Yeni Üyelik
7.
Bölüm

7. Bölüm

@sabahattinali

Kadının buraya girdiğini anladım ve tereddüt etmeden adama sokuldum.

“Biraz evvel önümde yürüyen kürk mantolu kadın buraya mı girdi?”

Kapıcı bir kere daha eğilerek: “Evet!” dedi.

Yüzünde pek manalı bir tebessüm vardı. Zihnimden birdenbire, bu kadının buranın daimi müşterilerinden biri olması ihtimali geçti. Her akşam aynı saatte gelişi bunu gösteriyordu. Derin ve rahat bir nefes alarak paltomu çıkardım ve salona girdim. İçerisi kalabalıktı. Ortada, çukurda, yuvarlak bir dans yeri, karşıda bir orkestra, kenarlarda yüksek ve kuytu localar vardı. Bunların yarısından çoğunun perdeleri kapalıydı, içerdeki çift ara sıra dans etmek için meydana çıkıyor, sonra tekrar localarına girerek perdelerini çekiyordu. Henüz kimse tarafından tutulmamış olduğu anlaşılan bir tanesine gidip oturdum. Bir bira söyledim. Çarpıntım geçmişti. Hiç acele etmeyen gözlerle etrafıma baktım. Onu, kürk mantolu kadını, haftalardan beri uykumu kaçıran insanı, yanında yaşlı veya genç bir hovarda ile bu masalardan birinde bulacağımı ve bu kadar büyük bir ehemmiyet, bu kadar derin bir mana verdiğim kadının nefsini nasıl pazara çıkardığını görünce boş hülyalarımdan kurtulacağımı ümit ediyordum. Dans mahallinin etrafındaki masalarda yoktu. Herhalde localardan birine girmişti. Acı acı güldüğümü hissettim. İnsanlara olduklarından başka gözlerle bakmakta ısrar edişime içerliyordum. Yirmi dört yaşına geldiğim halde hâlâ çocukluğumun saflığından kurtulamamıştım. Basit, hatta belki de hiç güzel olmayan bir resim bende ne müfrit intibalar bırakmış ne geniş ümitler doğurmuştu. O soluk insan yüzüne kitaplar dolduracak kadar çok manalar vermiş, onda, hakikatte asla mevcut olmayan vasıflar bulmuştum. Halbuki o, birçok genç kadınlar gibi, böyle eğlence yerlerinde adi zevkler peşinde koşuyordu. Benim o kadar hürmetle seyrettiğim yabankedisi kürkü de, herhalde buralardaki hizmetlerinin bedeliydi.

Perdeleri kapalı duran locaları sıra ile göz hapsine alarak içindekileri tanımaya karar verdim, yarım saat sonra bu mahrem köşelerin ateşli çiftlerini tamamen bellemiştim. Kürk mantolu kadının bunlardan birinde olmadığı muhakkaktı. Herkesin merakını uyandırmayı da göze alarak, perdeler açılıp kapandıkça, dikkatle içeri bakıyordum. Hiçbirinde
tek veya çift olarak oturan ve dansa çıkmayan kimse yoktu. Tekrar üzüntülü bir tereddüde düştüm. Acaba bu akşam da yanlış mı görmüştüm? Öyle bir kürkü, Berlin’de yalnız bir kadın giymiyordu ya? Zaten yüzünü de görmemiştim. Bir akşam evvel sarhoş halimde, alaycı bir tebessümle bana gözlerini diken bir kadını yürüyüşünden tanımama imkân var mıydı? Bakalım dün akşam onu sahiden görmüş müydüm? Yoksa her şey, bu sabahtan beri tefsir ettiğim gibi bir hayalden mi ibaretti? Kendimden korkmaya başladım. Bana ne oluyordu? Bir tablonun bu kadar tesiri altında kalmak... Sonra oradaki kadının gece vakti karşıma çıktığını zannetmek, sonra ayak seslerine ve kürküne göre hüküm vererek rasgele bir kadının peşine düşmek... Hemen çıkıp gitmekten ve kendimi sıkı bir kontrol altına almaktan başka çare yoktu.

Salon birdenbire karardı. Yalnız orkestranın bulunduğu yerde hafif bir ışık vardı. Dans edilen yer boşalmıştı. Biraz sonra ağır bir müzik başladı. Sazların arkasından doğru ince bir keman sesi duyuldu. Ses yavaş yavaş yaklaşıyordu. Beyaz ve çok dekolte bir tuvalet giymiş olan genç bir kadın, keman çalmakta devam ederek aşağıya indi. Gayet alçak, fakat erkek sesine yakın bir alto ile o zamanın modası olan şarkılardan birini söylemeye başladı. Bir projektör, yerde yumurta şeklinde bir daire çizerek, sanatkârı aydınlatıyordu. Derhal tanıdım. Artık bütün tereddütlerim, bin bir türlü manasız tahminlerim uçup gitmişti. İçimi tekrar bir burkulma sardı. Onun burada, etrafına bu kadar yalandan tebessümler saçmaya, bu kadar istemeden şuh cilveler yapmaya mecbur kalarak çalışması bana pek hazin geldi. Resimde gördüğüm kadını her vaziyette, hatta kucaktan kucağa dolaşırken tasavvur etmek mümkündü. Fakat onu böyle göreceğimi aklıma getirmezdim. Bu halinde, zihnimde yaşattığım mağrur, müstağni, kuvvetli iradeli kadınla kıyas edilmeyecek kadar sarih bir zavallılık vardı.

“Onu demin zannettiğim gibi erkeklerle beraber, sarhoş olup içer, dans eder ve öpüşürken görsem daha iyiydi!” diye düşündüm. Çünkü bunları ne de olsa isteyerek yapacaktı. Kendini unutarak, kapıp koyvererek yapacaktı. Fakat şimdi yapmakta olduğu bu işi asla istemediği meydandaydı. Keman çalışında hiçbir fevkaladelik yoktu ve sesi ancak kendiliğinden güzel, daha doğrusu tesirliydi. Sarhoş bir oğlan çocuğunun ağzından dökülür gibi, şikâyetle titreyen şarkılar söylüyordu. Yüzünde yama gibi duran gülümseme, ortadan kaybolmak için küçük bir fırsat bekliyor gibiydi, nitekim masalardan birine eğilip müşterilere doğru baygın birkaç nağme fırlattıktan sonra diğer masaya giderken çehresi bir an için ciddileşiyor, aynen resminde gördüğüm ifadeyi alıyordu. Dünyada bana hiçbir şey, tabiattan melül bir insanın zorla gülmeye çalışması kadar acı gelmemiştir. Yaklaştığı masalardan birinde oturan genç ve sarhoş bir erkek yavaşça iskemlesinden kalkarak onu çıplak sırtından öptü. Kadının yüzünden, yılan sokmuş gibi bir buruşma ve vücudundan buz gibi bir ürperme geçti, fakat bu pek kısa, belki bir saniyenin dörtte birinden daha az bir zaman sürdü. Sonra doğrulup gülümseyerek erkeğe baktığını ve gözleriyle adeta: “Oh, ne iyi yaptınız!” demeye çalıştığını ve yanındakinin bu hareketine sinirlenmiş görünen, erkeğin masa arkadaşı kadına gözlerini çevirerek, “Hoş görün efendim, erkekler bize karşı böyle şeyleri yapmakta serbesttirler” demek isteyen bir ifade ile başını salladığını gördüm.

Her şarkıdan sonra birkaç alkış duyuluyor ve kadın başıyla orkestraya başka bir şey çalmasını işaret ediyordu. Sonra aynı kaim ve şikâyet dolu sesiyle diğer bir şarkıya başlıyor, beyaz eteklerinin altından kaybolan ayaklarını parkelerin üzerinde sürüyerek masadan masaya ilerliyor ve birbirinin boynuna sarılmış duran sarhoş çiftlerin başucunda veya içinde neler olup bittiği görülmeyen locaların kapalı perdeleri önünde, başını kemana yaslayarak, pek usta olmayan parmaklarını tellerde dolaştırıyordu. Benim masama yaklaştığını görünce büyük bir telaşa düştüm. Ona nasıl bakacağımı, ne yapacağımı bilmiyordum. Sonra bu halime güldüm. Dün gece yarısı karanlık bir sokakta gördüğü bir adamı tanımasına imkân var mıydı? Ben onun için herhangi bir delikanlıdan, buraya eğlenmeye ve eğlence arkadaşı bulmaya gelmiş bir müşteriden başka ne olabilirdim ki? Buna rağmen başımı önüme eğmiştim. Onun, yerde sürünmekten uçları tozlanmış eteğini ve bunun altından burnu bir parça dışarı çıkan beyaz, dekolte iskarpinini gördüm. Çorapsızdı. Ayağının üst tarafında, parmaklarının başladığı yerde, projektörün donuk beyaz ışığına rağmen pembeliği belli olan, bir parmak eninde küçük bir kısım vardı. Gözlerim buraya ilişince bütün vücudunu çıplak görmüş gibi bir ürperme ve hicap ile gözlerimi yukarı kaldırdım. Dikkatle bana bakıyordu. Şarkı söylemiyor, yalnız keman çalıyordu. Yüzünde o eğreti gülümseme yoktu. Bakışlarımız karşılaşınca gözleriyle beni dostça selamladı. Evet, hiç mübalağaya kaçmadan, hiç sırıtmadan, eski bir dost gibi beni selamladı. Bunu sadece gözlerini bir kere açıp kapamakla, fakat yanılmama imkân vermeyecek kadar sarih bir şekilde yaptı. Sonra güldü. Bütün yüzüne yayılan, açık, temiz, yalansız bir gülüşle güldü. Eski bir dosta güler gibi güldü... Bir müddet çaldıktan ve beni bir kere daha, bu sefer gözleri ve başıyla selamladıktan sonra başka masalara gitti.

Yerimden fırlayarak boynuna sarılmak ve onu ağlaya ağlaya öpmek için müthiş bir arzu duydum. Hayatımda hiç bu kadar mesut olduğumu, içimin bu kadar genişlediğini hatırlamıyordum. Bir insanın diğer bir insanı, hemen hemen hiçbir şey yapmadan, bu kadar mesut etmesi nasıl mümkün oluyordu? Ahbapça bir selam ve temiz bir gülüş... Ve ben bu anda başka hiçbir şey istemiyordum. Dünyanın en zengin adamıydım. Gözlerimle onu takip ederek mırıldanıyordum: “Sana teşekkür ederim... Teşekkür ederim...” Ve sergideki resmi seyrederken düşündüklerimin doğru çıktığını görmekle memnun oluyordum. O aynen benim tasavvur ettiğim gibiydi. Başka türlü olsa bana öyle tanıdık gözlerle bakar, selam verir miydi? Bir aralık içimden cız diye bir şüphe geçti. Acaba beni birine mi benzetti, dedim. Yoksa dün akşam sokakta kepaze bir halde gördüğü bu çehre kendisine yabancı gelmediği ve beni nereden tanıdığını da bir türlü hatırlayamadığı için ihtiyata riayet olsun diye mi selamladı? Fakat yüzünde en küçük bir tereddüt, hafızasını araştırdığına delalet edecek bir dalgınlık yoktu. Tam bir emniyetle gözlerimin içine bakmış, sonra gülmüştü. Ne olursa olsun onun bana bu yakınlığı göstermesi beni dünyanın en bahtiyar insanı haline getirmeye yetiyordu. Yüzümde, hayatlarından memnun insanların o küstah ve rahat gülüşüyle masamda oturuyor, önüme, etrafıma ve şimdi salonun öteki başına gitmiş olan genç kadına bakıyordum.

Koyu renkli, dalgalı ve kısa saçları ensesine dökülmüştü. Çıplak kolları hareket ettikçe beli hafifçe sağa sola bükülüyor, sırtında ince adale kıpırdamaları oluyordu. Son şarkısını söyledikten sonra hızlı adımlarla orkestranın arkasında kayboldu, ışıklar tekrar yandı. Ben saadetimin
neşesi içinde, hiçbir şey düşünmeden bir müddet durdum. Sonra, “Şimdi ne yapmalı?” diye kendi kendime sordum. Hemen dışarı çıkıp kapının önünde onu beklemeli miydim? Ne maksatla? Onunla bir kelime bile konuşmadığım halde, yolunu bekleyip, “Size evinize kadar refakat edebilir miyim?” dersem hakkımda ne hüküm verirdi? Bana bir parça alaka göstermesine böyle en beylik bir zampara cümlesiyle mi mukabele edecektim? En kibar hareketin, hemen çıkıp gitmek ve yarın akşam gene gelmek olduğuna hükmettim. Yavaş yavaş ahbaplığı ilerletirdim... Bir gece için bu kadarı çoktu bile. Zaten küçüklüğümden beri saadeti israf etmekten korkar, bir kısmını ilerisi için saklamak isterdim... Bu hal gerçi birçok fırsatları kaçırmama sebep olurdu, fakat fazlasını isteyerek talihimi ürkütmekten her zaman çekinirdim.

Garsonu çağırmak için etrafıma bakındım. Gözlerim orkestranın arasından geçerek salona doğru gelen kadına ilişti. Elinde kemanı yoktu. Hızlı hızlı yürüyordu. Benim bulunduğum tarafa yaklaştığını görünce etrafıma bakındım... Bana, benim masama geliyordu. Biraz evvelki gibi ahbapça gülüyordu.

Önümde durdu ve elini uzatarak, “Nasılsınız?” dedi.

Ancak bu anda şaşkınlığımdan bir parça kurtuldum ve ayağa kalkmayı akıl ettim. “Teşekkür ederim... İyiyim.”

Karşımdaki iskemleye oturdu. Yanaklarına dökülen saçlarını geri atmak için başını silkti, sonra gözlerini bana dikerek, “Bana dargınsınız galiba?” dedi.

Büsbütün şaşırdım. Ne demek istediğini anlayamadığım için, aklıma bir sürü münasebetsiz ihtimaller geliyordu.

“Hayır” dedim. “Ne münasebet!”

Sesi hiç yabancı değildi. Yüzünün her hattını ezbere bilişim, hatta onda, hakikatte mevcut olandan çok daha fazla manalar buluşum tabiiydi. Resmini günlerce seyrederek kafama nakşetmiş, sonra bu tasviri, Madonna tablosuyla adamakıllı ikmal etmiştim. Fakat sesi... Bunu herhalde bir yerde duymuş olacaktım. Belki çok uzak zamanlarda, çocukluğumda. Belki de sadece hayalimde. Bunları düşünmekten kurtulmak için bir hareket yaptım. Mademki o karşımdaydı ve benimle konuşuyordu, artık başka şeylerle meşgul olmak lüzumsuz ve manasızdı.

Kadın tekrar sordu: “Demek dargın değilsiniz... Peki ama niçin bir daha hiç gelmediniz?”

Eyvah! Beni hakikaten başka birine benzetmişti... “Beni nereden tanıyorsunuz?” diye sormak için dudaklarımı kımıldattım. Pek de dürüst olmayan bir düşünce ile bundan vazgeçtim. Ya bu sualim üzerine yanıldığını anlar, kısa bir itizar ile kalkıp giderse? Bu harikulade güzel rüya ne kadar çok devam ederse o kadar iyiydi. Onu kesmeye, yarım bırakmaya, hakikat pahasına da olsa uyanmaya hakkım yoktu.

Kadın benim cevap vermediğimi görünce başka bir suale geçti: “Annenizden mektup alıyor musunuz?”

Bir saniyeden daha az süren müthiş bir şaşkınlıktan sonra iskemleden fırladım. Onun ellerini yakalayarak, “Ah yarabbi, o sizdiniz ha?” diye bağırdım. Her şeyi anlamıştım. Bu sesi nereden tanıdığımı hatırlıyordum.

Kadın berrak bir kahkaha attı. “Çok acayip bir çocuksunuz!” dedi.

Bu kahkahayı da hatırladım. Sergide o resmin karşısında dalgın dalgın otururken yanıma gelip bu resimde ne bulduğumu soran, “Anneme benziyor!” dediğim zaman, “Sizde annenizin resmi yok mu?” diyerek kahkahayla gülen kadın buydu... Onu o zaman nasıl olup da tanıyamadığımı bir türlü anlamıyordum. Tablo, aslını görmek kudretini gözlerimden alacak kadar mı beni sarmıştı?

“Fakat siz, o zaman hiç o resme benzemiyordunuz!” diye mırıldandım.

“Nereden biliyorsunuz?” dedi. “Yüzüme bakmadınız ki!”

“Hayır, zannetmem... Nasıl olur?”

“Evet, birkaç kere baktınız. Ama nasıl? Sanki görmemek için...” Sonra, hâlâ avuçlarımın içinde duran ellerini çekerek, “Arkadaşlarımın yanına döndüğüm zaman, beni tanımadığınızı söylemedim” dedi. “Yoksa size çok gülerlerdi.”

“Teşekkür ederim!”

Biraz düşündü, gözlerinden bir bulut geçti, birdenbire ciddileşerek, “E, hâlâ öyle bir anneniz olmasını istiyor musunuz?” dedi.

İlk anda hatırlamayarak durdum. Sonra süratle cevap verdim: “Tabii... Tabii... Hem nasıl!”

“O zaman da aynen böyle söylemiştiniz!”

“Belki...”

Tekrar güldü. “Fakat ben sizin anneniz olabilir miyim?”

“O, hayır, hayır!”

“Belki ablanız!”

“Kaç yaşındasınız?”

“Böyle şey sorulur mu? Ama neyse, yirmi altı... Siz?”

“Yirmi dört!”

“Gördünüz mü? Ablanız olabilirim!”

“Evet...”

Bir müddet sustuk... Kafamın içinde ona söylenecek uçsuz bucaksız şeyler bulunduğunu hissediyordum, senelerce
söylense bitmeyecek şeyler... Fakat hiçbiri şu anda aklıma gelmiyordu. O da, bir şey demeden önüne bakıyordu. Sağ dirseğini masaya dayamıştı. Eli, beyaz örtünün üzerine şöylece bırakılıvermişti. Küçük, uçlara doğru sivrilen ve kemiklerinin gayet ince olduğu hissini veren parmakları vardı ve bunların ucu, üşümüş gibi, kırmızıydı. Biraz evvel avcumda tuttuğum ellerinin hakikaten soğuk olduğunu hatırladım.

Aklımca bundan istifade etmek isteyerek, “Elleriniz ne kadar soğuktu!” dedim.

Tereddütsüz cevap verdi: “Isıtın!”

Ve her ikisini birden uzattı. Yüzüne baktım. Gözleri hâkim ve iradeliydi. İlk defa konuştuğu bir adama ellerini terk etmekte hiçbir fevkaladelik bulmuyor gibiydi. Acaba? Hep aynı münasebetsiz ihtimaller aklıma geliyordu.

Bir şeyler söyleyerek bunları kafamdan uzaklaştırmak için, “Sizi sergide tanıyamamakta bir parça da mazurdum!” dedim. “O kadar neşeli, hatta alaycıydınız ki... Sonra, nasıl söyleyeyim, her haliniz tablodakinin aksineydi... Saçlarınız kısa... eteğiniz de kısa ve elbiseniz daracıktı... Adeta koşar gibi, hoplar gibi yürüyordunuz... Sizi, münekkitlerin ‘Madonna’ dedikleri o ağırbaşlı, düşünceli, hatta biraz da kederli tabloya benzetmek herhalde güç bir şeydi... Ama hayret ediyorum... Demek çok dalgınmışım!”

“Evet, çok... Sizi sergiye ilk geldiğiniz günden beri hatırlıyorum. Canınız sıkılmış gibi dolaşırken birdenbire benim portremin önünde durdunuz... Öyle garip bir dikkatle bakmaya başladınız ki, gelip geçenlerin bile tuhafına gitti. Ben de ilk anda resmi bir tanıdığınıza benzettiğinizi zannetmiştim. Sonra her gün gelmeye başladınız... Kolayca anlayabileceğiniz bir meraka düştüm. Birkaç kere yanınıza sokularak tabloyu sizinle beraber, adeta baş başa seyrettim. Siz hiçbir şeyin farkında değildiniz, gözlerinizi ara sıra, rahatınızı bozan bu seyirciye çevirdiğiniz halde tanımıyordunuz. Bu dalgınlığınızda garip bir cazibe vardı... Söylediğim gibi merak da ediyordum. Nihayet yanınıza sokulup konuşmaya karar verdim. Diğer ressam arkadaşlar da sizi merak ediyorlardı. Onlar da ısrar ettiler... Fakat keşke yapmasaydım... Sizi tamamen kaybettik. Bir daha sergiye gelmediniz...”

“Benimle eğleneceklerini zannetmiştim!” dedim. Fakat derhal pişman oldum. Bu sözümden alınabilirdi.

Halbuki o, “Evet, hakkınız var” diye cevap verdi.

Sonra, bir şey arıyormuş gibi gözlerini yüzümde gezdirerek, “Berlin’de yalnızsınız değil mi?” dedi.

“Ne gibi?”

“Yani... Yalnız işte... Kimsesiz... Ruhen yalnız... Nasıl söyleyeyim... Öyle bir haliniz var ki...”

“Anlıyorum, anlıyorum... Tamamen yalnızım... Ama Ber­lin’de değil... Bütün dünyada yalnızım... Küçükten beri...”

“Ben de yalnızım...” dedi. Bu sefer benim ellerimi kendi avuçlarının içine alarak, “Boğulacak kadar yalnızım...” diye devam etti, “hasta bir köpek kadar yalnız...” Parmaklarımı adamakıllı sıkarak biraz yukarı kaldırdı ve sonra masanın üstüne vurdu: “Sizinle arkadaş olabiliriz” dedi. “Siz beni yeni tanıyorsunuz, fakat ben sizi on beş-yirmi gün tetkik ettim... Herkese benzemeyen bir haliniz var. Evet, sizinle gayet iyi arkadaş olabiliriz.”

Garip garip yüzüne baktım. Ne demek istiyordu? Bir kadın, bir erkeğe bu şekilde ne teklif edebilirdi? Hiçbir şey bilmiyordum. Hiç tecrübem yoktu ve insanları hiç tanımıyordum. O bunu fark etmişti. Yüzünde, fazla ileri gitmiş olmaktan, yanlış anlaşılmaktan korkan bir insanın endişesiyle, “Sakın siz de başka erkekler gibi düşünmeyin...” dedi.

“Sözlerime başka manalar vermeye kalkmayın. Ben hep böyle apaçık konuşurum... Bir erkek gibi... Zaten birçok taraflarım erkeklere benzer... Belki de bunun için yalnızım...” Beni baştan aşağı uzun zaman süzdü. Birdenbire, “Sizde de biraz kadınlık var” dedi. “Şimdi farkına varıyorum... Belki de bunun için ilk gördüğüm andan itibaren sizde hoşuma giden bir şey bulduğuma hükmettim... Sizde genç kızlara mahsus bir hal var...” Annemden ve babamdan çok dinlediğim bu lafı böyle ilk defa konuştuğum bir insandan duymak beni şaşırttı ve üzdü... O sözüne devam ederek, “Dün akşamki halinizi unutamayacağım!” dedi. “Bütün gece aklıma geldikçe güldüm... Namusunu müdafaa etmek isteyen masum bir genç kız gibi çırpınıyordunuz. Halbuki Frau van Tiedemann’dan kurtulmak pek kolay değildir.”

Hayretle gözlerimi açarak, “Tanıyor musunuz?” dedim.

“Nasıl tanımam, akrabamdır! Dayımın kızı... Ama şimdi dargınız... Ben değil... Annem görüşmek istemiyor, bu halleri yüzünden... Kocası avukattı. Umumi Harp’te öldü. Şimdi, annemin tabiriyle, ‘uygunsuz’ bir hayat sürüyor... Ama bize ne? Dün akşam ne oldu? Kurtulabildiniz mi? Nereden tanışıyorsunuz?”

“Aynı pansiyonda oturuyoruz. Dün akşam bir tesadüf sayesinde yakamı kurtardım. Bizim pansiyonda dayızadenizle yakından alakadar olan bir Herr Döppke var, onunla karşılaştık.”

“Evlenseler bari.”

Bu cümle ile bahsi kapatmak istediğini anladım. Bir müddet sustuk, ikimiz de belli etmeden birbirimizi tetkik etmek istiyor ve bu sırada gözlerimiz karşılaşıverince, “gördüklerimden memnunum” demek isteyen tasvipkâr bir gülümseme ile bakışmakta devam ediyorduk.

Loading...
0%