Yeni Üyelik
17.
Bölüm

BİRİNCİ KISIM - 17.BÖLÜM

@sabahattinali

Macide’yle Ömer’in hayatı birkaç gün daha bir fevkaladelik göstermeden geçti. Ömer son günlerin buhranından kendini toplamak ister gibi bir sükût ve dalgınlık içindeydi. Onun hallerindeki anlaşılmaz tarafları, garip, hiddet ve hüzün nöbetlerini mazur görmek ve aslında fevkalade iyi bir insan olduğunda şüphe etmediği delikanlıya herhangi bir şekilde faydalı olmak isteyen Macide, bütün zekâsı ve dikkatiyle onu avutmaya, sıkıntılı hayatlarını kocasına biraz ümit dolu göstermek için çareler aramaya çalışıyordu.

Fakat hiç beklemediği bir hadise kafasını ve ruhunu altüst etti ve gözlerini bir müddet için Ömer’den ayırmasına sebep oldu.

Bir akşamüstü Ömer eve erken dönmüştü. Yüzü gülüyor ve gözleri, verilecek iyi haberi olan bir insan gibi parlıyordu. Macide onun bu halinden birtakım büyük müjdeler sezmek istedi, hatta Ömer, “Bu akşam yemek yemeyelim... Arkadaşlarla hep beraber saza gideceğiz... Davet ettiler!” dediği zaman biraz da hayal sükûtuna uğradı.

Bunu saklamayarak, “Ben daha başka, daha sevinçli bir haberin var sanmıştım!” dedi.

Ömer bu söze içerledi, fakat sonra karısının haklı olduğunu düşünerek güldü: “Daha ne olacak!.. Sen galiba benim müdürlüğe terfimi bekliyordun!”

“Hayır... Bilmem... Kimlerle gidiyoruz?”

“Oldukça kalabalık... Beni şu geçenlerde gördüğün Profesör Hikmet davet etti. ‘Bu akşam saza gideceğiz, sen de gel!..’ dedi. Ben param olmadığını söyledim, hemen azarladı: ‘Bak ettiği lafa!.. Hanımefendiyle beraber misafirimsiniz!..’ dedi. Ben bu heriften hoşlanmam ama iyi bir insan olduğu da inkâr edilemez. Hadi, hazırlan!..”

Macide bavulunda getirip şimdi aynalı dolaba sıra ile astığı üç kat elbisesinden birini, vişneçürüğü renginde ve yakası kadife parçalarıyla süslü bir yünlü elbiseyi giymeye karar verdi. Yaz ortasında yünlü giymek biraz garip olacaktı, fakat Balıkesir’den buraya geldiği zaman kış başlangıcıydı ve yalnız bu mevsim için elbise diktirmiş ve satın almış, yazlık elbise parası istemeye vakit kalmadan malum vakalar birbirini kovalamıştı.

İçini çekerek bu kadifeli entariyi giydikten sonra bir iskemleye oturdu; bacak bacak üstüne attı ve fevkalade bir itina ile çoraplarını dikti; bunları giyerken topuklarını aşağıya çekti ve böylece dikişli yerlerin iskarpinden dışarıda kalmamasını temine çalıştı.

Saçlarını ıslatmadan taradı. Mevcut bir tek şapkasını eline alıp garip garip seyrettikten sonra başı açık gitmeye karar verdi. Beraberce çıktılar. Ortalık yeni kararmıştı. Vaktin henüz erken olduğunu düşünerek biraz caddelerde dolaşmaya karar verdiler.

Kalabalık caddeden ayrılıp biraz daha geniş, biraz daha ağaçlı ve biraz daha tenha yerlere gelince yaz mevsiminin bunaltıcı sıcağında da güzellikler bulunabileceğini fark ettiler.

Ömer mırıldandı: “Niçin sık sık çıkıp gezmiyoruz? Ben postanede, sen madamın yemek kokulu pansiyonunda tıkılıp kalmaktan çürüyeceğiz... Her akşam biraz dolaşmalı!”

Macide cevap vermedi. Ömer’in yüzünü yandan seyretmeye dalmıştı. Onu iki ay kadar evvel gördüğü ilk günden bu ana kadar başından geçenleri süratle bir daha yaşamak istiyordu. Yanında yürüyen ve bir zamanlar kendisini sarhoş eden sesiyle konuşmaya başlayan bu delikanlıya ne kadar bağlı olduğunu hissetti.

Saçları gene alnına dökülmüştü. Gözlükleri gene kirli ve konuşan dudakları gene güzel, çok güzeldi. Her şeye, bu kısa beraber hayatın öğrettiği bütün güçlüklere rağmen onu adamakıllı seviyordu. Herhangi bir sebebin kendini ondan ayırabileceğini tasavvur etmek bile elinde değildi. Kendi kendine, “Bu çocuğun tahammül edilemeyecek hiçbir fenalığı olamaz. Ben onun her yaptığını hoş görebilirim...” diyordu. Tekrar sükûta dalmış olan Ömer’in kolunu sıktı. Göz göze bakıştılar. Heyecan ve istekten genç kızın dudakları titriyordu.

Ömer hiçbir şeyin farkına varmayarak, “Ee!.. Epey dolaştık; artık gidelim!” dedi.

Taksim’le Harbiye arasında sıra sıra dizilen sazlı bahçelerden birine girdiler. Uzun ve kumlu bir yolu geçtikten sonra kulaklarına hafif bir vızıltı ve sonra ince bir kadın sesi geldi. Ortalığı papatya tarlası gibi kaplayan beyaz örtülü teneke masaların etrafı irili ufaklı, kadınlı erkekli bir insan kalabalığı ile dolmuştu. Geniş kenarlı şapkalarını beyaz eldivenli elleriyle düzeltmeye ve etrafı gözden geçirmeye çalışan şişman ve yaşlı kadınların yanında on üç-on dört yaşlarında mahcup, fakat bazı hallerinden hayatı, hatta
annelerinden ve babalarından iyi bildikleri anlaşılan genç kızlar oturuyorlar ve icabına göre çocukça, icabına göre hanımca cilveler yapacak kadar hünerli olduklarını ispata çalışıyorlardı. Daha ufak yaştaki oğlan çocuklar can sıkıntısından ve arsızlıktan ya annelerine, ya ablalarına musallat oluyorlardı. Erkekler ise saz dinlemeye asla vakit bulamayarak veya buna lüzum görmeyerek, ha bire garsonu çağırıyorlar, boyunlarını uzatıp etrafı araştırıyorlar, elleriyle meçhul istikametlere işaret ediyorlar, ara sıra, herhalde yorgunluk fasılalarında, önlerindeki hesap pusulasını dikkatle ve bir daha gözden geçiriyorlar, ani bir şüphe ile sofra halkına, “Baksanıza!.. Biz, kaç porsiyon kaşar getirtmiştik?” diye soruyorlar ve cevap beklemeden tekrar hesap pusulasına veya garson taharrisine dönüyorlardı.

Bekârlardan ibaret bazı masalarda vaziyet daha başkaydı. Kafayı çeken herkes şahsına dair bir laf açmış, alabildiğine anlatıyor, falan hanendeyle geçirdiği maceraya, arkadaş canlısı olduğuna veya filan hergeleye neden kızdığına dair kitap dolusu tafsilat veriyordu. Vakit henüz pek geç olmadığı için ekseriyet gevezelik edenlerdeydi ve ağır ağır kafa sallayarak arkadaşını dinler gözüken ileri merhalede sarhoşlara pek tesadüf edilmiyordu.

Buraya saz dinlemek için gelmiş hissini verenler, çalgı çalanların hemen burnunun dibindeki birkaç masayı işgal eden yaşlıca zatlardı. Beyaz saçlarını ihtimamla taramış olan ve kibar kibar içen bu efendi kılıklı adamlar bazı şarkılar çalındığı ve söylendiği sırada gözlerini kapayarak hatıraların denizine dalıyorlar ve her şarkıdan sonra, ihtiyarlıktan üst kısımlarını lekeler ve çiller saran elleriyle uzun uzun alkışlıyorlardı.

Macide ile Ömer bulundukları yerden etrafa bakınarak kendilerini davet edenlerin masasını aradılar. Hiçbir tanıdık çehre görünmüyordu. Birkaç adım ilerlediler. Sıkışık masaların ve iskemlelerin arasından geçerken garsonlar onları mevcut olmayan masalara iş olsun diye davet ediyorlar ve derhal ortadan sıvışıp gidiyorlardı.

Ömer, Macide’ye, “Galiba henüz gelmemişler!” dedi.

Karısı, “Bu bahçe olduğunu iyi biliyor musun?” diye sordu.

“Herhalde... Aklımda böyle kalmış!..”

Bu sırada uzakta, sazın hemen önünde oturan kalabalık bir gruptan birisi kalkarak onlara elini sallamaya başladı.

Ömer derhal Macide’yi dürttü: “Buradalar galiba... Bizim şair Emin Kâmil işaret ediyor. Haydi, oraya doğru bir hamle edelim!”

Karı-koca yaklaştıkları sırada onları çağıran grupta bir hareket oldu. Dört-beş masanın yan yana getirilmesinden hasıl olan uzun sofrada iki kişilik bir yer açıldı. Macide oradakilere teker teker takdim edildi. Garsonlara yeni kadeh, çatal vesaire ısmarlandı. Ömer, kendisine gösterilen bu ikrama hayret ediyordu. Teşekkür eden gözlerle etrafına bakındı; hep uzaktan yakından tanıdığı kimselerdi. Yalnız Profesör Hikmet’in yanında oturan iriyarı, ablak yüzlü, lacivert elbiseli ve elmas kravat iğneli zatı hiç görmemişti. Hâkimane konuşması ve saçları dökülmüş başını ara sıra sol eliyle sıvazlaması mühim adam olduğunu gösteriyordu.

Ömer, sağ tarafında oturan muharrir İsmet Şerif’e, “Kim bu zat?” diye sordu.

Bir şeye canı sıkılmış görünen ve mütemadiyen önüne bakıp rakı içen İsmet Şerif, “Tanımıyor musun? Muharrir Hüseyin Bey...” dedi ve başını çevirdi.

Ömer, muharrir Hüseyin Bey diye birini hatırlayamadı. Solunda ve Macide’nin ötesinde oturan Profesör Hikmet’e döndü: “Kim bu adam yahu?”

Profesör Hikmet yanındaki mühim zata duyurmak istemeyerek, “Demin tanıştırdık ya!” dedi. Sonra, daha yüksek sesle tafsilat verdi. Ömer biraz düşündü. Bu Hüseyin imzasını bazı gazetelerde ağırbaşlı edebiyat tenkitlerinin ve estetik makalelerinin altında gördüğü aklına geldi. Fakat asıl şöhreti, daha doğrusu kudreti, muharrirliğinde değil, işgal ettiği mühim mevkideydi. Bütün konuşmalarında ve hareketlerinde büyükçe bir memur olmanın verdiği salahiyet ve hürriyet kendini gösteriyordu. Her sözünü, karşısındakilere silahtan tecrit eden bir gülümseme ile bitiriyor ve kendisine yapılan itirazları dinlememek suretiyle ret ve cerh ediyordu.

Etrafındakilerin haline bakılacak olursa, bu akşam sofranın ağası oydu. Garsonlara sert emirler veriyor, sazın ön tarafında oturan bir kemancı ile bir hanendenin selamını mühmel bir baş işaretiyle iade ediyor ve yanındakilere ikide birde, “Ne duruyorsunuz canım, içsenize!” diye ikramda bulunuyordu.

Sofrada konuşanlar grup grup olmuşlardı. Herkes yanındakine bir şey fısıldıyor ve kıkır kıkır gülüyordu. Profesör Hikmet, Macide’ye birtakım ciddi meselelerden bahsediyor, “Nerede okudunuz? Pederiniz necidir? İstanbul’u nasıl buluyorsunuz?” gibi ağırbaşlı sualler soruyordu.

Ömer laf olsun diye İsmet Şerif’e döndü: “Bu akşamki davet nereden çıktı?”

Öteki aynı canı sıkılmış tavrıyla cevap verdi: “Hüseyin Bey üdebayı davet etti. Malum ya, iki seneden beri şurada burada neşrettiği makalelerini bugünlerde kitap halinde topladı. Kalem sahiplerine hoş görünüp iyi tenkitler yazdıracak... Bunun illeti de bu... Aldığı yüzlerce lirayı adam gibi yemez de edebi şöhret uğrunda harcar...”

Macide, Profesör Hikmet’in sözlerine birer kelimelik nazik cevaplar verirken bir yandan da etrafını gözden geçiriyor ve ara sıra saza bakıyordu. Orada iki sıra halinde dizilmiş duran birkaç esmer çalgıcı ile birkaç boyalı hanım hiç durmadan bağrışıyorlardı. Görünüşe nazaran, bahçenin asıl yıldızı olan ve ismi elektrikli ilanlarla kapının üzerinde parlayan meşhur ses kraliçesi Leyla’nın gelmesine henüz vakit vardı. Onun şarkılarından evvel ve sonra geçen zamanı doldurmak için yapılan fasıllar, çalanları ve söyleyenleri hatta dinleyenler kadar bile alakadar etmiyordu. Hanendeler birbirleriyle şakalaşıp gülüşüyorlar, kemancı yayını çekerken seyircilerden birini selamlıyor, kanuni bir elini yeleğinin cebine sokup ufak paralarını karıştırıyordu.

Bir aralık saz durdu. Şarkı söyleyen kadınlar, kırmızı, yeşil, kanarya sarısı tuvaletlerini sürüyerek, kenardaki tahta merdivenden indiler ve büfede kayboldular. Diğer sazendeler de aletlerini kutularına, torbalarına yerleştirip çekildiler. Herhalde fasıl arası olacaktı.

Lakayt gözlerle onları seyreden Macide birdenbire sapsarı kesildi. Kendini tutamayarak Ömer’in eline yapıştı.

Düşüncelerine dalmış olan Ömer, sıçrayarak sordu: “Ne var? Ne oldun? Üşüyor musun?

Macide kendini toplamaya çalışarak, “Galiba...” dedi. “Hava biraz serin!.. Daha ne kadar kalacağız?”

“Dur bakalım... Daha Leyla’yı dinleyeceğiz!” Sonra Ma­cide’nin ellerini ovuşturarak: “Sakın canın sıkılmasın... Sen herhalde alaturkadan hoşlanmazsın, ama bu kadın güzel halk havaları söyler... Bunların da kendine göre güzel tarafları var!..”

Macide gözlerini muayyen bir noktadan ayıramayarak mırıldandı: “Yok... Yok... Ben halk havalarından, hatta alaturkadan çok hoşlanırım!..”

Saz heyetinin biraz evvel boşalttığı sahnede bir tek kişi kalmıştı. En geride ve arkası halka dönük olarak piyano çaldığı için kimsenin fark etmediği, uzun boylu, siyah elbiseli ve zayıf bir genç, notaları toplayıp bir kenara bıraktıktan sonra aşağıya inmiş, muharrirlerin sofrasına doğru gelmeye başlamıştı.

Ömer, karısının ellerini bırakarak o tarafa seslendi: “Bedri!.. Bedri!... Buraya...”

Siyah elbiseli genç, Ömer’in bulunduğu yere baktı ve bir an durakladı. Macide de gözlerini o tarafa dikmişti. Yüreği adamakıllı çarpıyordu. Gözlerinde bir bulanıklık, başında bir uğultu vardı. Ömer’in koluna sımsıkı yapıştı. Fakat birdenbire kendini silkerek gözlerini açtı. Ne münasebet! Bunda heyecana düşecek ne vardı? Neden korkuyordu. Hiç! Ömer’den saklanması icap edecek bir şey var mıydı? Hayır!.. Karşı karşıya gelince yüzlerini kızartacak bir vaka geçmiş miydi? Asla!.. O halde bu telaşa hiç lüzum yoktu.

Bedri uzun boyu, bir hayli zayıflamış olmasına rağmen hâlâ gülümseyen ablak yüzü, biraz mahcup tavrıyla, sofradakilere teker teker selam vererek yaklaştı. Ömer’in elini hararetle sıktı. Sonra Macide’yi hayretle süzerek, “Siz burada mısınız?” dedi ve ona da elini uzattı.

Macide, Bedri’nin gözlerinin içine baktı ve, “Evet!” dedi.

Ömer sordu: “Karımı tanıyor musun? Nereden? Konservatuvardan mı? Sen oraya da gidiyor musun?”

Bedri sükûnetle, “Hayır... Oradan değil... Balıkesir’de talebemdi... Şu kadarcıktı!” Ve eliyle on-on iki yaşında bir çocuk boyu gösterdi.

Macide hafif bir gülümsemeyle itiraz etti: “Yok, o kadar da değil... On altı yaşındaydım. Daha aradan iki sene bile geçmedi!”

Ömer, Bedri’yi ceketinin eteğinden çekerek, “Otursana!” dedi. “Nasılsın? Annen nasıl? Ablan iyice mi?”

“Hep bildiğin gibi.” Bir müddet tereddüt ettikten sonra yan gözle Macide’ye bakarak sordu: “Ne zaman evlendiniz?”

Ömer düşündü. Sonra, “İki ay kadar oldu galiba... Öyle değil mi Macide?” dedi.

Bedri’nin biraz durgunlaştığı, her zaman gülümseyen yüzüne çocukça bir hüzün çöktüğü Macide’nin gözünden kaçmadı. Uzun zamandan beri aklına getirmediği bu delikanlıya karşı derin bir merhamet ve alaka duydu ve onu zannettiği gibi tamamen unutmamış olduğunu biraz da hayretle anladı.

Bu sırada Bedri, Ömer’in suallerinden kurtularak Macide’ye döndü: “Geçenlerde Balıkesir’e uğramıştım... Mektebi de dolaştım. Bizim müzik odasına girince siz gözümün önüne geldiniz... Hocalık garip şey... İnsan ne kadar bu meslekten kaçmak isterse istesin, ayrıldıktan sonra talebelerine ait hatıraların tesirinden kendini kurtaramıyor... Adeta gözlerim yaşardı. Nasıl?.. Piyanoya çalışıyor musunuz?”

“Evet... biraz... Burada konservatuvara gidiyorum. Siz artık hoca değil misiniz?”

Bedri, ablası hasta olduğu için İstanbul’dan ayrılamadığını, bu yüzden kendisini meslekten çıkardıklarını anlattı. Şimdi geceleri bu bahçede piyano çalmak ve gündüzleri de tek tük hususi ders vermek suretiyle geçiniyordu.

“Çalışacak vakit bulamıyorum. Hele burada çalışmak, intihar etmekten farklı bir şey değil!”

Muharrir İsmet Şerif bu nevi münakaşalarda sükût etmeyi şanına yediremediği için derhal düşünceli tavrını bir yana atıp söze karıştı: “Sizde de mi bu manasız alaturka düşmanlığı? Doğduğumuz andan beri kulaklarımızı dolduran, ilk ses ahengi olarak kafamıza yer eden, bir hususiyeti ve bir klasiği olduğundan şüphe bulunmayan bu yerli müzik, bu öz malımız size de mi istihfafa layık görünüyor?.. Bu müziği yakından, ruhundan kavramayan bir insanın, ne kadar büyük istidadı, ne kadar müthiş bilgisi olursa olsun, kuvvetli, yerli ve sizin istediğiniz gibi modern bir müzik yaratmasına ihtimal var mıdır? Her yazımda bunları...”

Bedri daha fazla tahammül edemeyerek tatlı bir gülümseme ile karşısındakinin sözünü kesti. “Büyük üstadım!” dedi. “Hafızanız pek zayıf galiba!.. Daha geçen gün bu mesele hakkında konuşmuştuk ve bu söylediklerinizi size ben anlatmıştım. Şimdi aynı şeylerin bana karşı müdafaası lüzumsuz değil mi?.. Bu mevzuu tazelemeyelim. Ben hiçbir müziğin, içerisinde güzel, kuvvetli, heyecanlı taraflar bulunan hiçbir sanat şubesinin şekil mülahazaları yüzünden düşmanı olamam. Sanat bir ifadedir; her devir, her medeniyet başka türlü duyar ve pek tabii olarak başka türlü ifade eder. Bence en iptidai zenci müziği bile sanat eseridir. Kaldı ki, bizim alaturka dediğimiz şeklin bir tekâmül seyri, fevkalade incelmiş ve mükemmelleşmiş tarafları vardır. O ruhu ve o medeniyeti bırakırken onun ifade şeklini muhafaza edecek değiliz, lakin topyekûn inkâr da ancak barbarların kârıdır. Benim nefretim buralarda çalınan şeylere!... Bunlar alaturka değil, bunlar alafranga değil, her şeyden evvel müzik değil... Şark ve Garp müziğini birbirinden ayırmaya çalışmadan evvel her iki nev’in iyisini kötüsünden ayırmaya çalışmalıyız... Otuz-kırk seneden beri bu memlekette yarım sayfalık bile güzel beste yazılmamıştır. Buralarda çalınanlar bayağılığın, ademi iktidarın ifadesidir!”

İsmet Şerif, karşısındakini bir kabahat esnasında yakalamış gibi hararetlendi: “Ne demek?.. Mesela Leyla’nın okuduğu halk havalarını da beğenmiyor musunuz!”

“Beğenmiyorum... Bu havalar yerindeyken güzel. Fakat piyasa ağzı şarkı söylemeye alışanların gırtlağından bütün iptidai ve has güzelliklerini kaybederek fırlıyor... Size onları sevdiren, bu suikasta rağmen muhafaza edebildikleri özlü taraflarıdır... Sonra şunu da ilave edeyim: Bunlar hiçbir zaman mükemmel sanat eserleri değildir. Bunlar, ancak sanatkâr malzemesidir... İki telle çalınan halk havalarını olduğu gibi alıp piyano ve klarnet refakatinde söylemek cinayettir!”

Saz heyeti tekrar yerine geçmişti. Bahçeyi dolduranlarda görülen bir kıpırdama, ses kraliçesinin geldiğini anlatıyordu.

Bedri yerinden fırladı, “Başka zaman konuşuruz!” dedi. Sonra Macide’ye döndü: “Kusura bakmayın. Hassas tarafıma dokundular. Allahaısmarladık!”

Ömer onun elini bırakmadan, “Bize gelsene...” dedi, “ay­nı yerde, benim eski pansiyonda oturuyoruz!”

Bedri, “Peki, peki, muhakkak gelirim!” diye ayrıldı. Süratli adımlarla karşıdaki kerevete giderek piyanosunun başına geçti.

Biraz sonra da uzun boyu, pembe renkte tuvaletiyle hanende Leyla göründü. Ağır ağır, etrafına tebessümler saçarak masaların arasından geçiyor ve en aşağı yarım kilo altın bilezik taşıyan sol eliyle boyalı ve kıvırtılmış saçlarını düzeltiyordu. Tahta basamakları çıkarken bütün bahçede müthiş bir alkış koptu. Leyla, gayet kibar reveranslarla hayranlarını selamladı. Arkasından gelen garsondan inci işlemeli pembe çantasını aldı ve omuzlarındaki ince tül pelerini ona verdi. Başıyla saza kısa bir işaret yaptıktan sonra ellerini memelerinin biraz altında kavuşturarak yanık ve güzel bir halk şarkısına başladı.

Sesi gayet gürdü ve hiç de fena söylemiyordu. Bahçedeki ağaçların yapraklarını titreterek etrafa, ta uzaklardaki denize kadar yayılıyormuş zannedilen bu Orta Anadolu havasının birçok sert ve haşin yerlerini piyasa şarkıları tarzında yumuşatmasına, ona aslında mevcut olmayan beylik nağmeler ilave etmesine rağmen, sesinin tatlılığı ve söyleyiş tarzında garip bir hüzün ve teslimiyet bulunması, dinleyenler üzerinde çok kuvvetli bir tesir yapmasına sebep oluyordu. Herkes, belki şarkının, belki de umumi alakanın tesiriyle susuyor ve dinliyordu. Oturdukları iskemlelerde uyuklayan küçük çocuklar gözlerini açarak şaşkın şaşkın bakınıyorlardı.

Leyla birkaç parça daha söyledi. Alkışın tesiriyle bazı havaları tekrara mecbur oldu, nihayet “Yaşa!... Bravo!” sesleri arasında sahneden çekildi. Orada hürmetle bekleyen garsondan pelerinini alıp çantasını gene ona teslim ederek büfeye doğru yürüdü.

Üdeba masasını bir sessizlik sarmıştı. Hüseyin Bey ikramını kesmiş, bedava rakıyı fazlaca kaçıran davetliler tefekküre dalmıştı.

Ömer laf olsun diye yanındaki İsmet Şerif’e sordu: “Yahu, sende bu akşam bir durgunluk var! Ne oldu?”

Muharrir omuzlarını silkmekle iktifa etti.

Karşılarında oturan şair Emin Kâmil, “Ne diye durup durup adamcağızın damarına basıyorsun! Bugünlerde dertli işte!” dedi.

İsmet Şerif sarhoş gözlerini müthiş bir kinle doldurarak arkadaşına baktı: “Kapar mısın çeneni?”

Emin Kâmil güldü.

Bütün masa halkı canlanmıştı. Herkes heyecanlı bir hadise çıkmasını bekliyormuş gibiydi.

Ömer, solundaki Profesör Hikmet’e yavaşça sordu: “Ben epey zamandır gazete okumuyorum... Aralarında bir münakaşa filan mı geçti?”

Profesör Hikmet, “Ehemmiyetli bir şey değil!” demek isteyen bir el hareketi yaptıktan sonra aynı sesle cevap verdi: “Emin Kâmil’in bu işle bir alakası yok... Sadece oğlanı kızdırıyor!”

Sonra İsmet Şerif’in iş olsun diye meşhur romancılardan birine çattığını, aralarında müthiş bir sövüşme başladığını, nihayet bu romancının, birtakım vesaik neşrederek, İsmet Şerif’in babasının zannedildiği gibi pek kahramanca vefat etmiş olmayıp düşmana teslim olmaya giderken arkadan vurulduğunu iddia ettiğini anlattı. Bundan sonra aradaki edebi münakaşa daha ziyade inkişaf etmiş ve her iki taraf hasmının hususi hayatına dair bütün bildiklerini ve bildiklerinden öğrendiklerini ortaya dökmüş. Birisi, “Senin baban kahraman değil, haindi!” diye şahitli ispatlı iddialarda bulunurken diğeri de, “Senin annenin bir zamanlar filanca ile üç sene, sonra falanca ile beş sene gayri meşru surette yaşadığı poliste mukayettir!” demiş. Böylece her ikisi de birbirlerinin edebiyat ve fikir kıymetlerinin sıfır olduğunu ispata çalışmışlar...

Ömer bunları dinledikten sonra, “Peki ama Emin Kâmil’e ne oluyor?” dedi.

“O da kavga kızıştırıyor... Maksat vakit geçirmek. Fakat beriki fena içerlemiş. Şimdi karşısındakinin kafasına bir sürahi geçirirse enfes olur!”

Macide, Ömer’i dürterek, “Haydi artık kalkalım!” dedi.

Ömer karısının yüzüne baktı, “Ne oldun? Miden mi bulanıyor?” diye sordu.

“Hayır... Şey... Galiba biraz...”

Loading...
0%