Yeni Üyelik
44.
Bölüm

ÜÇÜNCÜ KISIM - 14.BÖLÜM

@sabahattinali

Malmüdürü, Yusuf’un hesaplarını tetkik ettikten sonra onun birkaç gün şehirde kalmasına müsaade etmişti. Kış kıyamette at üstünde dolaşmak kolay değildi ve arada bir sıcak evde istirahat lazımdı.

Fakat Yusuf’un Edremit’e gelişinin haftasında Kaymakam, Malmüdürü’ne bu tahsildarın ne diye böyle boş gezdiğini sordu. Kırk senelik memur olan müdür derhal önünü ilikleyerek: “Biraz yorulmuştu da, beyefendi, iki üç gün kalmak için rica etti, bendeniz de ses çıkarmadım! Mamafih, bugün yola çıkmasını tebliğ edeceğim!”

Kaymakam dudaklarını büktü. “Ehemmiyeti yok canım, sordum yalnız!” dedi.

Fakat Yusuf derhal o gün köylere gitmek emrini aldı.

Malmüdürü onu yanına çağırıp, “Evladım, bir haftadır buradasın!” dedi. “Galiba Kaymakam Bey seni görmüş, ne diye uzun zaman kalıyor, diye sordu. Sen bugün yollan. İnşallah şu zeytin mevsimi geçsin, ben sana bir ay izin alırım. Beş-on gün sonra da gene gelir, birkaç gün kalırsın.”

Yusuf, başüstüne, deyip çıktı. Defterleri, koçanları yüklenip eve geldi. Bunları heybesine yerleştirdikten sonra atını hazırladı. Bu esnada Muazzez, sessiz bakışlarla kocasının hareketlerini takip ediyordu. Yusuf hayvanı bahçe kapısından dışarı çıkarıp oradaki halkaya bağladıktan sonra, tekrar içeri girdi. Çizmelerini giydi. Gocuğunu sırtına aldı ve
bahçeye çıktı. Sonra karısına dönerek, “Annen evde yok mu?” dedi.

“Yok, Yusuf!” Biraz sonra ilave etti: “Galiba komşuya gitti. Bilmem. Giderken bana söylemedi!”

Yusuf bir müddet durdu. Sonra karısına gözlerini dikerek, “Bana allahaısmarladık, Muazzez!” dedi.

Muazzez önüne bakarak mırıldandı: “Ne zaman gelirsin, Yusuf?”

“Belli olmaz, belki haftaya gelirim!”

Bir türlü gidemiyordu. Dudaklarını ısırarak kâh önüne, kâh Muazzez’e bakıyor, sağ ayağının burnuyla bahçenin toprağını eşiyordu.

Sükûtu ilk bozan Muazzez oldu: “Hep böyle gidip duracak mısın, Yusuf?”

Kocası “Ne demek istedin?” der gibi ona baktı. Muazzez şaşırarak:

“Ne bileyim Yusuf! Sensiz canım sıkılıyor... Bazen on beş gün gelmediğin oluyor. Seni çok arıyorum, çok göreceğim geliyor!”

“Bu kadar mı, Muazzez?”

Yusuf, bu sözün nasıl ağzından çıktığına şaştı. Bununla ne kastettiğini pek vazıh bilmiyordu. Yalnız Muazzez’in çehresi birdenbire değişmişti. Evvela bir korku, sonra müthiş bir acı onun çocuk yüzünü kapladı. Nefes alır gibi hafif bir sesle, “Bu kadar değil, Yusuf!” dedi ve hıçkırmaya başladı.

Yusuf onun kolunu tuttu:

“Ne var öyleyse Muazzez?” dedi. “Daha başka neler var?”

Genç kadın büsbütün boşanan gözyaşı tufanı ile cevap verdi. Yusuf’un gözleri kararıyordu. Karısını kucaklayıp
okşamak ve teselli vererek onu susturmak, birçok şeyler bildiğini, fakat onu mahkûm etmediğini söyleyerek, aralarındaki buzdan duvarı çözmek istiyordu. Lakin bir el onu olduğu yerde dimdik tutuyor, parıltısız gözlerle karısına baktırıyordu. Yavaş bir sesle, sadece, “Sus Muazzez, çabuk dönerim!..” dedi. Gitmek için bir hareket yaptıktan sonra tekrar başını karısına çevirdi, bir sır tevdi ediyormuş gibi ilave etti: “Belki her şeyi düzeltiriz.”

Bu söz üzerine Muazzez’in vücudundan bir ürperme geçti. Yaşların altında parlayan ve birdenbire büyüyen gözlerle: “Yusuf... Ah, Yusuf... Her şey düzelir mi?”

“Bilmem... Belki... Sen kendini kaybetme de beni bekle...”

Bu sefer Muazzez onun koluna yapıştı. “Buralardan gidelim Yusuf!” dedi.

“Gidelim!”

“Sen gelir gelmez gidelim, olmaz mı?”

“Öyle birdenbire nasıl olur? Hele ben döneyim de, beraber oturup düşünürüz!”

Genç kadın tekrar eski haline döndü. Gözleri dalarak: “Bilmem... Çabuk gelirim dedin, değil mi? Hep seni bekleyeceğim...”

Yusuf, elini karısının omzuna koydu, “Üzülme... Kendini topla... Çocukluk etme!..” dedi ve bahçe kapısından çıkıp, atına atladı.

 

* * * 

 

Bunu takip eden günleri Yusuf, ömrünün sonuna kadar unutamadı ve her hatırlayışında içini kâh nihayetsiz bir kin ve hiddet, kâh günlerce süren bir teessür ve hüzün kapladı.

Evden ayrıldığı zaman hava açık ve soğuktu. Şehrin dışında büsbütün kendini belli eden bir poyraz, ovayı kıvrıla kıvrıla dolaşıyor, kavakları, ıslıklar çalarak birbirleriyle kucaklaşmaya mecbur ediyordu.

Beyaz at, kulaklarını bazen ileri, bazen geri uzatarak ilerliyor ve uzun kuyruğu rüzgârda sol tarafa doğru bir bayrak gibi uçuyordu.

Yusuf’un göğsü hızlı hızlı inip kalkıyordu. Bakışları yolun çakıl taşlarına çevrilmişti. Kafasının içinde onu sersem edecek kadar çok şey vardı. Bunlar, yerine göre, yüzünde bir kırmızılık, bir sarılık ve gözlerine türlü türlü parlayışlar veriyordu.

Yusuf’u en çok üzen, kendi kendine sorduğu şu sualdi: “Niçin onu bıraktım?..”

Bu düşünce içini bir kurt gibi kemiriyor ve genç adam, dizginlere asılarak gerisin geriye dönmemek için, nefsiyle müthiş bir mücadelede bulunuyordu.

Göğsünden boğazına doğru yayılan bir ateş, gözlerinden yaş getirdi. Gocuğunun önünü açtı, göğsünü rüzgâra vererek biraz serinledi.

Yavaş yavaş bütün vücuduna bir hissizlik, bir donukluk yayılıyordu. Kafasındaki düşünceler şimdi tamamen sislenmişti. Kulakları çınlıyor, gözleri yanıyordu. Hayvanı sürdü ve biraz sonra Zeytinli Köyü’ne geldi. Burası Edremit’le Akçay arasında, ova üzerinde bir köydü. Ahalisinin çoğu doksan üç muhacirleri idi. Yusuf, tanıdıklarından birinin evine indi. Hayvandan atlayıp ayaklarını yere basınca bütün vücuduna iğneler batar gibi oldu. Ağır gocuğun altında gerinmek istedi, fakat halsizlikten bunu da yapamadı. İçeri girince hemen bir yatak serdirip uzandı.

Tam dört gün yerinden kalkamadı. İlk geceler kendini bilmeyecek kadar ateşi yükselmişti, boğazı yanıyor ve yutkunamıyordu. Ev sahibinin iki karısından biri ona biraz ıhlamur çiçeği kaynatıp içirdi, diğeri tuğla ısıtıp karnına koydu.

Yusuf mütemadiyen terliyor, titriyordu. Birdenbire görülmemiş derecede inkişaf eden muhayyilesinin, önüne sıraladığı çeşit çeşit manzaralar, hayaller onu yatakta mütemadiyen kımıldamaya ve yüzünü ıstırap ile buruşturmaya sevk ediyordu. Yanan gözkapakları, sanki beynindeki hayalleri boyuna değiştiren acayip levhalar idi; üzerlerinde bazen daha ziyade mora benzeyen renk kavisleri beliriyor, sonra, gayet vazıh şekilde, birtakım tanıdık şahıslar ve yerler gelip geçmeye başlıyordu. Bazen bunları seyrede ede yorulan ve uykuya benzer bir dalgınlığa düşen Yusuf, bir aralık şiddetle sarsılıyor ve yumruklarını sıkıyordu.

Hele geceleri büsbütün boğulur gibi oluyor ve yorganın altında hırsla dizlerini yumrukluyordu. Karşısındaki ocağın üstüne konan bir yağ kandili ile ocakta çıtırdayarak ağır ağır yanan bir kütüğün alevleri, toprak zeminin ancak bir kısmını örten hasırı kırmızıya boyuyor ve mor yüzlü yorganın üstünde gölgeler uçuruyordu.

Yusuf o zamana kadar duymadığı bir pişmanlıkta ve “Ne diye geldim? Ne diye yola çıktım? Ne diye onu yalnız bıraktım?” deyip üzülmekte idi. Derhal geri dönmek istiyor, kendisini buraya bağlayan hastalığa lanet ediyordu. Her saat geçtikçe bu hissi artıyor, sanki Muazzez bir tehlikede imiş de Yusuf onu kurtarmaya derhal koşmuyormuş gibi, yeisle dudaklarını ısırıyordu.

Birkaç kere olduğu yerde doğrulmak istedi, fakat muktedir olamadı. Görünmeyen ağır zincirler ondan kımıldamak imkânlarını alıyordu. Arkaüstü yatarken zannettiği gibi kuvvetli olmadığını, iradesinin ve isteklerinin vaziyetinde bir değişiklik yapamayacağını anlayınca, nefretle dudaklarını buruşturup tekrar sükûnetine döndü.

Uyumaktan ve daha ziyade uykudan evvelki o yarı uyanıklıktan korkuyordu. Hangi kuvvetten emir aldığını bilemediği muhayyilesi o zaman faaliyetini büsbütün artırıyor ve bazı ihtimallerin levhalarını, Yusuf’u bitap bir hale getirinceye kadar, onun gözlerinin önünden çekmiyordu.

Yusuf tamamıyla karar vermişti. Biraz iyileşir iyileşmez derhal Edremit’e dönecek ve Muazzez’i alarak herhangi bir yere gidecekti. Şahinde’ye hiç haber vermeyecek, bu sefer nikâhlı karısını kaçıracaktı. Salâhattin Bey’in hatırı için Edremit’e dönmüş ve o zamandan beri buna kâfi derecede pişman olmuştu. Bu Allah’ın belası yere dönmese ve tesadüfe tabi olarak hayatını bir kere başlamış olduğu şekilde devam ettirse idi, bu felaketlerin hiçbiri onun başına çökmeyecekti. Buna emindi. Ne tahrirat kâtipliği, ne tahsildarlık yapmaya mecbur kalmayacak, kaymakamların önünde korkudan titremeyecek, karısını arkada bırakıp “Şu anda kimlerle beraber acaba?” diye terler içinde sayıklamayacaktı.

Fakat bu hatayı, tamamen iş işten geçmeden düzeltmek lazımdı. Bir dakika bile beklemeden düzeltmek... Hemen gidip Muazzez’i evden almak, kimseye bir şey söylemeden, bilmediği bir tarafa gitmek istiyordu. Onu ilk kaçırdığı gün nereye gideceklerini, ne yapacaklarını, neyle geçineceklerini pek mi düşünmüştü? O halde bunlarla zihin yormaya şimdi de hiç hacet yoktu.

Fakat bu melun hastalık onu beklemeye, hem de en azaplı bir vaziyette beklemeye mecbur ediyordu. Kendi
kendine, “Ülen domuzun Yusuf’u, tam zamanında başı yastığa vurursun ha!” diye söyleniyor ve hiç durmadan iki tarafına dönüyordu.

Köye gidip yattığının ancak dördüncü günü boğazı biraz düzelir gibi oldu. Şimdi daha rahat yutkunabiliyordu. Fakat halsizliği, baş ağrıları henüz geçmemişti. Birkaç kere kalkıp odada aşağı yukarı dolaştı, başı dönerek tekrar yatağa uzanmaya mecbur oldu.

O gün biraz tarhana çorbasıyla bir kâse yoğurt yiyebildi. Böyle iyileşir gibi olduğunu hissettikçe hiç yerinde duramıyordu. Ev sahibi, onu akşama kadar güçlükle zapt etti ve Yusuf, Edremit’e ertesi gün gitmeye razı oldu. Fakat ortalık kararıp da yastığa dayanan başında hayallerin o korkunç oyunu tekrar belirmeye başlayınca, Yusuf yerinden fırladı, pantolonu ayağına, ceketi sırtına geçirip dışarı çıktı.

Bu hali gören ev sahibi artık itiraz etmedi; yalnız Yusuf’u odaya sokarak, “Azıcık ısın, ben hayvanı eyerleyeyim!” dedi.

Biraz sonra, gocuğuna sıkıca sarılan Yusuf, atını dörtnala kaldırmış, Edremit’e dönüyordu. Hava birkaç gün evvelkine göre adamakıllı soğumuştu. Hatta buralarda pek nadir görülen hafif bir kar serpiştiriyordu. Yolun iki tarafındaki zeytinlikler taş kesilmiş gibi hareketsizdi. Hayvan ince ayaklarıyla çakıllarda kıvılcımlar saçıyor ve hızlı hızlı soluyordu. Yusuf’un nefesi de, yorgunluk verecek kadar hızlanmıştı. Vücudunu soğuk bir terin kapladığını ve boğazının acımaya başladığını hissediyordu. Tekrar hastalanmaktan adamakıllı korktu. Eve gidip yatağa uzanacak olduktan sonra bu dönüşün manası kalmayacaktı. Fakat ölüm halinde bile olsa aklına koyduğu şeyi yapmaya niyet etti. Muazzez’i alıp
gidecek, ondan sonra hastalansa da düşünmeyecekti. Bir dağ başında, uzak bir köyde, başlarını koyacak bir yer bulurlardı elbette.

Kendini de hayrete düşürecek kadar kısa bir zamanda kasabaya vardı. Bozuk kaldırımlı dar sokaklardan aynı hızla geçti. Kahvelerde oturanlar bu vakitte bu hızla geçen atlıyı görebilmek için başlarını buğulu camlara yapıştırıyorlardı.

Karanlık sokaklarda rastladığı birkaç kadın korku ile “Ay!” diye bağırıştılar ve çocuklarını kollarından tutup kenara çektiler. Yusuf, Bayramyeri’ni geçtikten sonra hayvanı yavaşlattı, eve yaklaştığı zaman alt katta, sokak üstündeki odada ışık yandığını gördü. Hayvandan indi, dizginleri eline alarak arka tarafa dolaştı. Anahtarı yanında olan bahçe kapısından içeri girdi.

Kendisini kimse karşılamıyordu. Bahçeden taşlığa açılan kapı kapalı olduğu için buna hayret etmedi. Herhalde duymamışlardı.

Kolanı gevşetmek için elini atın karnına götürürken durdu. “Neden çözüyorum?” dedi. Karısını alıp hemen gitmeyecek miydi?

Bunu hakikaten yapıp yapamayacağını bir an kendi kendine sordu. Şahinde’nin halini düşündü. Muazzez’in ne cevap vereceğini, bu teklifi nasıl karşılayacağını merak ediyordu. Onu çırçıplak alıp götüremezdi. Fakat genç kadın sırtına bir şey giyinceye kadar Şahinde’nin mahalleyi ayağa kaldırması da mümkündü.

“Ne olursa olsun!” dedi. Hayatını berbat eden şeyin bu duraklamalar, bu boyun eğmeler olduğunu zannederek, artık aklına estiği gibi hareket etmeye karar verdi. Çizmelerini ve gocuğunu çıkarmadan eve doğru yürüdü. Penceresi
bahçeye bakan mutfak kapkaranlıktı. Yusuf birkaç saniye bekledikten sonra taşlık kapısını açtı.

Loading...
0%