@sabahattinali
|
Şakir, bayram günü Yusuf’la kavga ettikten sonra, sarhoşlukla, “O kızı, karı diye alıp evime götürmezsem, anam avradım olsun. Şakir’in kim olduğunu belletmeli o yabancının Yusuf’una!” diye yemin etmişti. Bu sözleri Şakir’in her zamanki sarhoşluk palavraları zannedenler yanıldılar. Her yerde ve daima hükmünü yürütmeye alışmış olan bu şımarık delikanlı, herkesin içinde yediği yumruğun acısını bir türlü unutamıyor ve ancak Muazzez’i almakla Yusuf’a tam bir mukabelede bulunabileceğini zannediyordu. O zaman Yusuf’a dönüp, “Bu muydu benden sakladığın kız? İşte onu evime avrat diye götürüyorum!” diyecekti ve başka bir şey istemiyordu. Babası evvela bunu dinlemek bile istemedi. Oğluna bir memur kızı almayı, (bu memur kim olursa olsun) aklından bile geçiremezdi. Fakat Şakir’le bir odaya kapanarak yaptıkları uzun bir münakaşadan sonra razı oldu. Nedense bu baba-oğul birbirlerinin sözünden çıkamıyorlardı. Hatta Hilmi Bey’in, oğluna karşı biraz da çekingence bir hali vardı. Çok kere şiddetle muhalif olduğu şeyleri böyle bir hususi ve gizli münakaşadan sonra kabul ederdi. Sonra bu meselede pek fazla ısrarı da lüzumlu bulmadı. Bir kaymakam, bazen zengin bir eşraf kızından daha çok işe yarayabilirdi. Ve ihtimal Şakir konuştukları zaman babasına bu izdivacın aynı zamanda lüzumlu olduğunu da ispat ederek onu kandırmıştı. Fakat ikisi de, nedense, doğrudan doğruya kızı istemeden evvel Salâhattin Bey’in elini ayağını bağlamayı muvafık buldular. Bunu belki işi süratle bitirmek için yapmışlardı. Salâhattin Bey’in mütereddit cevaplarından memnun olmayarak, kati bir neticeye varmak teşebbüsünde bulunmaları da, bu işte beklemeyi pek istemediklerini gösteriyordu. Bilhassa Yusuf’un yaralanması ve Kübra ile annesinin Kaymakamlara taşınmaları onları daha çabuk olmaya sevk-etti. Memleketin bütün sözü geçen takımı seferber hale gelerek Salâhattin Bey’i sıkıştırmaya başladı, ilk zamanlarda rica ve kandırma yolu tutan bu adamların sözleri Salâhattin Bey’in mütemadi retleri karşısında yavaş yavaş bir tehdit kılığı alır oldular. Zavallı adam, işin bu şekle gireceğini düşünmemişti. Memleketi asıl idareleri altında bulunduran bu adamların karşısında bir hükümet memurunun ne kadar az kıymeti olabileceğini; bir kaymakamın, aşağı yukarı, kendisine itibar edilen, fakat işlerine engel olmaya başlayınca derhal tüydürülen bir kukla olduğunu bildiği için, vaziyetten tamamen ümidi kesmiş gibiydi. Elde bulunan bir tek çare, yani burayı bırakıp gitmek, Hilmi Bey’in elinde o senet kaldıkça imkânsızdı. Halbuki bu vaziyette biraz daha beklemek memleketteki nüfuzlu kimselerin müştereken kendi aleyhine harekete geçmelerine, azline, en sonunda kepaze olmasına bile yol açabilirdi. İçkinin zayıflattığı sinirleri, daha fazla tahammül edemeyecek gibi görünüyordu. Yavaş yavaş başka türlü düşünmeye ve kendi kendine sormaya başladı: Bu kadar ısrarın manası neydi? Şakir’in bu işten vazgeçmeyip bilakis daha fazla üstüne düşmesi, ondaki bu arzunun geçici bir heves olmadığını gösteriyordu. Bu kadar kuvvetle bir şeye sarılan bir adamın, zamanla kendini ıslah etmesi, hiç de olmayacak şey değildi. Hatta ihtimal Şakir’in, yaşadığı kirli hayata karşı duymaya başladığı nefret ve iğrenme, ona bir aile hayatı kurmak arzusunu vermişti. Bütün bunlara mukabil kendisinin ortaya sürdüğü sebepler ve itirazlar ne kadar manasızdı! Şakir’in yaptıklarını, aynı şekilde ve bu kadar ileri giderek olmasa bile, gençliğinde kendisi de yapmamış mıydı? Düşündükçe şimdiye kadar aldığı tavırları manasız buluyor ve kendisini de, başkalarını da boş yere sıkıntıya soktuğunu zannediyordu. Avukat Hulusi Bey de eski itirazlarında o kadar ısrar etmiyor, “Sen bilirsin, hayırlısı ne ise o olsun!” diyordu. Adamcağız bu şehirde oturduğunu ve bu şehirden ekmek yiyeceğini unutmamak mecburiyetindeydi. Nihayet bir gün Salâhattin Bey, işi Yusuf’a açtı; bir akşam yemeğinden sonra onu bir kenara çekerek, “Yusuf!” dedi. “Muazzez artık evlenecek çağa geldi; kendisini isteyenler de var. Ben sana şimdiye kadar açmadım ama, sen herhalde dışardan duymuşsundur: Hilmi Bey’in oğlu Şakir!.. Senin bununla aranın iyi olmadığını biliyorum. Fakat mesele kardeşinin saadeti meselesidir. Evvela ben de bu işe taraftar değildim, ben de bu Şakir Bey’i pek edepsiz biri olarak tanıyordum. Fakat sözlerine itimat ettiğim birçok kimseler, onun aslında hiç de fena bir delikanlı olmadığını; yalnız, gençliğin ve bazı fena arkadaşlarının tesiriyle, biraz taşkın ve biçimsiz bir hayat geçirdiğini söylediler. Ama şimdi; Muazzez’i istedikten sonra, herhangi bir hafifliğini gören yok. Birçokları, ‘Şaşıyoruz bu ele avuca sığmayan delikanlının nasıl böyle uslu uslu durduğuna!’ diyorlar. Demek ki çocuğun mayasında Salâhattin Bey bu sırada Yusuf’un kendisini dinlemeyerek perdenin püsküllerini saç örgüsü gibi örmekle meşgul olduğunu gördü. Canı sıkılarak derhal sözünü kesti. Yusuf perdenin kenarını bırakıp ona döndü: “Sen kararını vermişsin, bana bunları ne diye anlatıyorsun?” dedi. “Kızın babası sensin, onu benden çok düşünmen lazım. Bana ne?” “Aman Yusuf, böyle söyleme! Muazzez’i benden çok senin düşündüğünü bilmez miyim? Sen ona hem ağabeylik, hem babalık yaptın. Ne yalan söyleyeyim, ona anasının bile senin kadar emeği geçmemiştir. Şimdi ‘Bana ne?’ filan diye ters cevaplar vermenin sırası mı? Bak, ben seninle akran gibi konuşuyor, danışıyorum. Eski hıncını filan bir tarafa bırak, bu işte bir fenalık görüyorsan söyle. Niçin bunun lakırdısını bile etmek istemiyorsun? Bildiğin bir şey mi var?” “Bildiğim, bu Şakir’in bir it olduğudur. Böylelerine kız filan verilmez!” “Yusuf, ben de öyle düşünüyordum. Fakat hemen kestirip atmak doğru mu ya? Herkes Şakir’in artık adamakıllı değiştiğini söylüyor.” “Neden değişti dersin?” “Neden olacak, uslanmaya, adam olmaya niyetli de ondan!” “Sen gene öyle zannet!” “Ya neden uslandı?” “Korkudan!.. Hilmi Bey’le Şakir’in sen bugünlerde nasıl dokuz doğurduklarını bir bilsen! Ben bir şeyler olduğunu seziyordum ama pek içinden çıkamıyordum. Bereket versin Ali, biraz gözümü açtı. Bana Şakir Beygillerin bugünlerde biraz işkilli olduklarını çıtlattı. O da sağlam bir şey bilmiyor, hep şurdan burdan duyma, ama ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Duyduklarımın onda biri doğru olsa, böyle bir adama değil kız, selam bile verilmez...” “Bunlar büyütülmüş yahut uydurulmuş vakalardır. Bunlara bakıp hüküm verilir mi?” Yusuf bu mesele üzerinde fazla konuşmaktan sıkılıyormuş gibi başını çevirdi. “Bildiğinizi yapın!” dedi. “Bana sordunuz da onun için söyledim!” Salâhattin Bey de Yusuf’un bu şekilde hareket etmesine sinirlenmiş gibiydi: “Tabii bildiğimi yapacağım. Yalnız sen de bildiğini söylesen, böyle manasız homurtuları bıraksan daha iyi edersin.” Yusuf omuzlarını silkti... Salâhattin Bey daha fazla dayanamadı; yerinden kalkan ve odadan dışarı gitmek isteyen Yusuf’u kolundan tutup hızla çekti. Yüzü sapsarı olmuştu. Kısık ve bazen titreyen bir sesle: “Hepiniz birlik olup beni öldürmeye mi niyet ettiniz?” dedi. “Bütün şehir, evimin içindekiler de dahil olduğu halde, hep birden bana hücum etmeye, beni mahvetmeye mi karar verdiniz? Yusuf! Sen bari neler çektiğimi anlayacak, bana acıyacaktın. Çıldıracağım be oğlum, anlamıyor musun?.. Çıldıracağım. Bu hal biraz daha devam eder, herkes bana karşı cephe almaya başlarsa ya başımı alıp kaçacağım yahut da kafama bir kurşun sıkacağım. Muazzez’i Şakir’e vermeyelim diyorsun, değil mi? Âlâ! Bunu ben de istemiyorum... Fakat ne yapalım? Bir akıl biliyorsan söyle de onu yapayım. Yalnız, benim artık daha fazla uğraşmaya takatim kalmadı. İşi daha fazla sürüklemek, bir sürü kurnaz ve insafsız kurtlarla uğraşmak, onlara her gün ayrı bir bahane bulmak, onların şimdi pek de saklı olmayan tehditlerini anlamamazlıktan gelmek ve hepsine güler yüzle, kibar kibar cevaplar vermek artık elimden gelmiyor. Ben de insanım Yusuf, ben de etten ve sinirden yapılmış bir mahlukum. Bana da biraz acıyın canım!..” Adamcağızın dudakları titriyordu. Yusuf’un içi bu adama karşı duyduğu sonsuz bir merhamet ve sevgi hissiyle ezildi. Kendini tutmasa, onun boynuna sarılacak ve yanaklarını şapur şupur öpecekti. Fakat sadece, “Kolayına bakarız, baba!” dedi. “Yalnız, sen bu heriflerin ne mal olduğunu anlamak istersen, bizim Kübra ile anasına bir sor. Onların epeyce şeyler bildiklerini sanıyorum!..” “Kübra ile anasının Hilmi Beylerle ne alakası var?” “Bilmem! Fakat galiba bizim zannettiğimizden daha fazla alakaları olacak!” |
0% |