Yeni Üyelik
34.
Bölüm

ÜÇÜNCÜ KISIM - 4.BÖLÜM

@sabahattinali

Fakat bu ne kadar böyle devam edecekti? Hayatlarında değişmesi icap eden bir şey olduğu muhakkaktı. Hasta babanın ekmeği daha ne kadar yenebilirdi? Şahinde’nin gitgide bir yılan gibi parlamaya başlayan gözlerinin kamçısı hiç Yusuf’un üzerinden eksilmeyecek miydi?

Ne yapmalı?

Son aylarda mütemadiyen kafasını dolduran ve bir türlü cevabı verilmeyen bu sualin gene beyninde zonklamaya başladığını hissediyordu. Bastığı yerin ayaklarının altında sıkı durduğunu hissedememek, hemen yola çıkılacakmış kadar eğreti bir hayat yaşamak ne azaplı şeydi? Şahinde gibi bir kadına, “Kazık kadar herif evde oturup ekmeğime ortak oluyor!” dedirtmek uzun müddet çekilebilir miydi?

Yusuf, hayatında bir gün bile kendinden şüphe etmemişti. Dünyada her şeyi yapabileceğine inanıyor, gelecek günlerden korkmuyordu. Onu üzen bugündü. Devam etmemesi icap ettiği halde sürüp giden bu hayat, onun nefsine olan itimadını da kemiriyor ve içinde şüpheler uyandırıyordu. Bazen kendi kendine, “Niçin ben hiçbir şey değilim?” diye sorar ve buna kandırıcı bir cevap bulup veremezdi.

Kendisinin dünyaya bir iş için geldiğini müphem bir şekilde hissediyor, fakat bu işin ne olduğunu bilmiyor ve etrafında kendisine, “Bu benim işim!” dedirtecek bir şey göremiyordu.

Yusuf bunları tahlil edecek seviyede olmamakla beraber, “yerini bulamama”nın azabını bütün teferruatıyla duymakta idi. Bu his herhangi bir işsizliğin verdiği can sıkıntısı veya endişeye benzemiyor, insanı gözle görülür bir şekilde eziyor ve yavaş yavaş, hayatta lüzumsuz olduğu kanaatini uyandırıyordu. Kendinde her şeyi yapabilecek kuvveti görmek, sonra yapılacak hiçbir şey bulamamak... Tükenmek bilmez bir sabırla bir meçhulü beklemek... Nihayet bütün bunları sisli bir havadaki ağaçlar gibi belli belirsiz, karışık bir şekilde hissetmek... Bu, uzun zaman dayanılır şeylerden değildi.

Salâhattin Bey de Yusuf’un ne kadar üzüldüğünü seziyor ve bunun sebeplerini bir dereceye kadar tayin de ediyordu. Alevi köyünde Yusuf’la konuşurken söylediği gibi, bir çift atla bir yaylı araba almayı düşündü. Fakat kızını bir arabacı karısı yapmaya Şahinde’yi razı edemezdi ve bunu kendisi de pek istemiyordu. Birdenbire evin içini saadetiyle dolduruveren, ince vücudu ve pembe yüzüyle babasını kapıdan karşılayarak onu bu yaşlı demlerinde bir gençlik havası içine atan kızını daha münasip bir yaşayış içinde bırakıp gitmek emelinde idi.

Yusuf’u da bir arabacı olarak tasavvur edemiyor, fakat ne kadar uğraşsa başka bir şey olarak tasavvur etmeye de muvaffak olmuyordu. Uzun zaman bu halin devam etmesini doğru bulmadığı için bir gün ani bir karar verdi, damadını kendi yanına, kaymakamlığa tahrirat kâtibi olarak tayin ettirdi.

Evvela mülazımlık şeklinde olan bu tayini bir müddet sonra asalete çevirmeyi düşünüyordu. Bir iş bulduğunu Yusuf’a bütün muamele bittikten, Balıkesir’deki mutasarrıflıktan cevap geldikten sonra bildirdi.

Yusuf evvela şaşırdı. Böyle bir şey senelerce düşünse aklına gelmezdi. Babasının kendisine bu yolda bir şaka yapmayacağını bilmese inanmayacaktı.

İlk söylediği söz, teşekkür yerine, “Ben, ne okuma yazma bilirim ki bu işi yaptın?” demek oldu.

Babası gülerek cevap verdi: “Bildiğin yeter, üst tarafını orada öğrenirsin!”

“Sen bilirsin baba... Ben gayret ederim ama...”

“Elinden yazı yazmak geliyor, ilk zamanlar ben söylerim, sen yazarsın, sonra yavaş yavaş alışırsın. Bizim tahrirat kalemindekiler iyi insanlardır, sana yardım ederler.”

Yusuf sesini çıkarmadı. Artık hiçbir şey ona yapılamayacak gibi görünmüyordu. Dünyanın en zor ve karışık işi bile bu bekleyişten daha kolay ve aydınlıktı.

Muazzez kocasının hükümete memur olduğu havadisini duyunca sevincinden çıldıracaktı. Yusuf’un boynuna atıldı ve ona saatlerce sualler sordu.

“Ne zaman başlayacaksın?”

“Kimin yanında çalışacaksın?”

“Maaşın ne kadarmış?”

“Ah gelsem de seni kalemde görsem!”

“Akşamüstleri öteki memurlarla beraber dönersin değil mi?”

“Yazacağın şeyleri bana da getirip okur musun?”

Yusuf’un cevap vermesini beklemeden aklına gelen başka bir şeyi soruyor, “Ha, söylesene!” diye onun çenesini tutup sarsıyor, biraz sonra yerinde hoplayarak, “Artık hep efendilerle gezip dolaşacaksın ha? Sakın onlarla kavga etme?” diyordu.

Salâhattin Bey hemen ertesi günü Yusuf’u yanına alarak hükümete götürdü. Kendininkine bitişik bir odaya soktu, pencere yanındaki bir masayı gösterdi ve içerde bulunan diğer iki kişi ile onu tanıştırdı.

Bunların ikisi de yaşlı başlı adamlardı. Kaymakam’ı görünce doğruldular ve dizkapaklarına kadar inen cübbe bozması ceketlerinin önünü kavuşturdular. Birisi teneke çerçeveli gözlüğünü çıkarıp eline aldı ve Yusuf’a işaret ederek “Buyur otur, efendi oğlum!” dedi.

Salâhattin Bey gülerek, “Göreyim seni Hasip Efendi!” dedi. “Bizim damadı az zamanda öyle bir yetiştir ki, kaleminden kan damlasın!..”

“Sayenizde inşallah, Beyefendi!”

“İstidatlı delikanlıdır ha, kalem tutmaya pek alışık değildir ama bakmayın!”

Eliyle mütemadiyen başındaki kalıpsız, yağlı fesi düzelten öteki ihtiyara döndü, “Nuri Efendi, sen de himmet et de bizim Yusuf’a acemilik çektirmeyelim!” dedi.

Nuri Efendi, ağzının içinde bir şeyler yuvarladı fakat ne söylediği anlaşılmadı.

Yusuf lokanta masasına benzeyen ve dokundukça sallanan masanın başına geçti, Salâhattin Bey ona, “Bir diyeceğin olursa bana gel Yusuf!” dedi ve çıktı.

Yusuf’un başı döner gibi oldu, gözlerini kapadı, iskemleyi yakaladı ve el yordamıyla oturdu.

Nerdeydi? Buraya ne yapmaya gelmişti? Karşısındakiler kimdi? Bütün bunların cevabı kafasından uçup gitmişe benziyordu. Gözlerinin önü sisleniyor ve kirpiklerinin arasından önündeki masayı görüyordu.

Fakat bunun üzerinde, güneşli bir havada bir su birikintisinde parlayan yağ lekelerine benzer, bin bir renkli halkalar vardı; hayretle gözlerini açtı ve renkli halkalar hemen kayboldu. Senelerden beri silinmemiş, rendelenmemiş ve yer yer mürekkep lekelerine bulanmış olan masanın üzerinde beyaz ve yuvarlak bir hokka, tuzluğa benzeyen bir rıhdan ve uçları kırılmış iki kamış kalem duruyordu. Yusuf elini uzatıp bunlardan birini aldı ve oynamaya başladı. Birdenbire bu ince kamışın parmakları arasında dağıldığını gördü. Korkuyla etrafına bakındı ve avcundakileri sımsıkı tuttu. Bu odada her şey ona bilmediği bir dinin mabedine giren bir adam gibi, anlaşılmaz ve korkunç görünüyordu. En ufak bir hareketinin bu mukaddesata bir tecavüz ve hakaret olacağını sanıyor, kamış kalem parçalarının avcunu yaktığını hissediyordu.

Hasip Efendi yerinden kalkıp Yusuf’un yanına gelerek masasının üstündeki kamış kalemi aldı, açtı, tırnağına bastırıp denedikten sonra, “Al evladım, biraz elini alıştır... Bey pederiniz bir şey verirse yazarsınız!” dedi.

Fakat bey peder o gün bir şey vermedi; akşama doğru kapıdan başını uzatıp Yusuf’u çağırdı. Beraber eve döndüler.

Salâhattin Bey yolda kendi kendine söyleniyormuş gibi, “Bu iş sana göre değil ama ne yapalım?” dedi. “Biliyorum, canın sıkılacak, fakat insan yavaş yavaş alışır. Gördün ya, kimsenin bir iş yaptığı yok. Mesele o odanın içinde beş-on saat oturuvermekte... Lüzumsuz gibi görünür ama bunsuz da dünya dönmüyor. Öyle ya, herhalde böyle boş oturmanın da bir hikmeti var. Bir bakarsın, hükümetteki işlerin hepsini eli kalem tutan iki kişi bile çevirir dersin. Lakin o kalabalık olmasa âlem birbirine girer. Mesele memurların yaptığı işte değil, onların mevcut olmasında. Şimdi sen o tozlu odada oturdukça kendi kendine, ‘Benim burada ne lüzumum var?’ diyeceksin! Yanlış!.. Mademki sen bir kere hükümet kapısından içeri adımını attın, artık lüzumlusun. Sen olmasan muhakkak bir yerde bir aksaklık çıkar... Bunları işkembeden atıyorum sanma, bir zamanlar ben de başka türlü düşünüyordum; her şeyi aklımla halletmeye kalkıyordum. Fakat artık dünyada bir tek şeye inanıyorum: O da tecrübe. Sana söylediğim şeyleri otuz seneye yaklaşan bir hayat bana öğretti. Sen de yavaş yavaş yola gelirsin. Benim şurada üç günlük ömrüm kaldı; aklında bulunsun diye bunları söylüyorum. Hayattan fazla şeyler bekleme. Dünyada her felaketin içinden en az zararla sıyrılmanın yolu hayata uymak, muhite uymak, hiç sivrilmemektir. Geçen gün Ceza Reisi bir kitap verdi. Şöyle karıştırdım. Derin bir şey. İsmi Âmak-ı Hayal, senin anlayacağın, hayalin dibi. Orda yazıyor: Bir gün Allah, peygamberleri çağırıp sormuş, ‘Saadet nedir?’ demiş. Her biri kendilerine göre cevap vermişler. Musa, ‘Arzı Mev’uda gitmektir’; İsa, ‘Bir yanağına vurana ötekini uzatmaktır’; Buda, ‘Hayatta hiçbir arzusu olmamaktır,’ yollu şeyler söylemiş. Sıra bizim Muhammed’e gelince ‘Saadet hayatı olduğu gibi kabul etmektir...’ demiş. Ne doğru söz! Hayatı olduğu gibi kabul etmeli ve ona ne bir şey ilave etmeli ne de ondan bir şey eksiltmeli... Bazı şeyler vardır, canımızı sıkar; ‘Bu neden böyle? Böyle şeyleri dünyadan kaldırmalı!’ deriz. Bazı şeyler de mevcut değildir, içimizden, bunların olmasını ister, hatta bu uğurda çalışırız. İkisi de saçma ve faydasızdır. İnsan dediğin mahluk hiçbir şeyi değiştiremez. Bunun için, gönlünün rahat olmasını istersen, gördüğün fenalıkların bile bir hikmeti olduğunu düşün ve yeryüzünde olmayan iyilikleri oraya getirmek sevdasına kapılma... Sonra en mühimi: Kendini halinden şikâyet etmeye alıştırma! Ömrünün sonuna kadar dövünsen bu hayatın cefası tükenmez; kendine etmiş olursun, içkiye de şimdilik pek heves etme. Bazen insan avunmak için başka çare bulamıyor ama sen nefsine hâkim ol. Biraz daha yaşlandıktan sonra nasıl olsa başlarsın. Hatta o zaman lazımdır da. Akşamdan akşama iki kadehin zararı yoktur, insana dünyayı unutturur. Eh, bu dünya da unutulacak dünya zaten...”

Evin önüne gelmişlerdi. Salâhattin Bey istemeyerek lafını kesti. Kapıyı çalarken, sözlerine bir son vermek ister gibi, çokbilmiş bir tavırla başını sallıyor, “Ya, işte böyle!” diyordu.

İçeri girdiler.

Babası tulumbada elini yüzünü yıkarken Yusuf yukarı çıkıp odada pencerenin önüne oturdu. Muazzez yoktu, herhalde sofra hazırlıyordu. Yusuf, Kaymakam’ın sözlerini düşündü, fakat hiçbirini hatırlayamadı. Halbuki yolda dimağını, bu sözleri bir kelime kaçırmadan dinlemeye ve anlamaya hasretmişti. Şimdi bütün bu hikmetlerin, kafasını saran çelik bir duvarı yaladıktan sonra, uçup gittiklerini görüyordu. Dinlediği sırada kendisine ezberlenecek kadar doğru görünen fikirler nasıl oluyor da bu kafada barınacak ufak bir yer olsun bulamıyorlardı? Yusuf kendini zorladıkça aklına tek tük kelimeler, cümleler geliyor, fakat bunlar herhangi bir mana ve ruhtan mahrum bulunuyordu.

Aşağıya, yemek yemeye inip Salâhattin Bey’in zayıf ve çökmüş yüzünü, lakayt ve fersiz gözlerini görünce sokaktaki mükâlemeyi derhal ve tamamen hatırladı. Bu, karşısında ağır ağır yemek yiyen adam, bütün o sözlerin hülasası idi. Fakat ne kadar doğru olursa olsun, Yusuf kendini o fikirlere tamamen yabancı buldu. Zaten onların doğruluğunu da, babasına inandığı için kabul ediyordu. Hayat bu derece manasız ve insan dünyaya boş durmak için gelmiş olamazdı. Bunların hiçbirinin hakikat olmaması lazımdı. Yusuf, ortadaki bakır sahandan kuskus pilavı alıp ağzına atarken, o günkü hayatını gözünün önüne getiriyor ve tozlu bir odada, mürekkep lekeli bir masanın başında mutlak surette boş oturmanın hiçbir suretle müdafaa edilemeyeceğini hissediyordu. O oda, o gözlüklü Hasip Efendi, o somurtkan Nuri Efendi nasıl olur da örnek insan diye ele alınabilirdi? İkisi de akşama kadar masa başında uyumak, öğle ve ikindi namazı kılmak suretiyle vakit geçirmişlerdi. Yusuf onların, omuzlarında havlu ve çıplak ayaklarında nalın ile kolları sıvalı, aptes almaya gittiklerini ve pembe, çıplak ayaklarıyla kirli bir seccadenin üstünde yatıp kalktıklarını tekrar görür gibi oldu. Kendisi için de böyle bir hayat tasavvur etmek korkunçtu. Hatta şimdi karşısında ağır ağır kuskus pilavı çiğneyen ve eliyle ağzına biber turşusu götüren babasının hayatı da ötekilerden farklı değildi ve o da Yusuf’a bomboş ve korkunç görünüyordu.

İşsizlikten şikâyet etmiş, bir baltaya sap olmak istemiş, eve yük olmaktan kurtulmak için aylardan beri çareler düşünmüştü. İşte şimdi bir iş sahibi idi. Yazık ki bu iş ona boş gezmekten daha az sıkıcı ve daha az manasız gelmiyordu.

Fakat hadiseler birdenbire o kadar süratli bir cereyan aldılar ki, Yusuf değil hayatının ilerisini, birçok kereler, içinde bulunduğu günü düşünmeye bile vakit bulamadı.

 

Loading...
0%