Yeni Üyelik
13.
Bölüm

13. Bölüm

@sabahattinali

Ve bir gün her şey bitti... O kadar basit, o kadar kati bir şekilde bitti ki, ilk anda işin azametini anlamak benim için mümkün olmadı... Yalnız biraz şaşırdım, bir hayli üzüldüm; fakat bu hadisenin hayatım üzerinde bu kadar büyük, bu kadar değişmez bir tesiri olacağını asla düşünmedim.

Son günlerde pansiyona gitmekten çekiniyordum. Odamın parasını peşin olarak vermiş olmama rağmen oraya hiç uğramayışım, ev sahiplerinin bana karşı biraz soğuk davranmalarına sebep oluyordu.

Bir gün Frau Heppner, “Başka bir yere taşındıysanız, haber verin de polise bildirelim. Sonra bizi mesul ederler!” dedi.

Ben işi şakayla geçiştirmek istedim. “Sizi bırakmama imkân var mı?” diyerek odama girdim. İçinde bir seneden fazla bir zamandır yaşadığım bu oda, birçoğunu Türkiye’den getirdiğim eşyalarım, şurada burada atılmış duran kitaplar, bana tamamen yabancı görünüyorlardı. Bavullarımı açarak kendime lazım olan bazı şeyleri aldım, bir gazeteye sardım.

Bu sırada hizmetçi kız içeri girerek, “Sizin bir telgrafınız var, üç günden beri bekliyor!” dedi ve katlanmış bir kâğıt uzattı.

Evvela hiçbir şey anlamadım. Hizmetçinin elindeki telgrafı bir türlü alamıyordum. Hayır, bu kâğıdın benimle bir alakası olamazdı... Onun içindekini öğrenmemek suretiyle, etrafımda dolaşan bir felaketi uzaklaştırabileceğimi ümit ediyordum. Hizmetçi beni hayretle süzdü, bir hareket yapmadığımı görünce, telgrafı masanın üzerine bırakarak gitti. Yerimden fırladım, bu sefer, ne olacaksa bir an evvel olsun diye, süratle telgrafı açtım. Eniştemdendi. “Baban öldü. Yol parasını telledim. Derhal gel!” diyordu. Hepsi bu kadardı. Dört-beş basit, manası gayet açık kelime... Buna rağmen uzun müddet elimdeki kâğıda baktım. Her kelimeyi teker teker ve birkaç defa okudum. Sonra kalktım, biraz
evvel hazırladığım paketi kolumun altına sıkıştırdım, dışarı çıktım.

Ne olmuştu? Etrafımda hiçbir şeyin değişmediğini görüyordum. Her şey biraz evvel gelirken olduğu gibiydi. Ne bende ne beni saran eşyada bir başkalık vardı. Maria herhalde pencerede beni bekliyordu. Buna rağmen artık yarım saat evvelki “ben” değildim. Binlerce kilometre uzakta, bir insan yaşamaz oluvermişti; bu vaka günlerce belki de haftalarca evvel olduğu halde, ne ben, ne Maria herhangi bir şey sezmemiştik. Günlerin birbirinden farkı yoktu. Fakat birdenbire, avuç içi kadar kâğıt, her şeyi altüst ediyor, beni bu dünyadan alıp oraya götürüyor, benim buraya değil, telgrafın geldiği uzak yerlere ait olduğumu hatırlatıyordu.

Burada birkaç aydan beri beni saran hayatı sahici zannetmek, bunun devamına ümit bağlamak suretiyle ne kadar yanıldığımı gayet iyi anlıyordum. Bir taraftan da bu hakikati hâlâ kabul etmemek için çırpınıyordum. Bunun böyle olmaması lazımdı. Herhangi bir yerde doğmuş ve herhangi bir adamın oğlu bulunmuş olmak bu kadar mühim değildi. Asıl mühim olan, iki insanın birbirini bulması bu derece güç olan şu dünyada, bu nadir saadete ermekti. Öte tarafı hep teferruattı. Bunların kendiliğinden düzelmesi, asıl büyük noktaya, birbirimizi bulmuş olmak hakikatine uyması lazımdı.

Fakat böyle olmayacağını da gayet iyi biliyordum. Hayatımızın, birtakım ehemmiyetsiz teferruatın oyuncağı olduğunu, çünkü asıl hayatın teferruattan ibaret bulunduğunu görüyordum. Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu. Bir kadın, trenin penceresinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve bu minimini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi. Yahut bir kiremit, hafif bir rüzgârla yerinden oynayarak, devrin gıpta ettiği bir kafayı parçalayabilirdi. Göz mü mühim kömür parçası mı, kiremit mi mühim kafa mı, diye düşünmek nasıl aklımıza gelmiyorsa ve bütün bunları nasıl hiç mütalaa yürütmeden kabule mecbursak, hayatın daha başka türlü birçok cilvelerine de aynı tevekkülle katlanmaya mecburduk.

Acaba hakikaten böyle miydi? Dünyada önüne geçilemeyecek hadiseler vardı ve biz bunların sebep ve mantıklarını anlayamıyorduk, bu doğruydu; fakat bazı mantıksızlıklar ve yolsuzluklar vardı ki, güya tabiattan örnek alınarak yapıldığı halde, yapılmaması pek mümkündü. Mesela, beni Havran’a bağlayan şeyler neydi? Üç-beş zeytinlik, birkaç sabunhane, kendilerini tanımayı asla merak etmediğim birkaç akraba... Halbuki buraya bütün hayatımla, bütün yaşayan taraflarımla merbuttum. Şu halde neden burada kalamıyordum? Gayet basit: Havran’da işler yüzüstü kalır, eniştelerim bana para göndermezler ve ben burada hiçbir şey yapmaya muktedir olmadan çırpınırdım. Ayrıca birçok şeyler daha vardı: Pasaportlar, sefarethaneler, ikamet tezkereleri... Bunların insan hayatları için ne derece lüzumlu olduğunu anlamaya imkân yoktu, ama muhakkak ki benim hayatıma istikamet verecek kadar mühimdiler.

Maria Puder’e meseleyi anlattığım zaman bir müddet sustu. Yüzünde garip bir tebessüm vardı. “Ben dememiş miydim?” der gibi önüne bakıyordu. Ruhumdan bütün geçenleri ortaya dökersem gülünç olacağımı sanıyor, müthiş bir gayretle itidalimi muhafazaya çalışıyordum.

Yalnız birkaç kere, “Ne yapayım? Ne yapayım?” dedim.

“Ne mi yapacaksınız? Tabii gideceksiniz... Bir müddet için ben de giderim. Nasıl olsa daha uzun zaman çalışamayacağım. Prag’da, annemin yanında kalırım. Orada kır hayatı sıhhatim için herhalde iyidir. Baharı orada geçiririm.”

Beni bir tarafa bırakarak kendine ait projelerden bahsetmesi biraz tuhafıma gitti. Ara sıra kaçamak bakışlarla beni süzüyordu.

“Ne zaman gideceksin?” dedi.

“Bilmem? Yol parasını alınca hareket etmeli...”

“Belki ben daha evvel giderim...”

“Ya?!..”

Hayret edişim onu güldürdü.

“Hep çocuksun, Raif!” dedi.

“Önüne geçmek mümkün olmayan işlerde telaş ve heyecan göstermek çocukluktur. Hem daha vaktimiz var, birçok şeyleri düşünür, kararlaştırırız...”

Ufak tefek işlerimi yoluna koymak, pansiyonla alakamı kesmek için tekrar dışarı çıktım. Akşamüzeri Maria’yı hemen seyahate hazır bir şekilde görünce adamakıllı şaşırdım.

“Boş yere vakit ziyan etmeye ne lüzum var?” dedi. “Bir an evvel giderim ve seni, yol hazırlıklarını tamamlamakta serbest bırakırım. Sonra... Ne bileyim... Senden evvel Berlin’den ayrılmaya karar verdim işte... Sebebini kendim de bilmiyorum...”

“Nasıl istersen!..”

Başka bir şey konuşmadık. Düşünüp kararlaştırmaya niyet ettiğimiz şeylere küçük bir kelimeyle bile dokunmadık. Ertesi gün, akşam treniyle gitti. Öğleden sonra hiç dışarı çıkmadık. Pencerenin önünde karşı karşıya oturup dışarıyı seyrettik. Defterlerimize birbirimizin adreslerini kaydettik. Mektuplarının beni bulabilmesi için her mektubumda, üzerinde kendi adresim yazılı bir zarf gönderecektim. Çünkü ne onun Arap harflerini yazmasına ne de bizim Havran’daki posta memurlarının Latin harflerini okumasına imkân vardı.

Bir saat kadar havadan sudan, bu sene kışın uzun sürdüğünden, şubat sonlarına geldiğimiz halde hâlâ ortalıktan kar kalkmadığından bahsettik. Bir an evvel vaktin geçmesini istediği besbelliydi. Halbuki ben, ne kadar saçma olursa olsun, yan yana bulunduğumuz zamanın durup kalmasını, asla bitmemesini temenni ediyordum.

Buna rağmen, konuştuğumuz şeyler, insanı şaşırtacak kadar lüzumsuzdu. Ara sıra birbirimize bakıp şaşkın şaşkın gülümsüyorduk. İstasyona gitmek saati gelince adeta derin birer nefes aldık. Bundan sonra zaman, korkunç derecede çabuk geçti. Eşyalarını yerleştirince kompartımanda kalmayarak benimle beraber perona inmekte ısrar etti. Aynı manasız gülümsemelerle dolu olan yirmi dakika bana bir saniye kadar kısa göründü. Zihnimden bin bir türlü şey geçiyordu. Fakat bunları bu kadar dar bir vakte sıkıştırmaktansa, hiç söylememeyi tercih ediyordum. Halbuki dünden beri pek çok şeyler söylemek mümkündü. Niçin bu kadar dümdüz ayrılıyorduk?

Maria Puder son birkaç dakika zarfında biraz sükûnetini kaybetmişe benziyordu. Bunu tespit edince memnun oldum: Onun hiç sarsılmadan gittiğini görmek, beni herhalde pek üzecekti. Mütemadiyen elimi tutup bırakıyor, “Ne manasız şey?.. Ne diye gidiyorsun sanki?” diye söyleniyordu.

“Asıl sen gidiyorsun, ben daha buradayım!” dedim.

Bu sözümü fark etmemiş göründü. Kolumdan tuttu. “Raif... Şimdi ben gidiyorum!” dedi.

“Evet... Biliyorum!”

Trenin hareket saati gelmişti. Bir memur vagon kapısını örtüyordu.

Maria Puder merdiven basamağına atladı, sonra bana eğilerek, yavaş bir sesle, fakat tane tane, “Şimdi ben gidiyorum. Fakat ne zaman çağırırsan gelirim...” dedi. Evvela ne demek istediğini anlamadım. O da bir an durdu ve ilave etti: “Nereye çağırırsan gelirim!”

Bu sefer anlamıştım. Ellerine sarılmak, öpmek için atıldım. Maria içeri girmiş, tren sessiz sedasız hareket etmişti. Bir müddet onun bulunduğu pencerenin yanında koştum, sonra yavaşladım, elimi sallayarak “Çağıracağım... Muhakkak çağıracağım!” diye bağırdım.

Gülerek başını salladı. Yüzü ve bakışları bana inandığını gösteriyordu.

İçimde yarım kalmış bir konuşmanın üzüntüsü vardı. Niçin dünden beri bu noktaya temas etmemiştik? Niçin bavul yerleştirmekten, yolculuğun zevklerinden, bu senenin kışından bahsetmiş, fakat asıl kendimize ait olan şeylere hatta yaklaşmamıştık? Ama belki bu daha iyiydi. Uzun uzun konuşacak ne vardı? Hepsi aynı neticeye varacak değil miydi? Maria en iyi şekli bulmuştu... Muhakkak... Bir teklif ve bir kabul... Kısa, münakaşasız ve hesapsız! Bundan daha güzel bir ayrılık olamazdı. Ona niçin söyleyemediğime yanarak kafamda sakladığım bir sürü güzel laflar bunun yanında pek âciz ve renksizdi.

Şimdi onun niçin benden evvel seyahate çıktığını da anlar gibi oluyordum. Ben gittikten sonra Berlin ona ilk günlerde herhalde pek sıkıcı gelecekti. Ben bile, yol hazırlıkları, pasaport, bilet, vize işleri peşinde koşmaktan göz açamadığım
halde, onunla beraber dolaştığımız sokaklardan geçerken tuhaf oluyordum. Halbuki ortada artık üzülecek bir şey de yoktu. Türkiye’ye dönüp işlerimi biraz yoluna koyar koymaz onu çağıracaktım. İşte bu kadar... Hayal kurmaktaki büyük maharetim bu sefer de hemen kendini göstermişti. Havran civarında yaptıracağım güzel köşkün yerini ve onu alıp gezdireceğim tepeleri ve ormanları gözlerimin önünde görüyordum.

Dört gün sonra, Polonya ve Romanya üzerinden Türki­ye’ye döndüm. Bu yolculuğun, hatta bunu takip eden birçok senelerin yazılacak bir hususiyetleri yok... Beni Türkiye’ye çeviren hadise üzerinde, ancak Köstence’de vapura bindikten sonra düşünmeye başladım. Demek babam ölmüştü. Bunu hakikatte bu kadar geç idrak ettiğimden dolayı büyük bir utanma duydum. Gerçi babamı gerçek bir muhabbetle sevmem için de ortada bir sebep yoktu; onunla aramızda daima bir yabancılık mevcut kalmıştı ve birisi bana, “Senin baban iyi bir adam mıydı?” diye sorsa, verecek cevap bulamazdım. Çünkü iyiliği ve fenalığı hakkında bir fikir sahibi olacak kadar onu tanımıyordum. Babam benim için “insan” olarak hemen hemen hiç mevcut değildi; yalnız “Baba” dedikleri mücerret bir mefhumun insan şeklinde görünüşüydü. Akşamları kaşlarını çatarak sessiz sedasız eve giren ve ne bizi ne annemizi hitaba layık görmeyen, saçsız başlı, değirmi ve kır sakallı adamla, havuzlu kahvede göğsünü bağrını açıp gülüşerek ayran içtiğini ve küfür savurarak tavla oynadığını gördüğüm kimse bence birbirinden tamamıyla ayrıydı... Bu ikincisinin babam olmasını ne kadar isterdim... Halbuki o halinde bile beni görünce derhal yüzü ciddileşir, “Ne dolaşıyorsun buralarda?..” diye bağırırdı.
“Haydi, kahve ocağına var, bir şerbet iç de mahalleye dön, orada oyna!”

Büyüdüğüm, askere gidip geldiğim zaman bile bana karşı muamelesi değişmemişti. Hatta nedense ben akıllandığımı zannettikçe onun nazarında daha küçülüyor gibiydim. Bu sefer benim ikide birde ileri sürdüğüm şahsi fikirlerime ve mütalaalarıma biraz da istihfafla bakıyordu. Son zamanlarda her arzuma muvafakat edişi, münakaşa etmeye tenezzül etmeyecek kadar bana ehemmiyet vermediğinin bir alametiydi.

Bütün bunlara rağmen kafamda, onun hatırasını kirletecek bir şey yoktu. Onun boşluğunu değil, fakat yokluğunu hissedecektim. Havran’a yaklaştıkça içime daha çok hüzün çöküyordu. Evimizi ve bütün kasabayı, onsuz tasavvur etmek bana güç geliyordu.

Bunları uzun uzun anlatmaya lüzum yok. Hatta bugünleri takip eden on seneden hiç bahsetmemeyi tercih ederdim, fakat bazı hususların anlaşılması için, hiç olmazsa birkaç sahifenin, hayatımın en manasız devresi olan bu günlere tahsis edilmesi lazım. Havran’da hiç de hoş karşılanmadım. Eniştelerim benimle alay eder gibi, ablalarım tamamen yabancı, anam eskisinden daha zavallıydı. Evimiz kapatılmış, anam büyük eniştemin yanına göçmüştü. Bana öyle bir teklifte bulunmadığı için eski emektarlardan bir kadınla beraber kocaman evde yalnız başıma yaşamaya başladım. Babamın işlerini elime almak istediğim zaman, ölümünden evvel mirası bölüştürdüğünü haber aldım. Bana düşen malların ne olduğunu eniştelerimden bir türlü doğru dürüst öğrenemedim. İki sabunhanenin hiç lafı geçmiyordu; bunların bir müddet evvel babam tarafından, hem de eniştelerimden birine satılmış olduğu anlaşıldı. Bunların bedeli, hatta alelumum babamda pek bol olduğu rivayet edilen nakit paralar ve altınlar ortada yoktu. Annem hiçbir şeyin farkında değildi. Sorduğum zaman, “Ne bileyim evladım! Rahmetli herhalde gömdüğü yeri haber vermeden gitti. Eniştelerin son günlerde hiç başından ayrılmadılar... Öleceği aklına gelir miydi?.. Gömünün yerini deyivermedi besbelli... Ne yapmalı şimdi? Bir bakıcıya gitsek bari... Onlara her şey malum!” diyordu.

Hakikaten annem bundan sonra Havran civarında ziyaret etmedik bakıcı bırakmadı. Onların tavsiyeleriyle zeytinliklerde kazılmadık ağaç dibi, evde eşilmedik duvar kenarı kalmadı. Elinde avcunda kalan beş-on parça altını bu uğurda harcadı. Ablalarım da bakıcılara beraber gidiyorlar, fakat masrafa pek yanaşmıyorlardı; bilhassa eniştelerimin, bir türlü sonu gelmeyen gömü araştırmalarına için için güldüklerinin farkındaydım.

Mahsul zamanı geçtiği için zeytinliklerden bir şey almama imkân yoktu. Bunların bir kısmının gelecek senelerdeki mahsulünü satarak birkaç kuruş temin ettim. Maksadım bu yazı şöyle böyle atlatmak, önümüzdeki sonbaharda, zeytin mevsimi başlar başlamaz, bütün gayretimi sarf ederek vaziyetimi düzeltmek ve derhal Maria Puder’i getirtmekti.

Türkiye’ye geldikten sonra onunla sık sık mektuplaştık. Bir sürü saçma işlerle uğraştığım bu çamurlu ilkbahar ve boğucu yaz günlerinde bana bir parça ferahlık veren onun mektupları ve ona mektup yazdığım saatlerdi. Ben geldikten bir ay kadar sonra annesiyle beraber Berlin’e dönmüştü. Mektuplarımı Potsdam Meydanı postanesine yolluyordum, oradan kendisi gidip alıyordu. Yaz ortasında bir kere garip bir şeyler yazmıştı. Bana verilecek çok güzel bir haberi
olduğunu, fakat bunu ancak geldiği zaman ve bizzat söyleyeceğini bildiriyordu. (Sonbaharda kendisini çağıracağımı ümit ettiğimi yazmıştım!) Bundan sonra, birçok mektuplarımda tekrar tekrar sorduğum halde, bu iyi haberin ne olduğunu yazmadı. Hep, “Bekle, geldiğim zaman öğrenirsin!” diyordu.

Evet, bekledim; hem yalnız sonbahara kadar değil, tam on sene bekledim... Ve bu “güzel” haberi tam on sene sonra öğrendim... Daha dün akşam öğrendim... Fakat şimdi bunu bırakalım ve her şeyi sırasıyla anlatalım.

Bütün yaz, ayağımda çizmeler, altımda bir at, dağda bayırda zeytinlikleri dolaştım. Babamın, nedense en çorak, en yolsuz, en güdük yerleri bana bırakmış olduğunu hayretle görüyordum. Buna mukabil, ovada, sulak ve kasabaya yakın yerlerde bulunan ve her bir ağacı yarım çuvaldan fazla mahsul veren zeytinlikler ablalarıma, yani eniştelerime bırakılmıştı. Gezip dolaştığım yerlerdeki ağaçların çoğunun, senelerden beri budanıp temizlenmedikleri için, yabanileşmeye başladıklarını, babamın zamanında kimsenin zahmet edip bu dağ başlarından mahsul kaldırmaya gelmediğini anladım.

Babamın hastalığından, annemin zavallılığından ve ablalarımın korkaklığından istifade edilerek yokluğumda bir hayli dolaplar dönmüşe benziyordu. Fakat ben yorulmadan çalışmak suretiyle her şeyi düzelteceğimi ümit ediyor, Maria’dan gelen her mektuptan yeni cesaret ve şevk alıyordum.

Teşrinevvel başlarında, tam zeytin işlerinin kızışmaya başladığı ve benim onu çağırmayı düşündüğüm sıralarda birdenbire mektupların arkası kesildi. Evi tamir ettirmiş, bütün
Havranlıların, tabii en başta akrabalarımın hakarete kadar varan istihfafları ve hayretleri arasında, İstanbul’a sipariş ettiğim birçok ev eşyası meyanında bir de banyo getirtmiş ve eski gusulhaneye fayans döşeterek oraya koydurmuştum. Bunun sebebini henüz hiç kimseye ifşa etmediğim için herkes bu hareketimi züppeliğe, üstünkörü Frenk mukallitliğine, ukalalığa hamlediyordu. Hele benim gibi daha işlerini şöyle bir nizama sokmamış bir adamın borç almak veya mahsul satmak suretiyle eline geçirdiği birkaç kuruşu aynalı dolapla banyoya verişi doğrudan doğruya delilikti. Ben bu ithamlara için için gülüyordum. Onların beni anlamalarına imkân yoktu. İzahat vermeye de asla mecbur değildim.

Fakat on beş-yirmi gün geçtiği halde Maria’nın bana cevap yazmaması beni fena halde telaşa düşürdü. Şüphelenmeye, vesveselenmeye hazır olan zihnim, bin bir türlü ihtimallerle beni kıvrandırmaya başladı. Üst üste yazdığım mektuplara da cevap alamayınca büsbütün yeise düştüm. Zaten son mektuplarının arası gitgide açılmıştı ve sahifeler gitgide daha az ve daha güçlükle doluyor gibiydi... Bütün mektuplarını önüme dökerek teker teker okudum. Son aylarda yazılanlarda biraz şaşkınlık, saklanmak isteyen bir şeyler ve her zamanki açık Maria’ya pek yakışmayan kaçamaklı, gizli kapaklı ifadeler vardı. Hatta bir an evvel çağırmamı mı istiyor, yoksa çağırmamdan korkuyor ve sözünden dönmek mecburiyetinde kalacağı için üzülüyor mu, diye tereddüde düştüğüm de olmuştu. Artık her satırdan, her yarım kalmış ifadeden, her şakadan birtakım manalar çıkarıyor ve deliye dönüyordum.

Bütün yazdıklarım boşa gitti ve bütün korktuklarım doğru çıktı. Bir daha Maria Puder’den haber alamadım ve ismini duyamadım... Yalnız dün... Fakat daha buraya gelmedik... Bir ay sonra, son göndermiş olduğum mektuplar, “postaneden alınmadığı için gönderene iade” kaydıyla geri geldi. O zaman her şeyden ümidimi kestim. Birkaç gün içinde ne kadar değiştiğimi düşününce bugün bile şaşıyorum. Bana hareket etmek, görmek, duymak, hissetmek, düşünmek, hülasa yaşamak kabiliyetini veren bir şey içimden çekilip alınmış gibi, posa haline geldiğimi fark ettim.

Bu sefer, yılbaşı gecesini takip eden günler gibi de değildim. O zaman asla bu kadar ümitsiz olmamıştım. Ona yakın olmak şuuru, gidip kendisiyle konuşmak, onu ikna etmek düşüncesi beni hiçbir zaman terk etmemişti. Fakat şimdi tamamen âcizdim. Aradaki bu muazzam mesafe elimi kolumu bağlıyordu. Evde kapanıyor, odadan odaya dolaşıyor, onun mektuplarını ve benim geri gelen mektuplarımı tekrar tekrar okuyor, o zamana kadar gözümden kaçan noktalar üzerinde duruyor ve acı acı gülüyordum. İşlerime, hatta alelumum kendime karşı alakam birdenbire azalmış, yok denecek bir hale gelmişti. Zeytinleri silkmek, toplamak, fabrikaya götürüp yağ çıkartmak işlerini şunun bunun elinde bıraktım. Bazen çizmelerimi çekip kırlara çıksam bile, hiç insan yüzü görmeyeceğim taraflarda dolaşmayı tercih ediyor, gece yarısı eve gelip mindere uzanıyor ve birkaç saat uykudan sonra ertesi sabah, “Neden hâlâ yaşıyorum?” diye acı bir hisle uyanıyordum.

Maria Puder’le tanışmadan evvelki boş, gayesiz, maksatsız günler, eskisinden çok daha ıstırap verici bir halde, yeniden başlamıştı. Arada bir fark vardı: Hayatın bundan ibaret olduğunu zannettiren bilgisizliğimin yerini şimdi, dünyada başka türlü de yaşanabileceğini bir kere öğrenmiş olmanın azabı tutuyordu. Etrafımın artık hiç farkında değildim. Hiçbir şeyden zevk almama imkân olmadığını hissediyordum. Bir müddet, kısa bir müddet, o kadın beni her zamanki âciz, miskin halimden kurtarmış, bana erkek, daha doğrusu insan olduğumu, benim de içimde, yaşamaya müstait taraflar bulunduğunu, dünyanın zannedildiği kadar manasız olmayabileceğini öğretmişti. Fakat ben, onunla aramdaki rabıtayı kaybeder etmez, onun tesirinden kurtulur kurtulmaz, tekrar eski halime dönmüştüm. Ona ne kadar muhtaç olduğumu şimdi anlıyordum. Ben hayatta yalnız başına yürüyebilecek bir insan değildim. Daima onun gibi bir desteğe muhtaçtım. Bunlardan mahrum olarak yaşamam mümkün olamazdı. Buna rağmen yaşadım... Ama, işte netice meydanda... Eğer buna yaşamak demek caizse, yaşadım...

Bir daha Maria’dan haber alamadım. Berlin’deki pansiyon sahibesi verdiği cevapta Frau van Tiedemann’ın artık onların yanında oturmadığını, bu sebepten dolayı istediğim malumatı veremeyeceğini bildiriyordu. Başka kimden sorabilirdim? Annesiyle beraber Prag’dan döndükleri zaman yeni bir eve çıktıklarını yazmıştı. Fakat adresini bilmiyordum. Almanya’da kaldığım iki seneye yakın zaman zarfında ne kadar az insanla tanışmış olduğumu düşününce hayret ettim. Berlin’den başka bir yere gitmemiştim, şehri aşağı yukarı çıkmaz sokaklarına kadar biliyordum. Gezmediğim müze, resim galerisi, nebatat ve hayvanat bahçesi, orman ve göl bırakmamıştım. Buna rağmen bu şehirde yaşayan milyonlarca insandan ancak birkaç tanesiyle konuşmuş, yalnız bir tanesini tanımıştım.

Belki bu da kâfiydi. Bir insana bir insan herhalde yeterdi. Fakat o da olmayınca? Her şeyin bir hayal, aldatıcı bir rüya, tam bir vehim olduğu meydana çıkınca ne yapılabilirdi? Bu sefer inanmak ve ümit etmek kabiliyetini ben kaybetmiştim, içimde insanlara karşı öyle bir itimatsızlık, öyle bir acılık peyda olmuştu ki, bundan zaman zaman kendim de korkuyordum. Kim olursa olsun, temasa geldiğim herkesi düşman, hiç değilse muzır bir mahluk telakki ediyordum. Seneler geçtikçe bu his kuvvetini kaybedeceğine şiddetlendi. İnsanlara karşı duyduğum şüphe, kin derecesine çıktı. Bana yaklaşmak isteyenlerden kaçtım. Kendime en yakın bulduğum veya bulacağımı zannettiğim insanlardan en çok korkuyordum. “O bile böyle yaptıktan sonra!..” diyordum... Ne yapmıştı, bu malum değildi ve asıl bunun için muhayyilem en fena ihtimaller üzerinde duruyor ve en ağır hükümleri veriyordu. Öyle ya... Bir ayrılık anında, basit bir heyecanın şevkiyle verilmiş bir sözü tutmamak için en kolay çare, münasebeti hiç münakaşasız kesivermekti. Postaneden mektuplar alınmaz... Cevap verilmez... Var zannedilen şeyler bir anda yok oluverirdi. Kim bilir hangi yeni macera, hangi yakın ve daha makul saadet şimdi ona kollarını açmış bulunuyordu. Bunu bırakıp, saf bir çocuğa biraz da gönlünü almak için söylenmiş bir söze bağlanarak meçhul bir hayata, nereye varacağı malum olmayan bir maceraya atılmak, onun daima iyi işleyen kafasının kabul edeceği bir iş değildi.

Fakat niçin bunları bu kadar ince düşündüğüm halde bir türlü kendimi hadiselere uyduramıyordum? Niçin hayatta önüme çıkan her yeni yola adım atmaktan bu kadar çekiniyor, her yaklaşan insanı, bana fenalık etmeye geliyormuş gibi, endişe ile karşılıyordum? Bazen kendimi bir müddet için unuttuğum, bir insanda kendime yakın taraflar bulduğum oluyordu. Fakat kafama, çıkmaz bir şekilde yerleşmiş olan o korkunç hüküm, derhal kendini gösteriyor; “Unutma, unutma, unutma ki, o sana daha yakındı... Buna rağmen böyle yaptı...” diye beni hakikate davet ediyordu. Herhangi bir kimsenin bana bir adıma kadar yaklaştığını görüp ümitlere düşsem, hemen kendimi topluyor, “Hayır, hayır, o bana daha çok yaklaşmıştı... Aramızda artık mesafe bile kalmamıştı... Fakat işte, sonu!” diyordum. İnanmamak, inanamamak... Bunun ne kadar korkunç olduğunu her gün, her an hissediyordum. Bu histen kurtulmak için yaptığım bütün hamleler boşa çıktı... Evlendim... Daha o gün, karımın bana herkesten daha uzak olduğunu anladım. Çocuklarım oldu... Onları sevdim, fakat hayatta kaybetmiş olduğum şeyi bana asla veremeyeceklerini bile bile...

İşlerim bana hiçbir zaman alaka vermedi. Bir makine gibi, ne yaptığımı bilmeden çalıştım. Bile bile aldatıldım ve bundan bir nevi de zevk duydum. Eniştelerim tarafından aptal yerine kondum ve aldırış etmedim. Borçlarım, borçlarımın faizi ve evlenme masrafları elimde avcumda kalan birkaç parça malı aldı, götürdü. Zeytinlikler para etmiyordu. Parası olanlar, emvali metrukeden yok pahasına mal almaya alışmışlardı. Senede yedi-sekiz liralık mahsul verebilecek olan bir ağaç kökü yarım liraya müşteri bulamıyordu. Eniştelerim, sırf beni müşkül vaziyetimden kurtarmak ve ailenin servetinin dağılmasına meydan vermemek için borçlarımı ödediler ve zeytinliklerimi aldılar... On dört odalı harap evden ve birkaç parça eşyamızdan başka bir şeyim kalmamıştı. Karımın babası henüz sağdı ve Balıkesir’de memurdu; onun delaletiyle vilayet merkezinde bir şirkete memur oldum. Senelerce kaldım. Aile yükü arttıkça benim hayatla alakam azalıyor, artması icap eden gayretim büsbütün yok oluyordu.
Kaynatam öldü ve baldızımla kayınlarım başıma kaldı. Aldığım kırk lira ile hepsini geçindirmeme imkân yoktu. Karımın uzak bir akrabası beni Ankara’ya, şimdi çalıştığım bankaya aldırdı. Lisan bildiğim için, pısırıklığıma rağmen çabuk terakki edeceğimi umuyordu. Hiç de beklediği gibi olmadı.

Nerede bulunduysam, etrafımdakiler için varlığımla yokluğum müsavi idi. Her yerde birçok fırsatlar çıkıyor, birçok insanlar, ruhumda fazlasıyla bulunduğunu bildiğim sevgiyi sarf etmek, tekrar yaşamaya başlamak için bana kısa ümitler veriyordu. Fakat bir türlü kendimi o şüpheden kurtaramıyordum. Dünyada bir tek insana inanmıştım. O kadar çok inanmıştım ki, bunda aldanmış olmak, bende artık inanmak kudreti bırakmamıştı. Ona kızgın değildim. Ona kızmama, darılmama, onun aleyhinde düşünmeme imkân olmadığını hissediyordum. Ama bir kere kırılmıştım. Hayatta en güvendiğim insana karşı duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı; çünkü o benim için bütün insanlığın timsaliydi. Sonra, aradan seneler geçtiği halde, nasıl hâlâ ona bağlı olduğumu gördükçe, ruhumda daha büyük bir infial duyuyordum. O beni çoktan unutmuş olacaktı. Kim bilir şimdi kimlerle yaşıyor, kimlerle dolaşıyordu. Akşamüzerleri evde çocukların gürültüsünü, mutfakta bulaşık yıkayan karımın terlik seslerini, tabak şıkırtılarını ve baldızımla kayınlarımın ağız kavgalarını dinlerken gözlerimi kapar, Maria’nın bu anda nerede bulunduğunu tasavvur ederdim. Belki gene kafa dengi bir insanla beraber nebatat bahçesinin kızıl yapraklı ağaçlarını veya loş bir sergide, batmakta olan güneşin camlardan vuran ışığı altında, usta fırçaların ölmez eserlerini seyrediyordu. Bir akşam eve dönerken mahallenin bakkalına uğramış, öteberi almıştım. Tam kapıdan çıkacağım
sırada, karşı evin bir odasında kira ile oturan bekârın radyosu, Weber’in Oberon operası uvertürünü çalmaya başladı. Az daha elimdeki paketleri yere düşürecektim. Maria ile beraber gittiğimiz birkaç operadan biri de buydu ve onun Weber’e hususi bir muhabbeti olduğunu biliyordum; yolda, hep onun uvertürünü ıslıkla çalardı. Kendisinden daha dün ayrılmış gibi taze bir hasret duydum. Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. Bunun sebebi herhalde, “Bu öyle olmayabilirdi!” düşüncesi, yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır.

Karımdan, çocuklarımdan, alelumum ev halkından fazla bir alaka gördüğüm yoktu; fakat bunu beklemeye hakkım olmadığını da biliyordum. Berlin’de, o garip yılbaşı gününde ilk defa olarak duyduğum lüzumsuzluk hissi bende tamamen yerleşmişti. Benim bu insanlara ne lüzumum vardı? Beş-on kuruş ekmek parası için bana tahammül edilebilir miydi? İnsanlar birbirinin maddi yardımlarına ve paralarına değil, sevgilerine ve alakalarına muhtaçtılar. Bu olmadıktan sonra, aile sahibi olmanın hakiki ismi, “birtakım yabancılar beslemek”ti. Bunun bir an evvel sona ermesini ve onların bana hiçbir suretle muhtaç olmayacakları anı özlüyordum. Yavaş yavaş bütün hayatım, henüz pek uzak olan bu günü hasretle beklemek şeklini aldı. Adeta gününün yetmesini bekleyen bir mahpus gibiydim. Günlerin, ancak beni bu akıbete yaklaştırmak bakımından birer kıymeti vardı. Bir nebat gibi, şikâyetsiz, şuursuz, iradesiz, yaşayıp gidiyordum. Yavaş yavaş hislerim kütleşmişti. Hiçbir şeyden müteessir olmuyor, hiçbir şeye sevinmiyordum.

İnsanlara kızmama imkân yoktu, çünkü insanların en kıymetlisi, en iyisi, en sevgilisi bana en büyük kötülüğü etmişti; diğerlerinden başka bir şey beklenebilir miydi? İnsanları sevmeme ve onlara tekrar yaklaşmama da imkân yoktu; çünkü en inandığım, en güvendiğim insanda aldanmıştım. Başkalarına emniyet edebilir miydim?

Böylece herhalde seneler geçecek, beklediğim gün gelecek ve her şey sona erecekti. Başka hiçbir şey istemiyordum. Hayat bana kötü bir oyun oynamıştı. Pekâlâ; işte, ne kendime ne başkalarına kabahat buluyor, hadiseleri olduğu gibi kabul ediyor ve sessizce katlanıyordum. Ama bunun sürüp gitmesine lüzum yoktu. Sıkılıyordum, sadece sıkılıyordum. Başka bir şikâyetim yoktu.

Günün birinde... Yani dün, cumartesi günü, öğleüzeri eve gelmiş ve soyunmuştum. Karım öteberi lazım olduğunu söyledi: “Yarın dükkânlar kapalıdır, çarşıya kadar bir daha yoruluver!” dedi. Canım istemeye istemeye giyindim. Hale kadar yürüdüm. Ortalık oldukça sıcaktı. Sokaklarda maksatsız dolaşanlar ve tozlu havada bir parça akşam serinliği arayanlar çoktu. Ben de alışverişi bitirdikten sonra paketleri koltuğuma sıkıştırarak heykele doğru yürüdüm. Eve her zamanki eğri büğrü sokaklardan değil, biraz dolaşarak da olsa, asfalt yoldan dönmek istiyordum. Dükkânlardan birinin önünde sallanan kocaman saat altıyı gösteriyordu. Birdenbire kolumdan yakalandığımı hissettim. Bir kadın sesi kulağımın dibinde adeta bağırırcasına: “Herr Raif!” diyordu.

Bu Almanca hitaptan fena halde şaşırdım. Neredeyse korkumdan silkinip kaçacaktım.

Kadın beni sımsıkı yakalamış, “Hayır, yanılmıyorum, siz sahiden Herr Raif’siniz! Aman, insan bu kadar değişir!” diye bağırıyor ve sokaktan geçenler bize bakıyordu.

Başımı yavaşça kaldırdım. Daha yüzünü görmeden, muazzam vücudundan, kim olduğunu anlamıştım. Sesi de hiç değişmemişti. “Ah, Frau van Tiedemann, sizi Ankara’da görmek kimin aklına gelirdi?” dedim.

“Hayır, Frau van Tiedemann değil... Sadece Frau Döppke! Bir koca uğruna bir van feda ettim, fakat pek zararlı değilim!”

“Tebrik ederim... demek...”

“Evet evet, tahmin ettiğiniz gibi... Siz döndükten pek az zaman sonra biz de pansiyondan ayrıldık... Tabii beraberce... Prag’a gittik...”

Prag der demez içim cız etti. Deminden beri aklıma getirmek istemediğim şeyi bu sefer zapt etmeme imkân kalmamıştı. Fakat ne diye soracaktım? Benim Maria ile olan münasebetimden onun haberi yoktu, sualime ne mana verecekti? Nereden tanıdığımı sormayacak mıydı? Sonra söyleyeceği şeyler... Bunları hiç öğrenmemek daha iyi olmaz mıydı? Aradan bu kadar seneler -tam on sene, hatta biraz da fazla- geçtikten sonra öğrenmenin ne faydası vardı?..

Hâlâ sokak ortasında durduğumuzu fark ettim ve “Gelin bir yerde oturalım; birbirimize soracak şeyler vardır... Sizi Ankara’da gördüğüme hâlâ hayret ediyorum!” dedim.

“Evet, bir yerde otursak ne iyi olurdu, fakat bizim tren vakti geliyor, bir saatten az kalmış... Kaçırmayalım... Ankara’da olduğunuzu bilseydim muhakkak arardım. Dün gece geldik. Bu akşam da gidiyoruz...”

Kadının yanında, sekiz-dokuz yaşlarında, sarı benizli, sessiz bir kız çocuğu bulunduğunu ancak şimdi görüyordum. Güldüm. “Kızınız mı?” dedim!

“Hayır” dedi, “akrabam!.. Oğlum hukuk tahsilini bitiriyor!”

“Gene kendisine kitap tavsiye ediyor musunuz?”

Bir müddet hatırlayamadı, sonra gülerek, “Evet, hakkınız var, fakat artık benim tavsiyelerimi dinlemiyor. O zaman daha pek küçüktü... On iki yaşında filan... Aman yarabbi, seneler ne çabuk geçiyor!”

“Evet... Fakat siz hiç değişmemişsiniz!”

“Siz de!”

Biraz evvel daha samimi olduğunu hatırladım ve sesimi çıkarmadım.

Aşağıya doğru yürüyorduk. Maria Puder hakkında soracağım şeylere nasıl başlayacağımı bir türlü bilmiyor, hep lüzumsuz, beni alakadar etmeyen mevzularda dolaşıyordum.

“Ankara’ya niçin geldiğinizi hâlâ söylemediniz!”

“Ha, evet, bakın asıl bunu anlatayım... Biz Ankara’ya gelmedik, Ankara’dan geçiyoruz... Geçerken uğradık.” Bir limonatacıda beş dakika oturmaya razı oldu ve hikâyesine orada devam etti: “Kocam şimdi Bağdat’ta... Biliyorsunuz ya, o müstemleke tüccarıdır!”

“Ama Bağdat, Alman müstemlekesi değil galiba!”

“Biliyorum canım... Fakat kocamın sıcak memleket mahsulleri üzerinde ihtisası var. Bağdat’ta hurma üzerine iş yapıyor!”

“Kamerun’da da hurma ticareti mi yapıyordu?”

Kadın, ‘Pek münasebetsizsin’ der gibi yüzüme baktı. “Bilmiyorum, kendisine mektup yazın ve sorun! Kadınları ticaret işlerine karıştırmıyor!”

“Şimdi nereye gidiyorsunuz!”

“Berlin’e... Hem memleketi ziyaret; hem de...” yanında oturan soluk benizli çocuğu gösterdi, “Hem de bu çocuk için... Biraz zayıf diye kışı bizim yanımızda geçirdi. Şimdi tekrar alıp götürüyorum.”

“Demek sık sık Berlin’e gidip geliyorsunuz!”

“Senede iki defa!”

“Herr Döppke’nin işleri iyi gidiyor galiba!”

Güldü ve kırıttı.

Hâlâ soramıyordum. Artık kendim de farkına varmıştım ki, bu tereddüt, nasıl soracağımı bilmemekten değil, öğreneceklerimden korkmaktan geliyordu. Fakat benim için her şey müsavi değil miydi? İçimde hiçbir canlı his yoktu. Neden korkuyordum? Maria da kendisine göre bir başka Herr Döppke bulmuş olabilirdi. Belki de hâlâ bekârdı ve erkekten erkeğe koşarak, “inanacak adam” arıyordu. Herhalde benim çehremin hatlarını bile unutmuş olacaktı.

Düşündüğüm zaman ben de onun çehresini hatırlayamadım ve on seneden beri ilk defa olarak, ne benim onda ne de onun bende resmimiz bulunmadığını fark ettim... Hayret içinde kaldım. Nasıl olmuş da ayrılırken bunu düşünmemiştik? Haydi, diyelim ki, pek çabuk buluşacağımızı tahmin etmiş ve hafızalarımızın kuvvetine güvenmiştik, fakat bunu ancak şimdi fark etmeme ne demeliydi? Onun çehresini gözlerimin önüne getirmek lüzumunu hissetmemiş miydim?

İlk aylarda yüzünün bütün hatlarını hafızamda sakladığımı ve her an, hiç güçlük çekmeden hayalimde yaşattığımı hatırlıyordum... Sonra... Her şeyin bittiğini anlayınca, bu çehreyi görmekten ve tasavvur etmekten büyük bir dikkatle kaçmıştım. Buna dayanamayacağımı biliyordum. Onun, Kürk Mantolu Madonna’nın yüzü, muhayyilemde bile olsa, bana bütün sükûnumu kaybettirecek kadar kuvvetli ve tesirliydi.

Ancak, şimdi, bütün eski günleri ve hatıraları, hiçbir heyecan duymayacağımdan emin olarak, bir kere daha yâd
etmek isteyince, onun çehresini aramış, fakat bulamamıştım... Ve bende bir resmi bile yoktu... Ne lüzumu var?

Frau Döppke saatine baktı ve kalktı. Beraber istasyona doğru yürüdük. Kadın, Ankara’dan ve Türkiye’den pek memnundu.

“Ecnebilere bu kadar hürmet edilen bir memleket görmedim!” diyordu. “İsviçre bile, refahını ecnebi seyyahlara borçlu olduğu halde, böyle değildir. Halk her yabancıya adeta zorla evine girmiş biri gibi bakar... Halbuki Türkiye’de herkes, bir ecnebiye bir kolaylık yapmak için sanki fırsat bekliyor, sonra Ankara pek hoşuma gidiyor!”

Yaşlı kadın boyuna konuşuyordu. Küçük kız beş-on adım ileriden gidiyor, eliyle yolun kenarındaki ağaçlara dokunuyordu.

İstasyona bir hayli yaklaştıktan sonra, son bir kararla, fakat mümkün olduğu kadar lakayt görünmeye çalışarak, söze başladım: “Berlin’de akrabanız çok mudur?”

“Hayır, pek çok değil... Ben asıl Praglıyım, Çek Almanlarından... İlk kocam da Hollandalıydı. Neden sordunuz?”

“Ben oradayken, sizin akrabanız olduğunu söyleyen bir kadın görmüştüm de...”

“Nerede?”

“Berlin’de... Bir resim sergisinde tesadüf etmiştim... Galiba ressamdı...”

Kadın birdenbire alakalandı. “Peki... Sonra?” dedi.

Ben tereddüt ederek: “Sonra... Bilmem... Bir kere mi ne konuşmuştuk... Güzel bir tablosu vardı... O vesileyle...”

“İsmini hatırlıyor musunuz?”

“Galiba Puder olacaktı... Öyle ya, Maria Puder! Tablonun altında imzası vardı... Katalogda da yazıyordu...” Kadın
cevap vermiyordu. Tekrar kendimi topladım. “Tanıyor musunuz?” dedim.

“Evet, akrabam olduğunu size ne diye söyledi?”

“Bilmem... Galiba ben oturduğum pansiyondan bahsetmiştim de, o da benim orada bir akrabam vardır, demişti... Yahut da başka türlü... Şimdi hatırlayamıyorum tabii... On sene bu!”

“Evet... Az zaman değil... Annesi bana, kızının bir zamanlar bir Türk’le ahbap olduğunu ve bütün gün ondan bahsettiğini söylemişti de, acaba siz miydiniz diye merak ettim. Fakat garip değil mi, kadın kızının hayran olduğu bu Türk’ü bir kere bile görmemiş... O sene Prag’a gitmişti, Türk talebenin Berlin’den ayrılmış olduğunu, orada kızından öğrenmiş!..”

İstasyona gelmiştik. Kadın trene doğru yürüdü. Ben, sözü değiştirirsek bir daha aynı mevzua dönemeyeceğimden ve asıl istediklerimi öğrenemeyeceğimden korkuyordum. Onun için, sözüne devam etmesini büyük bir alakayla bekleyerek gözlerinin içine baktım.

Kadın, eşyasını vagona yerleştirmiş olan otel garsonunu savdıktan sonra, bana döndü, “Neden soruyorsunuz?” dedi. “Maria’yı pek az tanıdığınızı söylüyordunuz!”

“Evet... Fakat üzerimde çok kuvvetli bir tesir bırakmış olacak... Tablosu çok hoşuma gitmişti...”

“İyi bir ressamdı!”

İçimde birdenbire beliren, fakat mahiyetini anlayamadığım bir endişe ile sordum: “Ressamdı mı dediniz? Şimdi değil mi?”

Kadın, etrafına bakınarak, küçük kızı aradı, onun vagona girip oturmuş olduğunu görünce, başını bana doğru eğerek, “Tabii değil...” dedi. “Çünkü artık yaşamıyor!”

“Nasıl?”

Bu kelimenin ağzımdan bir ıslık gibi çıktığını duydum. Etrafımızdakiler dönüp baktılar ve kompartımandaki çocuk başını pencereden uzatarak hayretle beni süzdü.

Kadının gözleri dikkatle üzerimde dolaşıyordu.

“Niçin bu kadar şaşırdınız?” dedi. “Neden sarardınız? Pek az tanıdığınızı söylemiştiniz?”

“Ne de olsa” dedim, “hiç tahmin edilmeyen bir ölüm!”

“Evet... Ama yeni bir şey değil... Belki on sene oluyor...”

“On sene mi? İmkânı yok...”

Kadın beni tekrar süzdükten sonra, biraz kenara çekti.

“Görüyorum ki, Maria Puder’in ölümü sizi alakadar ediyor. Kısaca anlatayım bari” dedi. “Siz Türkiye’ye dönmek için pansiyondan ayrıldıktan iki hafta kadar sonra, biz de Herr Döppke ile beraber kalktık, Prag civarında bir çiftlik sahibi olan akrabalarımıza gittik. Orada bu Maria Puder’le annesine tesadüf ettik. Annesiyle aram pek iyi değildi, fakat orada bunun üzerinde durmadık. Maria pek zayıf ve halsizdi, Berlin’de ağır bir hastalık geçirdiğini söylüyordu. Bir müddet sonra, tekrar Berlin’e döndüler. Kız oldukça kendini toplamıştı. Biz de kalktık, kocamın asıl memleketi olan Doğu Prusya’ya gittik... Kışın Berlin’e geldiğimiz zaman Maria Puder’in teşrinievvel başlarında öldüğünü duyduk. Tabii dargınlığı filan unuttum ve hemen annesini aradım. Pek perişandı, adeta altmış yaşında gibi olmuştu. Halbuki o sırada ancak kırk beş-kırk altı yaşlarındaydı. Bize anlattığına göre, Prag’dan ayrıldıktan sonra Maria kendisinde bazı değişiklikler hissetmiş, doktora gitmiş, gebe olduğu anlaşılmış. Evvela bundan pek memnun olmuş, fakat annesinin bütün ısrarlarına rağmen çocuğun kimden olduğunu söylememiş. Hep, ‘Sonra öğreneceksin!’ dermiş ve yakında yapacağı bir seyahatten bahsedermiş. Gebeliğin sonlarına doğru sıhhati bozulmaya başlamış, doktorlar doğumu tehlikeli bulmuşlar, bir hayli ilerlemiş olan vaziyete rağmen müdahale etmek istemişler, Maria çocuğa dokunulmasına asla razı olmamış, sonra birdenbire fenalaşıvermiş ve hastaneye yatmış. Galiba albümin çokmuş... Evvelce geçirdiği hastalık da vücudunu sarsmış... Doğumdan evvel birkaç kere tamamıyla kendini kaybetmiş. Doktorlar müdahale ederek çocuğu almışlar ve yaşatmışlar; buna rağmen Maria’ya nöbetler gelmekte devam etmiş ve bir hafta sonra, koma halinde ölmüş. Hiçbir şey söyleyememiş. Öleceğini asla tahmin etmiyormuş. Kendini bildiği en son dakikalarda bile annesine, ‘Öğrendiğin zaman hayret edeceksin, fakat sonra sen de memnun olacaksın’ gibi anlaşılmaz şeyler söyler, bir türlü adamın ismini vermezmiş. Annesi, Prag’a gitmeden evvel kızının kendisine sık sık bir Türk’ten bahsettiğini hatırlıyor. Fakat ne yüzünü görmüş, ne ismini biliyor... Çocuk dört yaşına kadar hastanelerde ve bakımevlerinde kaldı, sonra büyükannesi yanına aldı. Biraz zayıf ve durgun bir kız; fakat pek sevimlidir... Siz öyle bulmuyor musunuz?”

Olduğum yere düşüverecekmişim gibi bir dermansızlık hissettim. Başım dönüyordu, buna rağmen dimdik ayakta duruyor ve gülüyordum. “Bu kız mı?” dedim ve başımla vagonun penceresini gösterdim.

“Evet... Şirin değil mi? O kadar iyi huylu ve sessizdir ki!.. Kim bilir büyükannesinin ne kadar göreceği gelmiştir!”

Kadın bunları söylerken, hep yüzüme bakıyordu. Gözlerinde adeta düşmanca diyebileceğim bir parıltı vardı.

Tren kalkmak üzereydi. Vagona atladı.

Biraz sonra her ikisi yan yana pencerede güründüler. Çocuk lakayt bir tebessümle istasyonu ve ara sıra beni seyrediyordu. İhtiyar ve şişman kadın beni bir türlü gözlerinin çemberinden bırakmıyordu.

Tren hareket etti. Onlara elimi salladım. Frau Döppke’nin haince güldüğünü fark ettim. Çocuk içeri çekilmişti...

Bütün bunlar, dün akşam oldu. Bu satırları yazdığım sırada aradan yirmi dört saatten biraz fazla bir zaman geçmiş bulunuyor.

Dün gece bir saniye bile uyuyamadım. Yatakta arkaüstü yatarak hep trendeki çocuğu düşündüm. Vagonun sarsıntılarıyla kımıldayan başını görür gibi oluyordum. Bol saçlı bir çocuk başı... Ne gözlerinin ne saçlarının rengini hatta ne de ismini biliyordum. Ona hiç dikkat etmemiştim. Yanı başımda, bir adım ötemde durduğu halde bir kere merakla yüzüne bakmamıştım. Ayrılırken elini bile sıkmamıştım. Hiçbir şey, aman yarabbi, kendi kızıma dair hiçbir şey bilmiyordum. Kadın muhakkak ki birçok şeyler sezmişti... Niçin bana o kadar hain bakmıştı? Herhalde bir şeyler tahmin etmişti... Ve kızı alıp gitti... Şimdi yoldalar... Tekerlekler bir raydan bir raya atlarken kızımın uyuyan başı hafifçe sarsılıyor...

Mütemadiyen onları düşünüyordum.

Fakat nihayet daha fazla dayanamadım ve kafamdan uzak tutmak istediğim hayal, yavaşça, sessiz sedasız gözlerimin önüne dikildi: Maria Puder, benim Kürk Mantolu Madonna’m, dudaklarının kenarındaki ince kıvrıntı ve siyah gözlerinin derin bakışlarıyla karşımda duruyordu. Yüzünde hiç dargınlık, sitem yoktu. Belki biraz hayret, fakat daha ziyade, alaka ve şefkatle bana bakıyordu. Halbuki bende onun bakışlarını karşılayacak cesaret yoktu. On sene, tam on sene, zavallı ruhumun bütün kırgınlığıyla, bir ölüye kızmış, bir ölüyü suçlu tutmuştum... Onun hatırasına bundan daha büyük bir hakaret yapılabilir miydi? Hayatımın temeli, gayesi, sebebi olan kimseden on sene, hiç tereddüt etmeden, haksızlık edebileceğimi hiç düşünmeden şüphelenmiştim. Onun hakkında en akla gelmeyecek şeyleri tasavvur etmiş ve bir an olsun durup da, belki de böyle yapmasının ve beni terk etmesinin bir sebebi vardır, dememiştim. Halbuki sebeplerin en büyüğü, en mukavemet edilmezi, ölüm varmış. Utancımdan deli olacaktım. Bir ölüye karşı duyulan hazin ve faydasız nedametle kıvranıyordum. Ömrümün sonuna kadar, diz çökerek, onun hatırasına karşı işlediğim cinayetin kefaretini vermeye çalışsam, bunda gene muvaffak olamayacağımı, insanların en günahsızına kabahatlerin en ağırını; seven bir kalbi yüzüstü bırakmak ihanetini yüklemenin, asla affedilmeyeceğini seziyordum.

Daha birkaç saat evvel, bende bir fotoğrafı bulunmadığı için, yüzünü hatırlayamadığımı zannetmiştim. Halbuki bu anda onu, hayattayken gördüğümden çok daha canlı, teferruatlı olarak görüyordum. Aynen tablodaki gibi biraz mahzun, biraz istiğnalıydı. Yüzü daha solgun, gözleri daha siyahtı. Alt dudağı bana doğru uzanıyor, ağzı “Ah, Raif!” demeye hazırlanıyordu. Her zamankinden daha çok yaşıyordu... Demek on sene evvel ölmüştü! Ben onu beklerken, evimi ona kabule hazırlarken ölmüştü. Hiç kimseye bir şey söylemeden, beni imkânsızlıklar içinde kıvrandırmamak, beni sıkıntıya sokmamak için, bütün sırrını beraber alarak ölmüştü.

On seneden beri ona karşı duyduğum hiddetin, etrafıma karşı kendimi aşılmaz bir duvar içine alışımın hakiki sebebini şimdi anlıyordum: On sene, hiç azalmayan bir
aşkla, onu sevmekte devam etmiştim. İçime ondan başka hiçbir kimsenin girmesine müsaade etmemiştim. Fakat şimdi onu her zamandan ziyade seviyordum. Karşımdaki hayale kollarımı uzatıyor, ellerini tekrar avuçlarıma alıp ısıtmak istiyordum. Onunla beraber geçen hayatımız, o dört-beş aylık zaman, bütün teferruatıyla gözlerimin önündeydi. Her noktayı, aramızda konuşulan her kelimeyi hatırlıyordum. Sergide resmini görmekten başlayarak, Atlantik’te şarkısını dinleyişimi, yanıma sokulmasını, nebatat bahçesi gezintilerini, odasında karşı karşıya oturuşlarımızı, hastalığını birer kere daha yaşıyordum. Bir hayatı baştan aşağı dolduracak kadar zengin olan hatıralar, böyle kısa bir zamana sıkıştırıldıkları için hakikattekinden daha canlı, daha tesirliydiler. Bunlar bana, on seneden beri bir an bile yaşamamış olduğumu; bütün hareketlerimin, düşüncelerimin, hislerimin benden uzak bir yabancıya aitmiş kadar benden uzak olduğunu gösteriyordu. Asıl “ben”, otuz beş seneye yaklaşan ömrümde, ancak üç-dört ay kadar yaşamış, sonra, benimle alakası olmayan manasız bir hüviyetin derinliklerine gömülüp kalmıştım.

Dün akşam, yatakta Maria ile karşı karşıyayken anladım ki, benimle münasebeti olmayan bu vücudu, bu kafayı taşımak, bundan sonra bana daha güç gelecektir. Bunları bir yabancıyı besler gibi doyuracağım, oradan oraya sürükleyeceğim ve daima merhamet ve istihfafla seyredeceğim. Gene dün akşam anladım ki, hayatımdan o kadın çıktıktan sonra, her şey hakikiliğini kaybetmiş; ben onunla beraber, belki de daha evvel ölmüşüm.

Ev halkı bugün erkenden, hep beraber gezmeye gittiler. Ben keyifsizliğimi bahane ederek evde kaldım.

Sabahtan beri bunları yazıyorum. Ortalık kararmaya başladı. Hâlâ gelmediler. Fakat birazdan gülüşüp bağrışarak sökün ederler. Benim bunlarla münasebetim nedir? Aradaki bütün bağlar, ruhlar beraber olmadıktan sonra, ne ifade ederler? Senelerden beri hiç kimseye bir tek kelime söylemedim. Halbuki konuşmaya ne kadar muhtacım. Her şeyi içinde boğmaya mecbur olmak, diri diri mezara kapanmaktan başka nedir? Ah Maria, niçin seninle bir pencere kenarında oturup konuşamıyoruz? Niçin rüzgârlı sonbahar akşamlarında, sessizce yan yana yürüyerek ruhlarımızın konuştuğunu dinleyemiyoruz? Niçin yanımda değilsin?

On seneden beri belki boşuna yere herkesten kaçmışım, insanlara inanmamakta haksızlık etmişim. Aramış olsaydım, belki senin gibi birini bulabilirdim. Her şeyi o zaman öğrenmiş olsaydım, belki zamanla alışır, seni başkalarında bulmaya gayret ederdim. Ama bundan sonra her şey bitti. Asıl büyük ve affedilmez haksızlığı sana karşı yaptıktan sonra, hiçbir şeyi düzeltmek istemiyorum. Senin hakkında verdiğim yanlış bir hükme dayanarak bütün insanları suçlu tuttum; onlardan kaçtım. Bugün hakikati anlıyorum; fakat nefesimi ebedi bir yalnızlığa mahkûm etmeye mecburum. Hayat ancak bir kere oynanan bir kumardır, ben onu kaybettim. İkinci defa oynayamam... Artık benim için eskisinden beter bir hayat başlayacak. Gene makine gibi akşamüzerleri alışveriş edeceğim. Kim ve ne olduklarını merak etmediğim insanlarla görüşüp onların sözlerini dinleyeceğim. Hayatımın başka türlü olmasına imkân var mıydı? Zannetmem. Tesadüf seni önüme çıkarmasaydı, gene aynı şekilde, fakat her şeyden habersiz, yaşayıp gidecektim. Sen bana, dünyada başka türlü bir hayatın da mevcut olduğunu, benim bir de ruhum bulunduğunu öğrettin. Bunu sonuna kadar götüremediysen, kabahat senin değil... Bana hakikaten yaşamak imkânını verdiğin birkaç ay için sana teşekkür ederim. Böyle birkaç ay, birkaç ömür kıymetinde değil midir?.. Vücudunun bir parçası olarak geride bıraktığın çocuk, bizim kızımız, yeryüzünde bir babası bulunduğundan habersiz, uzak yerlerde dolaşıp duracak... Yollarımız bir kere karşılaştı. Fakat ona dair hiçbir şey bilmiyorum. Ne ismini ne bulunduğu yeri. Buna rağmen hayalimde onu daima takip edeceğim. Kafamda ona bir hayat seyri icap edip yanında yürüyeceğim. Onun nasıl büyüdüğünü, nasıl mektebe gittiğini, nasıl güldüğünü ve nasıl düşündüğünü tasavvur ederek bundan sonraki senelerimin yalnızlığını doldurmaya çalışacağım. Dışarıda gürültüler oluyor. Herhalde bizimkiler döndüler. Hep yazmak istiyorum. Ama ne lüzumu var? Bu kadar yazdım da ne oldu? Bizim kıza yarın başka bir defter almalı ve bunu kaldırıp saklamalı. Her şeyi, her şeyi, bilhassa ruhumu hiç bulunmayacak yerlere saklamalı...

Loading...
0%