@sabahattinali
|
Yusuf bir gün öğleye doğru eve geldi. Soğuktan donmuş gibiydi. Kapıyı uzun müddet çaldı. Kimse açmıyordu. Neden sonra içerden bir ayak sesi geldi. Tahtaların üstünde sürüklenen terlikler kapıya yaklaştı. Yusuf içeri girince Şahinde’nin şiş gözlü suratıyla karşılaştı. “Uyuyor musunuz daha yahu?” dedi. “Akşam geç yattık da ondan...” Sonra dudaklarını büküp ilave etti: “Misafir vardı da...” “Mangal yakmadınız mı?” “Hayır, sen şu odaya gir, ben yakıp getiririm.” Yusuf gocuğunu çıkarmadan odadaki mindere oturdu. Ellerini hohlayarak ısıtmaya çalıştı. Sonra dışarı doğru bağırdı: “Muazzez daha kalkmadı mı?” Şahinde taşlıktan cevap verdi: “Bilmem, kalkmadı herhalde. Senin geldiğini duysa aşağı inerdi!” Yusuf doğruldu. “Gideyim bakayım!” dedi. Yün çoraplarının ucuna basarak merdivenleri gıcırdatmadan yukarı çıktı. Odalarının aralık duran kapısını eliyle itti. Karısı sol tarafına yatmış uyuyordu. Yusuf olduğu yerde durakladı. Önünde yatana hayretle gözlerini dikti, sonra daha yaklaşarak onu yakından süzdü. Aman Yarabbi! Bu onun karısı mıydı? Muazzez’in yüzü yağlı yağlı parlıyordu. Saçları pösteki gibi dolaşmış ve yer yer terli yüzüne yapışmıştı. Burun delikleri genişlemiş gibi duruyor ve nefes aldıkça kanatları oynuyordu. Ağzı sırıtmaya benzeyen bir şekilde yarı açıktı. Gözlerinin etrafı çürük ve yorgundu. Kaşları hafif çatılmıştı. Fakat Yusuf’u asıl korkutan, bu çehrenin kirli sarıya benzeyen rengi idi. Yanaklarının eski pembeliği hiç kalmamıştı. Dudakları kabuk kabuktu. Ara sıra sağ yanağı hafifçe oynuyor ve bu ürperme kadının yüzündeki sırıtma ifadesini artırıyordu. Kaşlarının çatıklığı ile garip bir tezat teşkil eden bu gülüş, Yusuf’a tamamen yabancı geldi. Daha çok eğildi, fakat Muazzez’in ağzından yayılan bir koku onu geri itti. Bu kokunun ne olduğunu anlayamadı. Yalnız her zaman karısının nefesiyle beraber yüzüne vuran koku olmadığını hissetti. Beyni zonklamaya başladı. Ellerini uzatıp önündeki bu mahluku sarsmak, “Ne oldun sen! Ne oldun sen!” diye bağırmak istedi. Sonra bunu yapamayacağını anladı. Karısının uyandığı zaman kendisine müthiş şeyler söyleyeceğinden korkuyordu. Son günlerin birçok hadiseleri gürültülü bir hızla kafasından geçti. Olduğu yere düşecekti. Gene yavaş adımlarla dışarı çıktı, merdiven başında çöküp oturdu... İki ay... Tam iki aydır karısına dikkatle bakmamıştı. Tahsildarlığa ilk başladığı günün sabahını hatırladı. O zaman da Muazzez’i uyurken seyretmişti. Şimdi aradan iki ay değil, seneler geçtiğini sanıyordu. Ne olmuştu onun karısına? Onu bu hale getiren neydi? Hatıralar, dikkat edilmemiş küçük hadiseler, birbirine bağlı olmayan fikirler kafasının içinde dört tarafa koşup duruyordu. Kâh on sene evvel Muazzez’e söylediği bir sözü, kâh birkaç gün evvel, evden giderken, Şahinde’nin kendisine karşı aldığı tavırları düşünüyor, bilhassa son zamanlara ait birtakım küçük ve ehemmiyetsiz vakaları, hayret verecek bir vuzuhla hatırlıyordu. Şimdi bu ehemmiyetsiz hadiselerin her biri korkunç bir mana almıştı... Kendisine karşı bilhassa Şahinde tarafından gösterilen ihtimam, fevkalade şüpheli görünüyor, Muazzez’in hem ürkek, hem sokulgan; hem neşeli, hem pek meyus halleri, birdenbire, inanılmayacak şeyler ifade etmeye başlıyordu. Yumruklarını şakaklarına bastırdı. Çenesi gırtlağındaki adaleleri gererek oynuyor ve alnı yanıyor, zonkluyordu. Birdenbire olduğu yerden kalktı, aşağı koştu, sokak üstündeki odada yatağını toplayan Şahinde’yi kolundan tutup çekerek, “Ne yaptınız benim karımı?.. Muazzez’e ne olmuş!..” diye bağırdı... Şahinde Yusuf’un yüzüne bakınca korktu, kolunu onun elinden kurtararak, “Bırak beni! Ne olmuş?” dedi. Sonra birdenbire cesaretlendi. Neden korkacaktı? Olan olmuştu ve sebep bu aylakçı herif, bu haddini bilmez edepsizdi. Şimdi karşısına geçip utanmadan bağırıyordu. Fakat Şahinde de susmayacak, iki misli bağıracak ve ondan aşağı kalmayacaktı. Lakin Yusuf bağırmadı, elleri titreyerek minderin kenarına oturdu, yüzü sapsarıydı. Biraz boğuk, fakat sakin bir sesle, “Ana, gel şuraya otur. Kapıyı kapa da gel...” dedi. Şahinde Yusuf’un bu halinden daha çok telaşa düştü, fakat itaat etti. O zaman Yusuf gene o kısık, fakat sakin sesiyle, “Bana hiçbir şey anlatmaya kalkma!” dedi. “Dinleyecek halim yok... Yukardakinin yüzünü görmek bana yetti. Benim karım bu halde değildi. Uzun konuşmayalım! Yalnız sana birkaç sözüm var. Bak, bu kadar yıldır bir evde oturuyoruz, karşı karşıya geçip iki laf etmemişizdir. Şimdi icap etti. Ortada neler olup döndüğünü bilmiyorum. İnşallah sandığım kadar ileri gitmemişsinizdir. Fakat ben seni bilirim, başının doğrusuna giden bir insansın! Babam sağ iken söz bana düşmez diye ağzımı açmazdım, sen de bizim gözümüzü bağlayıp arkamızdan dolap çevirmeye kalkardın. Ana olacaksın, o zaman bile kızını senden korumak bize düşerdi. Şimdi babam yok. Bu evin namusu benden sorulur. Bunu bir tarafa bırak, fakat Muazzez’i yoldan çıkarırsan çok kötü olur.” Bir müddet durdu. Aklına doğru dürüst bir cümle gelmiyor ve perişan kelimeler dudaklarından teker teker dökülüyordu. Uzun uzun önüne baktıktan sonra birdenbire ve sert bir sesle tekrar başladı: “Ana, neler oldu bu evde? Çok fena şeyler oldu mu? Bana söyleyemeyecek kadar ileri gittiniz mi?.. Şunu kafana koy! Ne olursa olsun, hiçbir şeyde Muazzez’in kabahati yoktur. On beş yaşındaki kızın ne kabahati olur ki?” Tekrar sözünü değiştirdi ve bağırdı: “Söyle! Akşam evdeki misafirler kimdi?” Şahinde sinirli ve küstah bir ifade ile onu süzerek: “Pek mi öğrenmek istiyorsun? Söyleyeyim öyleyse... Kaymakam İzzet Bey vardı. Amirin, velinimetin İzzet Bey... Merhum babanın geride bıraktığı aile aç mıdır tok mudur, diye sormaya gelmiş...” Yusuf yerinden kalkar gibi oldu, tekrar kendine hâkim olarak: “Gece yarılarına kadar mı oturup hatır sordu?” “İki lokma yemek çıkardık adamcağıza, bize ettiği iyiliğe karşı yaptığımız az bile!..” “Ne iyiliği?” “Evimizde iki lokma yiyecek buluyorsak, senin bıraktığın bir mecidiye ile mi oluyor bu dersin?..” Yusuf kıpkırmızı bir yüzle, boğulacakmış gibi boynunu oynatarak sordu: “Ya neyle oluyor?” “İzzet Bey, bir kaymakam ailesinin sürünmesini kaymakamlık şerefine yakıştıramadığı için, bize hükümetten yardım ettirdi.” “Benim neden haberim yok?” “Muazzez söylemedi mi? Herhalde unutmuştur.” “Yalan söylüyorsun!..” “Sen bilirsin...” “Bana Kaymakam da bir şey söylemedi!” “Sana ne diye söylesin?.. ‘Senin aileni ben besliyorum’ mu desin? Adam hatır, gönül tanır elbette!” “Ben şimdi gider, başkasının işine ne diye karıştığını ondan sorarım!” “Sen mi? Ne yüzle? Ayda aldığın iki buçuk lirayla bu ev geçinir mi sanıyorsun? Seni bu cahilliğinle memurlukta tutan adama ne yüzle çatacaksın?.. İnsan olsan gidip elini öpersin!..” Şahinde her söylediği söze, ağzından çıkar çıkmaz, inanıyor ve bu ona cesaret veriyordu. Yusuf susmuştu, bu işlerde bir sakatlık olduğunu hissediyor, fakat kaynanasına verecek bir cevap bulamıyordu. Zaten münakaşaya alışık değildi. En kuvvetli sandığı bir sözüne verilen rasgele bir cevap, onu susturmaya yeterdi. Yalnız, bir müddet sonra, kafasının içinde yeniden azaplı şüpheler uyanır ve onu kıvrandırmaya başlardı. Bu sefer de Şahinde’nin sözleri onda aynı neviden hisler doğurmuştu. Bir bakıma Şahinde’nin söyledikleri doğru olabilir, İzzet Bey sırf iyilik etmek düşüncesiyle bu eve devam etmiş bulunabilirdi. Fakat bunun böyle olmadığına Yusuf emindi. Neden? Bunu kendisi de bilmiyordu. Yerinden fırladı, taşlığa çıkıp çizmelerini giydi ve hiçbir şey söylemeden sokağa çıktı. Dışarıda rutubetli bir soğuk vardı. Evin içinde de gocuğunu çıkarmamış olan Yusuf, kemiklerine kadar üşüdü. Hızlı hızlı yürümeye başladı. Biraz dolaşmak, kendi kendine düşünmek istiyordu. Nedense evde kalmak ona birdenbire manasız gelmiş, Şahinde’nin yanında oturmak, inanamadığı, fakat itiraz da edemediği sözler dinlemek onu boğacak kadar sıkmıştı... Şimdi çamurlu yollarda, etrafa kirli sular sıçratarak yürürken, nereye gittiğini, niçin gittiğini düşündü. Buna da cevap veremedi. Şehrin kenarına gelince durdu ve etrafına baktı. Keskin ve nemli bir rüzgâr esiyor, insanın yüzüne ara sıra ince damlalar savuruyordu. Kuru ağaç dalları ıslık çalıyor ve dört tarafa eğiliyordu. Yusuf, Muazzez’in yüzünü hatırladı. Yumrukları sıkılarak, “Yalan... Bütün söyledikleri yalan!.. Ben ona gösteririm!” diye homurdandı. Gerisin geriye koşmaya başladı. Eve ne kadar çabuk geldiğine hayret etti. Kapıyı Şahinde açtı ve damadına, “Yine mi sen?” demek isteyen bir göz attıktan sonra döndü, Yusuf onu kolundan çekerek oraya, pabuçların durduğu yere çöktürdü. Ne söyleyeceğini bilmiyordu. Yolda da bir şey düşünmemişti. Bir müddet öyle durduktan sonra kesik kesik, “Anacığım...” dedi. Sesi titriyordu. “Anacığım, söyleyecek şeylerim çok, bir araya toplayamıyorum. Beni belki düşünmezsin, kızını düşün. İstersen ellerini öpüp yalvarayım. Bize kötülük etme... Bizi birbirimizin yüzüne bakamayacak hale getirme. Ben her şeye dayanırım ama böyle bir şey yapanların ettiklerini yanlarına komam. Ana, bak sana açıkça söylüyorum, şu iş şöyledir, bu da böyledir demiyorum, ama dikkat et, bir kepazelik olursa hepinizi yakarım. Demin de söyledim, Muazzez’e kabahat bulmam, ben onu bilirim. Eğer o da size uyarsa gene sizden bilirim. Parmak kadar çocuğu benim yokluğumda kötü yollara saptıranların kökünü kazırım. Sen, benim dediğimi yapacağımı bilirsin. Söylemedi deme... Kendi kendine ne halt edersen et, kızına elini uzatma. Onun gönlünü benden ayırmaya uğraşırsan...” Söyleyecek kelime bulamayarak dişlerini gıcırdattı. Şahinde soğuktan titreyerek Yusuf’un yüzüne bakıyor, o da bir şey söylemiyordu. Yusuf, “Bak, görüyor musun?” dedi. “Gün doğmadan kalkan karım öğlelere kadar gözünü açamıyor. Bana başka şeyler anlatma... Belki de senin dediğin doğrudur, ama söylediklerime dikkat et! Kıza yazık ederseniz ben dayanamam. Anası olacaksın, onu da, beni de dünyaya rüsva etme... Ne istersen yapayım, bu eve her gün sırtımla taş taşıyayım, fakat gönlüm rahat olsun. Gittiğim yerde burasını düşünmeyeyim...” Boğulur gibi oldu. Tekrar Edremit’ten ayrılıp köylere gideceğini ve oralarda gecelerin bundan sonra ne kadar korkunç geçeceğini tasavvur ediyormuş gibi içi ezildi. Yavaşça doğruldu. Sabahleyin geldiği zaman oraya, duvarın kenarına bırakmış olduğu defterleri alarak hükümete gitti. |
0% |