Yeni Üyelik
18.
Bölüm

İKİNCİ KISIM - 2.BÖLÜM

@sabahattinali

Yusuf üç yüz yirmi lirayı yol keserek tedarik etmemişti.

Kübra, başından geçenleri anlattığı gün, akşamüzerine doğru, Yusuf, evden çıkmış, Şerif Ağa’nın oğlu Ali’nin dükkânına gitmişti.

Karanlık dükkâna girer girmez Ali, ona doğru koştu. “Aman Yusuf, ne oldun?” dedi.

Yusuf, o zamana kadar yüzünde görülmemiş bir heyecanla fasulye çuvallarından birine ilişti. Ali’ye uzun uzun ve dikkatle baktıktan sonra, ağlar gibi bir sesle sordu: “Siz, ne biçim insanlarsınız?..”

Bu sözlerde bir sualin bütün talepleri, anlayamamanın bütün isyanı toplanmış gibiydi. Ali şaşırdı ve durakladı: “Ne oldu Yusuf!”

Tam bu sırada içeri giren bir müşteri Ali’den Tosya pirinci istedi. Müşteriyi savdıktan sonra Yusuf’un yanına gelen Ali, onun tekrar kendini topladığını fark etti. Şimdi dudaklarında hep o lakayt ve her şeyi bilen tebessüm vardı. Bir türlü anlayamadığı, bir türlü içlerine karışamadığı ve bunu zaten asla istemediği bu insanlarla arasında çelik bir duvar gibi yükselttiği bu tebessüm, onun müracaat ettiği son çareydi. Kendini bu şehrin korkunç akıntısından, ancak etrafında ördüğü bu soğuk duvarla kurtaracağını sanıyordu. Ruhuna bir gülle gibi düşen ve orasını darmadağınık eden Kübra’nın hikâyesini ve onun akislerini bu duvarın içinde saklamalıydı. Zaten saklamasa ne yapabilirdi? Kendi dili ile bu insanların dili arasında herhalde pek büyük farklar olacaktı, onlar Yusuf’un sözlerinden bir şey anlamayacaklar ve o, anlattığı ile kalacaktı. Sonra insan ancak her hususuna akıl erdirebildiği şeyleri söylemeliydi; halbuki Yusuf birçok şeylerin niçin yapıldığını ve nasıl yapılabildiğini hâlâ anlayamıyor, bunları belki ömrünün sonuna kadar da anlayamayacağını müphem bir şekilde hissediyordu. Onun için ömrünün bu en azaplı, en fırtınalı anında gene, sükûnetini aldı ve Ali’ye sadece duyduğu vakayı anlattı.

Ali hiçbir şey sormadan sonuna kadar dinledi. Yalnız, Yusuf’un sözünü bitirmesine yakın, yüzü kıpkırmızı oldu.

Bir müddet sustular. Sonra Ali, “Ben bu kadarını düşünememiştim” dedi. “Sandığımdan daha aşağılık adammış bunlar. Demek ki babanı borçlu etmekten maksatları buymuş. Bir yerden kokusu çıkarsa baban vasıtasıyla önlemek isteyecekler herhalde. Şakir de Muazzez’i bu yoldan elde etmek niyetinde...”

“Babamdan artık hayır yok... Ne yapacağını bilmiyor...”

Ali bir müddet tereddüt ettikten sonra, dayanamadı. “Muazzez’in bu anlattıklarından haberi var mı?” dedi.

“Bilmem... Nerden haberi olacak?..”

“Şakir’e gitmek istiyor mu?”

“O ne bilecek... Aklı erer mi?..”

Ali’nin gözleri parladı: “Ermez olur mu? Yalnız Şakir’in ne mal olduğunu öğrenirse herhalde adını bile anmaz, değil mi?”

Yusuf mükâlemenin nereye gittiğini anlayamadı, sadece omuz silkti.

Ali bir şeyler söylemek istiyor, fakat bir türlü beceremiyordu. Birkaç kere ağzını açtı, sonra tekrar sustu. Yusuf dalgın dalgın bekliyordu. Bir aralık gülümseyerek, “Beni de işin içine karıştırmayı istediler desene...” dedi.

“Hangi işin?.. Ha, şu bıçak meselesi değil mi?.. Aşkolsun kıza, ne biçim kız bu, ben hiç görmedim.”

“Sorma... İnsan bakamıyor bile... Fakat onda bir şeyler var. O kız böyle kalmaz, muhakkak bir şeyler yapacak... Evde onu gördükçe ürküyorum...”

Ali tekrar kafasının içinde dolaşan mevzuya dönmek için, “Herhalde baban parayı ödemeli!..” dedi.

Yusuf ancak birkaç saniye sonra intikal ederek, “Nasıl öder?” diye cevap verdi. “Neyle öder?..”

O zaman Ali, birdenbire, kendisinin bile şaştığı bir cesaretle, “Ben vereyim...” dedi.

Yusuf ağır ağır, karşısındakinin gözlerinin içine baka baka, “Muazzez’i sen mi istiyorsun?” dedi.

Ali, gene kıpkırmızı olarak önüne baktı.

Yusuf yerinden kalkıp Ali’nin omzuna vurdu. “Bu dünyada karşılıksız hayır işlenmediğini öğrendim de onun için sordum” dedi. “Ne kızarıyorsun? Bu işi ben de münasip bulurum. Babama bu akşam açayım... Herhalde razı olacaktır... Yalnız sen kendi babanı nasıl yola getirip bu kadar parayı alacaksın?”

Ali, “Aldırma” dedi. Yusuf dükkândan çıkıp giderken yanına sokulup, “Bizim büyükanne altın küpüdür, benim bir sözümü iki etmez, babamın da ruhu bile duymaz” diye fısıldadı.

Hakikaten Ali’nin anneannesi Edremit’in meşhur simalarındandı. Genç yaşında küçük bir kız çocukla dul kaldığı halde babasından ve kocasından kalan malları tek başına idare etmiş, ayağına mestlerini giyip aylarca zeytinlerinin başında dolaşmış, İstanbul’a ve İzmir’e yağ satmış, nihayet kızını oldukça fakir bir delikanlı olan Şerif Efendi’ye, Ali’nin babasına verince, biraz istirahate çekilmişti. Artık malları, damadı ile torunu idare ediyordu. Fakat ihtiyar Ganimet Hanım’ın bir köşecikte sarı liraları bulunduğu, hatta bunların, “Kefen param buradadır, cenazemi bununla kaldırınız!” diye gösterdiği, fakat başucundan ayırmadığı yeşil boyalı küçük meşe sandıkta durduğu söylenirdi. Yüzünü hiç kimsenin görmediği bu servetin bazı parçaları, akrabalardan biri evlendiği veya bir çocuk sünnet olduğu zaman bir çift elmas küpe, bir dizi inci veya mavi boncuklu bir “Maşallah” halinde kendini gösterirdi.

Evlerinin alt katındaki alçak tavanlı ve loş odada bir köşe minderine oturarak hiç durmadan okuyup kınalı elleriyle tespih çeken, üç ayları tutan, günde bilmem kaç rekât nafile namazı kılan ve damadına bile başörtülü çıkan bu kadının, Ali’ye karşı büyük bir zaafı vardı. Ali, kendisine gidip derdini anlattığı zaman, “Git oğul, bende o kadar para ne gezer!” dediği halde, yatsı namazını kıldıktan sonra usulca Ali’nin odasına gitmiş, “Al, babana bir şey duyurma!” diyerek Ali’nin yerde serili duran yatağının başucuna büyükçe bir kese bırakmıştı.

Bu sırada Ali, odanın öbür ucunda yere diz çökmüş, önünde küçük bir rahle, beş numara bir lambanın ışığı altında, veresiye defterlerini temize çekiyordu. Ninesini görünce kurşunkalemi ile kocaman defteri elinden fırlatarak boynuna sarılmak için ona doğru koştu, fakat ihtiyar kadın eliyle “sus” diye işaret ettikten sonra, geldiği gibi sessiz adımlarla ve uzun eteklerini eşiklerde sürüyerek dışarı süzüldü.

Ali sabahı zor etti ve ertesi gün, akşamın alacakaranlığına kadar, Yusuf’u bekledi. Zaman geçtikçe ümidi kırılıyor ve dükkânda dört tarafa gidip geliyordu. Ara sıra başını kapıdan dışarı uzatarak yola bakıyor, sonra kendini oyalamak için tekrar veresiye defterlerine sarılıyordu. Bu esnada aklı büsbütün başka yerlerde dolaşıyor veya düğün günü arkadaşlarıyla beraber alay havası oynarken görüyordu. Sonra birdenbire Yusuf’un hâlâ gelmediğini hatırlıyor, içi burkuluyor, kafasının içinde müspet ve menfi ihtimaller, birbirini kovalayan dalgalar halinde çalkalanıyordu.

Birkaç kere, dalgınlıkla, müşterilerin sirke şişesine az kaldı gazyağı dolduracaktı. Akşama kadar belki beş-altı veresiyeciyi deftere yazmayı unuttu ve düşüncelerinin sonunda birkaç kere gözleri yaşardı: Bazen tatlı, bazen acı hayallerle...

Ortalık adamakıllı karardıktan sonra büyük bir ümitsizlik ve yorgunluk içinde dükkânı kapamaya başladı. İndirdiği tahta kepenklere kol vurup kilitledi ve ağır ağır evin yolunu tuttu.

Bayramyeri Camii’nin önünden geçerken içerde hızlı hızlı namaz kıldıran imamın sesini duydu. Kısa fasılalarla secdeye varanların patırtısı dışardan işitiliyordu.

Biraz daha yürüdükten sonra çivitli kireçle badana edilmiş olan ev göründü. Bahçe duvarının üstünden iri bir incirin dalları sokağa doğru uzanıyordu. İçeri girip avludaki tulumbada yıkandıktan sonra, yemek yemeden, yukarı kata, kendi odasına çıktı, beyaz patiska örtülü ve halı yastıklı mindere uzanarak düşünmeye başladı.

“Bir bakkala da kız verecek değiller ya?” diyordu. “Beş-on kuruş paramız var diye biz de kendimizi adamdan sayıyoruz... Koskoca kaymakam bu...”

Kalkıp konsolun üstünde birbiri üstüne yığılı duran kitaplardan birini aldı. Bu, mektep zamanından kalma bir dördüncü sınıf kıraatiydi. Ara sıra, akşamları, böyle kâh bir riyaziye kâh bir tarih kitabını eline alır, belki elli defa okuduğu yerleri bir daha gözden geçirirdi. Dünyada mektep kitabından başka bir şey okunabileceğini bilmiyordu. Büyükannesinin ara sıra diğer ihtiyar kadınlarla beraber okuyup ağlaştığı Muhammediye’yi sıkıcı buluyor, Şube Reisi’nin oğlu Vasfi’de pek bol bulunan, iki sütun üzerine basılmış, tercüme romanları da pek anlamıyordu. Onun kıraat ihtiyacını bu mektep kitapları karşılıyordu.

Fakat bu akşam birkaç parçasını gözden geçirdiği kıraat kitabı da onu sıktı ve tekrar mindere oturarak kafesli pencereden dışarı bakmaya başladı.

İçinde tekrar tatlı ümitler uyandı. Muazzez’in, yavaşça oda kapısını açarak, elinde tepsi ile içeriye girdiğini ve kendisine kahve getirdiğini farz etti. Bütün yüzünü memnun bir tebessüm kapladı. Genç kızı karşısına oturtarak onunla düğünlerine, yüzlerce testi zeytinyağına ve Aşağıçarşı’da açacağı mağazaya dair tatlı tatlı konuştu.

Sabahleyin, aynı minderin bir köşesinde ve boynu ağrımış olarak uyanınca, içinde hâlâ uykuya daldığı zamanki tatlı hisler yaşıyordu. Hakikate biraz geç döndü ve içini çekerek doğruldu.

Aşağıda zeytinyağına ekmek banarak ve yarım çanak pekmez içerek kahvaltı ettikten sonra, dükkânın anahtarını duvardan aldı ve sokağa çıktı. Artık boş ümitleri kafasından atmaya çalışıyor ve kendini avutmak için Kazdağı eteklerinde bir köyde bulunan amcasına gitmeyi düşünüyordu.

Birdenbire yüreği genişleyip göğsünün duvarlarına çarpar gibi oldu. Kendi evlerinin sokağını dönünce, öteki köşeden Yusuf’un geldiğini görmüştü. Yolun ortasında durarak yalvaran gözlerle ona bakmaya başladı.

Yusuf yaklaşınca âdeti olduğu üzere elini arkadaşının omzuna koydu, yüzü gülüyordu, fakat bu gülüşte biraz da karşısındakini küçük gören bir ifade vardı:

“Babam razı oldu gibi” dedi. “Anam biraz mırın kırın ediyor.”

Ali bir şey söylemiyor, Yusuf’un söylediklerini duymamış gibi, onun yüzüne, soran gözlerle bakıyordu.

Yusuf büsbütün güldü: “Ne o yahu, Muazzez’i sana yapacağız işte... Başka çare var mı?”

Ali bu sözdeki alayı, hatta belki de hakareti fark etmedi. Kısık bir sesle, “Muazzez ne diyor?” dedi.

“Onun daha haberi yok. Anası bugün söyleyecek.” Sonra sokak ortasındaki bu muhabbeti kısa kesmek istiyormuş gibi bir hareket yaptı, başını havaya kaldırdı, dişlerinin arasından ve çabuk çabuk, “Hadi, sen paraları ver!” dedi.

Ali kendine tamamıyla malik olsa ve Yusuf’un haline dikkat etse, muhakkak hayret eder, belki de çok müteessir olurdu. “Hadi paraları ver!” derken bunu hiç de bir arkadaş, hatta alelade bir yabancı gibi söylemiyor, sanki bu sözleri tükürüyordu. Fakat Ali kendinde değildi. Anlayamadığı birtakım karışık, belki de tatlı hislerin içinde yüzüyordu. Elini dalgın dalgın pantolonunun cebine soktu ve oldukça ağır bir keseyi çıkararak karşısındakine uzattı.

Yusuf, onu yerden bir taş alıyormuş gibi hızla ve bütün avcuyla yakaladı ve kaşlarını çatarak, “Alışveriş tamam, değil mi?” dedikten sonra koşar gibi çabuk adımlarla uzaklaştı.

Loading...
0%