Yeni Üyelik
24.
Bölüm

İKİNCİ KISIM - 8.BÖLÜM

@sabahattinali

Muhakeme uzun sürmedi. Zaten Şakir, tevkifinin haftasında müstantik tarafından serbest bırakılmıştı. Bu bir haftanın da ancak gündüzlerini, onu da müdür odasında oturup cigara içmek ve nizamiye kapısının yanındaki küçük bahçede aşağı yukarı dolaşmak suretiyle, hapishanede geçirdi. Geceleri evine bırakılıyordu. Güya gizli olarak yapılan bu müsaadeyi kaymakam, müddei-umumi ve ceza reisine kadar herkes biliyor ve bir şey demiyordu. Çünkü başka türlü olmasına imkân yoktu. Bu böyle gelmiş, böyle gidiyor ve kasabanın başında bulunanların aklı bile, hürriyete ve onun getirdiği birkaç müsavat fikrine rağmen, Hilmi Bey’in oğlunun sahiden hapsedilebileceğini kabul etmiyordu. Hapishane ancak serseriler, köylüler ve aşağı tabakadan insanlar içindi; bir Hilmi Bey’in oğlu, adam öldürse bile, onlarla bir tutulamazdı. Değil böyle mahkûm olacağı şüpheli kimseler, on beş seneye mahkûm edilmiş eşrafzadeler bile, cürümlerinin cezasını çok kere yarı yarıya evlerinde çekiyorlardı. Hapishanede kaldıkları zamanlar, valinin veya bir adliye müfettişinin nadir ziyaretine münhasırdı. Bazen aksi bir karakol kumandanı veya hapishane müdürü geliyor, birkaç gün, o da kendini göstermek ve göz yıldırmak için, sertlik yapıyor, fakat bazı mahpusların dışardaki akrabaları gelip kendisiyle konuştuktan sonra, her şey eski şekline avdet ediyordu. Zaten ilk yapılan sertlik de, bir “pahalıya satılmak” manevrasından başka bir şey değildi.

İşte Şakir, içlerine düşeceğini sandığı mahpusları, iç avlu ile nizamiye kapısını birbirinden ayıran yüksek tahta
parmaklığa yüzlerini dayayarak sessiz sessiz dışarı bakışırlarken gördü; bu da ancak bir hafta sürdü.

Sonra muhakeme safhaları başladı. Fakat müstantik, Şakir’in bu katilde alakasını tespit edemedikten sonra, muhakemece yapılacak iş kalmamıştı.

Yalnız Ali’nin babasının uğraşması işi biraz uzattı. Şerif Efendi, o gece düğün yerinde bulunanlardan üç-beş kişiyi şahitlik etmeye kandırmıştı. Bunlar ilk celsede vakayı gördükleri gibi anlattılar ve Şakir’in tabancayı Ali’ye doğrulttuktan sonra nişan bile aldığını söylediler. Fakat bunların bir kısmı sonraki celselerde, kim bilir neden, yavaş yavaş ifadelerini değiştirdiler, pek sarih olmayan birtakım kemkümlere boğuldular.

Diğer şahitler, bu meyanda karakolda ifade veren ilk dört şahit, bir şeyden haberleri olmadığını, o gece herkesin coşup havaya silah attığını ve bu gürültü arasında Ali’ye kimin kurşunu değdiğini kestiremeyeceklerini ileri sürdüler.

Şakir’in avukatı Hami Bey oldukça zengin ve Hilmi Bey’le de uzaktan akrabaydı. Meslektaşları arasında biraz tuhaf bir şöhreti olan bu adam, kasabanın en çok iş yapan dava vekiliydi. Keskin ve gür bir sesi, kandırıcı bir mantığı vardı. Aldığı davaların hemen hemen hepsini kazanıyor, fakat bunun için bazen pek temiz denemeyecek yollara saptığı oluyordu. Onun fikrince, nasıl harpte kazanmak için her vasıta meşru ise adalette kazanmak için de mümkün olan her çareye başvurmakta beis yoktu. İfade değiştirtmek, cürmü başkasının üstüne atmak, yalancı şahit bulmak, beş-on kuruş mukabilinde bir zavallıya, “Bu işi ben yaptım!” dedirtip, o işi asıl yapanı kurtarmak gibi şeyler, Hami Bey’in her gün tatbik ettiği ince usullerdi.

Fakat Şakir’in davasında zekâsını pek fazla sarfa vesile olacak vaziyetler zuhur etmedi. Hacı Etem her şeyi yoluna koymuş ve avukata iş bırakmamıştı.

Reis, Ali’yi Şakir’in öldürdüğünü biliyordu. Zaten bunu bilmeyen de yoktu. Fakat bu bilgiden daha mühim olan şeyler vardı: Şahitler, deliller...

Bunlar hep Şakir’in lehineydi veya öyle tertip edilmişti.

Kaymakam Salâhattin Bey ise ileride anlatacağımız haller yüzünden, bu işle hiç meşgul olamadı.

Ali’nin babası muhakemede bağırıp, “Davacıyım, kana kan isterim!” dedikçe, Reis’in yüreği parçalanıyor, fakat bir şey yapmayacağını düşünerek, “Adaletten emin olunuz!” demekle iktifa ediyordu.

Çünkü Şakir’in katil olduğunu ispat edecek delillere mukabil, ortada daha büyük ve müspet bir delil vardı ki, bu bütün şahit ifadelerini, bütün ithamları çürütüyordu.

Bu bir doktor raporuydu. Bu rapora nazaran, maktul Şerif oğlu Ali’nin sol göğsünden çıkarılan kurşunlar, büyük çaplı ve ham kurşun atan bir tabancadan endaht edilmişti.

Halbuki muhakemede mevcut olan ve zabıt varakasına nazaran, vaka mahalline jandarma yetiştiği esnada Şakir’in hâlâ elinde bulunan tabanca, küçük bir Browning’di.

Bu rapor meselesi ortaya atılmadan evvel ifadeleri alınan şahitler, Şakir’in Ali’ye sıktığını söyledikleri tabancanın cinsini tayin edememişlerdi. Şerif Ağa sonradan bunların ifadelerini değiştirtip, “Biz Şakir’in elinde büyük, toplu bir tabanca gördük!” dedirtti ise de, bu ifadeler bir işe yaramadı.

Şakir kendisine o gece hakkında sorulan bütün suallere, “Bilmem, sarhoştum, bir şeyden haberim yok!” diye cevap veriyordu.

“Ali ile bir geçmişin var mıydı?”

“Ne gezer? Mahalle bir komşuyuz. Ne geçmişimiz olacak?”

“Peki, bak ona kurşun sıkarken görenler var!”

“Yanlış, ben kimseye silah doğrultmadım. Havaya sıktım!”

Bu cevapları verirken yüzü, “Ee, artık sıkıyorsun, kes bakalım!” diyen bir ifade alıyor, kaşının biri kalkıyor ve dudakları aşağı doğru çekiliyordu.

Hami Bey, bu kadar açık bir hakikati müdafaa mecburiyetinde kaldığından dolayı hayret ediyormuş gibi bir tebessümle söze başlayarak meseleyi bir kere daha hülasa etti. Evvela Şakir’le Ali’nin dostluğundan, çocukluktan beri aynı mahallede beraber oynadıklarından tutturup, ortada düşmanlık doğuracak bir meselenin asla geçmediğini, hele birbirlerini öldürmeyi düşündürecek sebeplerin mevcudiyetini tasavvura bile imkân olmadığını söyledi.

Hakikaten Muazzez meselesi muhakemede bir kere bile ağza alınmamıştı. Çünkü hiçbir taraf kaymakamı işin içine karıştırıp kızdırmak istemiyordu. Sonra, Muazzez’i istemek meselesi kadınlar arasında yayılmış bir iş olduğu ve Şerif Ağa bile karısını muhakemede şahit dinletecek kadar ileri gidemediği için, hiçbir taraf bu noktayı eşelemiyordu.

Bütün hadiseleri bilen Reis, Hami Bey’in, muhakemenin tavanını gürleterek, “Maktul Ali ile müvekkilim, birbirlerine düşman olmak şöyle dursun, bir tehlike karşısında birbirlerini kurtarmak için ölmeye koşacak kadar samimi ve fedakâr iki dosttular” diye söylenmesini sonuna kadar dinlemek mecburiyetindeydi.

Hami Bey, vaka gecesini anlatmaya başlayarak o gece herkesin sarhoş ve neşeli bir halde havaya tabancalar
sıktığını, bu serseri kurşunlardan ikisinin zavallı Ali’yi yere sermiş bulunduğunu, ortada bir cinayet değil, bir kaza mevcut olduğunu söyledi. Ve şöyle devam etti:

“Fakat bu kazanın faili Şakir Bey değildir. Çünkü hükümet tababetinin feth-i meyyit neticesinde verdiği rapor, sebebi katil olan silahın evsafını kati olarak tayin etmiştir ve bu evsaf, müvekkilimin kullandığı tabancaya asla tevafuk etmemektedir.

“Yüksek hâkimlerim! Burada tesadüfün ve ilahi arzunun bir cilvesine daha şahit oluyoruz; bir kaza oluyor ve bir vatan çocuğu ölüyor. Bu kâfi bir felaket! Artık başka bir felakete yol açmak istemeyen tesadüf, adaletin elini yanlış bir yere sevk ederek, hiçbir kastı olmayan zavallı hakiki mücrimin bu arada unutulmasına sebebiyet veriyor...”

Müdafaanın sonuna doğru Reis’in yanında oturan iki aza uyumaya başladılar. Şerif Efendi, oğlunun katilinin göz göre göre temize çıktığını seyretmemek için ayakta durduğu köşeden sıyrılıp dışarı çıktı ve içini çeke çeke evine gitti.

Şakir de oturduğu iskemlede uyukluyordu. Hami Bey sözünü bitirdikten sonra Reis, muhakemeyi başka güne bıraktı ve o gün kararın okunacağını söyledi. Bu karar, herkesin beklediği gibi, beraattı.

Loading...
0%