Yeni Üyelik
37.
Bölüm

ÜÇÜNCÜ KISIM - 7.BÖLÜM

@sabahattinali

Salâhattin Bey’in ölümünden sonra kaymakamlık işlerine on beş gün kadar, en kıdemli memur olan tapu müdürü vekâlet etti. Sonra İzzet Bey isminde, oldukça genç bir kaymakam geldi. Başlar başlamaz ilk işi evvela şehrin ileri gelenlerini hükümete çağırıp onlarla konuşmak, kendileriyle işbirliği etmek oldu. Bu toplantıda söylediği sözlere nazaran memleket çok mühim anlar yaşmakta idi. Yarın öbür gün düşman zırhlılarının Edremit Körfezi’ne girmesi ve belki de kasabayı bombardıman etmesi mümkündü. Ne çetin bir devirde yaşadıklarını anlamak için Edremitliler bu dakikayı beklememeli, şimdiden gözlerini açıp hükümetle elbirliği etmeli idiler. Ve daha birçok şeyler.

Toplantıya çağrılanlar arasında memleket eşrafı da vardı. Zaten yeni kaymakam sözlerini asıl onlara tevcih etmişti. Kendini diğer memurların hepsinden büyük gördüğü için, konuşurken hatta Ceza Reisi ile Müftü’nün ve Kadı’nın bile yüzüne bakmamıştı. Herhalde, bu harp vaziyetinde, bir mülkiye amirinin geniş salâhiyetini onlara hissettirmek niyetindeydi.

Geldiğinin ikinci gecesi Çınarlı Han’daki odasında eşraftan birkaçıyla oturup kafayı çektiği kasabaya yayılınca, diğer tecrübeli memurlar, “Tamam, Edremit’e malın gözünü göndermişler... Yükünü tutmadan gitmez!” diye söylendiler.

Fakat İzzet Bey, yükünü tutacağa da pek benzemiyordu. Eli pek açık ve eğlenceye biraz fazla düşkündü.

Küçük kasabanın şimdilik en mühim işini, yeni kaymakamlarıyla meşgul olmak teşkil ettiği için, onun günlük hayatı, en küçük teferruat bile unutulmamak şartıyla, kulaktan kulağa anlatılıyor, türlü türlü tefsirlere uğruyordu.

Yusuf, yeni kaymakamı daha ilk geldiği günlerde gördü. Odasındaki tahta masanın başında oturuyor, kamış kalemlerden biriyle oynuyordu. Birdenbire kapı açıldı. Evvela sarışın bir baş, sonra sıska bir vücut içeri girdi.

İzzet Bey’in kirli sarı saçları, biraz daha koyu bıyıkları ve kaşları vardı. Otuz beş sularında görünüyordu. Donuk mavi gözlerini süratle etrafında gezdiriyor ve sözünü müteakip, sanki izah ediyormuş gibi, uzun ve zayıf kollarıyla işaretler yapıyordu. Odadakilerin her birine adlarını sordu, sonra Yusuf’un masasına gelip ellerini dayadı.

“Sen ne iş yaparsın?” dedi.

“Kâtiplik yaparım efendim!”

“Canım, vazifeni değil, yaptığın işi soruyorum!”

“Ne iş verirlerse onu yaparım!” dedi.

Kaymakam’ın yanında ve elleri bağlı olarak gezen bir memur izahat verdi:

“Merhum Salâhattin Bey’in damadıdır efendim!”

İzzet Bey başını çevirerek manalı bir tavırla, “Bu mudur o?” dedi.

“Evet efendim!”

Yusuf masanın başında ayakta duruyor ve gözlerini Kaymakam’ın ellerinden ayıramıyordu. Sarı tüylü ve iri kemikli parmaklarının tırnakları kısa, yassı ve öne doğru kıvrıktı. Ömründe bu kadar çirkin el görmeyen Yusuf hayretle onların hareketlerini takip ediyordu. Kaymakam sual sorarken bir elini kaldırıp işaretler yapıyor, öbür elinin parmakları ile de masayı tıkırdatıyordu.

Dilinde biraz Rumeli şivesi vardı, fakat bunu belli etmemeye çalışıyordu. Yusuf da evvela fark etmemişti. Fakat kulağı evdeki hizmetçinin sözleriyle dolu olduğu için, Kaymakam “Bu midir o?” deyince derhal anladı.

Yeni Kaymakam gözlerini odanın duvarlarında gezdirdikten, kenarda dayalı duran birkaç büyük ve eski deftere şöyle baktıktan sonra, “Haydi bakalım, oturun yerlerinize!” diyerek çıktı gitti.

Kaymakam’ın bu ziyareti Yusuf üzerinde hiç hoş olmayan bir tesir bırakmıştı. Onun, baktığı yeri kirletiyormuş hissini veren yapışkan mavi gözleri ve masanın üzerine yerleşip bir müddet orada kımıldayan korkunç derecede çirkin elleri, bir türlü zihninden çıkmıyordu.

Ne kadar küstahça, ne kadar istihfafla soruyordu.

“Adın nedir?” yahut “Ne iş yapıyorsun?” derken, sanki dudaklarının arasından “Sen de adam mısın?” diyen ikinci bir cümle sessizce dökülüyor ve muhatabının
dimağına varıyordu. İhtiyar Hasip ve Nuri efendilere karşı merhametle karışık görünen bu istihfaf ifadesi, Yusuf’a gelince daha keskinleşmişti. Hele gözü Yusuf’un kalem tutan başparmaksız sağ eline ilişince bu kadar komik bir manzaraya tahammül edilemeyeceğini belli eden bir gülüşle yüzü yayılmış, sarı fakat muntazam dişleri meydana çıkmıştı.

Yusuf, İzzet Bey’in kendisi hakkında, “Bu mudur o?” demesinden de kuşkulanmıştı. Demek bu herife kendisinden bahsedilmişti! Neden acaba? Sonra kim bahsetmişti? Yusuf bunları düşünürken burada, eski kaymakamın oğlu veya damadı sıfatıyla, ne kadar münasebetsiz bir vaziyette olduğunu hissetti. Babası sağken bile memurların manalı fakat çekingen tavırlarından sinirlendiği halde, şimdi onların, sarih bir ehemmiyet vermeyiş ve küçük görüş halini alan, hatta bazen alay etmek derecelerine varan muamelelerine tahammül etmeye mecbur kalıyordu.

Hasip Efendi bir aralık başını Yusuf’a çevirerek, “Ne düşünüyorsun evlat?” dedi.

“Hiç, beybaba!”

“Beğendin mi bu adamı?”

Yusuf omuzlarını silkti.

Bunu menfi bir cevap telakki eden Hasip Efendi esefle başını sallayarak, “Benim de gözüm tutmadı” dedi.

Nuri Efendi bulunduğu köşeden, gene o asık suratıyla, mütemadiyen mırıldandığı duaları keserek, lafa karıştı. “Her akşam beylerden biriyle içiyormuş!” dedi.

Hasip Efendi cevap verdi: “Merhumun bu heriflerle karşı karşıya oturup eğlenmesine imkân mı vardı? Kimsenin aklına bir fenalık gelmeyeceğini bildiği halde, bir eşraf
davetine bile gitmezdi. Hem de on sene burada oturup kendini tanıttığı, herkesin de ne mal olduğunu öğrendiği halde!” Bir müddet durdu, sonra tekrar başladı: “Daha geleli üç gün olmadı. Nereden de tanışıp işrete başlarlar. Kendini kurnaz zannediyor ama üç günde kafese girer. Biz Salâhattin Bey’den evvel buna benzer kaymakamlar gördük, bu kasabada benden akıllısı yoktur, diye dolaplar çevirmeye kalktılar da, defolup giderlerken halk arkalarından teneke çaldı. Bilmem ama bunun da sonu odur!”

Nuri Efendi gene okumayı keserek, “Yusuf Efendi oğlum!” dedi. “Dün akşam Hilmi Bey’le beraber içmişler. Evvela Çınarlı Han’da bir sofra kurdurmuşlar, sonra Hilmi Bey’in evine gitmişler.”

Yusuf bir an düşündü. “Ne çıkar bundan?” dedi. Fakat birdenbire aklına Kaymakam’a kendisinden bahsedenin Hilmi Bey olması ihtimali geldi. “Acaba bu herifler benden daha ne isteyecekler?” diye söylendi.

Nuri Efendi’ye daha sormak, bir şeyler konuşmak istiyordu. Bugün nedense her zamanki gibi sessizce oturamayacaktı. Fena halde sıkılıyordu. Fakat o sırada her iki ihtiyar çoraplarını çıkarıp ayaklarına nalın giymişler ve teneke ibrikleriyle, aptes almaya gitmişlerdi.

Bir müddet sonra Hasip Efendi önde, Nuri Efendi arkada döndüler. Dualar mırıldanarak kurulandılar ve odanın ortasına serdikleri eski seccadenin üzerinde yan yana namaza durdular.

Yusuf akşamı zor etti. Daireden çıktıktan sonra hızlı adımlarla evin yolunu tuttu. Yukarıçarşı’dan geçerken, avukat Hulusi Bey, yazıhanesinin penceresinden başını uzatıp onu çağırdı.

Yusuf babasının ölümünden beri Hulusi Bey’i görmemiş, cenaze günü ise ancak bir-iki kelime konuşmuştu. O zaman Hulusi Bey, “Oğlum, babanla aramızdaki hukuku bilirsin, bir derdin, bir ihtiyacın olursa hemen bana gel!” demişti. Fakat Yusuf o sırada bir şey dinleyip anlayacak halde olmadığı için Hulusi Bey’in o sözlerini ancak şimdi hatırlıyordu.

Küçük ve basık yazıhaneye girdi. Burası alelade bir dükkândı. Yalnız içerisi beyaz badana edilmiş ve birkaç kanepe, koltukla döşenmişti. Yerde güzelce bir halı, kenarda, avukatın önünde, geniş ve üzeri deri kâğıtlar, kahverengi zarflarla dolu bir masa duruyordu. Duvarlara güzel hatlarla yazılmış birçok levhalar asılmıştı. Hulusi Bey’in tepesindeki büyücek levhada usta bir sülüs ile yazılmış:

 

Ayinedir bu âlem, her şey hak ile kaim

Mir’atı Muhammedden Allah görünür daim.

 

ibaresi vardı. Onun biraz solunda, dükkânın içine doğru yan yana asılmış duran daha küçükçe levhalarda: “Bir işte kasıt ne ise hüküm ona göredir!”, “Şek ile yakîn zail olmaz!”, “Zararı âmmı def için zararı has ihtiyar olunur!” gibi mecellerden alınmış cümleler vardı. Hulusi Bey’in tam karşısında, bir ihtar gibi, fevkalede güzel bir talik ile yazılmış:

 

Gariki bahri isyanım

Dahilek yâ Resulullah

 

levhası duruyordu.

Hulusi Bey, Yusuf’u içeri çağırdıktan sonra iskemlesini biraz kenara, üzerinde düstur ve mecelle ciltleri bulunan bir rafa doğru çekti, Yusuf’a da karşısındaki kanepeyi gösterdi, sonra havadan bahseder gibi sordu: “Oğlum, hiç uğramıyorsun! Nasılsın bakalım!”

“İyiyim efendim!”

“Hanım kızım nasıldır?”

“İyiler efendim!”

“Bir kahve içersin değil mi?”

“Teşekkür ederim efendim, hacet yok!”

“Olmaz! Ne demek! Bir kahve içmeden gidilir mi?” Sonra dışarıya doğru seslenerek karşı sıradaki kahveciye, “Bize iki şekerli getir!” dedi.

Yusuf etrafına bakınıyordu. Hulusi Bey’in masasının ayakları tornalanmıştı ve yukardan aşağı doğru inceliyordu. Yusuf bir gözünü hafif kapayarak bu ayaklardaki torna halkalarını seyrediyor ve bir taraftan da Hulusi Bey’in kendisini buraya neden çağırdığını merak ediyordu. İçinde buradan bir an evvel çıkıp eve gitmek ihtiyacı vardı.

Kahveler geldikten sonra avukat sordu: “Yusuf Efendi evladım, Edremit’te yerleşip kalmak niyetinde misiniz?”

Yusuf hiç beklemediği bu sual karşısında bir müddet durakladı, sonra, “Bilmem ki?” dedi.

Sahiden de bilmiyordu. Bu sualin cevabını verebilmek için, aylardan beri kafasının içinde dolaşıp duran birçok diğer suallerin halledilmesi lazımdı. Hayatının ne şekil alacağını bilmeden ve bu hususta bir karar vermeden karşısındakine ne söyleyebilirdi?

Bir kere daha mırıldandı: “Bilmem!..”

Hulusi Bey biraz düşündü. “Burada sizin ne malınız var?” dedi.

“Elli ağaç zeytinimiz, on dönüm kadar tarlamız var!”

“Sizi geçindirmez!.. Sonra bunlarla uğraşacak adam lazım, sen halbuki artık boş değilsin!”

Bir müddet sustular. Hulusi Bey tekrar sordu: “Annenizin kimsesi yok mu?”

“Yok!.. Anası öleli çok oluyor, babası da üç sene evvel ölmüştü galiba. Nazilli’de Reji memuru idi. Bir şey bırakmamış...”

“Senin kimsen yok mu?”

Yusuf gözlerini karşısındakinin yüzüne dikerek uzun müddet baktı. Bir şey düşünmüyor, sadece kafasının içinden birdenbire hızla geçmeye başlayan bir hatıralar şeridinin durmasını bekliyordu. Nihayet yavaşça, “Benim de kimsem yok!” dedi.

O zaman Hulusi Bey, çaresiz bir vaziyette kalmış gibi iki elini açarak “Öyle ise yapacak bir şey yok!..” dedi. “Burada kalacaksınız. Fakat beni dinle evladım! Her şeyi açıkça konuşalım. Siz benim canım kadar sevdiğim bir arkadaşımın yadigârlarısınız. Sözlerime gücenme. Bir kere artık babanızın sağ olmadığını unutmayın. Bu lafımın sana bir ilişiği yok, daha ziyade valide hanım için söylüyorum. Ne diye saklamak, siz artık fakir bir aile sayılırsınız. Kendi âleminizde yaşamalısınız. Sonra bilirsin ki bu kasabada herkes senin dostun değildir. Başından türlü işler geçti. Onun için de tetik ol. Bulunduğun işe dört elle sarıl. Şimdi karışık zamanlar. Kendi kendine bir iş yapamazsın. Ticarete atılayım desen hem sermaye ister, hem tehlikeli iş. Bak, iki haftadır pazarcıları eşkıyalar soyuyor. At araba alsan, yarın hükümet bir emir verir, askeriye için zapt ederler, eline de bir senet verirler, ezip suyunu içersin. Yeni Kaymakam’ın gözü sendedir. Hiç kimse kendinden evvelkinin adamlarını yerinde bırakmak istemez. Hatta üç-dört gündür ne diye sana bir şey olmadı diye hayret ediyorum. Çünkü henüz daireye mülazım olarak devam ediyorsun. Çıkarmak kolaydır. Fakat kim bilir, belki vicdanlı bir adamdır. Ben daha görmedim. Hakkında söylenenler pek iyi değil ama doğrusu ancak Allah’a malumdur. Bak! En mühim şeyi unutuyordum. Senin, Şakir’le ve Hilmi Bey’le aranda bir geçmiş vardır. Bunu da unut. Dayanacak kimsen yok, içinde onlara karşı en küçük bir düşmanlık sakladığını fark ederlerse seni ezerler. Yeni Kaymakam ile de hemen arayı doğrultmuşlar... Doğrultmasalar bile, paraları var, efendim, paraya karşı kimin gücü yeter ki!..”

Yusuf ses çıkarmadan dinledi. Hulusi Bey’in onu buraya çağırışının sebebi herhalde yalnız bu nasihatleri vermek değildi. Yusuf onun evvela başka bir şey söylemeye hazırlandığını sezmişti. Fakat Edremit’i bırakıp gitmelerine imkân olmadığını söyleyince Hulusi Bey fikrini değiştirmiş, sözü başka taraftan açmıştı. Yusuf bunu pek güzel hissediyor ve dayanılmaz bir tecessüsle, Hulusi Bey’den asıl söylemeye hazırlandığı şeyi sormak istiyordu.

Fakat buna cesaret edemedi, daha doğrusu bu arzusunu ifade edecek kelimeler bulmaya ve cümleler tertip etmeye muktedir olamadı.

“Sen başka bir şey söyleyecektin; haydi onu da diyiver!” demek olmazdı. Başka yollardan yürümeli idi; fakat böyle ustalıklı sözleri Yusuf zihninin sükûnetle çalıştığı zamanlarda bile yapamazdı. Halbuki şimdi mütemadi bir ihtimal ve sual zinciri kafasının içinde uğultular yaparak dolaşmakta idi.

Yavaşça doğruldu. Avukatın elini öptükten sonra, “Sözünüzden çıkmam Hulusi Bey Amca!” diyerek ayrıldı.

Loading...
0%