Yeni Üyelik
27.
Bölüm

BİRİNCİ KISIM - 27.BÖLÜM

@sabahattinali

Kapıyı hızla açıp içeri giren Bedri’ydi. Yüzü sapsarı ve heyecanlıydı. Macide şaşırdı. Eski hocasının bu kadar telaşlı halini hiç görmemişti. Bedri dikkatle Macide’nin yüzüne baktıktan sonra, “Ağlamışsınız! Demek haberiniz var!” dedi.

Macide bir şey anlamadı. Bedri herhalde Ömer’in bir kadınla beraber sinemaya gittiğini söylemek istemiyordu. Genç adam itidalini tekrar elde etmeye uğraşarak devam etti. “Şimdi telaş etmekten ve şaşırmaktan bir fayda yok... Sükûnetle düşünmek ve bir çare bulmak lazım! Ben Ömer’in bu işte bir alakası olmadığına eminim... Onun böyle şeylere burnunu sokmak âdeti değildir... Bu Nihat köpeğinin nârına yandı...”

Macide, Nihat lafını duyunca uykudan uyanır gibi oldu... Korkunç bir şeyler sezdi ve Bedri’ye doğru bir adım atarak, “Bir şey anlamadım... Ne Nihat’ı?.. Ne oldu? Benim haberim yok!” dedi.

Bedri şaşırdı. “Nasıl olur? Peki niçin ağladınız? Demek duymadınız. Öyle ya, nereden duyacaksınız!.. Bir-iki saatlik bir iş...”

Macide daha çok telaşa düştü: “Söylesenize ne oldu? Ömer’e bir şey mi oldu?”

“Evet... Dairesinden çıkacağı sırada tevkif ettiler. Nihat’la yanındaki çocuklardan birçoğu da yakalanmış... Profesör Hikmet’i de çağırmışlar, fakat herif bir kolayını bulup yakasını sıyırmış... Hiç değilse tevkif edilmedi. Nüfuzlu ahbapları var, herhalde onlar müdahale ettiler!”

Macide bir iskemleye tutunarak, “Neden? Sebep neymiş?.. Veznedar meselesi mi?” diye sordu.

Bedri “Ne veznedarı?” dedi... Ömer’in bir zamanlar kendisine anlattığı bu vakayı hemen hatırlayamamıştı.

Macide ısrar ile sormakta devam etti: “Siz nereden haber aldınız? Sebebini öğrenemediniz mi? Ömer şimdi nerede?.. Hemen gidip görebilir miyiz?”

Bedri, Macide’ye bir iskemle göstererek, “Oturun... Telaş etmeyin... Karakoldalar... Galiba bu gece orada kalacaklar... Görüşmek belki mümkün olmaz, şimdilik doğru da değil... İşin ne olduğunu öğrenelim... Ben meşgul olurum... Duyar duymaz hemen buraya geldim. Nihat’ın arkadaşlarından biri söyledi. Profesör Hikmet’in serbest bırakıldığını da ondan öğrendim!” dedi. Bir müddet genç kadının yüzüne baktıktan sonra ağır ağır devam etti: “Bunun böyle olması korkunç bir şey... Hiç beklenmeyen bir şey... Kim bilir dün akşam nerelere gittiniz? Nihat beraber miydi? Değildi... Öyle ya, onlar Beyazıt’ta habersizce ayrılıverdiler... Yanındaki çocuklarla beraber... Ben başka herhangi bir şeyden şüphe etmiyorum. Zaten bana haber veren çocuk da bir parça çıtlattı. Bu meselelerle alakadar bir iş olacak... Fakat tevkife kadar götürecek ne yaptılar acaba? Siz Ömer’in hiçbir şeye karışmadığına eminsiniz değil mi?”

“Nihat’la yanındaki delikanlılar buraya sık sık gelirlerdi. Fakat manasız münakaşalardan başka bir şey yaptıkları yoktu.”

“Neyse, bunları anlarız... Hepsini öğreniriz... Sükûnetinizi muhafaza edeceğinize emin olsam hemen şimdi gider öğrenirim. Fakat sizi yalnız bırakmaktan korkuyorum...”

Macide, korkmaya lüzum yok, demek isteyen bir gülümseme ile başını salladı.

Bedri: “Peki, gidiyorum. Beni bekleyin... Geç kalırsam yarın sabah gelirim. İstanbul’a geçeceğim... Karakola sokmazlarsa arkadaşları filan arayıp bir şeyler öğrenmeye çalışacağım... Allahaısmarladık!” Elini uzattı. Birbirlerinin gözlerine baktılar...

Macide, size itimat ediyorum, demek istiyor ve karşısındakinin gözlerinin daha çok, daha başka şeyler söylediğini zannediyordu.

Bedri merdivenleri koşa koşa inerek çıkıp gitti.

Macide hiçbir şey düşünmüyordu. Uyku sersemi gibi olmuştu. Dün akşamdan beri birbirini kovalayan hadiselerin ağırlığını ancak şimdi ve tamamen duyuyordu. Biraz evvel kendisini eteğinden çekerek dışarı bırakmak istemeyen oda, insanı boğacak kadar daralmıştı. Pencere genişliğe ve sonsuzluğa değil, bir kuyu ağzı gibi daha karanlık ve boğucu yerlere açılıyordu. Çay fincanının şekerlerini emen sinek masa örtüsünün bir kenarında bayılmış gibi hareketsiz duruyordu. Biraz evvel, “Bu hayvanın bile yaşamak hakkı var da benim niçin yok? Niçin?” diye düşünen Macide şimdi odayı ve sineği bırakıp açık bir yere gitmek, hava almak, göğsünü şişire şişire hava almak istiyordu.

Elektriği söndürdü ve dışarı çıktı. Az insan bulunan sokaklarda gezmek istiyordu. Halbuki caddeler kalabalık ve aydınlıktı. Şişli taraflarına doğru yürüdü. Acele adımlar atıyordu. Yolda bu vakitte yalnız bir kadın gören birkaç beyaz pantolonlu ve kıvırcık saçlı kibarzade arkasına takılmak istedi. Macide yürüyüşünü daha hızlandırarak onlardan kurtuldu. Kahramanlar, bir kadın elde etmek için koşup terlemeyi fazla bir zahmet saymışlardı. Hürriyet abidesine giden şoseye gelince ağırlaştı. Yol ve hava, içindeki darlığı biraz geçirmişti. Evlerin bittiği ve uzaktan kır gazinolarının göründüğü bir yerde yolun kenarına, otların üzerine oturdu.

Burada düşüncelerin birdenbire kafasına hücum etmesiyle karşılaştı ve ilk gelen fikir onu telaşa düşürdü.

“Ben Ömer’e yazıp bıraktığım mektupla büyük bir haksızlık etmek üzereydim!” diyordu. “Bereket versin eline varmayacak. Döner dönmez yırtacağım... Nasıl oldu da elin herifini Ömer’e benzettim? Fakat elbisesi, şapkası, sonra yürüyüşü ve başını biraz yana eğerek konuşması arkadan ne kadar benziyordu. Bir adamı beş-on adım gibi yakın bir mesafeden kocasına benzetmek için bu kâfi midir? Zannetmem... Demek ben Ömer’in böyle bir vaziyette ve böyle bir kadınla gezip dolaşacağını tabii, hatta muhtemel buluyormuşum!.. Bir an bile tereddüt etmedim... Neden? Onun hakkındaki hükümlerim bana böyle yanlışlıklar yaptıracak hali buldu mu?.. Belki... Mektubu hemen yırtmalıyım. Herhangi bir şekilde Ömer’in eline geçerse rezil olurum!.. Rezil mi olurum? Ne münasebet... Mektupta benzetmekten bahis yok ki... Galiba bir yerde kapalı bir şekilde yazmış, sonra karalamıştım. Karalamasam bile bir şey anlamazdı... Şu halde beni Ömer’e karşı mahcup edecek neresi var? Hiç... Mektubu hemen yırtacağım... Muhakkak... Fakat yazdıklarım yanlış mı? Bu vakalar olmasa da mektubu aynen bırakıp gitmek mümkün değil miydi? Orada bir vakayı değil, bütün bir hayat parçasını söylemek istedim... Üç aylık beraberliğimizin
hesabını yaptım... Evet... Hem de eksik veya fazla denecek en ufak bir yeri olmamak şartıyla... Ömer’i bir kadınla gördüğüm yanlışmış diye... Hatta... hatta Ömer tevkif edildi diye yazdıklarımın bir tekini değiştirmek mümkün mü? Hadiseler ve insanlar hep aynı olarak kalmış değiller mi? Hatta bu tevkif vakası düşüncelerimin ne kadar doğru olduğunu, Ömer’in kendini nasıl körce felakete sürüklediğini, daha doğrusu sürüklettiğini ispat etmiyor mu? Ömer’in başına gelen bu iş beni adamakıllı sarstı... Onun zavallı hali gözümün önüne geliyor... Fakat bütün bunlar beni tekrar ona yaklaştırıyor mu? Onunla tekrar müşterek bir hayat sürülebileceğine inanıyor muyum? Tamamen samimi olmak lazım... Her şey buna bağlı... Hayır... İnanmıyorum... Eyvah... Her şey sahiden bitmiş...”

Düşüncelerinin burasına gelince ümitsiz bir çocuk gibi gürültü ile içini çekti ve kendi kendine söylenmeye devam etti:

“Bedri gelmeden biraz evvel, yazdığım mektubun bir yerinde samimi olmadığımı düşünüyordum... Neresiydi? Evet... Bu sefer Ömer’in evini bırakıp çıkarken hiçbir ümidim olmadığını, Emine Teyzelerden çıktığım zamanki gibi gizli bir hissin bana cesaret vermediğini söylediğim kısımlardı... Hiçbir ümidim yok muydu? ‘Son dakikaya kadar her şeyin değişebileceğini umacağım!’ derken hiçbir şey kastetmiyor muydum? Mesela... Of... Of... Çok samimi olmak lazım... Bu sefer kendime karşı... Mesela Bedri... O satırları yazarken acaba Bedri’yi hiç aklıma getirmedim mi? Farkında olmadan filan... Yoksa Bedri gelip Ömer’in tevkif edildiğini söyleyince ve benimle yakından alakadar olunca mı bu fikir kafamda belirdi? Belki de... Mektubu yazarken onu
hatırladığımı zannetmiyorum... Peki, şimdi ne diye bu mesele üzerinde bu kadar çok duruyorum?.. Bedri dün akşam yanımdan ayrılırken, ‘Size her zaman yardıma hazırım!’ gibi bir şeyler söylemişti... Nereden biliyordu? Nasıl tahmin etmişti?.. Ne kadar insan bir hali var! Ömer’in felaketine benim kadar, belki de benden çok üzülüyor... Başkası olsa, bu kadar vakalardan sonra, memnun bile olurdu... Hiç memnun olmuyor mu? Tavrından böyle bir şey sezilmiyor... Halbuki hislerini saklamakta pek mahir değildir... Fakat ne kadar güzel konuşabiliyormuş!.. O müsamere akşamında... Hangi müsamere akşamı, daha dün gece değil miydi? Tam bu saatlerde... Bana aylar geçmiş gibi geliyor... Dün akşam ne güzel ve ne doğru şeyler söyledi... Bu meşhur ve malumatlı adamlar onun gözlerini boyayamamışlar... Demek herkesin öyle olması ve onları beğenmesi şart değil... Belki de Bedri bizim bilmediğimiz şeyi biliyor: Bu manasız ve boş hayattan daha başka bir şey olması lazım geldiğini ve bu başkanın ne olduğunu... Eğer biliyorsa... Eğer Emine Teyzelerimden, Balıkesir’deki komşularımızdan daha yüksek olanların muhakkak İsmet Şerif veya Profesör Hikmet soyundan olması icap etmediğini, daha akla yakın, daha insanca yaşamak da mümkün olduğunu o da görüyorsa ve böyle bir hayata varmak çareleri onca malum ise... ne fevkalade bir adam... Öyle ya, başında bu kadar felaket varken kendini kaybetmemesi, Ömer gibi bir arkadaşın her haline, en dayanılmaz muamelelerine tahammülü, bana karşı aldığı vaziyet ve mukabilinde bir şey beklemeden gösterdiği alaka... Daha birçok şeyler, onun nasıl düşünen, duyan ve bunları ölçüp biçtikten sonra verdiği kararlara göre hareket eden bir insan olduğunu gösteriyor... Bana hiçbir zaman Ömer’in arkadaşına
yakışmayacak bir şey söylemedi, bir tavır almadı... Fakat daha mühim ve düşündükçe daha hoşuma giden bir tarafı var: Rol de yapmadı, hislerini saklamaya çalışarak küçülmedi... Eski hatıraları ara sıra ortaya koymaktan ve hâlâ bunların tesiri altında bulunduğunu sezdirmekten kaçmadı, fakat buna rağmen herhangi bir arzusunu veya gizli bir maksadını belli ederek kendisine gösterilen arkadaşlık ve itimattan istifadeye de kalkışmadı...”

Macide yerinden kalktı. Tekrar acele adımlarla evin yolunu tuttu. Bedri’nin havadis getirmesi ve onu evde bulamaması ihtimali vardı. Fakat adımlarına bu kadar çabukluk veren şey Bedri’nin vereceği haberler miydi, yoksa kendisi mi? Dimağında belirmek isteyen bu suali zorla sürüp çıkardı...

 

* * * 

 

Bedri ertesi gün öğleye doğru geldi. Macide geceyi oldukça heyecanlı geçirmiş ve hemen hemen hiç uyumamıştı. Ömer’le beraber yaşamaya başladıklarından beri ilk defa yalnız yatıyordu. Yorganın altına girmeye cesaret edemedi. Elbiseleriyle uzandı. Ara sıra dalar gibi olsa bile küçük bir çatırtı veya sokaktaki bir sesle uyanıyor, başını kaldırarak Bedri’nin haber getirmesini bekliyordu. Sabaha karşı bir saat kadar uyumuş ve karşı evlerden birinin penceresinden zerzevatçı çağıran bir kadının feryadıyla uyanmıştı. O andan itibaren Bedri gelinceye kadar müthiş bir bekleme işkencesi başladı.

Vakit geçirmek için yatağını düzeltmekten tutturarak adeta umumi bir temizlik yaptı. Masa örtülerini silkti, mutfağa gidip birikmiş bulaşıkları yıkadı. Aynalı dolaptaki çamaşırları yeniden tasnif etti ve Ömer’in gömleklerini ve çoraplarını uzun zaman ellerinde tutarak düşündü... Pencereyle kapı arasında aşağı yukarı gezindi. Masanın üstüne çıkıp bir bezle abajurun tozunu aldı. Tekrar pencereye gidip yarı beline kadar sarkarak sokağı gözden geçirdi. Beklemek ve telaş, nefes darlığı gibi göğsüne yerleşmişti. Ne kitap okuyabildi ne karıştırdığı notalardan bir şey anladı ne de, bütün gayretine rağmen, ağzına bir lokma aldı... Nihayet daha fazla tahammül edemeyerek sokağa fırladı. Bedri’yi yolda karşılamak istiyordu. Hızlı adımlarla yürüyor ve her köşeden onun çıkıvermesini bekliyordu. Köşeye yaklaşınca yüreği daha çabuk hopluyor, sokağın görebildiği yerlerinde Bedri’ye benzer kimse bulunmadığını anlayınca tokat yemiş gibi oluyor ve öteki köşeye kadar içinde yeniden ümitler beliriyordu.

Daha fazla yürüyemeyeceğini hissetti. Belki Bedri başka yollardan gelmiştir ve evde beni bekliyordur, diye koşarak geri döndü. Kimseler yoktu. Masanın başına geçip oturdu. Yüzünü elleriyle kapayarak uzun zaman kaldı ve Bedri’nin yavaşça içeri girdiğini fark etmedi.

Genç adam onu rahatsız etmekten çekiniyormuş gibi hafif, biraz da şefkatli bir sesle, “Nasılsınız? Beni çok beklediniz değil mi?” dedi.

Macide ellerini süratle yüzünden çekti. Ayağa kalkmadan başını sallayarak selamladı. Ağlamış gözlerle karşılaşacağını zanneden Bedri, Macide’nin yüzündeki sakin fakat biraz ihtiyarlamış ifadeden hayrete düştü. Karşısında, kumaş kısımları yıpranmış gıcırtılı bir iskemlede oturan ve uzun senelerin tecrübe ve azabını yüklenmiş gibi yorgun bir yüzle zoraki gülümsemeye çalışan kadın, iki sene evvelki
ağır fakat taze, sessiz fakat ateşli talebesi miydi? Kıvırcık saçlı başını dimdik tutan ince beyaz boynu şimdi gevşemişti, kâh bir omzuna, kâh ötekine doğru bükülüveriyordu. İnsana korkmadan ve uzun uzun bakan gözleri bezgin bir halde eşyalar üzerinde dolaşıyor ve hiçbir noktada kalmıyordu.

Bedri söyleyeceğini unutarak, “Ne kadar çok üzülüyorsun kızım!” dedi.

Macide ona karşısındaki iskemleyi gösterdi: “Buyurun! Ne oldu? Nerede? Anlatın!”

Bedri kendini topladı. Gösterilen yere geçerek, “Tahmin ettiğim gibi” dedi. “Nihat meselesi. Anlatması uzun sürecek... Ben polisten, Nihat’ın arkadaşlarından, Ömer’den öğrendiklerimi toparlayarak bir şeyler çıkardım.”

Macide hemen sordu: “Ömer’i gördünüz mü?”

“Evet, şimdi yanından geliyorum, tevkifhaneye teslim etmişler!..”

“Nasıl?”

“Sakin!.. ‘Herhalde bir yanlışlık oldu; hakikat anlaşılacak ve beni bırakacaklar!’ diyor. Zaten ötekileri kimseyle görüştürmedikleri halde benim, Ömer’le konuşmama müsaade ettiklerine göre vaziyeti pek tehlikeliye benzemez...”

“Neler söyledi? Benden bahsetti mi?”

Bedri bu suali hem bekliyor hem istemiyormuş gibi telaşlı bir hal aldı. “Evet, mesele benim tahmin ettiğim gibiymiş!” dedi.

Fakat Macide karşısındakinin sözünü keserek, “Niçin cevap vermediniz? Benim için bir şey söyledi mi?” diye sordu.

Bedri biraz düşündü. Sonra, “Müsaade edin, evvela işin esasını anlatayım, sonra oraya da geliriz!” dedi ve Macide’nin cevabını beklemeden devam etti: “Nihat ve
etrafına topladığı delikanlılar, gençlik, bilgisizlik, gayesizlik yüzünden ve biraz da külah kapmak arzusuyla, birtakım mecmualar, broşürler neşretmeye, memleket ve millet sevgisini inhisar altına alıp etrafa küfür ve iftira yağdırmaya başlamışlardı... Bunu biliyorsunuz... İlk zamanlarda muayyen bir hedefi olmayan, sırf yolunu bulamamış birtakım heyecanların gayri tabii şekilde feveranı intibaını bırakan bu neşriyat, son günlerde sistemli bir hal aldı. Bu, herkes gibi benim de gözüme çarptı. Münakaşalarını eskiden kahvelerde, vapurlarda, yollarda bağıra bağıra yapan, fikirlerini alenen söylemeyi ve icabında yumrukla müdafaayı bir kabadayılık addeden bu kahramanlar, birdenbire nedense esrarengiz bir hüviyet aldılar... Kahvede ikisi üçü bir araya gelince baş başa verip fısıltı halinde konuşuyorlar, bir münakaşada fikirlerine kuvvetli bir hücum yapılsa, hasımlarına cevap vermeyerek, ‘Zamanı gelsin, biz sana dünyanın kaç bucak olduğunu gösteririz!’ demek isteyen emin bir gülümseme ile iktifa ediyorlar ve nihayet, şimdiye kadar mahiyetleri tamamen anlaşılamayan birtakım maceraperest ve esrarlı heriflerle düşüp kalkıyorlardı. Bunlardan biri, ara sıra Nihat’ın yanında gördüğümüz o Tatar suratlı herif de mevkuflar arasında... Neyse, fazla tafsilat vermeye hacet yok, bu coşkun gençler, bir kısmı bilerek, bir kısmı bilmeyerek, mükemmel bir ağın içine düşmüşler... Kendi fikirlerimizi söylüyoruz ve yazıyoruz sanırken yabancı ve barbarca kanaatlerin tercümanı, zavallı birer oyuncağı olmuşlar. Kendilerine telkin edilen yalancı ve sinsi dünya görüşünü müdafaa edeceğiz derken kendilerinin, milletlerinin ve insanlığın kuyusunu kazdıklarını bilmemişler... Ve nihayet başka bir devlet hesabına hizmet denilebilecek kadar ileri giden işlere girmişler...
Ele geçen vesikalara nazaran, memlekette kendilerine muhalif bildikleri insanların listeleri yapılıp perde arkasında kalan esrarlı ellere verilmiş... Birçok insanlar düşünüşlerinin istikametince, kanlarına, yedinci çerlerinin nesebine veya doğduğu yere göre tasnif ve defterlere kaydedilmiş... Bu arada bir hayli de para dalaveresi dönmüş... Yalnız bundan ancak kodamanlar istifade edip öteki zavallı çömezler pir aşkına bağırmışlar... Zaten mesele de buradan meydana çıkmış... Ortada para oyunu olduğu halde kendilerine bir şey koklatılmadığını sezen birkaç idealist genç, işi meydana vuruvermişler... Görüyorsunuz ya, iğrenç şeyler... Ömer’in zannetmiyorum ki bir alakası olsun... Yalnız Nihat’ın evine bıraktığı iki yüz elli lira yüzünden veznedar meselesi meydana çıkarsa diye korkuyor... Korkuyor da denmez ya... Acayip bir halde... Bir gece içinde değişmiş ve kendinden ziyade veznedarı merak eder olmuş... Her şeyin üstünden haftalarca, hatta aylarca zaman geçtikten sonra bu hali bana garip göründü... Zaten bütün tavırlarında şimdiye kadar alışmadığım bir durgunluk vardı. Fazla düşünceli görünüyordu... Sonra... Sizden bahsedince...”

Bir türlü sözünü bitiremiyordu. Macide sordu: “Beni merak ediyor mu? Ne diyor?”

Bedri yüzünü buruşturarak, “Doğrusunu isterseniz ben pek bir şey anlamadım!” dedi. “Sizin isminiz geçince uzun düşüncelere daldı. ‘Macide meselesi halledilmeli artık!’ dedi. Ben, ‘Ne gibi?’ diye sordum. Cevap vermedi ve lafı değiştirdi. Daha heyecanlı olacağını zannetmiştim. Değil... Acaba korkuyor mu diye düşündüm. Baktım ki tevkifinden dolayı telaş ettiği yok. Kurtulacağından emin... Belki bu hal, biraz daha makul bir hayatın başlangıcıdır...”

Macide gözlerini Bedri’nin yakasındaki bir toza dikerek daldı... Karışık bir hesabın içinden çıkmak ister gibi alnını buruşturuyordu. Bir müddet sonra sabit bakışlarıyla karşısındakini bağlamak ister gibi sordu: “Siz Ömer’in değişeceğini zanneder misiniz?”

Bedri kaçamaklı bir cevap verdi: “Ne gibi? Neden sordunuz?”

“Hiç. Fikrinizi öğrenmek istedim. Ne dersiniz?”

“Bilmem... Değişebilir... Fakat...”

“Evet!”

“Çok zaman ister...”

“Öyle!”

Birdenbire yerinden kalktı. Şu anda bu mesele üzerinde fazla konuşmak istemediğini belli ederek, “Haydi gidelim ve Ömer’i görelim! Herhalde bana gösterirler!” dedi.

Bedri bu teklifi bekliyordu. Beraberce çıktılar.

Tevkifhanede Ömer’i görmek güç olmadı. Macide kocasının adamakıllı değişmiş olduğunu fark etti ve derhal bunun sebebini aradı. Biraz sakalları uzamıştı. Fakat bu her zamanki hali sayılırdı. Hayır, başka bir tahavvül, gözlerinde, yüzünün çizgilerinde başka bir mana vardı. Evvela Macide’ye, sonra Bedri’ye elini uzattı. Beyaz badanalı görüşme odasında iki tahta sandalye bulunuyordu. Ömer misafirlerini oturtarak kendi ayakta durmak istedi, fakat Bedri yerini ona verdi. Macide hafifçe tebessüm ederek kocasına baktı. Ömer’in cevap olarak başladığı gülümseme ise yarıda kaldı. Onun, yüzünün adalelerini, böyle rahatsızlık verecek kadar garip bir gerginlikte tutması, Macide’yi üzüyor ve acındırıyordu.

Hiçbiri söze başlayamıyordu. Bedri karı-kocayı yalnız bırakıp biraz ötede duran gardiyanın yanına gitmeyi daha muvafık buldu. Buna rağmen ne Ömer ne de Macide birbirlerine yaklaşamıyorlar ve bu sıkıntılı sükût devam ettikçe aralarında kopmuş bir şey bulunduğunu daha çok hissediyorlardı. Macide dün yazdığı mektupta “Birbirimize söyleyecek hiçbir şeyimiz yok muydu?” şeklinde bir cümle bulunduğunu hatırladı ve büyük bir teessür içinde “Belki de yoktu. Baksana... Yabancı gibi... Ben de öyleyim! Neden?” diye düşündü. “İlk görüştüğümüz gün beni tanımadan, dinleyip dinlemeyeceğimi bilmeden ne kadar çok konuşmuştu. Hep böyle... Harikulade başlıyor ve hemen arkasını bırakıyor... Belki tembellikten, belki nereye vardıracağını bilmemekten...”

Nihayet bir şey söylemiş olmak için “Çok sıkıldın mı, Ömer? Ne zaman buraya geldin?” dedi.

“Sıkılmaya vakit olmadı. Dün gece yarısına kadar tahkikat devam etti, bu sabah erkenden buraya gönderildik!”

“Çok üzülüyor musun?”

“Yok canım!.. Benim bir şeyle alakam olmadığını şimdiden anlamaya başladılar. Yalnız Nihat’ın ve avenesinin haline acıyorum. Kahramanlar uyuz kedilere döndüler. Her biri kabahati ötekinde buluyor. Daha bugünden kavgaya tutuştular... Arkadaşlık ve gaye uğruna canlarını fedaya kalkan yiğitler şimdi yakayı sıyırmak için birbirlerini satmaya uğraşıyorlar. Onları bütün acizleri ve çirkeflikleri içinde görmek hazin bir şey...”

Macide dikkatle dinliyor ve bu sırada “Kendimize dair konuşacak hiçbir şey yok mu?” diye düşünüyordu. Fakat bu yabancılığın bütün kabahati kendinde olamazdı. İşte, Ömer de deminden beri uzak durmakta devam ediyor ve kendilerine ait olmayan mevzular üzerinde dolaşıyordu. Bunu tespit etmek, zannının aksine olarak, Macide’ye hiç de acı gelmedi... Ömer’in kendinden uzaklaşmaya başladığını görmek bu kadar kolay mıydı? Fakat ona kızmaya, hatta hayret etmeye ne hakkı vardı? Karşısında her zamanki gibi hareketli ve küçük gözlerle, saçları alnına dökülmüş duran ve sustuğu zaman bile güzel dudaklarını kımıldatan Ömer, ona eski heyecanların, eski arzuların hiçbirini vermiyordu. Kocasını uzak bir akraba, yeni tanışılan şöyle bir dost gibi nazik bir alaka ile dinliyor, fakat onda hâlâ âşık olduğu, kafasında hayalini yaşattığı ve belki her zaman yaşatacağı Ömer’den pek ufak birkaç iz buluyordu.

Gardiyanın işareti üzerine ayağa kalktılar. Sükûnetle, hatta biraz da dostça ayrıldılar. Fakat Macide, kendilerini kapıya kadar getiren Ömer’in yüzünde aynen geldikleri zamanki gibi yarıda kalmış bir gülümseme takallüslerini fark etti ve eve gelinceye kadar, hatta daha uzun zaman, bu hayali kafasından uzaklaştıramadı.

Loading...
0%