Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8. Bölüm

@sabahattinali

Sükûtu ilk bozan ben oldum: “Demek bir anneniz var?”

“Sizin gibi!”

Manasız bir şey sormuş gibi sıkıldım. O bunu fark ederek sözü değiştirdi: “Sizi burada ilk defa görüyorum!”

“Evet, böyle yerlere hiç gelmemiştim... Yalnız bu akşam...”

“Bu akşam?”

Bütün cesaretimi toplayarak, “Sizin arkanızdan geldim” dedim.

Biraz şaşırdı… “Kapıya kadar peşimden gelen siz miydiniz?”

“Evet. Demek farkına vardınız.”

“Tabii... Bir kadın böyle şeylerin farkına varmaz olur mu?”

“Fakat arkanıza bakmadınız!”

“Hiçbir zaman dönüp bakmam...” Bir müddet sustu. Bir şeyler düşündü, sonra çapkınca bir gülüşle, “Bu da benim bir nevi eğlencemdir” dedi. “Sokakta birisinin arkamdan geldiğini hissettim mi bütün tecessüsümü yenerek, başımı çevirmemekte ısrar ederim ve bu sırada kafamdan birçok ihtimaller geçiririm: Peşimdeki genç olabilir, ihtiyar ve çökmüş bir kadın avcısı olabilir, zengin bir prens, fakir bir talebe, hatta sarhoş bir serseri de olabilir. Adımlarının çıkardığı sesten kim olduğunu tayin etmeye çalışırım ve bu şekilde, nasıl geldiğimi anlamadan yol bitiverir... Demek bu akşam sizdiniz ha? Halbuki ben mütereddit adımlarınızdan yaşlı ve evli bir adam zannetmiştim.” Birdenbire gözlerimin içine bakarak, “Yolumu mu beklediniz?” dedi.

“Evet.”

“Bu akşam da aynı yerden geçeceğimi nasıl tahmin ettiniz? Burada çalıştığımı biliyor muydunuz?”

“Hayır, fakat ne bileyim... belki, dedim... Hatta belki de demedim, farkında olmadan aynı saatte kendimi orada buldum... Sonra, siz geçerken, beni görürsünüz diye korkumdan bir kapı aralığına saklandım.”

“Haydi gidelim... Yolda konuşuruz...” Benim şaşkınlığımı görünce sordu: “Beni evime kadar götürmek istemez misiniz?” Derhal yerimden fırladım. Bu hareketim onu güldürdü. “Acele etmeyin, dostum” dedi. “Daha gidip elbisemi değiştireceğim. Siz, beş dakika sonra kapının önünde beni bekleyin.” Çabucak kalktı. Sağ eliyle eteğini toplayarak hızlı adımlarla orkestranın arkasında kayboldu. Giderken gene yüzüme bakmış, o harikulade gözlerini kırk yıllık bir dost gibi kırparak beni selamlamıştı.

Garsonu çağırıp hesap gördüm. Birdenbire açılmış, cesaretlenmiştim. Uzun yapraklı bir defterin üzerine birkaç rakam yazan adamın yüzüne, “Saadetimi fark etmiyor musun a sersem!” der gibi dik dik bakıyor, henüz salonu terk etmemiş olan müşterileri, hatta orkestrayı, gülerek selamlamak için kuvvetli bir arzu duyuyordum, içimde birdenbire bütün insanlarla sarmaş dolaş olmak, uzun yıllar birbirinden ayrı kaldıktan sonra nihayet kavuşan dostlar gibi coşkun bir muhabbetle herkesi öpmek arzusu vardı. Yerimden kalktım. Geniş, rahat, kendinden emin adımlarla yürüdüm ve birkaç ayak merdiveni bir defada atlayarak gardıroba gittim. Böyle hovardalıklar hiç âdetim olmadığı halde, paltomu veren kadına bir mark bıraktım.

Kapının önünde derin bir nefes alarak etrafıma bakındım. Tepemdeki Atlantik yazısı sönmüş, deniz dalgaları
görünmez olmuştu. Gökyüzü açıktı ve garpta, ufka yaklaşmış bulunan ince bir hilal vardı.

Arkamda yavaş bir ses, “Çok beklediniz mi?” dedi.

“Hayır... Şimdi çıktım” diye cevap verdim ve döndüm.

O, karşımda duruyor, bir karar vermeden düşünen insanlar gibi gözlerini kırpıştırıyordu. Nihayet dudaklarını hafifçe kıpırdatarak, “Siz sahiden iyi bir insana benziyorsunuz!” dedi.

Bütün cesaretim, serbestliğim, o gelir gelmez uçup gitmişti, içimden, ona teşekkür etmek, ellerine sarılarak öpmek arzusu geçtiği halde, ancak duyulur duyulmaz bir sesle “Bilmem!” diyebildim.

Kadın, gayet serbest bir tavırla kolumu yakaladı, öteki eliyle çenemi tuttu, küçük bir çocuğu okşarmış gibi yumuşak bir sesle, “Oo, siz sahiden bir genç kız gibi mahcupsunuz!” dedi.

Yüzüm tutuşarak önüme baktım. Bir kadının bana bu kadar pervasız muamele edişinden adamakıllı sıkılıyordum. Neyse ki o da ileri gitmedi. Evvela çenemi bıraktı, sonra kolumu tutan eli yavaşça yanına düştü. Gözlerimi kaldırınca hayret içinde kaldım. Karşımdakinin yüzünde de müthiş bir şaşkınlık, hatta bir utanma vardı. Boynundan yanaklarına doğru bir kırmızılık yayılıyordu. Gözleri yarı kapalıydı ve bana bakmaktan çekiniyordu. Aklımdan derhal bir sual geçti: “Neden böyle yapıyor? Kendisinin böyle bir kadın olmadığı muhakkak... Fakat neden böyle yapıyor?”

Düşüncelerimi tahmin etmiş gibi, “Ben böyleyim işte!” dedi. “Ben garip bir kadınım... Benimle ahbaplık etmek isterseniz birçok şeylere tahammüle mecbur kalacaksınız... Çok manasız kaprislerim, birbirine uymaz saatlerim vardır... Hülasa arkadaş olduğum kimseler için pek müziç ve anlaşılmaz
bir mahlukum...” Sonra kendini bu kadar fenaladığına kızmış gibi keskin, adeta kaba bir sesle ilave etti: “Ama keyfiniz isterse. Kimseye ihtiyacım yok. Kimseye minnettar olmak, kimsenin dostluğunu, lütfunu istemek niyetinde değilim... İsterseniz...”

Ben hep aynı yavaş ve korkak sesimle, “Sizi anlamaya çalışacağım...” dedim.

Birkaç adım yürüdük. Yavaşça koluma girdi ve gayet basit şeylerden bahsedermiş gibi renksiz bir sesle konuşmaya başladı: “Demek beni anlamaya çalışacaksın? Fena fikir değil... Fakat bana öyle geliyor ki, boşuna emek… Yalnız bazen iyi bir arkadaş olabileceğimi zannediyorum... Zaman gösterecek... Ufak tefek kavgalar edersem ehemmiyeti yok. Aldırmazsınız.” Yolun ortasında durdu, sağ elinin şahadetparmağını, bir çocuğa uslu durmasını tembih eder gibi, kaldırıp salladı: “Şuna dikkat edin ki, benden herhangi bir şey istediğiniz gün her şey bitmiş demektir. Hiçbir şey, anlıyor musunuz, hiçbir şey istemeyeceksiniz...” Sonra meçhul bir düşmanıyla kavga ediyormuş gibi hırçın bir sesle devam etti. “Dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar çok nefret ediyorum biliyor musunuz? Sırf böyle en tabii haklarıymış gibi insandan birçok şeyler istedikleri için... Beni yanlış anlamayın, bu taleplerin muhakkak söz haline gelmesi şart değil... Erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hülasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki... Kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini fark etmemek için kör olmak lazım. Herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için kâfidir. Kendilerini daima bir avcı, bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçmiyorlar. Bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek... Biz isteyemeyiz, kendiliğimizden bir şey vermeyiz... Ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum. Anlıyor musunuz? Sizinle, bunun için dost olabileceğimizi zannediyorum. Çünkü halinizde o manasız kendine güvenme yok... Fakat bilmem... Ne kuzuların ağzından vahşi kurt dişlerinin sırıttığını gördüm...”

Sözlerinin ortasına doğru tekrar yürümeye başlamıştık. Acele ve sert adımlar atıyordu. Gözlerini kâh yere, kâh gökyüzüne dikerek elleriyle işaretler yaparak konuşuyordu. Cümlelerin arasında, sözünü bitirmiş hissini verecek kadar uzun fasılalar bırakıyor ve bu sırada gözlerini tekrar yarı kapayarak yoluna devam ediyordu. Bir hayli yürüdük. Gene uzun bir sükûta dalmıştı. Ben de korka korka yanında gidiyor ve susuyordum.

Tiergarten civarındaki sokaklardan birinde, üç katlı taş bir binanın önünde durdu. “Ben burada oturuyorum. Annemle beraber” dedi. “Sözümüze yarın devam ederiz. Fakat oraya gelmeyin... Size o halimle görünmekten memnun olmayacağımı zannediyorum. Bunu lehinize bir nokta olarak kaydedebilirsiniz. Yarın gündüzün buluşalım... Beraber dolaşırız. Benim Berlin’de kendime mahsus gezinti yerlerim vardır. Bakalım hoşunuza gider mi? Haydi şimdilik iyi geceler... Bir dakika! Hâlâ isminizi bilmiyorum!”

“Raif!”

“Raif mi? Bu kadarcık mı?”

“Hatipzade Raif!”

“A, imkânı yok... Ne aklımda tutabilirim, ne de söyleyebilirim! Sadece Raif desem olmaz mı?”

“Daha memnun olurum!”

“Siz de bana sadece Maria diyebilirsiniz... Söyledim ya, minnet altında kalmak istemem!”

Tekrar güldü, deminden beri birkaç defa ifade değiştiren çehresi tekrar o tatlı, dost halini aldı. Kolunu uzatarak elimi avcunun içinde sıktı. Bana nedense özür diliyormuş hissini veren yumuşak bir sesle ikinci defa iyi geceler temenni etti, çantasından anahtarını çıkararak arkasını döndü. Ağır ağır uzaklaştım.

Beş-on adım gitmemiştim ki, arkamdan onun sesini duydum.

“Raif!”

Olduğum yerde geri dönerek bekledim.

“Gelin! Gelin!” dedi. Sesinde kahkahalarını zor zapt ediyormuş gibi bir eda vardı. Gayet nazik bir tavır takınarak, “Size sadece isminizle hitap etmek fırsatını bu kadar çabuk elde ettiğim için bahtiyarım!” diyordu. Kapının önündeki merdivenin üst basamaklarına çıkmış olduğu için başımı kaldırarak yüzüne baktım. Alacakaranlıkta kaldığı için bir şey göremedim. Sözüne devam etmesini bekliyordum. Nitekim hep o gülmeyi andıran sesle, fakat pek ciddi olmaya çalışarak, “Demek gidiyorsunuz?” dedi.

Yüreğim hoplayarak bir adım ileri attım. Beni memnun edip etmediğini o anda tayin edemediğim bir ihtimal ve aklıma getirmekten korktuğum bir ümitle, “Gitmeyeyim mi?” dedim.

O da iki basamak aşağı indi. Şimdi sokak fenerinin vurduğu yüzü gayet iyi görünüyordu. Siyah gözlerini kurnaz bir tecessüsle yüzümde gezdirerek sordu: “Sizi niçin geri çağırdığımı hâlâ anlamadınız mı?”

Anladım, anladım... İşte geliyorum, diye kollarına atılacaktım. Fakat içimde, bu histen çok daha kuvvetli bir yıkılma, bir şaşkınlık, hatta bir bulantı duydum. Kıpkırmızı kesilerek önüme baktım. Hayır, hayır! Ben bunu istemiyordum. Kadının eli yanaklarımda dolaştı.

“Ne oluyorsunuz? Neredeyse ağlayacaksınız!.. Siz hakikaten bir ablaya değil, bir anneye muhtaçsınız... Söyleyin bakayım, şimdi benden ayrılıp gidiyordunuz değil mi?”

“Evet!”

“Bir daha beni Atlantik’te aramayacaktınız... Öyle konuşmuştuk!”

“Evet! Yarın gündüzün buluşacağız!”

“Nerede?”

Aptal aptal yüzüne baktım. Bu hiç aklıma gelmemişti. Yalvarır gibi sordum: “Beni bunun için mi çağırdınız?”

“Tabii... Siz sahiden başka erkeklere benzemiyorsunuz... Onların ilk işi evvela bu cihetleri sağlama bağlamaktır. Siz başınızı alıp gidiyorsunuz... Aradığınız insan daima bu geceki gibi, istediğiniz yerde yolunuza çıkmaz ki...”

Ruhumdan ezici bir şüphenin kalktığını hissettim. Onunla alelade bir çapkınlık macerası yaşamaktan korkuyordum. Bunu yapamazdım. Kürk Mantolu Madonna’yı bu halde görmektense, onun tarafından aptal, acemi yerine konmayı tercih ederdim. Fakat bu ihtimal de üzücüydü. Ayrıldıktan sonra arkamdan güleceğini, saflığımla, cesaretsizliğimle alay edeceğini düşünmek, bütün insanlara büsbütün arkamı dönmemi, herkesten ümidimi keserek tamamen kendi içime kapanmamı icap ettirecek kadar ağır neticeler verebilirdi.

Fakat şimdi gönlüm rahattı. Birkaç dakika evvelki edepsizce şüphelerimden dolayı büyük bir utanma ve karşımdaki
kadına karşı da, beni bu şüphelerden kurtardığı için, büyük bir minnettarlık duyuyordum. Umulmaz bir cesaretle kendimi toplayarak, “Siz harikulade bir kadınsınız!” dedim.

“Acele etmeyin... Hele benim hakkımda hüküm verirken çok ihtiyatlı olun!”

Ellerine sarıldım ve öptüm. Galiba gözlerim yaşarmıştı. Bir an kadar onun yüzünün bana yaklaştığını, gözlerinin, o zamana kadar gördüklerimden çok daha sıcak bir ifadeyle, beni adeta kucakladığını gördüm. Yüzümün birkaç santim ilerisine kadar yaklaşan bu saadet karşısında kalbim duracak gibi oldu. Fakat o birdenbire ve oldukça sert bir hareketle ellerini çekti ve doğruldu.

“Siz nerede oturuyorsunuz?”

“Lützow Caddesi’nde!”

“Uzak değilmiş!.. Şu halde yarın öğleden sonra gelin beni buradan alın!”

“Hangi dairede oturuyorsunuz!”

“Ben sizi pencerede beklerim. Yukarı çıkmanıza hacet yok!”

Kapının üzerinde duran anahtarı çevirerek içeri girdi.

Bu sefer süratli adımlarla evin yolunu tuttum. Vücudum bana her zamankinden daha hafif geliyordu. Gözlerimin önünde hep onun hayali vardı. Bir şeyler mırıldanıyor, fakat bunların ne olduğunu bilmiyordum. Dikkat edince onun ismini tekrarladığımı ve bir sürü okşayıcı kelimelerle hep ona hitap ettiğimi anladım. Ara sıra, zapt etmeme imkân olmayan kesik ve sessiz kahkahalar atıyordum. Pansiyona geldiğim zaman ufuk aydınlanmaya başlamıştı. Çocukluğumdan beri belki ilk defa olarak, hayatımın sebepsizliğini ve boşluğunu düşünerek içim ezilmeden, “Bugün de geçti işte... Ve bütün günlerim hep böyle geçecek, sonra ne olacak sanki!” demeden uykuya daldım.

Ertesi gün fabrikaya gitmedim. Saat iki buçuğa doğru Tiergarten’den geçerek Maria Puder’in oturduğu eve yaklaştım. Acaba erken mi, diye kendi kendime soruyordum. Sabaha kadar uykusuz kaldığını, geceki işinin yoruculuğunu düşünerek onu rahatsız etmekten çekiniyordum. İçimde ona karşı tarifi imkânsız bir şefkat vardı. Yatağında nasıl uzandığını, nasıl ağır ağır nefes aldığını, saçlarının yastığa nasıl serildiğini tasavvur ediyor ve hayatta bu manzarayı görmekten daha büyük bir saadet olamayacağını düşünüyordum.

O zamana kadar bütün insanlardan esirgediğim alaka, hiç kimseye karşı tam manasıyla duymadığım sevgi sanki hep birikmiş ve muazzam bir kütle halinde şimdi bu kadına karşı meydana çıkmıştı. Henüz ona dair hiçbir şey bilmediğimi, bütün hükümlerimin tasavvur ve hayallerime dayandığını biliyordum. Bununla beraber, asla aldanmadığıma dair sarsılmaz bir kanaatim vardı. Hayatım müddetince hep onu aramış, onu beklemiştim. Bütün dikkatini, bütün varlığını bir noktaya biriktirerek her tarafta bu insanı araştıran, her rast geldiğini bu bakımdan tetkik ede ede adeta marazi bir meleke ve hassasiyet kesp eden hislerimin yanılmasına imkân var mıydı? Bu hisler şimdiye kadar asla hata etmemişlerdi. Bir insan hakkında ilk hükmü onlar verir, sonra aklım, tecrübelerim bunu, ekseriya yanlış olarak, tadil ederdi. Fakat her defasında haklı çıkan gene bu ilk his oluyordu. Hakkında müspet hüküm verdiğim bir insanın zamanla bana fena göründüğü veya bunun aksi olduğu olurdu. O zaman kendi kendime, “Demek ilk intibam beni aldatmış!” derdim, lakin bir müddet sonra -bu müddet kısa veya pek uzun olabilirdi-
ilk hükmümün doğruluğunu, bunun üzerinde mantığın, harici tesirlerin veya aldatıcı vakaların yaptığı değişmelerin yalancı ve geçici olduğunu kabule mecbur kalırdım.

Artık Maria Puder, yaşamak için kendisine kayıtsız ve şartsız muhtaç olduğum bir insandı. Bu his ilk anlarda bana da garip geliyordu. Bu yaşıma kadar mevcudiyetinden bile haberim olmayan bir insanın vücudu birdenbire benim için nasıl bir ihtiyaç olabilirdi? Fakat bu hep böyle değil midir? Birçok şeylere ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfetmez miyiz? Ben de, o zamana kadarki hayatımın boşluğunu, gayesizliğini, sırf böyle bir insandan mahrum oluşumda bulmaya başlamıştım, insanlardan kaçışım, içimden geçenlerin en küçük bir parçasını bile etrafıma sezdirmekten çekinişim bana sebepsiz ve manasız görünürdü. Zaman zaman beni saran hüzünlerin, hayat bıkkınlığının bir ruhi hastalık alameti olmasından korkardım. Bir kitabı okurken geçen iki saatin ömrümün birçok senelerinden daha dolu, daha ehemmiyetli olduğunu fark edince insan hayatının ürkütücü hiçliğini düşünür ve yeis içinde kalırdım.

Halbuki şimdi her şey değişmişti. Bu kadının resmini gördüğüm andan beri geçen birkaç hafta içinde, ömrümün bütün senelerinden daha çok yaşadığımı hissediyordum. Her günüm, her saatim, uyuduğum zamanlar bile dopdoluydu. Bana sadece yorgunluk veren uzuvlarımın değil, ruhumun da yaşamaya başladığını, içimde, haberim olmadan bekleşen üstü örtülü derin tarafların da birdenbire meydana çıkarak bana fevkalade cazip, kıymetli manzaralar arz ettiklerini görüyordum. Maria Puder bana bir ruhum bulunduğunu öğretmişti ve ben de onun, şimdiye kadar rastladığım insanlar arasında ilk defa olarak, bir ruhu bulunduğunu tespit ediyordum. Muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ama birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gideceklerdi. Bu ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu... Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbirleriyle kucaklaşmak için, her şeyi çiğneyerek, birbirine koşuyordu. Bütün çekingenliklerim yok olmuştu. Bu kadının karşısında her şeyimi ortaya dökmek, bütün iyi ve fena, kuvvetli ve zayıf taraflarımla, en küçük bir noktayı bile saklamadan, çırçıplak ruhumu onun önüne sermek için sabırsızlanıyordum. Ona söyleyecek ne kadar çok şeylerim vardı... Bunların, bütün ömrümce konuşsam bitmeyeceğini sanıyordum. Çünkü bütün ömrümce susmuş, zihnimden geçen her şey için, “Adam sen de, söyleyip de ne olacak sanki?” demiştim. Eskiden her insan hakkında, hiçbir esasa dayanmadan, sırf mukavemet edilmez bir hissin, bir peşin hükmün tesiriyle nasıl, “Bu beni anlamaz!” demişsem, bu sefer bu kadın için, gene hiçbir esasa dayanmadan, fakat o yanılmaz ilk hisse tabi olarak, “İşte bu beni anlar!” diyordum...

Ağır ağır yürürken Tiergarten’in cenup kenarından geçen bir kanala kadar gelmiştim. Buradaki köprünün üzerinden Maria Puder’in evi görünüyordu. Saat henüz üçtü. Evin camları parladığı için pencerelerin arkasında kimse bulunup bulunmadığı görünmüyordu. Köprünün kenarına yaslanarak hareketsiz sulara baktım. Yeni başlayan hafif bir yağmur suyun tüylerini diken diken ediyordu. Ta ilerilerde büyük ve motorlu bir mavna, rıhtımdaki arabalara meyve ve sebze boşaltıyordu. Kenarlardaki ağaçlardan tek tük düşen yapraklar havada kıvrıntılar yaparak aşağıya süzülüyorlardı. Bu karanlık ve sıkıntılı manzara ne kadar güzeldi! İçime çektiğim bu ıslak hava ne kadar tazeydi! Yaşamak, tabiatın en küçük kımıldanışlarını sezerek, hayatın sarsılmaz bir mantık ile akıp gidişini seyrederek yaşamak; herkesten daha çok, daha kuvvetli yaşadığını, bir ana bir ömür kadar çok hayat doldurduğunu bilerek yaşamak... Ve bilhassa bütün bunları anlatacak bir insanın mevcut olduğunu düşünerek, onu bekleyerek yaşamak...

Loading...
0%