Yeni Üyelik
11.
Bölüm

11. Bölüm

@sabahattinali

Bütün bunları o zamanlar bu kadar vazıh ve derin düşünüp düşünmediğimi bilmiyorum. Bugün, araya on iki
seneden fazla bir zaman girdikten sonra, o günkü halimi gözümün önüne getiriyor ve bu neticeleri çıkarıyorum. Maria hakkındaki hükümlerim de aynı zaman mesafesinin tasfiye ve tetkikinden geçmiş bulunuyor.

O sıralarda Maria’nın da birtakım tezatlı hisler içinde bulunduğunu anlıyordum. Bazen aşırı derecede durgun, hatta soğuk oluyor, bazen da birdenbire coşuyor, bana, nefsime menettiğim cesareti verecek kadar müfrit bir alaka gösteriyor, adeta beni açıkça tahrik ediyordu. Fakat bu halleri pek çabuk geçiyor, aramızda tekrar eski arkadaşlık havası peyda oluyordu. Onun da benim gibi, dostluğumuzun, olduğu yerde kalmak suretiyle, bir çıkmaza girdiğini fark ettiği muhakkaktı. Yalnız o, asıl aradığını bulamamakla beraber, bendeki diğer birçok tarafların kendisi için feda edilemeyecek kadar kıymetli olduğunu görüyor, bunun için, kendisinden uzaklaşmama sebep olacağını zannettiği şeyleri yapmaktan çekiniyordu.

Bütün bu karışık hisler, ışığa çıkmaktan korkar gibi, ruhlarımızın en saklı köşelerinde durmaktaydı ve biz, hakikatte hep eskisi gibi birbirini arayan, isteyen, birbirinin huzurundan her zaman daha memnun ve zengin olarak dönen iki candan arkadaştık. Fakat birdenbire her şey değişiverdi ve hiç beklenmedik bir istikamet aldı. Kânunuevvel ayının sonlarına doğruydu. Annesi Noel’i geçirmek için Prag civarındaki uzak akrabalarından birine gitmişti. Maria bundan memnundu.

“Dünyada en sinirime dokunan şeylerden biri de o mumlar ve yaldızlarla donatılan çam fidanıdır” diyordu. “Bunu Yahudiliğime hamletmeyin, çünkü insanların kendilerini bir an için mesut zannetmek sevdasıyla başvurdukları bu nevi manasız merasimi saçma bulduğuma göre böyle garip ve lüzumsuz vecibelerle dolu olan Yahudi
dinini hoş bulamayacağım gayet tabiidir. Zaten halis Alman kanında bir Protestan olan annem de, sırf ihtiyar olduğu için ve iş olsun diye bu âdetlere bağlı. Fikirlerimi zındıkça buluyorsa bunda, dini kanaatlerinden ziyade, son günlerinin ruh sükûnetinin bozulması korkusu amil oluyor.”

“Yılbaşının da sence hiçbir hususiyeti yok mudur?” diye sordum.

“Hayır” dedi, “senenin diğer günlerinden ne farkı var sanki? Tabiat onu herhangi bir şekilde ayırmış mı? Ömrümüzden bir sene geçtiğini göstermesi bile o kadar mühim değil; çünkü ömrümüzü senelere ayırmak da insanların uydurması... İnsan ömrü, doğumdan ölüme kadar uzanan tek bir yoldan ibarettir ve bunun üzerinde yapılan her türlü taksimat sunidir... Ama biz felsefeyi bırakalım da, canın isterse, yılbaşı gecesi beraber bir yere gidelim. Benim Atlantik’teki işim gece yarısından evvel biter, çünkü o gece diğer birçok fevkalade numaralar da var. Beraber çıkar, herkes gibi biz de sarhoş oluruz... Ara sıra kendi kendimizden kurtulup cereyana kapılmak hoş bir şey... Ne dersin? Hem biz seninle hiç dans etmedik değil mi?”

“Hayır, etmedik!”

“Ben zaten dans etmekten fazla zevk almam, bazen dans ettiğim kimse hoşuma gider ve bu yüzden o sıkıntıya katlanırım.”

“Bu iş için hoşuna gideceğimi tahmin etmem!”

“Ben de tahmin etmem... Ama olsun, arkadaşlıkta fedakârlık lazımdır!”

Yılbaşı gecesi akşam yemeğini beraber yedik ve onun iş vaktine kadar lokantada oturup konuştuk; Atlantik’e vardığımız zaman o, soyunmak için arka taraflarda bir yere gitti; ben salonda, ilk geldiğim akşam oturduğum masaya yerleştim. İçerisi kâğıt şeritler, renkli fenerler, yaldızlı tellerle donanmıştı. Halk şimdiden sarhoş olmuşa benziyordu. Dans edenlerin aşağı yukarı hepsi öpüşüyor ve yılışıyordu. İçimde sebepsiz bir can sıkıntısı vardı. “Ne olacak sanki?” diyordum. “Hakikaten bu gecenin fevkaladeliği nerede? Kendimiz uydurup kendimiz inanıyoruz. Herkes evine gidip yatsa daha iyi. Biz ne yapacağız? Bunlar gibi birbirimize sarılıp döneceğiz... Bir farkla: Biz öpüşmeyeceğiz... Acaba ben dans edebilecek miyim?”

İstanbul’da Sanayi-i Nefise mektebine devam ettiğim aylarda bazı arkadaşlar, o sıralarda şehri dolduran Beyaz Ruslardan öğrendikleri birtakım dansları bana da göstermişlerdi. Hatta bir parça da vals yapabiliyordum... Fakat belki bir buçuk seneden beri hiç göstermediğim bir marifeti bu akşam becerebilecek miydim? “Adam sen de, yarıda bırakır otururum!” dedim.

Maria’nın keman çalması ve şarkı söylemesi zannettiğimden de kısa sürdü ve gürültüye geldi. Bu akşam herkes kendi kendinin numarası olmayı tercih ediyordu. Maria üstünü değiştirince hemen çıktık, Anhalter istasyonu karşısında, “Avrupa” dedikleri büyük bir yere gittik. Burası küçük ve mahrem Atlantik’ten büsbütün başkaydı. Göz alabildiğine büyük salonlarda yüzlerce çift ha bire dans ediyordu. Masaların üzeri renk renk şişelerle dolmuştu. Başını önüne dayayıp daha şimdiden uyuyanlar, birbirinin kucağında oturanlar görülüyordu.

Maria bu akşam garip denilecek kadar çok neşeliydi. Koluma vuruyor, “Böyle somurtup oturacağını bilseydim bu akşam için kendime başka bir delikanlı seçerdim!” diyordu.

Üst üste getirttiği buruk lezzetli Ren şaraplarını hayret ettiğim bir süratle içiyor ve içmem için beni de zorluyordu.

Gazinonun asıl neşesi gece yarısından sonra başladı. Bağırışlar, kahkahalar, dört muhtelif yerde yırtınırcasına çalan müziğin gürültüsü, hoplaya hoplaya eski usul vals yapan çiftlerin ayak patırtısı birbirine karışıyordu. Harp sonu senelerinin dizginsiz coşkunluğu burada bütün çıplaklığıyla görülüyordu. Cılız vücutları, kemikleri çıkmış yüzleri ve bir asabi hastalığa uğramış gibi parlayan gözleriyle, ölçüsüz bir neşe içinde kendilerini kaybeden delikanlıların ve cemiyetin haksız ve mantıksız bağlarına, batıl hükümlerine isyanın en iyi şeklini cinsi arzularını başıboş bırakmakta bulduklarını zanneden genç kızların hali sahiden
hazindi.

Maria elime tekrar bir kadeh tutuşturarak fısıldadı: “Raif, Raif. Hiç iyi yapmıyorsun... Müthiş bir can sıkıntısına ve melankoliye düşmemek için ne kadar gayret ettiğimi görüyorsun. Bırak, bu akşam olsun kendimizden ayrılalım. Farz et ki biz, biz değiliz. Burayı dolduran bir sürü insandan biriyiz. Zaten onların da, bakalım hepsi göründükleri gibi mi? İstemiyorum. Kendimi herkesin akıllısı veya duygulusu yerine koymak istemiyorum. İç ve gül!..”

Biraz sarhoş olmaya başladığını anlamıştım. Karşımdaki iskemleden kalkarak yanıma oturmuş ve kolunu omzuma atmıştı. Kalbim, ökseye tutulmuş bir kuş yüreği gibi hızla çarpıyordu. O beni mahzun zannediyordu. Halbuki değildim. Şimdi, gülemeyecek kadar mesuttum ve saadetimi ciddiye alıyordum.

Bir vals çalmaya başladı. Yavaşça kulağına eğildim, “Haydi...” dedim. “Fakat ben pek iyi bilmem...”

Sözümün ikinci kısmını duymamış gibi yaptı, yerinden fırlayarak, “Haydi!” dedi.

Kalabalığın içinde dönmeye başladık. Bu, dans etmek falan değildi; dört tarafımızdan sıkıştıran vücutların keyfine tabi olarak oradan oraya sürüklenmekten ibaretti. Fakat ikimiz de bundan şikâyetçi değildik. Maria gözlerini bana dikmişti. Bu siyah ve dalgın gözlerde ara sıra anlayamadığım bir şey parlıyor ve beni şaşırtıyordu. Göğsünden hafif fakat harikulade güzel bir ten kokusu yayılıyordu. Bütün bunların üstünde, ona yakın olmak, onun için bir şey olduğumu bilmek vardı.

“Maria” diye fısıldadım. “Nasıl oluyor da bir insan diğer bir insanı bu kadar çok mesut edebiliyor? İnsanın içinde ne müthiş kuvvetlerin saklı olması lazım!”

Gözlerinden tekrar o parıltı geçti. Fakat bana bir müddet daha dikkatle baktıktan sonra dudağını ısırdı. Bakışları dumanlı ve manasızdı. “Haydi oturalım!” dedi. “Ne kalabalık! Galiba sıkılmaya başlayacağım!” Tekrar ve üst üste şarap içti. Bir aralık yerinden kalkarak, “Şimdi geliyorum!” dedi ve sallana sallana uzaklaştı.

Uzun müddet bekledim. Bütün ısrarlarına rağmen fazla içmekten kaçmıştım. Sarhoş olmaktan ziyade sersemdim. Başım ağrıyordu. Aradan on beş dakikaya yakın bir zaman geçtiği halde geri gelmedi. Merak etmeye başladım. Bir yerde düşüp kalmış olmasın diye gidip bütün tuvaletleri gezdim. Buralarda, elbiselerinin kopan yerlerini iğne ile tutturmaya çalışan veya ayna karşısında tuvalet tazeleyen kadınlar vardı. Maria’ya hiçbirinde rastlamadım. Salonların kenarındaki kanepelerde kıvrılıp sızan kadınlara teker teker baktım. Onu bulamadım. İçimde, bir anda son derece şiddetlenen
bir endişe başladı. Oturan ve ayakta duran insanlara çarparak bir salondan öbürüne koştum. Merdivenlerin birkaçını birden atlayarak alt kata indim ve aradım. Yoktu.

Bu sırada gözüm, gazinonun dönen kapısının buğulu camları arasından dışarıya ilişti. Orada beyaz bir şey duruyor gibiydi. Kapıya atıldım ve dışarı çıkınca bir feryat kopardım. Maria Puder, iki kolunu başının hizasında yan yana getirerek, kapının hemen önündeki ağaçlardan birine dayanmış ve yüzünü oraya yapıştırmıştı. Sırtında ince bir yün elbiseden başka bir şey yoktu. Saçlarına ve ensesine ağır ağır kar taneleri düşüyordu.

Sesimi duyunca başını çevirdi, gülümsedi, “Nerede kaldın!” dedi.

“Siz nerede kaldınız? Ne yapıyorsunuz? Deli mi oldunuz!” diye bağırdım.

Parmağını dudaklarına götürerek, “Sus!” dedi.

“Hava almak ve serinlemek istiyorum. Haydi gidelim!”

Onu hemen hemen zorla içeri soktum; bir iskemle bulup oturttum. Yukarı çıkıp hesabı gördüm ve vestiyerden paltomu ve onun kürk mantosunu getirdim. Ayaklarımız sokağın karlarına gömülerek yürümeye başladık.

Kolumdan sımsıkı tutuyor ve hızlı gitmeye çalışıyordu. Sokaklarda birçok sarhoş çiftler vardı. Büyük caddeler kalabalık insan grupları ile doluydu. Yazlık elbiseleri ile sokağa çıkmış hissini verecek kadar ince giyinmiş kadınlar, bu havada ve böyle gece yarısından iki-üç saat sonra ilkbahar safasına çıkmış gibi keyifli kahkahalar atıyorlar, şarkılar söylüyorlardı.

Maria, bu neşeli ve sarhoş insanların arasından daha hızlı geçip gitmek için beni çekiyordu. Yolda kendisine laf atanlara,
boynuna sarılmak isteyenlere üstünkörü bir gülümseme ile mukabele ediyor, ellerinden maharetle sıyrılıyor ve beni sürüklüyordu. Onun ayakta duramayacak kadar sarhoş olduğunu zannetmekle ne kadar hata etmiş olduğumu anlıyordum.

Biraz daha tenha sokaklara geldiğimiz zaman yavaşladı.

Sık ve şiddetli nefes alıyordu. Derin bir “oh!” çekti, sonra bana döndü: “Nasıl? Bu geceden memnun musun? Eğlendin mi? Ah, ben çok eğlendim, o kadar, o kadar eğlendim ki...”

Kahkaha ile gülmeye başladı. Birdenbire bir öksürüğe tutuldu. Boğulacak gibi kıvranıyor, göğsü sarsılıyor, fakat kolumu bırakmıyordu. Biraz sükûnet bulunca, “Ne oldun? Gördün mü, kendini üşüttün!” dedim.

Bütün yüzüyle gülerek, “Ah, o kadar eğlendim ki! “ dedi.

Neredeyse ağlayacak diye korkuyor, onu bir an evvel evine götürüp bırakmayı bu sefer ben istiyordum.

Yolun sonralarına doğru adımları dolaşmaya başladı. Kuvveti ve iradesi onu bırakmışa benziyordu. Halbuki soğuk hava beni tamamıyla açmıştı. Onu belinden yakalayarak götürüyor, ara sıra ayaklarına basıyordum. Bir kaldırımdan karşı tarafa geçerken az daha karların üzerine yuvarlanacaktık. Şimdi duyulur duyulmaz bir sesle karmakarışık sözler mırıldanıyordu. Evvela kendi kendine şarkı söylemeye çalıştığını zannettim, sonra bana hitap ettiğini anlayarak kulak verdim:

“Evet... Ben böyleyim işte...” diyordu. “Raif... Sevgili Raif... Ben böyleyim işte... Dememiş miydim?.. Bir günüm bir günüme uymaz diye... Fakat kederlenmeye lüzum yok. Sen çok iyi bir çocuksun... Muhakkak ki sen iyi bir çocuksun!..” Birdenbire hıçkırmaya başlıyor, sonra tekrar söyleniyordu: “Hayır, hayır, kederlenmeye lüzum yok...”

Yarım saat sonra kapısının önüne geldik. Sırtını merdivenin duvarına vererek bekledi. “Anahtarlar nerede?” diye sordum.

“Darılma, Raif... Bana darılma!.. İşte... cebimde olacak!”

Elini kürkünün iç taraflarına sokarak üç anahtardan ibaret bir deste uzattı.

Kapıyı açtım, onu yukarı götürmek için döndüğüm zaman sıyrıldı, koşarak merdivenleri çıkmaya başladı.

“Düşeceksin!” dedim.

Soluya soluya cevap verdi: “Hayır... Kendim çıkarım!”

Anahtarlar bende olduğu için arkasından gittim. Yukarı katlardan birinde, karanlıktan bana seslendi: “Buradayım... Bu kapıyı aç!”

El yordamıyla açtım. Beraber içeri girdik. Odasında elektriği yaktı. Eski, fakat oldukça iyi muhafaza edilmiş mobilyalar ve güzel bir meşe karyola ilk bakışta göze çarpıyordu.

Odanın ortasında kımıldamadan duruyordum. Kürk mantosunu çıkarıp bir kenara bırakırken bana bir iskemle göstererek, “Otursana!” dedi.

Sonra kendisi yatağın kenarına ilişti. Büyük bir süratle iskarpinlerini, çoraplarını çıkardı, entarisini başından sıyırıp bir iskemleye attı ve yorganın içine girdi.

Oturduğum yerden kalktım, hiçbir şey söylemeden ona elimi uzattım. İlk defa gördüğü bir insanı tetkik ediyormuş gibi beni süzdü, yüzüne bir sarhoş gülüşü yayıldı. Gözlerimi indirdim. Tekrar baktığım zaman yatakta bir parça doğrulduğunu ve gözlerini, büyük bir endişe içindeymiş gibi açtığını ve ara sıra, bir uykudan uyanmaya çalışır gibi kırptığını gördüm. Beyaz örtülerin altından fırlayan sağ omzu ve kolu yüzü kadar soluk ve beyazdı. Sol dirseğini yastığa dayamıştı.

“Üşüyeceksin!” dedim.

Kolumu hızla çekerek beni yatağının kenarına oturttu. Sonra yaklaştı, iki elimi birden tuttu, yüzünü avuçlarımın içine yerleştirerek, “Ah, Raif” dedi, “demek sen böyle de olabiliyorsun? Hakkın var... Fakat ne yapayım? Bilsen... Ah, bir bilsen... Ama eğlendik değil mi? Muhakkak... Hayır, hayır, biliyorum! Ellerini çekme... Seni hiç böyle görmemiştim. Ne güzel ciddi olabiliyorsun! Ama sebep ne?” Başımı kaldırdım. Yatakta diz çökerek yanıma oturdu, ellerini iki yanağıma koydu, “Bana bak!” dedi. “Düşündüklerin doğru değil... Bunu sana ispat edeceğim... Asıl kendime ispat edeceğim... Neden böyle duruyorsun? Hâlâ inanmıyor musun? Hâlâ şüphe mi ediyorsun?” Gözlerini kapadı. Kafasının içinde şuraya buraya kaçan ve bir türlü yakalanmayan bir şeyi tutmaya çalışır gibi bir ceht sarf ediyor, alnı ve kaşlarının arası buruşuyordu. Çıplak omuzlarının titrediğini görünce yorganı çektim, sırtına sardım ve kaymasın diye elimle tuttum.

Gözlerini açtı. Şaşkın şaşkın gülümseyerek, “İşte böyle... Sen de gülüyorsun değil mi?” dedi, sonra sözüne devam edemeyerek odanın bir köşesine bakmaya başladı. Saçları alnına dökülmüştü. Yandan vuran elektrik ışığı kirpiklerinin gölgesini burnunun üst tarafına düşürüyordu. Alt dudağı hafif hafif ürperiyordu. Yüzü bu anda tablodakinden de, Arpie Madonnası’ndan da güzeldi. Yorganı tutan kolumla onu kendime doğru çektim. Vücudunun titrediğini hissettim. Kesik kesik nefes alarak, “Tabii... Tabii!” dedi. “Tabii sizi seviyorum. Hem çok seviyorum... Başka türlü olmasına imkân var mı? Herhalde seviyorum... Muhakkak seviyorum. Fakat neden şaşırıyorsunuz? Başka türlü olacağını mı zannediyordunuz? Beni ne kadar çok sevdiğinizi anlıyorum... Ben de sizi şüphesiz o kadar çok seviyorum...” Başımı kendisine doğru çekti ve bütün yüzümü ateş gibi buselere boğdu.

Sabahleyin uyandığım zaman onun derin ve muntazam nefeslerini duydum. Kolunu başının altına koymuş, bana arkasını dönmüş, uyuyordu. Saçları beyaz yastığa dalga dalga serilmişti. Ağzı bir parça aralıktı ve dudaklarının kenarında gayet ince tüyler vardı. Nefes aldıkça burnunun kanatları kımıldıyor, ağzının üzerine dökülen birkaç tel saç havalanıyor ve tekrar düşüyordu.

Başımı yastığa bıraktım, gözlerimi tavana dikerek beklemeye başladım. İçimde bir sabırsızlık vardı. Uyandığı zaman bana nasıl bakacağını, bana neler söyleyeceğini merak ediyor, fakat sebebini bilmeden, uyanmasından korkuyordum. İçimde, gözlerimi açar açmaz bulmayı ümit ettiğim sükûn ve emniyet yoktu. Bunun sebebini bir türlü anlayamıyordum. Niçin hâlâ, hakkında verilecek hükmü bekleyen bir maznun gibi, içim titriyordu? Ondan daha ne isteyebilirdim? Daha ne bekliyordum? Bütün arzularım son haddine kadar yerine gelmiş değil miydi?

İçimd e boş kalan bir taraf bulunduğunu ve bu boşluğun bana adeta maddi bir eziklik verdiğini hissediyordum. Bir şey noksandı, fakat bu neydi? Evden çıktıktan sonra bir şey unuttuğunu fark ederek duraklayan, fakat unuttuğunun ne olduğunu bir türlü bulamayarak hafızasını ve ceplerini araştıran, nihayet, ümidini kesince, aklı geride, ileri gitmek istemeyen adımlarla yoluna devam eden bir insan gibi üzüntülüydüm.

Bir müddetten beri Maria’nın muntazam nefes alışının kesildiğini fark ettim. Yavaşça başımı kaldırıp baktım. Gözlerini belli olmayan bir noktaya dikmiş, bakıyordu. Hiç kımıldamamış, yüzüne dökülen saçlarını bile çekmemişti.
Benim kendisini seyrettiğimi bildiği halde başını çevirmeden o meçhul yere bakmakta devam etti. Gözlerini kırpmıyordu. Epey zamandan beri uyanık olduğunu anladım ve içimdeki endişelerin birdenbire büyüdüğünü, göğsümü adeta görünmez bir çemberin sarıp sıktığını hissettim.

Bütün bu manasız hislerin, yersiz korkuların şu anda hiç lüzumu olmadığını, hayatımın en aydınlık gününü vehimler ve fena sezişlerle karartmanın sebepsizliğini düşündükçe büsbütün canım sıkılıyordu. Başını çevirmeden sordu: “Uyandınız mı?”

“Evet!.. Siz uyanalı çok oldu mu?”

“Biraz evvel!”

Sesi bana tekrar cesaret verdi. Uzun zamandan beri kulaklarımın en tatlı aşinası olan ve bende yalnız iyi hatıralar uyandıran bu ses, birdenbire çıkıp gelen güvenilecek bir dost gibi, içime ferahlık getirmişti. Fakat bu tesir ancak bir gün sürdü. Bana “Uyandınız mı?” demişti. Gerçi son günlerde birbirimize rasgele bazen sen, bazen siz diye hitap ediyorduk. Fakat bu gecenin sabahında bana böyle mi demeliydi? Belki hâlâ uykusu açılmamıştı. Yatakta bana doğru döndü. Gülümsüyordu. Fakat bu, onun her zamanki içten, yakın tebessümü değildi. Daha ziyade Atlantik’teki müşterilere karşı sarf ettiklerine benziyordu.

“Kalkmıyor musun?” dedi.

“Kalkacağım!.. Sen?”

“Bilmem... Kendimi pek o kadar iyi hissetmiyorum. Biraz kırgınlığım var... Belki de içkiden... Sırtım da ağrıyor...”

“Belki de dün akşam üşüdün!” dedim. “Çırılçıplak sokaklara uğrayacak ne vardı?”

Omuzlarını silkti ve tekrar arkasını döndü.

Kalktım, yüzümü yıkadım ve çarçabuk giyindim. Onun beni, yattığı yerden göz ucuyla takip ettiğini sezmiştim. Odanın içinde sıkıntılı bir hava vardı.

Aklımca nükte yapmak istedim: “İkimize de bir sessizlik çöktü... Ne oluyoruz? Sahiden evlenmiş insanlar gibi birbirimizden sıkılmaya mı başladık?”

Ne demek istediğimi anlamayan gözlerle yüzüme baktı. Daha çok sıkıldım ve sustum. Sonra yatağa doğru sokuldum: Onu okşamak, aramızdaki buzları, daha ziyade kuvvetlenmeden kırmak istiyordum. O da doğruldu, ayaklarını aşağıya salladı ve sırtına ince bir hırka aldı. Hâlâ yüzüme bakmakta devam ediyordu. Halinde daha ziyade yaklaşmama mâni olan bir şey vardı.

Nihayet gayet sakin bir sesle, “Neden sıkılıyorsun?” dedi. Soluk yüzünü birdenbire, o zamana kadar hiç görmediğim bir pembelik kapladı. Göğsü ağır ağır kalkıp inerek devam etti: “Daha ne istiyorsun? Başka bir şey isteyebilir misin?.. Ama ben istiyorum... Birçok şeyler istiyorum ve hiçbirini elde edemiyorum... Her çareye başvurdum, fayda yok... Sen artık memnun olabilirsin! Ama ben ne yapayım?” Başı önüne düştü. Kolları cansız gibi aşağıya sarktı. Çıplak ayaklarının uçları halıya dokunuyordu. Başparmağını yukarı doğru kaldırıyor, diğer parmaklarını aşağıya kıvırıyordu.

Bir iskemle çekerek karşısına oturdum. Ellerini yakaladım. En kıymetli hazinesini, hayatının sebebini kaybetmek üzere olan bir insan gibi, sesim heyecandan titreyerek, “Maria” dedim. “Maria! Benim Kürk Mantolu Madonna’m! Birdenbire ne oldu? Sana ne yaptım? Hiçbir şey istemeyeceğimi vaat etmiştim. Sözümü tutmadım mı? Birbirimize her zamandan ziyade yakın olmamız lazım gelen bu anda neler söylüyorsun?”

Başını sallayarak, “Hayır dostum, hayır!” dedi, “birbirimize her zamandan ziyade uzağız! Çünkü artık bir ümidim yok. Bu sondu... Bir defa da bunu tecrübe edeyim dedim. Belki bu noksandı, diye düşündüm. Ama değil... İçimde hep o boşluk var... Daha da büyümüş olarak... Ne yapalım? Kabahat sende değil... Sana âşık değilim. Halbuki dünyada sana âşık olmam icap ettiğini, sana da âşık olmadıktan sonra hiç kimseyi sevemeyeceğimi, bütün ümitlerimi terk etmek lazım geleceğini gayet iyi biliyorum... Fakat elimde değil... Demek ki, ben böyleyim... Bunu olduğu gibi kabul etmekten başka çare yok... Ne kadar isterdim... Başka türlü olmayı ne kadar isterdim... Raif... Benim iyi kalpli dostum... Başka türlü olmayı senin kadar, hatta senden çok istediğime emin ol... Ne yapayım? Ağzımda dün akşamki içkilerin burukluğundan, sırtımda gittikçe artan ağrılardan başka hiçbir şey hissetmiyorum.”

Bir müddet sustu. Gözlerini kapadı. Yüzüne tatlı bir yumuşaklık geldi. Çocukluğuna ait bir masal söylermiş kadar tatlı bir sesle: “Dün akşam, hele buraya geldikten sonra, bir an neler ümit etmiştim... Sihirli bir el tarafından tamamen değiştirileceğimi, ruhumda, küçük kız çocukları gibi masum, fakat aynı zamanda bütün hayatımı kavrayacak kadar kuvvetli heyecanlar duyacağımı, bu sabah uykudan, başka bir dünyaya doğar gibi uyanacağımı sanmıştım. Fakat hakikat ne kadar başka... Hava her zamanki gibi kapalı, odam soğuk... Yanımda, her şeye rağmen bana yabancı, bütün yakınlığına rağmen benden ayrı, benden başka bir insan... Adalelerimde yorgunluk ve başımda ağrı...”

Tekrar yatağına girerek, arkaüstü uzandı. Eliyle gözlerini kapadı ve devam etti: “Demek ki insanlar birbirine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar ve ondan sonra, daha fazla sokulmak için atılan her adım daha çok uzaklaştırıyor. Seninle aramızdaki yakınlaşmanın bir hududu, bir sonu olmamasını ne kadar isterdim. Beni asıl, bu ümidin boşa çıkması üzüyor... Bundan sonra kendimizi aldatmaya lüzum yok... Artık eskisi gibi apaçık konuşamayız... Bunları ne diye, neyin uğrunda feda ettik? Hiç!.. Mevcut olmayan bir şeye malik olalım derken mevcut olanları kaybettik... Her şey bitti mi? Zannetmem. İkimizin de çocuk olmadığımızı biliyorum. Yalnız bir müddet dinlenmek ve birbirimizden uzak kalmak lazım. Ta birbirimizi tekrar görmek ihtiyacını şiddetle duyuncaya kadar... Haydi artık Raif. Bu an gelince ben seni ararım; belki tekrar dost olur ve bu sefer daha akıllı davranırız. Birbirimizden, verebileceğimizden fazla şeyler beklemeyiz ve istemeyiz... Haydi artık git... O kadar yalnız kalmak istiyorum ki...”

Elini gözlerinden çekmişti. Yüzüme adeta yalvararak bakıyordu, kolunu uzattı. Parmaklarının ucundan tuttum ve “Allahaısmarladık” dedim.

“Hayır, hayır böyle olmaz... Bana darılarak gidiyorsunuz... Ben size ne yaptım?” diye bağırdı.

Sakin olmak için müthiş bir gayret sarf ederek, “Dargın değilim, müteessirim!” dedim.

“Ben müteessir değil miyim? Beni görmüyor musun?.. Böyle gitme... Gel!..”

Başımı göğsüne doğru çekerek saçlarımı okşadı. Yanağını yüzüme sürdü: “Bana bir kere gül ve ondan sonra git!” dedi.

Güldüm ve elimi yüzüme kapatarak dışarı fırladım.

Sokakta rasgele yürümeye başladım. Ortalık tenha, dükkânların çoğu kapalıydı. Cenup istikametinde
gidiyordum. Yanımdan, buğulu camlarıyla tramvaylar, omnibüsler geçiyordu. Yürüdüm... Kararmış yüzlü evler, parke kaldırımlar başladı... Yoluma devam ettim... Terlediğim için paltomun önünü açtım. Şehrin sonuna gelmiştim. Gene yürüdüm... Demiryolu köprülerinin altından, buz tutmuş kanalların üstünden yürüdüm... Hep yürüdüm. Saatlerce yürüdüm. Hiçbir şey düşünmüyordum. Soğuktan gözlerimi kırpıyor ve koşar gibi hızlı adımlarla ilerliyordum. İki tarafımda muntazam dikilmiş çam ormanları vardı. Ara sıra dallardan yere pat diye kar parçaları düşüyordu. Yanımdan bisikletli insanlar ve uzaktan yerleri sarsarak bir tren geçiyordu. Yürüdüm... Sağ tarafta büyükçe bir göl ve üzerinde paten kayan bir kalabalık gördüm. Ağaçların arasına saparak o tarafa gittim. Ormanın her tarafında uzun, birbirine karışan kayak izleri vardı. Etrafı tel örgü ile çevrilmiş korularda minimini çam fidanları, üstlerine yüklenen karla, beyaz pelerinli çocuk gibi titreşiyorlardı. Uzakta iki katlı, ahşap bir kır gazinosu vardı. Gölün üzerinde kısa etekli kızlar ve paçaları bağlı delikanlılar hiç durmadan kayıyorlardı. Ayaklarının birini havaya kaldırıyorlar, oldukları yerde dönüyorlar, el ele tutuşup ilerdeki bir burnun arkasına doğru uzaklaşıyorlardı. Kızların renkli boyun atkıları ve erkeklerin sarı saçları rüzgârdan uçuyor, vücutları muntazam hareketlerle sağa sola kıvrılıyor, her adımlarında boyları bir uzanıyor, bir kısalıyor gibi görünüyordu.

Bütün bunlara dikkat ediyordum. Ayak bileklerime kadar karlara batarak yürüyor ve her şeye dikkat ediyordum. Kır gazinosunun arkasından dolaşarak karşı taraftaki ağaçların altına doğru gittim. Buraları evvelce de bir kere gördüğümü hatırlıyor fakat ne zaman geldiğimi, buranın neresi olduğunu bir türlü bulamıyordum. Gazinodan birkaç yüz metre ötede, yüksekçe bir yerde, birkaç ihtiyar ağaç vardı. Orada durdum. Gölün üzerindeki kalabalığı tekrar seyre başladım.

Belki dört saatten beri yürüyordum. Ne diye yoldan ayrılıp buraya saptığımın, niçin geri dönmediğimin farkında değildim. Başımın yanması azalmış, burnumun kökünde hissettiğim karıncalanma geçmişti. Yalnız içimde müthiş bir boşluk hissi vardı. Hayatımın en dolu, en manalı zannettiğim bir devresi birdenbire boşalmış, bütün manasını kaybetmişti. En tatlı emellerinin tahakkukunu gördüğü bir rüyadan acı hakikate uyanan bir insan gibi içim çekiliyordu. Ona hakikaten dargın değildim; asla kızmıyordum. Sadece müteessirdim. “Bunun böyle olmaması lazımdı” diyordum. Demek ki beni bir türlü sevemiyordu. Hakkı vardı. Beni hayatımda hiç, hiç kimse sevmemişti. Zaten kadınlar pek acayip mahluklardı. Bütün hatıralarımı toplayarak bir hüküm vermek istediğim zaman, kadınların hiçbir zaman sahiden sevemeyecekleri neticesine varıyordum. Kadın sevebileceği zaman sevmiyor, ancak tatmin edilmeyen arzulara üzülüyor, kırılan benliğini tamir etmek istiyor, kaybedilen fırsatlara yanıyor ve bunlar ona aşk çehresi altında görünüyordu. Fakat böyle düşünmekle Maria’ya karşı haksızlık ettiğimi çabuk anladım. Onu, her şeye rağmen, bu çeşit bir mahluk addedemezdim. Sonra onun da ne kadar ıstırap çektiğini görmüştüm. Sırf bana acıdığı için bu kadar üzülmesine imkân yoktu. O da aradığı ve bulamadığı bir şeye yanıyordu. Fakat bu neydi? Bende, daha doğrusu aramızdaki münasebette eksik olan neydi?

Bir kadının bize her şeyini verdiğini zannettiğimiz anda onun hakikatte bize hiçbir şey vermiş olmadığını görmek, bize en yakın olduğunu sandığımız sırada bizden, bütün mesafelerin ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu kabule mecbur olmak acı bir şey.

Bunun böyle olmaması lazımdı. Fakat Maria’nın da dediği gibi, yapılacak bir şey yoktu; hele benim tarafımdan...

Onun bana böyle yapmaya ne hakkı vardı? Senelerden beri, boşluğunu apaçık görmeden, şöyle böyle bir ömür sürmüş, insanlardan kaçsam bile, bunu tabiatımın acayipliğine vermiş, sürüklenip gitmiştim, fakat beni memnun edecek hayat hakkında da bir fikrim yoktu. Yalnızlığımı hissediyor ve üzülüyordum fakat bundan kurtulmanın mümkün olabileceğini ummuyordum. Maria, daha doğrusu onun tablosu karşıma çıktığı vakit, bu haldeydim. O beni birdenbire sessiz ve karanlık dünyamdan ayırmış, ışığa ve sahiden yaşamaya götürmüştü. Bir ruhum bulunduğunu ancak o zaman fark etmiştim. Şimdi, geldiği kadar sebepsiz ve ani, çekilip gidiyordu. Fakat benim için bundan sonra eski uykuya dönmek imkânı yoktu. Yaşadığım müddetçe türlü türlü yerler gezecek, dilini bildiğim ve bilmediğim insanlarla tanışacak ve her yerde, herkeste onu, Maria Puder’i, Kürk Mantolu Madonna’yı arayacaktım. Onu bulamayacağımı daha şimdiden biliyordum. Fakat aramamak elimde olmayacaktı. Beni, bütün ömrümce bir meçhulü, mevcut olmayan bir şeyi aramaya mahkûm ediyordu. Bunu yapmamalıydı...

Loading...
0%