@sabahattinali
|
Yusuf ne yapacağını bilmiyordu. Bugün her şeyin başka bir çehre alacağını, bir şeyler olması lazım geldiğini seziyor, fakat sarih ve kati hiçbir şey düşünemiyordu. Ne yapacaktı? Eliyle tabancasını yokladı. Sonra bu hareketini çocukça bularak güldü. Kendini zorlamadan aklına eseni yapmaya karar verdi. Aşağıçarşı’ya doğru yürüdü. Yolda rasgele düşünüyordu: Hilmi Bey’in bağına gitmeli, fakat ya Şakir de orada ise... Ya bir kaza yaparsam? O zaman hiçbir şey düzelmiş olmayacaktı. Çarşıdan yıldırım gibi geçti. Bugün buradan üçüncü defadır böyle yarı koşarak geçiyordu. Kahvedekilerin bir kısmı ona hayretle baktılar. Biraz daha aşağılarda, arabacı dükkânlarının bulunduğu meydanda birkaç yaylı duruyordu. Onları görünce olduğu yere mıhlanmış gibi kaldı. Birdenbire ve bir çivi gibi beynine saplanıveren bir fikir şimdi oraya yerleşiyordu. Ancak bir-iki dakika sonra kendini topladı ve yüzünde kendinden emin, rahat bir gülüşle yaylılardan birine giderek sahibinden arabayı birkaç saat için kiraladı. Arabacıya “Cennetayağı’na gidip geleceğim, belki biraz da kalırım!” demişti. Kendisini tanıdığı için hiçbir şeyden şüphelenmeyen arabacı atların boynundan yem torbalarını çıkardı, oturacak yerin altına koydu. Kayışlarını taktı ve terbiyeleri, bu sırada arabaya atlamış olan, Yusuf’a uzattı. Yusuf yaylıyı Soğuktulumba’ya kadar ağır ağır sürdü. Fakat ondan sonra kamçıya sarılarak atları dörtnala kaldırdı. Sabırsızlıktan bayılacak gibiydi. Arabadan ve atlardan daha çabuk gitmek ister gibi öne uzanıyordu. Bozuk ve taşlı yollarda boş ve havaleli araba tehlikeli sallantılar yapıyordu. Cennetayağı’nın bağları arasından geçen dar ve çukur yol kupkuru idi. İlkbaharda bir dere gibi su ile dolu olan sokakta şimdi yer yer ısırganlar vardı ve bunlar dörtnala koşan atların nallarına çarparak kopuyor, savruluyorlardı. Yusuf hızlı hızlı nefes alıyordu. Sanki evden buraya kadar koşarak gelmişti. Bu sırada yolun öbür ucundaki bağda dolaşanları gördü. Arabayı oraya kadar sürmek, ortalığı telaşa verebilirdi. Terbiyelere sarılarak hayvanları durdurdu. Yere atladı ve kenardaki yüksek yaya kaldırımına çıkarak hızlı hızlı yürüdü. Bu kısa fakat yorucu koşmadan sonra atlar, oldukları yerde, kımıldanıyorlar ve kaşanıyorlardı. Yusuf, Hilmi Bey’in bağına yaklaşınca çitin kenarına sinerek ilerlemeye başladı. Eli tabancasındaydı. Etrafta kimseler yoktu. Güneş eski sıcaklığını kaybetmeye başlamıştı. Vakit ikindiye yaklaşıyordu. Fakat insanlar, deminki müthiş sıcağın gevşekliğini henüz üzerlerinden atamadıkları için, sokuldukları yerden çıkamıyorlardı. Yalnız Hilmi Bey’in bağındaki köşkten şarkılar ve gürültüler geliyor ve bağda iki kadının dolaşıp üzüm yediği görülüyordu. Yusuf bunların Muazzez’le Şube Reisi’nin kızı Meliha olduklarını seçti. Henüz yarı koruk olan bu üzümleri yemek için bu sıcakta yaşlı başlı kadınların güneşe çıkmayacakları tabii idi. Yusuf bağı saran çitin etrafını dolaştı. Bütün ağaç diplerini ve kuytu yerleri gözleriyle uzaktan araştırdı. Köşkün içindekilerle bağdaki iki kızdan başka ortalıkta kimse görünmüyordu. Buna kanaat getirdikten sonra bağın parmaklık şeklinde tahtalardan yapılmış kapısına döndü. Eliyle kapıyı itti ve içeri girdi. Bağda dolaşanlar tahta kapının alt ucunun yerde sürünerek çıkardığı sesi duymuşlar, bu tarafa bakıyorlardı. Yusuf kısık bir sesle, “Muazzez!” dedi. Genç kız şaşırmıştı. Yanında bir şey anlamadan duran Meliha’ya bakıyor, sonra başını etrafına çevirerek güya birini arıyordu. Bu tereddüdü pek az sürdü. Hemen kendini topladı. Arkadaşına, “Sen yiyedur, ben bakayım... Yusuf ağabeyim gelmiş, babama bir şey mi oldu acaba?” dedi. Derhal bulduğu bu yalana kendisi de inanmış gibi içi cız etti ve hakikaten Yusuf’un buraya babasına ait fena bir haberle gelmiş olmasından korktu. Bağın çapalanmış topraklarında ayakları asma çubuklarına takılarak koşarken her adımda telaşı artıyor ve tiril tiril titriyordu. Ağzından birkaç kere “Babacığım... Babacığım!” sözleri fırladı. Yusuf’un yanına yaklaşınca onun yüzünden ve duruşundan korktu. Fakat ağabeyi, “Ne diye buraya geldin Muazzez?” diye sorunca derin bir nefes aldı. Demek babasına bir şey olmamıştı. Yusuf’u buraya getiren diğer bir sebepti. Başka zaman olsa hiddetinden korkardı. Fakat şimdi gözlerini iki türlü sevinç yaşartıyordu: Hem deminki telaşının yersiz olduğunu düşünerek müsterih oluyor hem de Yusuf’un buraya kadar sırf kendisi için, Muazzez için gelişinden anlatılmaz bir memnunluk duyuyordu. Masum bir çehre alarak, “Ne var Yusuf Ağabey...” dedi. “Ne olmuş buraya gelmekle? Yalnız değilim ki, annem de var.” Yusuf, Muazzez’in yüzüne dik dik bakarak, “Neden geldin diyorum, Muazzez?” dedi. “Annen ne yaparsa yapsın, sen niçin geliyorsun!” Muazzez şimdi karşısındakini biraz üzmek, onu anlamamış görünmek istiyordu. Aylardan beri Yusuf’un kendisine yaptıklarına, böyle küçük bir mukabelede bulunmaktan kendini alamıyordu ve bu arzusunda, şu anda duyduğu ve gitgide artan bir saadet hissinin ve bir neşenin çok tesiri vardı. Kendini zapt etmese Yusuf’un boynuna atılacaktı. Fakat kaşlarını çatarak sordu: “Ne yapayım Yusuf Ağabey? Bütün gün evde mi kalayım? Bir parçacık olsun eğlenmek benim hakkım değil mi?” Yusuf başını önüne eğmişti. Buraya gelmiş olduğuna şu anda müthiş pişmandı. Eski hiddeti geçmiş, yerini, kötürüm eden bir teessüre bırakmıştı. Bir an evvel buradan gitmek istiyordu. Başını kaldırmadan, “Peki, ne yaparsan yap!” dedi ve arkasını dönmek için bir harekette bulundu. O zaman Muazzez onun yanına sokularak, “Yusuf!” dedi. “Ne?” “Yusuf... Neden geldin buraya?” Öteki cevap vermedi. Öyle ya, neden gelmişti buraya? “Buraya benim için mi geldin?” Ayıp bir şeyi itiraf eder gibi kızararak başını salladı: “Evet!” Karşısındakinin yüzüne bakınca Muazzez’in yüreği hopladı. Yusuf’un çehresi bu anda aynen o akşam kendisine “anladım” dediği zamanki ifadeyi almıştı. Muazzez birdenbire, “Haydi Yusuf, gidelim!” dedi. Yusuf, gene kıpkırmızı, peki demek ister gibi başını salladı. “İçeri girip yeldirmemi alayım...” Yusuf hemen onu bileğinden yakaladı, “Bırak, istemez, yürü benimle!” dedi. Genç kız, “Hiç olur mu Yusuf... Annem ne der... Dünya âlem ne der?” Yusuf onu kolundan tutup bağdan dışarı çıkararak, “Kimse bir şey demez” dedi. “Deseler de bir şey çıkmaz...” Muazzez ilerde duran arabayı görünce Yusuf’un yüzüne baktı, “Bununla mı döneceğiz?” dedi. “Evet!” “Peki, bırak da başörtümü filan alayım. Hemen gelirim...” Sonra siyah ve çocuk gözlerini karşısındakine dikerek fısıldadı: “Yoksa gelmem diye mi korkuyorsun?” Yusuf başını salladı: “Gelirsin... Biliyorum...” “Öyleyse neden bırakmıyorsun?” Yusuf avcunda tuttuğu bileği sinirli bir hareketle sıkarak, “Lüzumu yok!” dedi. Sonra, dudakları titreyerek, ilave etti: “Ne olursa olsun, artık seni hiç bırakmayacağım!” Arabanın yanına gelmişlerdi. Yusuf, genç kıza, arabaya binerken yardım etti; yan kapıların muşamba perdelerini kapattı ve kendisi ön tarafa atladıktan sonra, “Biraz geride otur, görünme!..” dedi. Sonra kamçıyı eline aldı ve arabayı sürdü. Bir bağın arkasından dolaşarak yola çıktılar. Şube Reisi’nin kızı Meliha bağda tek başına üzüm yemeye devam ediyor, yalnız ara sıra başını kaldırarak Muazzez’in nerede olduğunu görmeye çalışıyordu. Yusuf atları dörtnala kaldırmıştı. Genç kız, yaylının iç taraflarında bir köşeye büzülmüş ve elleriyle iki tarafına sarılmış, düşünüyordu. Araba taşlara çarparak fırlayınca veya hızla dönünce: “A! A!” diye hafif bir ses çıkarıyor ve sonra susuyordu. Birdenbire içini endişeler kaplamıştı. Bu yolculuğun sonundan korkuyor gibiydi. Nereye gidiyorlardı? Tabii eve... Acaba hakikaten eve mi? Muazzez, Yusuf’un yüzünü arkadan ve pek az görebiliyor, fakat bu çehrede neler olduğunu tamamen biliyordu. Kız kardeşini alıp eve dönen bir insanın yüzü böyle olmazdı. Hiç böyle olmazdı. Bu yüz, Muazzez’in şimdiye kadar görmediği bir şeydi. Her adalesi donmuş ve ileri fırlayarak deriyi germiş gibiydi. Muazzez bunun böyle olduğunu görüyormuş kadar iyi biliyordu. Sonra Yusuf’un sırtı da acayipleşmişti: Bazen büyüyerek arabanın ön tarafını tamamen kapatıyor ve içerisi kapkaranlık oluyordu, zifiri karanlık. Bu esnada Muazzez hiçbir şey görmüyor ve haykırmak istiyordu... Yusuf’un yalnız sırtı değil, kalpağının altından çıkan kısa kesilmiş siyah saçları, kıpkırmızı yanan kulakları da büyümüştü. Muazzez bu saçların kalınlaştığını ve uzadığını görüyor, kulaklarından alevler fışkırdığını sanıyordu. Bir aralık Yusuf yerinden fırlar gibi oldu. Dışarıyı görmeyen Muazzez korktu. Yusuf elindeki kamçıyı şiddetle savuruyor ve atlar deli gibi koşuyordu. Muazzez arkadaki muşamba perdeyi aralayarak baktı. Yolun döndüğü yerde bir süvarinin kaybolduğunu ve bunun Şakir’e benzediğini gördü. O zaman içerisi annesine karşı büyük bir istihfaf hissiyle doldu. Demek kendisinin bağda olduğu bu oğlana haber verilmiş ve o da hemen atına atlayarak bağın yolunu tutmuştu. Olduğu yerden yavaşça öne doğru giderek Yusuf’un bütün vücudunu kucaklamak ve onun alev gibi kulaklarına, “Ben razıyım Yusuf, beni ne yaparsan yap, fakat bir dakika bile bırakma!” demek istedi. Bu anda araba dik bir bayırı tırmandı. Genç kız tekrar muşambayı kaldırınca Soğuktulumba’da olduklarını gördü. “Yusuf, nereye gidiyoruz!” diye bağırdı. Çünkü kasabaya gidecek yerde atlar sağa dönmüş, Havran yolunu tutmuştu. Yusuf sesini çıkarmadı, başını bile çevirmedi, atları sürmekte devam etti. Fakat Muazzez artık korkmuyordu. Arabanın ağzını kapayan vücut ona tükenmez bir emniyet hissi veriyordu. |
0% |