Yeni Üyelik
19.
Bölüm

İKİNCİ KISIM - 3.BÖLÜM

@sabahattinali

Bu günün akşamında Yusuf, Çınarlı Kahve’de Hacı Etem’e üç yüz yirmi lirayı teslim etmiş ve senedi geri almıştı. Kahveden çıkınca yağmurun altında sokaklarda dolaştı. Çizmeleri topuklarına kadar çamura batıyor ve ayağını kaldırdığı zaman bıraktığı çukura kirli sular doluyordu.

Karanlık ve dar yollarda, ellerinde cam fenerlerle, komşudan dönen kadınlara ve birkaç sarhoşa rastladı. Yavaş yavaş kasabanın dışına kadar uzanarak Büyükçay’ın kenarına geldi. Uzun bir tahta köprü, dereyi bu noktada aşıyor ve Havran’a, Kemer’e gidecek arabalar bunun üstünden geçiyordu. Köprünün iki tarafında büyük çınarlar vardı. Hafiflemiş olan yağmur tekrar hızlandığı için Yusuf bu çınarlardan birinin altına sığındı. Tahta köprü iki tarafta taş rıhtımlara dayanıyor ve köpürerek gelen çamurlu sular bu rıhtımın önünde gürültülü bir anafor yapıyordu. Bulutların göstermediği bir ay ortalığa pek hafif bir ışık dağıtıyor ve iri yağmur damlaları derenin yuvarlanan sularına düşerek orada küçük ve hemen kaybolan halkalar bırakıyordu.

Yusuf sırtını büyük çınarın gövdesine dayayarak gözlerini gecenin içine dikti. Derenin öte yakasındaki ağaçlar; şehre doğru uzanan ve üzerindeki su birikintileri yer yer parlayan çamurlu yol; zaman zaman alçalıp koyulaşan ve yükselip açılan bulutlar, birbirine karışmış, birbirlerinin içinde kaybolmuş gibi görünüyorlardı. Sanki tabiatta bu anda müstakil hiçbir şey yoktu. Yusuf, kendini de bu muazzam ve yekpare geceye yapışık sandı ve korkuyla ürperdi. Islak ellerini yüzünde dolaştırdı. Kirpiklerinden yanaklarına yağmur suları süzülüyordu. Yaptığı hareketler ona hiçbir yere bağlı olmadığının şuurunu verdi. Hatta yavaş yavaş etrafından ne kadar ayrı olduğunu, ne kadar uzak olduğunu hissetmeye başladı. Bir an, içinde deminkinin tamamıyla aksi olan bir yalnızlık duygusuyla sarsıldı. Etrafına baktığı zaman ağaçların, bulutların, derenin kendisinden hızla uzaklaştığını sezer gibi oldu. Kasabanın bazı evlerinin pencerelerini aydınlatan hafif ve sarı bir ışık, Yusuf’un ıslak gözlerinde yıldızlanıyor ve dalgalı bir su üzerine bırakılmış gibi oynuyordu.

İki eliyle arkasındaki ağacın kabuklarına sarıldı. Parmakları soğuk yarıkların arasına girdi. Elini hemen geri çekti ve göğsüne götürdü. Göğsünün içinde, bu asırlık ağacın kabuğu gibi, yarıklar bulunduğunu sandı ve gırtlağına kadar bir ateşin çıktığını hissetti. Aman yarabbi, ne kadar yalnızdı...

Yalnız, gökyüzündeki yıldızlardan çayın dibindeki çakıllara, doğu tarafından kopup gelen bulutlardan batı tarafındaki denize kadar uzanan ve yayılan bu kocaman gecenin içinde, yapayalnızdı. Düşüncelerini hangi istikamete koşturursa koştursun, karşısına kimse çıkmıyordu. Şu anda bu koskoca dünya üzerinde kendisini düşünen bir tek kişi bile mevcut olmadığına o kadar emniyeti vardı ki, acı bir kabadayılıkla kendisi de hiç kimseyi düşünülmeye layık bulmuyor; fakat bundan, sebebini anlayamadığı bir üzüntü duyuyordu. Acaba onu sahiden hiç düşünen yok muydu ve o hiç kimseyi düşünmemekte, kendini yalnız bulmakta bu kadar haklı mıydı? Bu ihtimal onun gerilmiş olan sinirlerini biraz gevşetti. Sırtını ağaçtan ayırdı; derin bir nefes aldıktan sonra, kasabaya doğru yürümeye başladı.

 

* * *

 

Eve gelince cebindeki anahtarla kapıyı açıp içeri girdi. Aynı zamanda kiler ve sandık odası vazifesini, zamanına göre de misafir odası işini gören taşlıkta Kübra ile anası yatıyorlardı. Yusuf’un girdiğini gören kadın, yukarı kata giden merdivenin alt basamaklarından birinde duran idareyi alıp fitili yükseltti. Yusuf eliyle, rahatsız olmamasını işaret ederek sessizce yukarı çıkmak istedi, fakat yerde bir hasırın üzerine serili yatakların yanından geçerken Kübra’nın iri ve parlak gözlerinin kendisine baktığını fark etti. Kadının elinden idareyi alırken sordu: “Daha uyumadınız mı?”

“Hanımı bekliyoruz...”

“Hanım nerede?”

“Esma kadını aldı, Telgraf Müdürlerine gitti. Çalgı çalıp eğleneceklermiş. ‘Geç geleceğiz’ dedi.”

Esma kadın, evde kâhyalıktan aşçılığa kadar birçok işler gören Rumelili emektardı.

Yusuf tekrar sordu: “Babam da gelmedi mi?”

“Hayır, gelmedi... Öğleyin yemeğe de gelmemişti!”

“Muazzez?”

“Küçük hanım yukarda... Biraz evvel yattı...”

Yusuf elinde idare ile tahta merdivenleri gıcırdata gıcırdata çıkmaya başladı. Yukarı kata gelince biraz durdu, idareyi odaya mı götürsem, burada mı bıraksam diye düşündü. Şahinde henüz gelmediği için, bırakmaya karar verdi ve merdiven başındaki sahanlığa doğru bir adım attı.

Fakat birdenbire, “A!..” diyerek yerinde kaldı. Karşı odanın kapısı açıktı ve Muazzez orada ayakta durmuş, Yusuf’a bakıyordu.

Çıplak ayaklarında mercan terlikler ve sırtında yakası, kolları ve eteği fistolu beyaz ve uzun bir gecelik vardı. İki kalın örgü halindeki saçlarını arkasına bırakmıştı. Dudaklarında acı bir tebessüm vardı ve ağlamış gibiydi.

Yusuf pek tabii hissini veremeyen bir lakaytlıkla:

“Ne o kız? Yatmadın mı?” dedi.

“Seni bekledim!”

“Ne var ki?”

“Bir diyeceğim var!”

“Yarını yok mu bunun?”

“Bu akşam söylemek istemiştim.” Biraz tereddüt ettikten sonra ilave etti:

“Dinlemeyeceksen gideyim!”

Yusuf idareyi öbür eline alarak Muazzez’i kolundan tuttu: “Gel bakalım, oturup konuşalım!” dedi.

Muazzez’inkine bitişik olan Yusuf’un odasına girdiler.

Bir kerevetin üstünde serili duran yatağa yan yana oturdular.

Muazzez derhal, mukaddeme yapmadan doğrudan doğruya sordu: “Ağabey, beni kaça sattınız?”

Yusuf afalladı ve kızın yüzüne baktı.

Muazzez tekrar etti: “Daha doğrusu beni kaça sattın?”

“Ne demek istiyorsun?”

“Ne mi? Bugün annem hepsini anlattı... Babamın borcundan tut da...”

“Peki ne olmuş? Nesi var Ali’nin? Beğenemedin mi?”

“Bunu bana sormak şimdi mi aklınıza geldi? Kimseyi beğenmediğim yok, fakat ben Ali’ye filan gitmem, bunu da bilmiş olun!”

Yusuf mükâlemenin çok sert bir üslupla devam ettiğini ve bunda biraz da kendi kabahati olduğunu düşünerek mülayim bir sesle ve yarı şaka, “Yoksa gönlün hep o Şakir’ de mi?” dedi.

Muazzez yerinden fırladı. Kolları soğuktan diken diken olduğu halde yüzü kıpkırmızı kesilmişti.

“Bana bir daha böyle şey söyleme Yusuf Ağabey... Böyle şey söyleme...”

Yumrukları sıkılmıştı ve her tarafı titriyordu.

Yusuf içinde hafif bir ürperme duyarak sordu: “Peki, kimi istiyorsun öyleyse?..”

Muazzez kendini daha fazla zapt edemeyerek ağlamaya başladı. Başını önüne eğmişti ve gözlerinden yaşlar birbiri arkasına süzülerek göğsüne damlıyordu. Yusuf, onu kolundan tutup çekerek tekrar yatağın kenarına oturttu ve yavaş, tatlı bir sesle sordu: “Söylesene, kimi istiyorsun?”

Muazzez yaşlı gözlerini Yusuf’a dikerek haykırdı: “Hiç kimseyi... Anlamıyor musun?.. Hiç kimseyi...”

Ve gözlerini uzun müddet onun gözlerinden ayırmadı. Yusuf da ona bakıyor ve idarenin titrek ışığı vuran yüzünde yer yer ürpermeler oluyordu. Elini yavaşça uzatarak genç kızın saçlarını okşadı. O zaman Muazzez bu işareti bekliyormuş gibi doğruldu, Yusuf’un ellerini avuçlarının içine alarak, “Kimi istiyorum, anladın mı?” dedi.

Yusuf alt dudağını ısırarak ağır ağır başını salladı: “Anladım!”

Muazzez hayatında ilk defa Yusuf’un iri kahverengi gözlerinde yaşlar parladığını gördü.

 

* * *

 

Yarım saat kadar hiç konuşmadan yan yana oturdular. Her ikisi de soğuktan titriyor, fakat hiçbiri ufak bir hareket yapmaya cesaret edemiyordu.

İlk defa Yusuf doğruldu ve Muazzez’in omzuna dokunarak, “Haydi yat!” dedi.

İkisi de ayağa kalktılar, Muazzez’in odasına gittiler. Genç kız yatağına girdikten sonra Yusuf başucuna oturdu. Gene bir şey konuşmuyorlardı. Yalnız delikanlı ara sıra elini
uzatıp yataktakinin saçlarına dokunuyordu. Fakat gayet yavaş yapılan bu hareketleri Muazzez’in hissettiği şüpheliydi.

Biraz sonra odayı muntazam nefes sesleri doldurmaya başladı ve o zaman Yusuf, gürültü çıkarmamaya gayret ederek doğruldu, ayaklarının ucuna basarak dışarı çıktı.

Gözleri yarı kapalıydı ve bir rüyada olduğunu sanıyordu. Bunun için, merdivenin son basamaklarına gelip oturmuş olan ve Muazzez’in odasından çıkıp yanındaki odaya gidinceye kadar kendisini büyümüş gözlerle takip eden Kübra’yı görmedi.

Bir müddet odanın ortasında ayakta durup bekledi. Bulutlar yükseldiği için ortalık biraz daha aydınlanmıştı. Pencerenin yanındaki sedire gidip oturdu. Dışarı bakmaya başladı. Seyrekleşen, kimisi gümüş gibi beyazlaşan ve kimisi hâlâ simsiyah alçaklarda dolaşan bulutlar birbirlerini kovalıyorlardı.

Yusuf gözlerini bunlara dikti ve sabaha kadar böyle bekledi.

Loading...
0%