@sabahattinali
|
Bu küçük şehirlerin yeknesaklığını değiştiren nadir hadiselerden biri de, bayramlardı. Hele Ramazan Bayramı, bir aylık bir bekleyiş ve hazırlıktan sonra geldiği için, o nisbette coşkun olurdu. Çocukların çoğu ramazanda oruç tutar, namaz kılarlardı. Sahura kalkmak ayrı bir zevk, öğleye kadar uyumak ve gündüzün, biraz da yapma olan bir mahmurlukla dolaşmak ayrı bir zevkti. Öğleüzeri Kurşunlu Cami’de İbradalı Salim Hoca’nın vaazları dinlenir, ikindi mukabeleleri kaçırılmaz, akşamüzeri de gözler ve kulaklar “tepe”den atılacak topa dikilirdi. Top, şehrin her yerinden görülebildiği için, bilhassa çocuklar, meydanlara toplanarak topçunun hareketlerini uzaktan keskin gözlerle takip ederlerdi. Evleri Kurşunlu Cami’ye yakın olanlar ise bu caminin minaresinde elinde saatle bekleyen ve vakit gelince topçuya işaret veren müezzin Sarı Hafız’a bakarlardı. Top patlar patlamaz, sanki sahici bir endaht yapılmış da mermi aralarına düşmüş gibi, bağrışarak evlerine koşuştururlardı. Geceleri büyüklerle sokağa çıkarlar, teraviye giderler, fakat çok kere sonuna kadar dayanamayarak dışarı fırlarlar ve büyüklerin yokluğundan istifade ederek kahvelerde bir-iki el yüzük oynarlardı. Teravi bittikten sonra ellerinde iri coplarla sokaklarda küme küme dolaşırlar yahut Gâvur Mahallesi’ne kavgaya giderlerdi. Bilhassa perşembe akşamlarını sabırsızlıkla beklerlerdi. Bu gece Kadiri tekkesinde zikir olduğu için, çocuklar tekkenin etrafında dizilirler, içeri girenleri, bilhassa kadınları seyrederler, sonra da birbirlerini ite kaka pencerelere yanaşarak “hünküren” dervişlere bakarlardı, içlerinde bazı imtiyazlıları ve usluları vardı ki, babaları ile tekkeye girmeye, hatta bazen zikre katışmaya mezun idiler. Bunlar, sebebini anlamadıkları bir gaşi ve cezbe içinde, vücutlarının bütün elastikiyeti ile iki tarafa sallanırlarken, dumanlı gözlerini arada sırada yukarıya, kadınlar tarafının kafesine kaldırırlardı. Bütün bunları takip eden bayram, sahiden bir coşkunluk ve neşe devri olurdu. Yusuf’un, şimdiye kadar daima biraz yabancı kaldığı bu şehrin cereyanına kendini kaptırması, yani bu şehirdekilerle müspet veya menfi münasebetlere geçmesi, bu şehirde asıl “yaşamaya” başlaması da böyle bir bayram gününe tesadüf eder. Bir Ramazan Bayramı’nın birinci günü, sabahleyin namazdan dönüldüğü esnada, Yusuf, yeni yaptırdığı “şeytanbezi” elbiseleri giymiş, Şahinde’nin süslediği Muazzez’i seyrediyor ve gülümsüyordu. Biraz sonra Alanyalı Kâzım, Şube Reisi’nin oğlu Vasfi, Vasfi’nin kız kardeşi Meliha ve Şerif Efendi’nin oğlu Ali gelecekti, hep beraber bir araba tutup Akçay iskelesine gitmek istiyorlardı. Fakat bu sırada Ali geldi, Kâzım’a babasının öğle yemeğinden evvel izin vermediğini, bayram sabahı öğleye kadar dükkân açmanın sair zamanın bir haftasından çok kâr bırakacağını söylediğini anlattı. Akçay gezintisi öğleden sonraya kalıyordu. Öğleye kadar vakit geçirmek için bayram yerine gitmeye karar verdiler. Yusuf, Muazzez ve Ali, her üçü de yepyeni giyinmişlerdi. Ali’nin kavuniçi zifirden dikilmiş yakalıksız Frenk gömleği ve bir kenarı ceketinin yan cebinden sarkan sırma işlemeli çevresi bugüne mahsus lükslerdendi. Yusuf koyu yeşil şeytan bezinden elbisesi, basık ökçeli tulumbacı pabuçları ve arkaya doğru atılan fesi ile pırıl pırıl parlıyordu. Fakat içlerinde en şıkları şüphesiz Muazzez’di. Sırtında mor atlastan ve güneşin altında pırıltısı gözleri alan bir elbise, ayağında iri tokalı rugan iskarpinler, iki örgü arkaya bırakılan saçlarının ucunda geniş, kırmızı kurdeleler vardı. Yaşı on üçe basan ve birdenbire güzelleşiveren Muazzez adeta olgun ve yetişkin bir hanım kız oluvermişti. Atlas entarisinin hafifçe kabaran göğsü, bütün hicabına ve gayretine rağmen, zavallı Ali’nin gözlerini dayanılmaz bir tecessüs ve hayretle kendisine çekiyordu. Bayram yerine doğru yürüdüler. Kuşluk vakti olmuştu. Her taraftan yükselen bir gürültü adeta kulakları sağır ediyordu. Meydanın kenarında, üzerine tente gerilmiş sergilerin altında, Alanyalı ve Aksekili çerçiler bağıra bağıra bilezik, kurdela, sakız, kına vesaire satıyorlardı. Çocuklar ellerindeki şişirgen düdükleri yorulmak bilmez bir inatla öttürüyorlardı. Bir arabacı, atların yanında, elinde kamçısı, “Soğuktulumba’ya, Cennetayağı’na!” diye müşteri Köşe başı meyhane, Asmadandır kapısı. Ben gözüme almışım On beş sene mapusu diye hepsi bir ağızdan türkü söylüyorlardı. Biraz daha ilerde, meydanın tam orta yerinde salıncaklar kurulmuştu ve asıl kalabalık, bunların etrafında idi. İçerisine sekiz-on kişi alan ve adeta küçük bir odaya benzeyen salıncaklarda minimini çocuklar bin türlü çiğ renkte elbiseleriyle ağır ağır sallanıyorlardı. Büyükler ikişer kişilik kayık salıncaklara biniyorlardı. Biraz kenardan seyrettikten sonra Ali, “Hadi binelim!” dedi. Yusuf başını salladı: “Siz binin. Benim başım döner!” O sırada içindekileri inen bir salıncağa Ali ile Muazzez bindiler. Salıncak evvela hafif hafif, sonra gitgide hızlanarak uçmaya başladı. Ali iki taraftan iplere sarılmış, vücudunun bütün kuvvetiyle kolan vuruyor, Muazzez ise biraz korkak, yüzü kıpkırmızı, yerinde sıkı oturmaya çalışıyordu. Ali’nin gözleri, iki tarafına bakınmasına ve başını mütemadiyen başka istikametlere çevirmek istemesine rağmen Muazzez’in yüzüne doğru kayıyor ve derhal kendi yüzü de onunki gibi kızarıyordu. Muazzez’in bunların farkında olmadığı zannedilebilirdi. Çünkü salıncağın yere her yaklaşışında, biraz ilerdeki bir ağaca yaslanmış duran Yusuf’a doğru gülümsüyor, başıyla işaretler ediyordu. Bu sırada yandaki salıncak durdu ve oraya bu sefer iki yeni müşteri bindi. Bunlardan biri Hacı Rifat’ın İhsan, öbürü de fabrikatör Hilmi Bey’in oğlu Şakir’di. Yusuf’un derhal yüzü bozuldu. Bu Şakir, yaşının on sekizden fazla olmamasına rağmen, kasabada herkese yaka silktirmiş bir çocuktu. Ayyaş, hovarda, ahlaksız bir şeydi. Babasının kazandığı parayı Rum orospular veya İzmirli oğlanlarla yiyor, etmediği rezalet bırakmıyordu. Bugün çapraz yelekli, lacivert bir elbise giymiş, yeleğin üzerine yarım okkalık gümüş bir köstek takmıştı. Fesinin etrafında çok fiyakalı sarılmış oyalı bir yemeni vardı. Hacı Rifat’ın İhsan salıncağa bindikten sonra Yusuf’u gördü, başıyla ve elleriyle selamladı. Sonra sallanmaya başladılar. Biraz hızlanınca Şakir, dört tarafa çarpılır oldu, belli ki fena halde sarhoştu. İhsan, onu biraz doğrultmaya uğraştı. Fakat o birdenbire silkinerek “Haayt!” diye bir nara attı. Saçları yüzüne dökülerek kolan vurmaya başladı. Yusuf sapsarı kesilmişti. Şakir bütün çehresine yayılan pis bir sarhoş gülüşüyle yanındaki salıncağa, Muazzez’e bakıyor, başının şaşkın hareketleriyle, iki tarafa uçan salıncağı takibe uğraşıyordu. Birdenbire başındaki oyalı yemeniyi çıkararak tam yanıbaşından geçen Muazzez’in salıncağına attı. Muazzez korkak bir çığlık kopardı. Ali derhal kolan vurmayı keserek salıncağı durdurmaya çalıştı. Hacı Rifat’ın İhsan, şimdi büsbütün yıkılan Şakir’i tutmaya, aynı zamanda muvazenesi bozulan salıncağı düzeltmeye uğraşıyordu. Yusuf salıncaktan inenlere, “Hadi siz eve gidedurun, ben İhsan’a bir-iki laf diyeceğim!” dedi. Ali ile Muazzez biraz ilerlediler, fakat Muazzez, ne olacağını biliyormuş gibi, biraz ötede, su muhallebisi satan bir serginin arkasında durdu, Ali’yi de durdurdu. Yusuf salıncaktan inen İhsan’a doğru yürüdü ve sordu: “İhsan, ne istiyor bu itoğlu?” Şakir yüzüne dökülen ve yağlı yağlı parlayan uzun saçlarını fesinin altına sokmaya çalışarak bu tarafa döndü: “Kim ülen itoğlu?” Elini alışkın bir hareketle arka cebine götürdü. Fakat tam bu sırada Yusuf’un pek de dayanılacak gibi olmayan yumruğunu suratına yiyerek yere yuvarlandı. İhsan iki kolu ile Yusuf’u sımsıkı sarmış, onu teskine çalışıyordu: “Etme gözünü seveyim, Yusuf! Bak, sarhoş işte!.. Ben şimdi alır götürürüm.” Yusuf silkindi ve yerdekine iki tekme daha savurdu, fakat derhal koşup gelen Muazzez’le Ali kendisini çekip götürdüler. Bu sırada ayağa kalkan Şakir, onların arkasından koşmak istiyordu; fakat İhsan’la salıncakçı, kollarından tutmuşlar, bırakmıyorlar ve elinden tabancasını almaya çalışıyorlardı. Tam o sırada Şakir’in en iyi arkadaşı Hacı Ethem geldi. Sarhoşu kolundan tuttu, etrafındakilere, “Bana bırakın siz!” dedi. Ve onu zorla yürütmeye başladı. Bu Hacı Etem, yirmi dört yaşlarında, güzel ve kurnaz bir çocuktu. Anası babası yirmi sene evvel hacca giderlerken dört yaşındaki Etem’i de beraber götürdükleri için ismi böyle kalmıştı. Pek hali vakti yerinde olmadığı halde, herkesten iyi giyinir, herkesten paralı gezerdi. Bu bolluğun İhsan ve Şakir gibi birkaç zengin ve hovarda arkadaştan çıktığı ve Etem’in bunlara hem dalkavukluk ettiği hem de eğlencelerine her iki cinsten mahluklar tedarik edip getirerek bazı ufak hizmetler gördüğü söylenirdi. Fakat bunlar, Etem’in |
0% |