştü. “Sanırım bana vermeyecekler.” Kaşlarımı olabildiğince çattım. Tamam babam iyi bir eş değildi veya iyi bir baba ama iyi olduğu bir konu varsa kesinlikle işiydi. Daima mantıklı düşünür hırsını dahi kendi emellerine uygun kullanırdı. Yıllardır haddi hesabı olmayan paralar kazanmıştı ve bunda ne bir torpil ne de bir hile vardı. Babam sıfırdan başlayan ve emeğiyle yükselen nadir insanlardan bir tanesiydi. “Neden? Senden daha uygun birini mi bulacaklarını zannediyorlar?” Babam sözlerime gülümsese de bu gülümseme oldukça ruhsuzdu. Sadece anda kalmak için böyle bir şey yaptığını anlamıştım. “Benden daha uygun biri şirkette yok zaten Zekeriya Bey torunu İtalya’dan buraya teşrif etmeseydi CEO’luğu bana verecekti.”

“Kötü olmuş, desene yeni yetme birine koca şirket emanet edildi.” Babam tek omuzunu devirip tabağında kalan bir etle çatalının ucuyla oynamaya başladı. “Yeni yetme değil. Yirmi sekiz yaşında yeni CEO’muz.” Babamın keyifsiz çıkan sesinin derinliklerinde yeni CEO’ya duyduğu nefreti açıkça belli ediyordu. Bende onun gibi kaşığımın ucuyla yemeğimle oynamaya başladığımda ne cevap vereceğimi düşünüyordum ama bir cevap vermeme kalmadan babamın telefonu çalmaya başladı. Oturduğum yerden gördüğüm kadarıyla arayan kişi kayıtlı değildi. Ama ben kimin aradığını az çok tahmin edebiliyordum. Eski, can sıkıcı anılar gözlerimin önüne gelirken babamı ilk ihanetini dün gibi hatırlıyorum. Ya da ilk yakaladığım ihanetini. İlk defa yediğim dayakta o zaman olmuştu. Bunu öğrenmenin getirdiği yıkımı babam tekmeleyerek tuz buz etmişti. Bunu anneme nasıl yaparsın diye var gücümle bağırıp babama hesap sormaya kalkmıştım. Onun uğradığı ihanet belki de ondan daha çok yakmıştı canımı. O zamanlar annemin nefreti bile bana evladını koruma iç güdüsü gibi geldiğinden beni seviyor sanırdım. Onu koruduğumu görürse beni gerçekten sever, bağırmaz zannetmiştim. Ama annem babamın bana attığı dayağı kapı pervazına dayanarak izlemiş ablam yanıma gelmek istediğinde ise onu odasına gönderip oda bana arkasını dönerek ablamın arkasından gitmişti. O gece elim bileğimden çatlamıştı ve ertesi günün gecesi babam konuşmak için odama geldiğinde acıdan ağlayan beni görmüş ve beni niye hastaneye götürmediği için annemle kavga etmişti.

Komik olan şu ki oda beni hastaneye götürmemişti. Anneme bağırıp evi terk etmekle meşguldü. O gece annem yanıma bile gelmemişti. Ablam çocuk aklıyla bileğimi tişörtlerimden biriyle sarıp beni dışarıya çıkartarak sitenin güvenliğine ağlayarak haber vermişti. “Abi annemle babam evde yok, kardeşim düştü canı çok yanıyor” Telaşlı sesi kulaklarımı zorlarken babam çalan telefonunun sesini kapattı. Ardından tabletini ve telefonunu alarak ayağa kalktı. “Yemeğini ye çok geçe kalma. Buraları da toplarsın. Hadi iyi geceler.” Diyerek mutfaktan çıktı. Ağzımda gevelediğim iyi geceler lafını duydu mu bilmiyordum ama tekrardan çalan telefonunu gayet hoş bir sesle cevaplamış ve üst kata çıkmaya başlamıştı. Bana rüya gibi gelen dakikaların sonunda göğsüme oturan yumruyla yarısı dolu tabağıma baktım. İştahım beni tamamen terk etmişti. Tabağı tezgâha kaldırıp babamın birkaç et ve pirinç tanesiyle dolu tabağını sıyırıp makineye yerleştirdim. Bardağımda kalan son portakal suyunu içeyim mi diye düşünsem de hiç içimden gelmediği için lavaboya döküp onu da çalkalayarak makineye koyup makinenin kapağını kapattım.

Benim de aile hayatım böyleydi işte. Bir saniye öncesi çok mutluyken sadece bir saniye sonrası kara bulutları görebiliyordum. Alışkın olmam gerekiyordu. Nasıl olsa bu aileyle büyümüştüm ama söz geçiremediğim kalbim her seferinde binlerce parçaya ayrılıyordu.

Hissettiğim acılar yavaş yavaş gün yüzüne çıkarken mutfaktan seri adımlarla çıkıp üst katın merdivenlerine yöneldim. Çıktığım iki merdivenin ardından kapının zilini duydum. Oflayarak indiğim merdivenlerden tekrardan seri adımlar ile kapıya yöneldim. Annemlerin geldiğiniz sandığım ilk an boş bahçe ile karşılaştığımda şaşkınlık bütün hislerimi bastırdı. Başımı kapıdan dışarı çıkartıp ağaçlar ve çiçeklerle çevrili bahçeyi, etrafı saran çit gibi duvarları ve yan evin çitlerden görünen kadarıyla ki haline göz gezdirdim. Hiç kimse yoktu. Evin içine yavaşça girip kapıyı kapatacağım alan yerde duran bej rengi zarfı fark ettim. Üzerinde “Asu Eslem Adanır’a” yazıyordu. Yere yavaşça eğilip zarfı aldım ve ardından yavaşça kapıyı kapatmadan önce etrafı son kez bir kolaçan ettim. Gerginlikten elim ayağım titrerken elimdeki zarfı bedenime yapıştırarak yukarı, odama çıktım. Kapıyı yavaşça kapatıp ses çıkartmadan çalışma masamın başına oturdum ve masanın üzerindeki çalışma ışığımı açarak zarfı başından yırttım.

Zarfın içinden bir beyaz kâğıt ve beş adet fotoğraf çıktı. Fotoğraflara baktığımda sabah orospu çocuğu Cengiz ile kafede çekilen fotoğraflar olduğunu gördüm. Biri bizi kafenin dışından çekmişti, öyle kabak gibi belli oluyorduk ki bunun Cengiz puştunun yaptırdığına adım gibi emindim. İlk fotoğrafta ben arkama yaslanmıştım o ise kollarını masa üzerinde birleştirerek bana doğru eğilmişti. İkinci foroğrafta ayaktaydım ve o gitmemem için elimi tutmuştu, üçüncü fotoğrafta ise yerime oturmuştum ancak o hâlâ elimi tutuyordu. Dördüncü fotoğraf elimi çekerken beşinci ise kalkıp giderken çekilmişti ve hepsinde şerefsiz sanki bir çiftmişiz de o benim gönlümü almak istiyormuş gibi gülümsemişti.

Fotoğrafların hepsini elimden atıp titreyen ellerime baktım. Beyaz kâğıdı okumak istemiyordum çünkü içinde ne yazdığını az çok tahmin edebiliyordum. Hissettiğim korku ve gerginlik hat safhadaydı. Geçmişin kızıl gözleri bir karanlığın içinde yavaşça açılıp bana dikildiğinde onunla ilk karşılaşmamızı hatırladım. Ablam yüksek dozda neredeyse ölüyorken çoğu acıya ev sahipliği yapan, birçok ruhun ayak izlerini barındıran hastane koridorunun bir tarafında ben diğer tarafında da oydu. Bende ki acı ve çaresizlik ondaki göt korkusuyla eş değerdi. Ona o kadar uyuşturucu veren oydu ve ablamı o anlık umursamasının sebebi eğer ona bir şey olursa onu asla hayatta bırakmayacağımı bilincinde olmasıydı. Polis veya babam Cengiz’i öldürmem için hiçbiri engel değildi. O gün ablam yürüyerek o hastaneden çıkmıştı ama o piç bunu görecek kadar bile beklememişti. Şimdi ise uğruna savaş verdiğim ablamla beni tehdit ettiği yetmiyormuş gibi şimdi de beni benimle tehdit ediyordu.

Beyaz kağıdı elime aldım ve çizgisiz kağıda düz yazı yazmayı bile beceremeyen bir geri zekâlı tarafından tehdit edildiğim yazıları okudum.

 

Sana söyledim küçük ateş parçası zafere ulaşana kadar herkesi harcarım. Baktım ablanın tehdidi seni pek korkutmadı bende seni seninle tehdit ediyorum. Elinde olan fotoğraflardan daha fazlası elimde. Bunlar yalnızca ön gösterim. :) Son 5 gün veriyorum sana, bu beş gün içerisinde sevkiyatın yeri ve zamanını öğrenmez isen babacığına iki kızını bir hayvan gibi düzdüğümü ve tatlı küçük kızının ablasını düzdüğümü bilmesine rağmen benimle birlikte olduğunun haberini uçururum. Ya hızlı olursun ya da sonuçlarına katlanırsın. Zaman geçiyor, tik tak tik tak…”

Loading...
0%