@sabahattinali
|
Dünyada bundan daha ferah verici bir şey olabilir miydi? Şimdi onunla beraber bu ıslak yollarda yürüyecek, tenha ve loş bir yerde oturarak göz göze gelecektik. Ona, birçok şeyler, şimdiye kadar hiç kimseye, hatta kendime bile söylemediğim şeyler anlatacaktım. Bunların çoğu kafamda bir anda doğuyor ve beni hayrete düşüren bir süratle yerlerini yenilerine bırakıyordu. Onun ellerini tekrar avuçlarımın içine alacaktım, uçları biraz kırmızı olan üşümüş parmaklarını ovuşturarak ısıtacaktım. Bir kelime ile ona yakın olacaktım. Saat üç buçuğa geliyordu. Acaba uyandı mı, dedim. Evin önüne doğru gitmek ve orada dolaşmak doğru olur muydu? Pencereden bakacağını söylemişti. Burada bekleyeceğimi tahmin edebilir miydi? Acaba hakikaten gelecek miydi?.. Bu şüpheyi derhal kafamdan kovdum. Böyle düşünmenin ona karşı bir itimatsızlık, bir haksızlık, kendi kurduğum binaya bir tekme vurmak olduğunu hissediyordum. Fakat bir kere aklıma gelen bu nevi ihtimaller büyük bir hızla birbirlerini kovalıyorlardı. Hastalanmış olabilirdi. Acele bir işi çıkmış ve bir yere gitmiş olabilirdi. Böyle olması lazımdı. Bu kadar büyük bir saadetin böyle kolayca gelivermesi tabii değildi. Her geçen dakika ile telaşım daha çok artıyor, kalbim daha hızlı çarpıyordu. Dün akşam başımdan geçenler, insanın hayatında bir defaya münhasır kalan fevkalade hallerden biriydi. Bunun tekerrürünü beklemek doğru olmazdı. Kafam derhal birtakım teselliler bulmaya bile başlamıştı. Hayatımın birdenbire böyle yeni ve ilerisi karanlık bir yola girmesi benim için belki hayırlı olmayacaktı. Eski sükûnetime dönmek, uyuşuk günlerin zincirine yapışıp kalmak daha rahat değil miydi?.. Başımı çevirdiğim zaman, onun bana doğru gelmekte olduğunu gördüm. Sırtında ince bir pardösü, başında lacivert bir bere, ayaklarında alçak ökçeli iskarpinler vardı. Yüzü gülüyordu. Yanıma gelince elini uzatarak, “Beni burada mı beklediniz? Ne zamandan beri?” dedi. “Bir saatten beri!” Sesim heyecandan titriyordu. O bunu şikâyet zannederek, yarı şaka bir sitem ile “Kendi kabahatiniz, beyim” dedi. “Ben sizi bir buçuk saatten beri bekliyorum. Evin önüne gelmeyerek bu şairane manzarayı tercih ettiğinizi biraz evvel, tesadüfen fark ettim!” Demek beni beklemişti. Demek ben onun için ehemmiyeti olan bir insandım. Okşanmış bir küçük kedi gibi gözlerinin içine baktım: “Teşekkür ederim!” “Neye teşekkür ediyorsunuz?” Cevabımı beklemeden koluma girdi. “Haydi gidelim!” Ona tabi olarak yürümeye başladım. Kısa, fakat süratli adımlar atıyordu. Nereye gideceğiz, diye sormaktan korkuyordum, ikimiz de konuşmuyorduk. Ben bu sükûttan fevkalade memnun olduğum halde, mutlaka bir şeyler söylemek icap ettiğini düşünerek, kendimi yiyordum. Biraz evvel zihnimden birbiri arkasına geçen ve her biri mühim ve alaka verici olmakta diğerine taş çıkartan o güzel fikirlerden bir tanesi bile meydanda yoktu. Kendimi zorladıkça kafamın büsbütün boşalıp daha zavallı bir hale geldiğini ve beynimin zonk zonk vuran bir et parçasından başka bir şey olmadığını hissediyordum. Yan gözle baktığım zaman bendeki bu telaş ve heyecandan onda eser bulunmadığını gördüm. Siyah gözleri yere çevrilmiş, yüzünde taş gibi sağlam ve hareketsiz bir sükûn, dudaklarının kenarında tebessümü andıran o belli belirsiz kıvrıntı ile yoluna devam ediyordu. Sol elini kolumun üzerine şöylece bırakıvermişti. Biraz kalkık duran şahadetparmağı ilerideki bir noktayı işaret ediyormuş gibi manalıydı. Tekrar yüzüne baktığım zaman kalın ve biraz dağınık kaşlarını, bir şey düşünüyor gibi, kaldırmış olduğunu gördüm. Gözkapaklarının ince mavi damarları belli oluyordu. Siyah ve gür kirpikleri hafifçe titremekteydi ve bunların üzerinde minimini birkaç yağmur damlası parlıyordu. Saçları da yer yer ıslanmıştı. Başını birdenbire bana çevirerek, “Neden bana bu kadar dikkatli bakıyorsunuz?” dedi. Bu sual, aynı zamanda benim kafamda da canlandı: Nasıl oluyordu da, hiç çekinmeden, bir kadına belki ilk defa olarak bu kadar dikkatle baktığımı aklıma getirmeden, onu uzun uzadıya seyrediyordum? Ve nasıl oluyordu da hâlâ, o bu suali sorduktan ve gözlerini bana çevirdikten sonra bile, cesaretimi kaybetmeden ona bakmakta devam ediyordum? Beni de hayrete düşüren bir cesaretle, “İstemiyor musunuz?” dedim. “Hayır, ondan değil, sordum işte... Belki istiyorum da onun için sordum!” Gözleri o kadar siyah ve o kadar manalıydı ki, dayanamadım, “Siz aslen Alman mısınız?” dedim. “Evet! Neden sordunuz?” “Saçlarınız sarı ve gözleriniz mavi değil!” “Olabilir!” Yüzünde, her zamanki tebessümünü andıran, fakat biraz da mütereddit görünen bir hareket oldu. “Babam Yahudiydi” dedi. “Annem Almandır. Fakat o da sarışın değil!” Merakla sordum: “Demek siz Yahudisiniz?” “Evet... Yoksa siz de mi Yahudi düşmanısınız?” “Ne münasebet... Bizde böyle şeyler yoktur. Fakat tahmin etmemiştim!” “Evet, Yahudiyim, Babam Praglıydı. Daha ben doğmadan Katolik olmuş!” “Şu halde din itibariyle Hıristiyansınız!” “Hayır... Yani benim hiçbir dinle alakam yok!” Bir hayli yürümüştük. O sözüne devam etmedi. Ben de başka bir şey sormadım. Yavaş yavaş şehrin kenar taraflarına geliyorduk. Nereye gittiğimizi merak etmeye başladım. Herhalde bu havada bir kır gezintisi yapacak değildik. Yağmur, hep aynı şekilde, devam ediyordu. Maria bir aralık, “Nereye gidiyoruz?” diye sordu. “Bilmem!” “Hiç merak etmiyor musunuz?” “Ben size tabiyim... Nereye isterseniz!” Çiy taneleriyle örtülmüş beyaz bir çiçek gibi nemli ve soluk yüzünü bana çevirerek, “Pek yumuşak başlısınız... Sizin hiçbir fikriniz, bir arzunuz yok mu?” Derhal dün akşamki sözlerini öne sürdüm: “Sizden herhangi bir şey istemekten beni menetmiştiniz!” Cevap vermedi. Bir müddet bekledikten sonra devam ettim: “Yoksa dün akşam ciddi değil miydiniz? Yahut bugün fikrinizi değiştirdiniz mi?” Şiddetle reddetti: “Hayır! Hayır!.. Hep aynı fikirdeyim...” Tekrar düşüncelere daldı. Demir parmaklıklı büyük bir bahçenin önüne gelmiştik. Adımlarını yavaşlatarak, “Buraya girelim mi?” dedi. “Neresi burası?” “Nebatat bahçesi!” “Siz bilirsiniz!” “Öyleyse girelim... Ben her zaman buraya gelirim. Hele böyle yağmurlu havalarda.” İçerde kimseler yoktu. Kumlu yollarda uzun müddet dolaştık. İki tarafımız ilerlemiş olan mevsime rağmen yapraklarını dökmeyen bir sürü ağaçlarla çevriliydi. Büyük ve kayalık havuzların etrafında çeşit çeşit ve renk renk otlar, çiçekler ve yosunlar vardı. Suların yüzünü iri yapraklar örtüyordu. Yüksek limonlukların içinde sıcak memleket nebatları, kalın gövdeli ve küçük yapraklı ağaçları vardı. Maria, “Burası Berlin’in en güzel yeridir...” dedi. “Bu mevsimde, ziyaretçisi yok denecek kadar tenhadır... Sonra bu garip ağaçlar bana daima hasretini çektiğim uzak memleketleri hatırlatır... Onların alıştıkları yerlerden sökülerek buraya getirildiğini ve böyle suni tedbirler, ihtimamlarla yaşatılmaya çalışıldığını gördükçe biraz da hallerine acırım. Biliyor musunuz, Berlin’de senenin ancak yüz gününde hava açık ve güneşli, iki yüz altmış beş gününde kapalıdır. Limonlukların projektörleri ve suni güneşleri bu ağaçların ışığa ve sıcağa alışmış yapraklarını doyurabilir mi? Buna rağmen yaşıyorlar, kurumuyorlar... Ama buna yaşamak denir mi? Canlı bir mevcudu kendisine uygun olan iklimden ayırarak, birkaç meraklının keyfi için bu berbat şartlara tabi etmek bir nevi işkence değil midir?” “Ama siz de bu meraklılardan birisiniz...” “Evet, fakat buraya her gelişimde içim derin bir hüzünle doluyor!” “Ne diye geliyorsunuz öyleyse?” “Bilmem!” Islak sıralardan birine oturdu. Ben de yanına iliştim. Eliyle yüzündeki yağmur tanelerini silerek, “Ben buradaki nebatları seyrederken biraz da kendimi düşünüyorum!” dedi. “Belki asırlarca evvel bu ağaçlarla, bu garip çiçeklerle aynı yerlerde yaşamış olan ecdadımı hatırlıyorum. Biz de bunlar gibi yerimizden sökülüp dağıtılmış değil miyiz? Ama bunlar sizi alakadar etmez... Doğrusu beni de pek alakadar etmiyor... Yalnız bana birçok şeyler düşünmek, kafamın içinde birçok şeyler yaşamak imkânını veriyor... Göreceksiniz ya, ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanım... Hakiki hayatım benim için can sıkıcı bir rüyadan başka bir şey değildir... Siz benim Atlantik’teki işimi belki pek hazin buldunuz, halbuki ben onun böyle olup olmadığının farkında bile değilim... Hatta bazen beni eğlendirdiği de oluyor... Zaten bu işi annemin yüzünden yapıyorum. Ona bakmaya mecburum ve bir sene zarfında yaptığım birkaç resimle geçinmek imkânı yok... Siz resimle uğraştınız mı?” “Bir parça!” “Neden devam etmediniz?” “İstidadım olmadığını anladım!” “İmkânı yok... Sizin resme ne kadar istidadınız olduğu, sergide tabloları seyrederken yüzünüzün aldığı ifadeden belliydi... Cesaretim olmadığını anladım, deyiniz. Bir erkek için bu kadar korkak olmak pek hoş değil... Kendiniz için söylüyorum. Bana gelince, benim cesaretim var... Resim yapmak ve insanlar hakkındaki hükümlerimi bunlara aksettirmek Elini külhanbeyce dizime vurdu. “İşte, aziz dostum, bizim yaptığımız da başka bir şey değil zaten... Dün akşam sarhoşun biri sırtımı öperken oradaydınız değil mi? Öpecek tabii... Hakkıdır... Para sarf ediyor... Ve benim sırtımın da cazip olduğunu söylüyorlar... Siz de öpmek ister misiniz? Paranız var mı?” Dilim tutulmuş gibi kaldım. Gözlerimi çabuk çabuk kırpıştırıyor, dudaklarımı ısırıyordum. Maria bunu fark edince kaşlarını çattı, yüzü her zamankinden daha soluk, kireç gibi bir hal alarak: “Yok, Raif bunu istemem. Katiyen... En tahammül edemediğim şey merhamettir... Bana acıdığınızı hissettiğim anda allahaısmarladık!.. Yüzümü bile göremezsiniz.” Büsbütün şaşırdığımı, asıl benim acınacak halde olduğumu görünce kolunu omzuma attı, “Sözlerime gücenmeyin!” dedi. “İlerde arkadaşlığımızı bulandırması ihtimali olan şeyleri açıkça konuşmaktan çekinmemeliyiz. Bu gibi meselelerde korkaklık zararlıdır... Ne olur? Anlaşamayacağımızı anlarsak veda eder ayrılırız... Bu o kadar mühim bir felaket mi? Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hâlâ kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar. Halbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerindekini hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz. Herkes tabii olanı kabul eder, ortada ne hayal sukutu, ne inkisar kalır... Bu halimizle hepimiz acınmaya layığız ama kendi kendimize acımalıyız. Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki, ne kendimizi bu kadar büyük ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur... Artık gidelim mi?” İkimiz de doğrulduk. Paltolarımıza biriken yağmur damlalarını silktik. Islak kumlar ayaklarımızın altında gıcırdıyordu. Sokaklar kararmaya başlamış, fakat henüz lambalar yanmamıştı. Geldiğimiz gibi hızlı adımlarla, aynı yollardan geçerek dönüyorduk. Bu sefer ben onun koluna girmiştim. Küçük bir çocuk gibi ona sokuluyor, başımı o tarafa büküyordum. İçimde sevinçle hüzün arasında garip bir hal vardı. Onun birçok hislerinin, düşüncelerinin benimkilere ne kadar benzediğini gördükçe, aramızdaki yakınlığı daha kuvvetle hissederek seviniyor, fakat onun bir noktada benden ayrıldığını, hakikatleri kendi kendisinden saklamayı, ne pahasına olursa olsun, kendisini aldatmayı asla istemediğini anladığım için korkuyordum. Çünkü müphem bir his bana, kim olursa olsun bir insanı tamamen gördükten ve gördüklerini kendinden saklamadıktan sonra, ona hiçbir zaman büsbütün yaklaşılamayacağını fısıldıyordu. Halbuki ben bu kadar hakikatsever olmak istemiyordum. Hiçbir hakikatin beni ondan uzaklaştırmasına tahammül edemeyeceğimi anlıyordum. Ruhlarımız için en lüzumlu, en kıymetli olan şeyleri birbirimizde bulduktan sonra diğer teferruatı görmemezlikten gelmek, daha doğrusu büyük bir hakikat için küçük hakikatleri feda etmek, daha insanca ve daha insaflı olmaz mıydı? Her hususta doğru ve salim hükümler veren bu kadının, hayattaki acı tecrübelerine, muhitin bozucu tesirlerine tabi olarak böyle düşündüğü muhakkaktı. İstemediği, hoşlanmadığı insanlar arasında yaşamaya, onlara zorla gülmeye mecbur olduğu için böyle derin bir infiale kapılıyor, herkesten şüphe ediyordu. Ben ise bütün ömrüm boyunca insanlardan uzak kaldığım ve onlar tarafından pek rahatsız edilmediğim için kimseye kızdığım yoktu. Beni kemiren sadece büyük bir yalnızlık hissiydi ve gene bu yalnızlığın tesiriyle, bana yakın olduğunu anladığım bir insana karşı birçok noktalarda kendimi aldatmaya hazırdım. Şehrin ortalarına gelmiştik. Sokaklar aydınlık ve kalabalıktı. Maria Puder, düşünceli ve galiba biraz da mahzundu. Korka korka, “Bir şeye mi canınız sıkıldı?” dedim. “Hayır!” diye cevap verdi. “Canımı sıkacak bir şey olmadı. Hatta bugünkü gezintimizden memnunum. Herhalde memnunum...” Bunları söylerken başka şeyler düşündüğü belliydi. Ara sıra yüzüme ilişen gözlerinde dalgın bir hal ve gülümseyişinde beni ürküten bir yabancılık vardı. Bir aralık sokağın ortasında durdu. “Eve gitmek istemiyorum!” dedi. “Haydi, yemeği bir yerde beraber yiyelim. Benim iş vaktime kadar konuşuruz!” Hiç beklemediğim bu teklifi lüzumsuz bir heyecanla karşıladım. Fakat bu halimin onu daha çok yabancılaştırdığını görerek çabucak kendimi topladım ve önüme baktım. Karşımdakinin durgunluğu bana da geçmişti, içimde sebepsiz bir sıkıntı ve ezilme vardı. Kadın bunu fark edince, düşüncelerinden kurtulmaya ve biraz açılmaya, gülümsemeye çalıştı. Elini masanın üzerinde duran elime vurdu, “Ne somurtuyorsunuz? Genç bir kadınla ilk defa yemek yiyen delikanlılar daha neşeli ve konuşkan olur!” diye şaka yaptı. Fakat söylediklerine kendinin de inanmadığı görülüyordu. Nitekim çabucak eski halini aldı. Herhangi bir şey yapmış olmak için gözlerini etraftaki masalarda gezdirdi. Önündeki şaraptan birkaç yudum içti ve birdenbire bana dönüp gözlerimin içine bakarak, “Ne yapayım? Ne yapayım? Başka türlü olamıyorum işte!” dedi. Ne demek istiyordu? Bunu ancak karanlık bir şekilde seziyordum. Onun yapamadığını söylediği şeyle beni deminden beri üzen şeyin aynı olduğunu hissediyor, fakat bunun mahiyetini vazıh olarak tayin edemiyordum. Gözleri her baktığı yerde takılıp kalmak istiyor ve o bunları sanki güçlükle oradan ayırabiliyordu. Bir sedef kadar donuk beyaz yüzünden ara sıra belli belirsiz ürpermeler geçiyordu. Tekrar söze başladı. Sesinde birdenbire peyda olan bir titreme, zor zapt edilen bir heyecan vardı, “Bana sakın darılmayın...” diyordu. “Boş ümitlere kapılmamanız için sizinle apaçık konuşmak daha iyi olacak... Ama bana darılmayın... Dün yanınıza geldim... Beni evime götürmenizi istedim... Bugün beraber gezmeyi teklif ettim... Akşam yemeğini beraber yiyelim dedim... Adeta size musallat oldum... Fakat sizi Şaşırmıştım. Fakat sükûnetimi bozmamaya çalışarak, “Bunlara ne lüzum var? Arkadaşlığımızın şekli bana değil, size tabidir. Siz nasıl isterseniz öyle olur!” dedim. Şiddetle itiraz etti, “Hayır, hayır, hiç de öyle olmaz. Bakın, gördünüz mü? Siz de bütün diğer erkekler gibi, her şeyi kabul eder görünerek her şeyi kabul ettirmek yolunu tutuyorsunuz. Yok dostum! Böyle yatıştırıcı laflarla meseleler halledilmiş olmaz. Düşününüz ki, bu mevzu üzerinde kendime karşı olsun, başkalarına karşı olsun, daima açık ve riyasız hükümler vermeye çalıştığım halde bir neticeye varamadım. İnsan, bilhassa kadın ve erkek münasebetleri Biraz durup yüzümü tetkik etti. Biraz şarap içti. Konuştukça açılıyor ve sıkıntısından kurtuluyor gibiydi. “Ne diye şaşırdınız?” diye devam etti, “Korkmayın, zannettiğiniz gibi değil. Ama keşke öyle olabilsem. Muhakkak ki insan ruhunu daha az alçaltan bir şey yapmış olurum... Bütün bu sözler beni serseme döndürmüştü... Onun hakkında son bir hüküm vermekten korkuyor ve bunda isabetli olamayacağımı seziyordum. Kafamdan yalnız bir arzu geçiyordu: Ne pahasına olursa olsun, ona yakın bulunmak, ondan |
0% |