@sabahattinali
|
Gözlerimi onun benden cevap bekleyen siyah ve dalgın gözlerine dikerek ağır ağır, “Maria” dedim, “sizi gayet iyi anlıyorum... Hayattaki tecrübelerinizin sizi böyle uzun bir izahat vermeye sevk ettiğini de görüyor ve bunu, ileride dostluğumuzu sarsabilecek şeylere mâni olmak için yaptığınızı düşünerek memnun oluyorum. Demek ki bu dostluğun sizce bir kıymeti var...” Tasdik makamında başını hızlı hızlı salladı. Devam ettim: “Belki bana bunları söylemenize lüzum yoktu. Fakat nereden bileceksiniz? Birbirimizi yeni tanıyoruz. İhtiyatlı bulunmak daha iyi... Benim hayatta sizin kadar tecrübem yok. Pek az insanla tanıştım ve daima kendimle yaşadım. Görüyorum ki, başka yollardan gittiğimiz halde ikimiz de aynı neticeye varmışız: İkimiz de birer insan arıyoruz, kendi insanımızı... Eğer birbirimizde bunu bulursak harikulade bir şey olur... Asıl ehemmiyeti olan budur, öteki meseleler ikinci derecede kalır... Kadın-erkek münasebetlerine gelince, hiçbir zaman korktuğunuz cinsten bir insan olmadığıma emin olabilirsiniz. Gerçi başımdan geçmiş maceralarım yok, fakat kendim kadar hürmet etmediğim ve kendim kadar kuvvetli bulmadığım bir insanı sevebileceğimi aklıma bile getirmedim. Demin tezlil edilmekten bahsettiniz. Bir erkeğin buna müsaade edebilmesi, bence kendi şahsiyetini inkâr etmesi, asıl kendini tezlil etmesi demektir. Ben de sizin gibi tabiatı çok severim, hatta diyebilirim ki insanlardan ne kadar uzak kaldıysam tabiata o kadar sokuldum. Benim memleketim dünyanın en güzel yerlerinden biridir. Tarihlerde okuduğumuz birçok medeniyetler oralarda kurulmuş ve yıkılmıştır. On-on beş asırlık zeytin ağaçlarının altında yatarken, bir zamanlar bunların mahsulünü toplayan insanları düşünürdüm. Çam ağaçlarıyla kaplı dağlarında, insan ayağı basmamış zannedilen yerlerde mermer köprülere, işlemeli sütunlara rastlardım. Bunlar benim çocukluğumun arkadaşları, hayallerimin mevzuuydu. O zamandan beri tabiatı ve onun mantığını her şeyin üstünde tutarım. Bırakalım, arkadaşlığımız da tabii yolunda yürüsün. Biz ona suni istikametler vermeye, peşin kararlarla onu bağlamaya çalışmayalım!” Maria şahadetparmağıyla, masanın üzerinde duran elime vurdu. “Siz zannettiğim kadar çocuk değilsiniz!” dedi. Gözleri, kararsız ve ürkek, üzerimde dolaşıyordu. Biraz büyükçe olan alt dudağını daha çok dışarı çıkarmış, böylece, ağlamak üzere bulunan küçük bir kız halini almıştı. Gözleri bunun aksine olarak, düşünceli ve araştırıcıydı. Kısa bir zaman içinde yüzünün ne kadar çok ifade değiştirdiğine hayret ediyordum. “Bana hayatınıza, memleketinize, zeytin ağaçlarına dair birçok şeyler anlatabilirsiniz!” diye söze başladı. “Ben size çocukluğumu ve babama ait hatırlayabildiğim bazı şeyleri söylerim. Herhalde konuşacak söz bulmakta sıkıntı çekmeyiz... Fakat burada ne kadar çok gürültü oluyor. Galiba salon boş da onun için... Zavallılar çalgılarının gürültüsü ile hiç olmasa patronu neşelendirmek istiyorlar... Ah, siz böyle yerlerin patronlarının ne demek olduğunu bir bilseniz!” “Çok mu kabadırlar?” “Hem nasıl! İşte erkekleri yakından tanımak için bu da bir vesiledir. Mesela bizim Atlantik’in sahibi gayet nazik bir adamdır. Yalnız müşterilerine karşı değil, kendisiyle alışverişi olmayan her kadına karşı... Muhakkak ki, onun kabaresinde çalışmasam, bana bir baron kadar ince kur yapar ve beni kibarlığına hayran ederdi. Fakat kendisinden para alan insanlara karşı birdenbire değişiyor ve buna galiba ‘meslek ahlakı’ diyor. ‘Kazanç ahlakı’ dese daha doğru olacak. Çünkü insafsızlığa ve bazen terbiyesizliğe kadar varan kabalığı, müessesenin ciddiyetini korumak arzusundan ziyade, aldatılmak korkusundan ileri geliyor. İhtimal ki iyi bir aile babası veya dürüst bir vatandaş olan bu adamın nasıl bizden sadece sesimizi, gülüşümüzü, vücudumuzu değil, insanlığımızı da satmamızı istediğini görseniz irkilirsiniz...” Uzak bir tedai ile sözünü kestim: “Babanız neciydi?” dedim. “Söylememiş miydim? Avukattı. Neden sordunuz? Bu hallere nasıl düştüğümü mü merak ettiniz!” Sustum. “Almanya’yı henüz pek tanımadığınız anlaşılıyor. Benim bu halimde bir fevkaladelik yok. Babamın bıraktığı para ile okudum. Vaziyetimiz fena değildi. Harp esnasında hastabakıcılık yaptım. Sonra akademiye devam ettim. Küçük iradımız enflasyon yüzünden gitti. Para kazanmaya mecbur oldum. Bundan şikâyetçi değilim. Çalışmak hiç de fena bir şey değil. Bana dokunan, ruhlarımızı alçaltmadan çalışmak isteyişimizin hoş görülmemesi... Sonra bir de hep sarhoş ve insan etine acıkmış kimselerle karşı karşıya bulunmak mecburiyeti beni sıkıyor. Bazen öyle bir bakışları var ki... Buna sadece hayvanlık diyemeyeceğim... Yalnız bu kadar olsa gene tabiidir... Bu, hayvanlıktan da aşağı bir şey... İnsan riyakârlığının, kurnazlığının, zavallılığının karıştığı bir hayvanlık... İğrenç...” Etrafına bakındı. Orkestra, gürültüsünü büsbütün artırmıştı. Bavyera elbisesi giymiş şişmanca ve mısır püskülü gibi saçlı bir kadın avaz avaz, neşeli dağ havaları söylüyor, gırtlağından acayip sesler çıkararak etrafına dönüyordu. Maria, “Haydi bakalım, sessiz bir yerde oturalım... Vakit daha erken!” dedi. Sonra dikkatle yüzüme bakarak: “Yoksa sizi sıkıyor muyum?.. Boyuna konuşuyor ve sizi sabahtan beri oradan oraya sürüklüyorum. Kadınların bu kadar sokulgan olması iyi bir şey değil... Ciddi söylüyorum, canınız sıkıldıysa sizi serbest bırakayım!” Ellerini tuttum. Uzun müddet cevap veremedim. Yüzüne de bakmadım. Buna rağmen, içimden geçenleri anladığına emin olduktan sonra, ancak o zaman, “Size minnettarım!” dedim. “Ben de size!” dedi ve ellerini çekti. Sokağa çıkınca, “Gelin, sizinle buralara yakın bir kahveye gidelim!” dedi. “Çok hoş bir yerdir. Acayip insanlar göreceksiniz.” “Romanisches Kaffe’ye mi?” “Evet, biliyor musunuz? Gittiniz mi?” “Hayır, duydum!” Güldü. “Ay sonlarında parasız kalan arkadaşlarınızdan mı?” Ben de gülümsedim ve önüme baktım. Her zaman sanatkârlar tarafından ziyaret edilen bu kahvenin geceleri on birden sonra yaşlı, zevk düşkünü, genç meraklısı ve paralı kadınlarla dolduğunu ve her milletten, her yaştan birçok jigoloların bu zamanlarda oraya gidip kendilerini beğendirmeye çalıştıklarını duymuştum. Henüz vakit erken olduğu için kahvede sadece genç sanatkârlar vardı. Grup grup oturmuşlar, yüksek sesle münakaşa ediyorlardı. Sütunlar arasındaki bir merdivenden yukarı kata çıktık. Güçlükle boş bir masa bulduk. Etrafımızda geniş kenarlı siyah şapkaları, uzun saçları ile Fransız mukallidi genç ressamlar, ağızlarında pipoları, uzun tırnaklı parmaklarıyla ha bire sahife dolduran muharrirler oturuyorlardı. Uzun boylu, sarışın, ağzının hizasına kadar favorili bir genç uzaktan işaretler ederek bizim masamıza geldi. “Kürk Mantolu Madonna’yı selamlarım!” diyerek Maria’nın başını ellerinin arasına aldı; evvela alnından, sonra yanaklarından öptü. Gözlerimi yere diktim ve bekledim. Şundan bundan konuştular. Aynı sergide resim teşhir ettikleri anlaşılıyordu. Nihayet, delikanlı Maria’nın elini şiddetle sıkıp salladıktan ve bana, “Allahaısmarladık, genç efendi!” diye, herhalde sanatkâr usulü bir selam verdikten sonra uzaklaştı. Hâlâ önüme bakıyordum. Kadın, “Ne düşünüyorsun?” diye sordu. “Bana ‘sen’ dediniz, farkında mısınız?” “Evet... İstemiyor musunuz?” “Ne demek? Teşekkür ederim!” “Of! O kadar çok teşekkür ediyorsunuz ki!” “Biz Şarklılar çok kibar insanlarızdır... Ne düşünüyordum biliyor musunuz? O adam sizi öptü ve ben hiç kıskanmadım.” “Sahi mi?” “Ve niçin kıskanmadığımı merak ediyorum!” Uzun uzun bakıştık. İtimatla, birbirimizi araya araya bakıştık. “Bana biraz da kendinizden bahsetsenize!” dedi. Peki makamında başımı salladım. Ona birçok şeyler söylemeyi gündüzden tasarlamıştım. Fakat bunların hiçbiri aklıma gelmiyor, kafamdan yepyeni şeyler geçiyordu. Nihayet karar verdim ve rasgele konuşmaya başladım. Muayyen bir şey anlatmıyor, çocukluğumdan, askerliğimden, Hatıralar ve uzun zaman zapt edilmiş hisler, daima susturulmuş heyecanlar bir sel gibi, gitgide büyüyerek, kabararak, hızlanarak dışarı akıyordu. Onun nasıl bir dikkatle beni dinlediğini, gözlerini nasıl, söz haline getiremediğim taraflarımı da anlamak ister gibi yüzümde gezdirdiğini gördükçe büsbütün açılıyordum. Bazen tasdik eder gibi ağır ağır başını sallıyor, bazen hayret eder gibi ağzını hafifçe açıyordu. Heyecanlandığım zamanlar yavaş yavaş elimi okşuyor, sözlerim şikâyet eden bir eda alınca şefkatle gülümsüyordu. Bir aralık, meçhul bir kuvvet tarafından dürtülmüş gibi sözümü kestim ve saatime baktım. On bire geliyordu. Etrafımızdaki masalarda kimseler kalmamıştı. Yerimden fırlayarak, “Fakat işinize geç kalacaksınız!” diye bağırdım. Kendini toplamaya çalıştı. Ellerimi daha çok sıktı, acele etmeden doğrularak, “Hakkınız var!” dedi. Beresini başına yerleştirirken ilave etti: “Ne güzel konuşuyorduk!” Onu Atlantik barının önüne kadar getirdim. Yolda hemen hemen hiç konuşmadık. İkimiz de, bu akşamın intibalarını içimize yerleştirmek ister gibi dalgın ve “Benim yüzümden eve gidip kürkünüzü giyemediniz, üşüyeceksiniz!” dedim. “Sizin yüzünüzden mi?.. Doğru... Sizin yüzünüzden... Fakat kabahat bende... Ehemmiyeti yok... Çabuk yürüyelim!” “Sizi tekrar eve götürmek için bekleyeyim mi?” “Hayır, hayır... Asla... Yarın buluşuruz!” “Siz bilirsiniz!” Belki üşümemek için, bana daha çok sokuldu. Elektriklerin aydınlattığı kapının önüne yaklaşınca durdu, kolumdan çıkarak elini uzattı. Fevkalade ciddi bir şey düşünüyor gibiydi. Beni çekerek duvarın kenarına sürükledi. Nihayet, yüzüme doğru eğildi, gözlerini kaldırıma dikti ve fısıltı gibi bir sesle fakat çabuk çabuk, “Demek beni kıskanmıyorsunuz ha?” dedi. “Beni sahiden bu kadar çok mu seviyorsun?” Birdenbire gözlerini kaldırdı ve merakla yüzüme bakmaya başladı. Bu anda neler duyduğumu ona söyleyecek bir kelime bulamadığım için göğsümün daralır gibi olduğunu, boğazımın kuruduğunu hissettim. Her söz, hatta ağzımdan çıkacak her ses, saadetimi bozacak, bulandıracak diye korkuyordum. O hâlâ, bu sefer biraz da korkuyla, yüzüme bakıyordu. Çaresizlikten gözlerimin yaşardığını fark ettim. O zaman, onun çehresinde rahat bir gevşeme oldu. Dinlenir gibi bir saniye gözlerini kapadı. Sonra başımı tutarak bir defa ağzımdan öptü ve arkasını dönerek, hiçbir şey söylemeden, ağır ağır yürüdü ve içeri girdi. Pansiyona adeta koşarak döndüm. Hiçbir şey düşünmemek, hiçbir şey hatırlamamak istiyordum. Bu gecenin hadiseleri, onlara hatıralarımla bile dokunmaktan ürkecek kadar kıymetliydiler. Nasıl biraz evvel ağzımdan çıkacak küçük bir sesin o tasavvur edilmez saadet anının havasını bozacağından korktuysam, bu sefer de hayalimle yapacağım her kurcalamanın, bugün yaşadığım birkaç saatin harikulade vakalarına ve bu vakaların emsalsiz ahengine zarar vereceğinden çekiniyordum. Karanlık merdivenli pansiyon bana pek şirin, koridorları dolduran bütün kokular hoş geldi. Bundan sonra, her gün Maria Puder’le buluşup beraber gezmeye başladık. Birbirimize söyleyecek şeyleri ilk akşam bitirmiş değildik. Her zaman karşılaştığımız insanlar, manzaralar, bize düşüncelerimizi söylemek ve bunların birbirine ne kadar yakın olduğunu tespit etmek imkânını veriyordu. Bu fikir yakınlığı, her noktada aynı şekilde düşünmenin neticesiydi; gerçi bunda, bir tarafın fikrini kabul edip kendisine mal etmeye diğer tarafın evvelden hazır bulunmasının da tesiri vardı. Fakat karşısındakinin her kanaatini doğru bulup benimsemek için vesile aramak da bir nevi ruh yakınlığı alameti değil miydi? En çok, müzelere ve resim galerilerine gidiyorduk. Bana yeni ve eski üstatların tabloları hakkında izahat veriyor, onların kıymetleri hakkında münakaşalar yapıyordu. Birkaç kere tekrar nebatat bahçesine, bir-iki akşam da operaya gitmiştik. Fakat gece saat onda, on buçukta buradan çıkıp işine gitmek ona güç geldiği için opera ziyaretlerinden vazgeçtik. Sonradan bir gün bana, “Yalnız zaman bakımından değil, başka bir sebep dolayısıyla da operaya gitmek istemiyorum. Oradan çıktıktan sonra Atlantik’te şarkı söylemek bana dünyanın en gülünç, en bayağı bir işi gibi geliyor” demişti. Fabrikaya yalnız öğleden evvelleri gidiyordum. Pansiyon halkıyla hemen hemen görüşemez olmuştum. Frau Heppner ara sıra, “Sizi birisine kaptırdık galiba!” diye takıldığı halde sadece gülmüş ve lafı uzatmamıştım. Bilhassa Frau van Tiedemann’ın bir şey duymamasını istiyordum. Maria bunda belki mahzur görmezdi, fakat ben, belki Türkiye’den kalmış bir itiyatla, böyle icap ettiği kanaatindeydim. Halbuki ortada kimseden saklanacak bir şey yoktu. İlk akşamdan beri dostluğumuz, aramızda kararlaştırdığımız hudutlar içinde kalmış ve Atlantik önündeki sahne, her ikimiz tarafından da, hiçbir vesile ile hatırlatılmamıştı. İlk zamanlarda bizi birbirimize yaklaştıran daha ziyade bir tecessüstü. Acaba daha neler var, diye merak ediyor ve gayet çok konuşuyorduk. Sonraları bu tecessüsün yerini bir alışkanlık aldı. Bazı sebeplerle iki-üç gün görüşemesek birbirimizi adamakıllı göreceğimiz geliyordu. Buluştuğumuz zaman, ayrı kalmış arkadaş çocuklar gibi seviniyor, el ele tutuşarak yürüyorduk. Onu çok seviyordum. İçimde bütün bir dünyayı sevecek kadar çok muhabbet bulunduğunu hissediyor ve bunu nihayet bir yere sarf edebildiğim için kendimi mesut sayıyordum. Onun da benden hoşlandığı, beni aradığı muhakkaktı. Fakat arkadaşlığımızı başka sahalara götürmek için asla vesile vermiyordu. Bir gün Berlin civarında bir orman olan Grünewald’da dolaşırken kolunu boynuma atmıştı, bana dayanarak yürüyordu. Omzumdan aşağı sarkan eli hafif hafif sallanıyor ve başparmağı havada daireler çizer gibi kımıldıyordu. Nasıl doğduğunu anlamadığım bir arzu ile bu eli yakaladım ve avcunun içini öptüm. Derhal yumuşak fakat kati bir hareketle kolunu çekti. Bunun üzerinde hiçbir şey konuşmadık ve gezintimize devam ettik. Fakat o andaki ciddiliği, bir daha bu şekildeki hislerime kapılmaktan beni menedecek kadar açık ve kuvvetliydi. Bazen aramızda aşk meselelerinden bahsettiğimiz olurdu. Onun bu mevzuu ne kadar lakayt, ne kadar kendinden Benim fikrimce aşk diye ayrı, mücerret bir mefhum yoktu. İnsanlar arasında çeşit çeşit kendini gösteren bütün sevgiler, sempatiler bir nevi aşktı. Yalnız yerine göre isim ve şekil değiştiriyorlardı. Kadınla erkek arasındaki sevgiye hakiki ismini vermemek, bir nevi kendimizi aldatmaktan başka bir şey değildi. O zaman Maria şahadetparmağını sallayarak gülüyor, “Hayır dostum, hayır!” diyordu. “Aşk hiç de sizin söylediğiniz basit sempati veya bazen derin olabilen sevgi değildir. O büsbütün başka, bizim tahlil edemediğimiz öyle bir histir ki, nereden geldiğini bilmediğimiz gibi, günün birinde nereye kaçıp gittiğini de bilmeyiz. Halbuki arkadaşlık devamlıdır ve anlaşmaya bağlıdır. Nasıl başladığını gösterebilir ve bozulursa, bunun sebeplerini tahlil edebiliriz. Aşka girmeyen şey ise tahlildir. Sonra düşünün, dünyada hepimizin hoşlandığımız birçok kimseler, mesela benim hakikaten sevdiğim birçok dostlarım vardır. (Muhterem Beyefendi’nin bunların en başında geldiğini söyleyebilirim.) Şimdi ben bütün bu insanlara âşık mıyım?” Ben fikrimde ısrar ederek, “Evet” demiştim. “En çok sevdiğinize hakikaten ve diğerlerine birer parça âşıksınız!” Maria hiç beklemediğim bir cevap vermişti: “Şu halde niçin beni kıskanmadığınızı söylüyordunuz?” Söyleyecek bir şey bulamayarak bir müddet düşündüm, sonra izah etmeye çalıştım: “İçinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhisar ettiremez ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.” “Ben Şarklıları başka türlü düşünür zannederdim!” “Ben öyle düşünmüyorum!” Maria gözlerini sabit bir noktaya dikip uzun uzun daldıktan sonra, “Benim beklediğim aşk başka!” dedi. “O, bütün mantıkların dışında, tarifi imkânsız ve mahiyeti bilinmeyen bir şey. Sevmek ve hoşlanmak başka, istemek, bütün ruhuyla, bütün vücuduyla, her şeyiyle istemek başka... Aşk bence bu istemektir. Mukavemet edilmez bir istemek!” O zaman onu yakalamış gibi kendimden emin bir edayla, “Bu söylediğiniz bir an meselesidir” dedim. “İçinizde mevcut olan sevgi, alaka, sarih olarak bilinmeyen bazı vesilelerle, zamanı tayin edilemeyecek olan bir anda, birdenbire birikir, tekâsüf eder; nasıl tatlı tatlı ısıtan güneş ışığı bir adeseden geçtikten sonra bir noktada toplanıyor ve yakmaya başlıyorsa, kuvvetini fevkalade artıran bu sevgi de sizi sarar ve tutuşturur. Onu dışarıdan birdenbire gelen bir şey zannetmek doğru değildir. O, içimizde zaten mevcut olan hislerin bizi şaşırtacak kadar şiddetlenivermesinden ibarettir.” Bu münakaşayı burada bırakmış, fakat başka zamanlar gene ele almıştık. Ne kendi sözlerim ne de onun fikirlerinin yüzde yüz isabetli olmadığını seziyordum. Her ikimizi de, birbirimize karşı ne kadar açık olmak istersek isteyelim, bize tabi olmayan birtakım gizli, müphem düşüncelerin ve arzuların idare ettiği muhakkaktı. Birleştiğimiz noktalar ne kadar çok olursa olsun, ayrı olduğumuz yerler de vardı ve bir taraf diğer tarafa kolayca uyuyorsa, bunu ancak daha ehemmiyetli bulduğu bir gaye uğrunda yapıyordu. Şimdiye kadar bana bu derece yakın olan bir insana tesadüf etmediğim için, bence bütün meselelerin üstünde onu muhafaza etmek arzusu vardı. Bütün isteklerimin en son gayesi belki de ona tamamen, hiç noksansız, bütün maddi ve manevi varlığıyla sahip olmaktı, fakat elde edebildiğimi de kaybetmek korkusuyla, bu gayeye gözlerimi çevirmekten çekiniyor, seyretmekte olduğu ve yakalamak istediği harikulade güzel bir kuşu küçük bir hareketiyle kaçıracağından korkan bir insan gibi atıl kalıyordum. Bu hareketsizliğin, korkuya dayanan bu tereddüdün daha zararlı olduğunu, insan münasebetlerinde bir noktada taş kesilmiş gibi kalınamayacağını, ileriye atılmayan her adımın insanı geriye götürdüğünü ve yaklaştırmayan anların muhakkak uzaklaştırdığını karanlık bir şekilde seziyor ve içimde sessizce yanan, fakat günden güne büyüyen bir endişenin yer etmeye başladığını hissediyordum. Fakat başka türlü yapabilmem için, başka türlü bir insan olmam lazımdı. Asıl noktanın mütemadiyen etrafında dolaştığımı bildiğim halde bu noktaya gidecek yolları bilmiyor, arayamıyordum. Eski mahcupluğum ve sıkılganlığım kalmamıştı. Kendi içime kapanmıyor, hatta belki de biraz müfrit şekilde ruhumu meydana veriyordum; ama hep bu ana noktaya dokunmamak şartıyla. |
0% |