Yeni Üyelik
21.
Bölüm

BİRİNCİ KISIM - 21.BÖLÜM

@sabahattinali

Bu hadiselerden sonra on gün kadar, hayatlarında hiçbir fevkaladelik olmadan, geçti. Araya ay başı girdiği için henüz şiddetli para sıkıntıları da yoktu. Yalnız Macide’nin bütün tahminlerinin aksine olarak bu müddet esnasında Nihat onları daha sık ziyaret etmeye başlamıştı.

Bu sefer birtakım garip delikanlıları da beraber getiriyordu. Darülfünunun muhtelif kısımlarında okudukları rivayet edilen ve bağıra bağıra konuşmayı, geniş hareketler yapmayı itiyat edindikleri ilk anda göze çarpan bu gençler, Ömer’in pansiyonundaki karanlık salonda toplanıyorlar, madamı, ikide birde odasının kapısından başını çıkararak, kızgın gözlerle ortalığı süzmeye mecbur edecek kadar gürültü ediyorlar, bazı meseleleri münakaşa ve Nihat’ın fikirlerini tamamen kabul ettikten sonra dağılıyorlardı.

Bazen ceplerinden çıkardıkları birtakım yazıları birbirlerine okurlar yahut neşretmekte oldukları mecmua ve broşürlerin tashihlerini yaparlardı. Yazıları, ekseriya ismi zikredilmeyen yahut nadiren ve korkunç sıfatlarla birlikte zikredilen muhasımlara küfürden ibaretti. Ömer, Nihat’ın hatırı için bazen bunların yanında oturur, hatta bu ateşli yazıları biraz da zevk alarak dinlerdi. Bu gençlerin iddialarına bakılacak olursa memleketteki bütün aklı başında fikir adamları birer türlü lekeliydi: Kimisine falan milletin yardakçısı, kimisine şu veya bu fikrin satılmış kölesi, kimisine korkak ve dalkavuk, kimisine bozuk kanlı diye hücum ediyorlardı. Sadece kulak misafiri olduğu halde Ömer bunların, mücadele ettikleri adamlar ve fikirler hakkında, hiçbir malumatları olmadığını hayretle tespit etmişti.

Bunun için bir gün Nihat’a “Yahu, sana acıyorum. Etrafına daha aklı başında insanları toplayabilirdin!” dedi.

Fakat o, kurnaz bir gülümseme ile mukabele etti: “Lüzumu yok. Aklı başında adamlarla hiçbir iş görülmez. Bize, itirazsız inanacak ve düşünmeden harekete geçecek insanlar lazım! Bu gençleri romantik birtakım emellerle bağlamak, onlara kabadayıca sergüzeştlerin hasretini duyurmak ve bugünkü hudutları dar gösterip büyük arzularla beslemek ve böylece hepsini avcumun içine almak daha kolay ve daha muvafık...” Sonra, artık yola getiremeyeceğini anladığı dostuna karşı samimi olmakta bir mahzur görmeyerek ilave etti: “Hayat bir katakulliden ibarettir!”

Bir zamanlar Nihat’la münakaşa ederken söylediği gibi, Ömer arkadaşının sözlerinin doğru olmaması icap ettiğini seziyor, hayatın bu kadar aşağı emeller üzerine kurulabileceğini kabul etmiyor, fakat fikirlerini müdafaa edecek kudreti de kendinde bulamıyordu. Hayat herhalde bir katakulli değildi. Ama neydi? Bu hayatın bir manası olmak icap ederdi. İnsan dünyaya sadece yemek, içmek, koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı! Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı. Lakin tembelliğe alışmış olan kafası bunu bulamıyor, bulmak için uğraşmaya üşeniyor, yanlış ve bayağı olduğunu sezdiği şeyleri de kabul edemediği için selameti firarda buluyordu... Her şeyden, her derin düşünceden, her üzüntülü nefis muhasebesinden kaçmayı itiyat edinmişti. Düşünce adamı olmaktan çıkmış, muhayyile, daha doğrusu kuruntu adamı olmuştu. Etrafında kendisini doğruluğuna inandıracak bir fikir cereyanı bulamadıkça, arkadaşlarının ve hatta hocalarının, büyük ve gösterişli sözler arkasında adamakıllı esnafça işler kovaladıklarını gördükçe kendi muhayyel âleminde yaşamayı tercih ediyor ve hakikatte sadece muhayyilede yaşamak mümkün olmadığından maddi hayatında tesadüflerin, ani heyecan ve ihtirasların oyuncağı olup kalıyordu.

Nihat’ın yanındaki çocukların kabadayıca feragat ve fikir kahramanlığı rolü oynadıklarını sezecek kadar zekiydi. Onlar, Ömer’e “İdealsiz ve hodbin genç! İçinde asla inanmak ihtiyacı duymayan serseri ruhlu bir adam!” diye bakarlarken Ömer de “Ben sizi bilirim, civan delikanlılar. Bütün fedakârlık hamleleriniz post kapıncaya kadar sürer!” diye söyleniyordu.

Bunlardan biriyle konuşurken “Azizim!” diye sormuştu: “Sen tıbbiyeyi bitirince ne yapacaksın? Köye mi gideceksin?”

Öteki birdenbire boş bulunarak, “Ne münasebet!” dedi. Sonra, pek ustaca olmayan bir ricat yaptı: “Mamafih, icap ederse giderim!”

“İcap etmesi nedir? Nasıl icap eder? Köyün doktora ihtiyacı var! Sen gitmek istersen kimse de mâni olmaz. Ne bekleyeceksin?” Çocuğun cevap vermeye hazırlandığını görünce devam etti: “Hiçbir şey söyleme iki gözüm. İtirazlarını senden evvel ben sayıvereyim: Köylere gitmeden evvel birçok şehirlerimize bile doktor lazım!.. Köylerde, vesait noksanı yüzünden kâfi derecede faydalı olamayız!..
Bu kadar tahsili ve yurdun bizde tecelli eden emeğini mahdut bir mıntıkada ziyan edemeyiz!.. Değil mi? Pekâlâ, ben de size hak veriyorum, öyleyse ne diye feragat makaleleri, köylüye destanlar yazıp duruyorsunuz? Bak, ben sana, senin neler istediğini sayayım: Evvela, bütün muvaffakiyetinin başı olarak büyük bir iltimas arayacaksın... İtiraz etme, bal gibi arayacaksın. Hatta eğer son sınıflara yaklaştıysan aramaya başlamışsındır bile... Ondan sonra memleketin göz önünde bir yerine tayin olunmak... İhtisas yapmak imkânlarını elde etmek... Sonra para kazanmak: Bol bol, avuç avuç, çılgınlar gibi kazanmak... Sonra güzel bir karı almak... Kafaca anlaşacağın ve ruhu ruhuna uygun bir kadın değil! Herkes gördüğü zaman ‘Aman! Bakın, falancanın ne enfes karısı var!’ desin yeter!.. Yalnız bu noktada idealistsiniz ve maddi menfaatler ve rahatlar haricinde yegâne manevi zevkiniz budur: Güzel karı alıp herkese parmak ısırtmak... Sonra otomobil, apartman... Daha sonra göbek, poker vesaire... Hayatınızı gözümün önüne serilmiş gibi görüyorum, bir şey dediğim de yok, pekâlâ! Demek ki böyle icap ediyormuş, böyle olsun... Fakat bu istikbale hazırlanırken şu yaptığınız işler tarzındaki bir mukaddemeye ne lüzum var? Yarın yaşlanınca eşe dosta ‘Gençliğimizde çok idealisttik ama hayat insanı değiştiriyor... Şimdi realist olduk... Ah, o ateşli günler!’ diyebilmek için mi? Bu kısa gevezelik devrine sırtınızı vererek bundan sonraki hayatınızın kepaze ve boş mahiyetini mazur göstereceğinizi mi ümit ediyorsunuz?”

Nihat, Ömer’in bu nevi ukalalıklarını doğru bulmadığı için onu başka taraflara çekmeye çalışıyor, ve son günlerde hep beraber geldikleri Profesör Hikmet’le dedikodu bahisleri açıyordu. Fakat Ömer, fırsat buldukça, o zavallı
delikanlılara musallat olmaktan geri kalmaz, herhangi birini yakalayıp çatmaya başlardı: “E, genç arkadaş! Sen hangi işin peşindesin? Hukukçu mu? Enfes... Şimdilik böyle gönül eğlendiriyorsun... Yarın öbür gün müddei umumi muavini olunca İran ile Turan ile uğraşmaya vaktin kalmaz... Köyden köye cürmümeşhuda gidersin... Yarım yamalak okuduğun evraka dayanak ceza talep eder ve hayatının manasını idrak etmek için eşi dostu toplayıp bekâr odanda akşamları iki kadeh atarsın... Göreceksin, birkaç sene içinde emellerin ne kadar daralıverecek... Bu ateşli halinden eser kalmayacak... Baremde bir derece yükselmene mâni olacak kahramanlıklardan şiddetle kaçınacaksın... Her amirin karşısında bir tek düşüncen olacak: Ne pahasına olursa olsun, kendini beğendirmek! Onun için isyankâr ruhunu şimdiden boşalt... Tam fırsattır... Talebeyken istediğin profesörü cahil, istediğin hocayı aptal bulabilirsin... İstediğin gibi tenkitler yaparsın... Hiçbir zararı olmaz, bilakis arkadaşların arasında merteben yükselir... Sana açıkça cevap veremeyeceğini bildiğin kimselere küfürlerle hücum et, hain ve alçak diye yaz!.. Gençlik ateşlidir. Hareket ve heyecan ister. İstikbalini tehlikeye koymamak şartıyla coş bakalım!..”

Bir gün bu gençlerden biri ona sordu, “Ömer Bey” dedi. “Siz adeta yaşlı bir adam gibi konuşuyorsunuz... Halbuki aşağı yukarı bizle akransınız... Aramızda ancak üç-dört yaş fark var!..”

Ömer evvela verecek cevap bulamadı... Bir müddet düşündükten sonra, “Hakkın var!” dedi. “Sizin de, benim de işimiz gevezelik... Yalnız bir farkla: Siz bir şey yaptığınızı zannediyorsunuz, ben ne yaptığımı, daha doğrusu ne yapmadığımı gayet iyi biliyorum. Sonra... Ben daha çok kendi içimde yaşayan bir insanım... Bunun için size nazaran birkaç misli fazla yaşamış sayılırım.”

Bu münakaşalar ve makale kıraatleri esnasında Macide ekseriya odadan çıkmazdı.

Yalnız ara sıra Profesör Hikmet, Ömer’e “Hemşire hanım nerede? Buyurmazlar mı?” diye soruyor ve Ömer gidip karısını getiriyordu.

Böyle zamanlarda Profesör lakırdıyı gayet cazip mevzulara, mesela Arap müverrihlerine veya Selçukilerin silah kullanmalarına intikal ettirir, saatlerce tafsilat verir ve genç kadını böylece ilmine hayran ettiğini zannederdi. Son günlerde Profesör’e bir de evlenme merakı gelmişti. Talebeleri ona ikide birde kız buluveriyorlar fakat nedense iş bir türlü ciddileşemiyordu.

Bazen Nihat, “Macide Hanım, sizin konservatuvarda iyi ve güzel bir arkadaşınız yok mu?” diye sorar ve Macide hafifçe kızarıp sahi zannederek, “Bilmem... Hiç bu gözle bakmadım!” derdi.

Profesör, hem güzel, hem tahsilli hem de iyi aileden bir şey arıyor ve nihayetsiz ilminin kendisine bütün bu meziyetleri istemek hakkını verdiğini sanıyordu.

Macide, Ömer’le aralarında herhangi bir münakaşa olmasını istemediği için bir türlü sesini çıkarmıyor, fakat ziyareti her güne bindiren bu dostlardan hoşlanmadığını daha fazla saklayamayacağını da hissediyordu. Gündüzleri konservatuvardan döndükten sonra evi düzeltmek, yiyecek hazırlamak, biraz da dinlenmek lazımdı. O akşamki hadiselerden sonra Ömer’le aralarında yeniden taze ve kuvvetli bir dostluk başlamıştı. Fakat henüz herhangi bir mesele halledilmiş değildi. İkisinin içinde de uzun uzun konuşmaya ve anlaşmaya ihtiyaç gösteren düğümler vardı. Adeta yeniden tanışıyormuş gibi birbirlerinin önüne sermeleri, sevgilerini tekrar birtakım esaslara istinat ettirmeleri lazımdı. Şimdiki münasebetleri daha ziyade karşılıklı itimada dayanan bir mütarekeye benziyordu.

Uzun zaman bu halde yaşamak, vaziyeti düzeltmeyecek, iki tarafın birbirinden gene birtakım şeyleri saklamasına, sakladıkça karşısındaki için elinde olmayarak birtakım memnuniyetsizlikler beslemesine sebep olacaktı. Mesela Macide, Ömer’in ahbapları işini kökünden halletmek istiyordu. Kocasının bunlara pek candan bağlı olmadığını, sırf alışkanlık yüzünden ve münasebetini kesmek için bir sebep görmediğinden onlarla düşüp kalktığını fark ediyor, fakat bir türlü açıkça her şeyi söyleyemiyordu. Saza gittikleri akşam Ömer’e birdenbire “Kalkalım!” demesinin sebebi, bu yüksek adamların konuşmalarının tahammül edilemeyecek kadar manasızlaşması, fakat bunun yanında da, Profesör Hikmet’in gitgide yüzsüzleşen sarhoş halleriydi. Yan yana oturdukları için ikide birde Macide’ye doğru eğilerek herhangi akla hayale gelmeyecek bir şey söylüyor, bu sırada midesinin ufunetli havası, genç kadının yüzünü kaplıyor ve nefesini kesiyordu. Pek de sarhoşluk eseri olmayarak yanına sallayıverdiği elleri Macide’nin dizlerine veya bacaklarına dokunmak hususunda göze batar bir temayül gösteriyorlar ve büsbütün kızaran gözkapaklarının arasında hastalıklı bir kedininkine benzeyen gözleri, manası pek açık olan ifadelerle, Macide’nin göğsünde dolaşıyorlardı.

Bunları Ömer’e açıkça söylemek mümkündü; Ömer, derhal inanacak ve bütün arkadaşlarına arkasını dönüverecekti. Veznedar meselesinden sonra böyle bir şeyi istediği de anlaşılıyordu. Fakat daha evvel gidip Profesör’le kavga etmesi ve hadise çıkarması da mümkündü. Sonra kendisine teheyyüç veren her vakadan sonra Ömer’e sinirli bir dalgınlık çöküyordu. Bu hal Macide’yi korkutmaya başlamıştı. Kendisi haklı olsa, bu hakkı Ömer kabul etse bile kocasının içinde gene “Ne diye benim ruhumun ahengini bozdun?” diyen bir taraf bulunacağını biliyordu. Ömer’in kati hareketlerden ve kararlardan kaçmak ve hoş olmayan her meseleyi olduğu gibi bırakarak el sürmemek yolundaki temayülünü öğrenmişti. Herhangi bir işe kendini vererek uğraşmak, bir meseleyi, tatlı veya acı bir neticeye bağlamak genç adamı ürkütüyor ve o, birçok şeylerin farkına varmadan yaşamayı ve nihayet hadiseler, kendilerinden kaçılamayacak kadar sıkıştırınca, ani ve şiddetli kararlar, o anda aklına gelen hareketlerle işin içinden sıyrılmayı ve her şeyi koparıp atmayı tercih ediyordu.

Genç kadın mütemadiyen düşünüyor ve herhangi bir karar veremiyordu. Bedri, o hadiseden sonra ancak bir kere ve Ömer’le beraber geldi. Birkaç dakika oturduktan sonra hemen gitti. Halinden anlaşıldığına göre, ablasının ziyaretinden haberi vardı ve Macide’ye karşı kendini mücrim hissediyordu. Bu ziyaretinde Balıkesirli bir ahbabını gördüğünü, ondan öğrendiğine nazaran annesinin Macide’yi pek merak ettiğini söyledi.

Macide, “Evet... çok fena ettim. Üç aydır mektup yazmadım!” dedi.

Fakat ne yazabilirdi? Vaziyetinin Balıkesir’e karşı izah edilmesi hayli müşkül, hatta imkânsızdı. Şu nikâh işi bitse belki biraz daha kolaylaşacaktı. Bir taraftan da, eniştesinin ve ablasının birtakım manasız hareketlere kalkmalarından, hatta polise filan müracaat etmelerinden korkuyordu. Fakat Ömer’in soyu, şimdi tamamen dağılmış ve fakirleşmiş bulunmasına rağmen, hâlâ Balıkesir’in muteber eşraf ailelerinden sayılırdı. Onların gelini olmak, birçok şeyleri tekrar düzeltecekti.

Bu sıralarda hadiseler gene süratle birbirini kovaladı ve Macide’nin hayatı yirmi dört saat içinde büsbütün başka istikametler alıverdi.

Loading...
0%