Yeni Üyelik
16.
Bölüm

BİRİNCİ KISIM - 16.BÖLÜM

@sabahattinali

Yusuf, Kübra ile anasını odaya çağırdı. Bunlar, içeride Salâhattin Bey’i görünce bir irkildiler.

Yusuf, “Bana anlatırken yarım kalan bir hikâyeniz vardı” dedi. “Onu şimdi baştan anlat; babam da duymak istiyor!”

Salâhattin Bey, kadına oturmasını söyledi ve sonra, “Bize açıkça anlatmakta bir beis yok!” dedi. “Sizin hikâyenin Hilmi Beylerle alakası varmış, halbuki bu Hilmi Bey’in oğlu Şakir, şimdi bizim Muazzez’i istiyor; ben razı olmak üzereyken, Yusuf, Hilmi Beylere dair sizin bir şeyler bildiğinizi,
bunları öğrenmeden karar vermenin doğru olmadığını söyledi. Baş taraflarını bana biraz anlatmıştı. Siz asıl Hilmi Beylerle alakası olan şeylerden bahsediniz. Yalnız galiba bu vakalar daha ziyade Kübra’ya ait olacak?”

Ana-kız, beklemedikleri bu sözler ve sualler karşısında biraz, cevap vermeden durdular. Kübra başını önüne eğmiş, yere bakıyordu.

Salâhattin Bey ona döndü: “Kübra, kızım, Muazzez senin kardeşindir. Onun iyiliğini herhalde sen de istersin?.. Bunu düşün de ne biliyorsan, ne oldu ise bize söyle, olmaz mı?”

Kübra yavaşça, başını bile kaldırmadan, “Yazık olur, Muazzez’i onlara vermeyin!” dedi.

“Pekâlâ, ama kızım, bunun sebebini de söyleyiverin. Ne diye Hilmi Beylerin evini bıraktınız? Eğer kavga filan edip ayrıldınızsa niçin Yusuf’un maiyetine girinceye kadar onların zeytinliğinde çalışıyordunuz?”

Anası cevap verdi: “Çalışmayıp ölelim mi a beyefendi, bize ettikleri işten sonra onların emri altında çalışmayı kim isterdi?” Kadın yine ağlamaya başladı.

Yusuf eskiden beri, böyle ikide birde ağlayıveren insanlara kızardı. Fakat bu kadının gözyaşları o kadar hakiki, o kadar içten gelmeydi ki, görenlerin onun teessürüne iştirak etmemelerine imkân yoktu.

Salâhattin Bey yerinden kalktı. Kübra’nın çenesinden tutarak başını yukarı kaldırdı. Gözlerinin içine baktı, “Az şeyler çekmemişsin sen, küçük!” dedi, “fakat her şey geçer. Her şey unutulur. Kendini bir felaketin içinde kaybetmenin manası yoktur. İnsan birazcık da kalender olmalıdır!”

Bu sözleri Kübra’nın anlayamayacağını düşünerek devam etmedi.

Fakat Kübra verdiği cevapla, kelimeleri değilse bile söylenilen sözün ruhunu kavradığını gösterdi, dedi ki: “Hiç geçmeyen, hiç unutulmayan şeyler de var, beyefendi! Ölünceye kadar insanın sırtından atamayacağı şeyler de var...”

Kaymakam, şimdi yalnız Muazzez meselesi için değil, doğrudan doğruya bu kızın macerasını merak ettiği için sabırsızlıkla sordu: “Fakat kızım, bana her derdinizi niçin açıkça söylemiyorsunuz? Size karşı bir fenalık yapıldı ise onu cezalandırmak kaymakam olduğum için de vazifemdir!”

“Onlara kimsenin kudreti yetmez!”

Salâhattin Bey, “Benim kudretim yeter!” diyecekti, fakat bunu laf olsun diye söylemek bile elinden gelmedi. Bilhassa, kendisinin ne kadar aciz ve ehemmiyetsiz kaldığını, son günlerin vukuatı açıktan açığa göstermişti. Herhangi bir palavra artık gülünç olmaktan başka bir işe yaramazdı.

Kübra’nın anası, “Biz ahımızı almayı Allah’a bıraktık. O, bunları iflah etmez inşallah!” dedi.

Yusuf kadına döndü. “Hadi bakalım, sen şu hikâyeyi anlat. Babam da söyledi ya, Muazzez’in meselesi için Hilmi Beylerin içyüzünü öğrenmek lazım!”

“Ben nasıl anlatayım? Bende artık anlatacak yürek mi kaldı? Kızım, Kübra; sen başına gelenleri söyle! Utanma kızım, senin ne taksiratın var, yapanlar utansın!”

Kübra uzun müddet başını kaldırmayarak düşündü, sonra karar vermiş gibi başını salladı. Gözlerinin içi, uzun müddet açlık çekenlerde görülen bir parlaklıkla, kinle etrafa bakıyordu. Yalnız Yusuf’a tesadüf edince biraz yumuşar gibi oldular.

“Annem anlatmıştı” diye söze başladı. Sesi hafif ve ürkek çıkıyordu. “Hilmi Beylerin evinde orta işine filan
bakıyorduk. Ben her sabah yukarı kata çıkar, yatakları toplardım. Bir gün Şakir Bey’in odasına girdim. Kuşluk vaktiydi. Kalkıp gitmiştir sanıyordum. Bir de baktım, yatakta... Geri gidecek oldum, meğer uyanıkmış, girdiğimi duymuş. Başını çevirmeden: ‘Su getir kız!’ diye bağırdı. Aşağıya koştum, bir kupaya taze su koyup götürdüm. Bir yudumda içti. Akşamdan kalma olduğu besbelliydi. Bardağı geri verirken yüzüme bir baktı, bir daha baktı: ‘Sen ne zamandan beri bizdesin?’ dedi. ‘Beş seneye yakın!’ dedim. Kendi kendine ‘Anam da hep malın gözünü bulur, ama bize göstermez!’ diye söylendi. Tam çekilip gidecektim, kolumdan yakaladı, çekti. ‘Ne yapıyorsun Şakir Bey!’ dedim, yatağın içine çekerek, ‘Şimdi görürsün!’ dedi. Şaşırdım, aklım başımdan gidiyordu. Bir silkindim, kendimi dışarı attım. Şakir Bey yataktan çıkıp doncak arkamdan koştu ama tutamadı. Bu kılıkta odadan dışarı da çıkamıyordu. Neyse, ben kendimi aşağıya, anamın yanına zor attım. Anam beni nefes nefese görünce sordu ‘Aman kız, ne bu halin?’ dedi. Ben utancımdan olanı biteni anlatamadım. ‘Koşa koşa indim de ondan!’ dedim. ‘El evinde koşmaya sıkılmıyor musun? Boyun boyuma geldi, daha akıllanacağın yok!’ diye uzun uzun söylendi. Ben gayrı Şakir Bey’e görünmeyeyim diye bucak bucak kaçardım. Odasına çağırdığında kapıyı ardımda hep açık bırakırdım. Ama Şakir Bey artık pek evden çıkmaz olmuştu. Şurda burda yolumu keser, her bir yanımı sıkıştırmaya kalkardı. Ben de korkudan sesimi çıkarmaz, debelenip elinden kaçmaya bakardım. Bir gün, beş gün yakamı bırakmadı. Bir türlü anama bir şeyler diyemiyordum. ‘Bu vakte kadar ne diye söylemedin!’ der de büsbütün kızar diye korkuyordum. Ama Şakir Bey’in halleri de dayanılır gibi değildi. Sabahları
kuşluk vaktine kadar yataktan çıkmaz, türlü mahna bulup beni çağırtırdı. Anama birkaç kere ‘Yukarı işine sen bak da ben senin yerine mutfağa gireyim!’ dedim. Anacağızım kim bilir ne anladı, bana ‘Aman kızım, ben sağ oldukça senin elini bulaşığa sokmam inşallah!.. Bana acıdığından bunu söylüyorsan yazık. Anan senin için her şeyleri yapar!’ dedi.

“Fıkara kadın, bilmezdi benim neler çektiğimi... Gün geçtikçe Şakir Bey işi azıttı. Evde başkaları da duyup bir şey sanacak, beni de, anamı da evden kovacaklar diye yüreğim titriyordu. En nihayet Şakir Bey de bu işten bıkmış gibi yakamı bıraktı. Ben, ‘Eh’, dedim, ‘biraz başım dinlenecek.’ Çünkü artık beni gördüğü yerde öteme berime dokunmuyor, yalnız kötü kötü bakıp geçiyordu... O zaman bahar vaktiydi. Evde cümbüş, kıyamet gidiyordu. Bir gün hanım, beni yanına çağırdı. ‘Cennetayağı’ndaki bağa eşya taşınıyor, arabalarla git de öteberiyi yerleştir!’ dedi. Günahı boynuna, bir şeyden haberi var mıydı, bilmem? Anam da sabahtan beri yunakta, çamaşır başındaydı. Gittiğimden haberi olmadı. Ben bağı pek severdim. Vişne zamanı da gelmişti. Sevine sevine koştum; arabadaki yatakların, kilimlerin üstüne oturdum. Arabacı deli bir oğlandı, atları sürer, arabayı devirecek gibi koştururdu. Hem korkudan iki yanıma sarılır hem de keyfimden bağırırdım. Bağ, Cennetayağı’nın ta öbür başındaydı. Soğuktulumba’yı geçtik. Bahçelerin arasına daldık. Yoldan su geçiyordu. Arabanın tekerleri yarısına kadar suya gömülüp gittiğinden, şıpır şıpır sesler çıkarıyordu. Arabacı da iyice coşmuş, türkü çağırır dururdu. En sonunda bağa geldik. Ben hemen atladım. Vişnelerin dibine koştum. Dalları tutup aşağı eğerek yemeye başladım. Arabacılar eşyayı indirene kadar vişneye doyarım, diyordum. Biraz sonra bizim deli arabacı, ‘Kübra, biz
gidiyoruz, gel topla eşyaları!’ diye bağırdı. Ben de vişne dalını bırakıp eve seğirttim. Eşyalar darmadağınık duruyordu. Yazın yarısı bu bağda geçeceği için, her şeyleri getirmişlerdi. Sepetlerin içinde, bakır tencerelerden kırmızıbiber kutularına kadar, her bir şey vardı. Ben hem eşyayı evin içine taşıyor hem de türkü çağırıyordum. Bugün gibi aklımda: Musa Çavuş’un kaçırdığı Şadiye için bir türkü yakmışlardı:

 

Aman beyler yoldan geldim yorgunum

Şadiye Hanım’ın cilvesine vurgunum

 

diye, işte onu söylüyordum.

“Yukarı katta koca bir halıyı odaya sürüklerken merdivenleri birisi çıkmaya başladı. Yüreğim hop diye ağzıma geldi. Odanın öbür başına kaçıp sofaya doğru baktım: Sırıtıp gelen Şakir Bey’i gördüm...”

Salâhattin Bey ve Yusuf kımıldadılar. Kübra onlara bakarak sustu. Yüzü fevkalade manasız bir ifade almıştı. Son sözler ağzından bir plaktan geliyormuş gibi ruhsuz ve kapalı çıkıyordu:

“Şakir Bey hep öyle sırıtarak kapıya kadar geldi. Ben bağırıp dışarı fırlamak için iki adım yürüdüm. Aklım büsbütün başımdan gidecekti. Bu sefer de merdivenden Hilmi Bey çıkıyordu.”

Salâhattin Bey yerinden fırlayıp bağırdı: “Babası mı?”

“Babası... O da sırıtıyordu. Aman anacığım, ben dünyada bunların sırıtması kadar kötü şey görmedim...”

Kız, yüzünde hep o taş kesilmiş ifade ile olduğu gibi anasının kucağına kapandı. Hiç kımıldamıyordu. Eğer ağlıyorsa, bu pek garip bir ağlayıştı.

Yusuf da yerinden kalktı... Odadan çıkmak için yürüdü, tam kapıdayken Kübra’nın annesinin sesini duyarak geriye baktı.

Kadın, Kaymakam’a doğru boynunu uzatmış, boğuk boğuk: “Kızım pencereye koşmuş, yarı beline kadar dışarı sarkmış, ama aşağı düşmeden oğlan eteğinden yakalamış... Dışarıda, bahçe kapısının içindeki kuyunun taşında, Hacı Etem oturup çomak yontarmış!” diyordu.

Loading...
0%