Yeni Üyelik
38.
Bölüm

ÜÇÜNCÜ KISIM - 8.BÖLÜM

@sabahattinali

Ertesi sabah Yusuf daireye gider gitmez bir odacı “Yusuf Efendi, sizi Kaymakam Bey istedi!” dedi.

Genç adam odasına girince Hasip Efendi ona doğru koşarak, “Evladım. Bu herif seni arattı. Pek meraktayız, çabuk gir çık da bize haber ver. İnşallah melunun fena bir niyeti yoktur!” dedi.

Yusuf’a bir fenalık yapılması ihtimali bile, bu iki ihtiyarın kafalarında Kaymakam’ın aleyhinde toplanmaya başlayan şüphelerin kuvvetlenip kanaat haline gelmesine ve adamın kısaca “melun” diye adlandırılmasına kifayet etmişti.

Yusuf, elindeki öğle yemeği çıkınını masanın üstüne bıraktı. Önünü ilikleyip yanı başlarındaki odaya gitti.

Kaymakam bir müddet masanın üzerindeki kâğıtlarla meşgul olarak onun girdiğini fark etmemiş göründü, sonra yavaşça başını kaldırarak, “Sen misin?” dedi.

Tekrar birkaç kâğıdı okuyup imzaladı ve bazı yerlerini değiştirdi, belki on dakika daha Yusuf’u bekletti ve birdenbire yerinden kalkarak ona doğru yürüdü. Yüzü hayırhah bir tebessümle gerilmişti. Yusuf bu tebessümden memnun olacağı yerde korktu, hatta biraz da tiksindi. Bu insan başkasına, hatta bir iyilik yapacak olsa bile bunu böyle bir tebessümle evvelden haber vermeye hiç lüzum yoktu. Halbuki Yusuf karşısındakinin kendisine ara sıra fırlattığı kaçak ve ani bakışlardan asla iyi manalar çıkaramıyordu.

Öteki kaşlarını kaldırıp, mühim bir nutka başlıyormuş gibi yaptı. “Bak evladım!” dedi. “Sen benim merhum selefimin damadısın. Pederin merhuma gıyabi hürmetlerim vardır. Emin ol! Seni de onun devlete bir emaneti sayarım. Baktım, tetkik ettim, bu kâtiplik işi sana göre değil.”

Yusuf’un bu sözleri anlayıp kafasına yerleştirmesini bekliyormuş gibi birkaç saniye sustu. Yusuf içinden, “Ulan, bizi kapı dışarı edeceksin, lafı ne diye uzatıyorsun?” dedi.

Kaymakam tekrar söze başladı: “Bak oğlum, sağ elinde bir parmak noksan. Geçmiş olsun. Fakat bu vaziyette ne kadar çalışsan güzel bir yazı sahibi olamazsın. Eh, senin memuriyetinde de adamı gösteren yazıdır. Mutasarrıfa giden bir tahrirat evvela onun gözünü yazısı ile kamaştırmalıdır. Neyse... Duyduğuma göre sen biraz da serbest tabiatlı imişsin. Ben, sana tam gönlüne göre bir iş buldum.”

Kaymakam tekrar durdu. Karşısındakinin merakla sözün arkasını beklediğini görüyor ve memnun bir gülüşle ona bakıyordu: “Anladın mı evladım, tam sana göre bir iş. Sen hemen beş-on kuruş tedarik edersin; elbet birkaç paranız vardır! Güzel bir at satın alırsın. Ben seni tahsildar yapacağım, süvari tahsildarı. Malmüdürü ile konuştum. Buradaki maaşını vererek seni oraya geçireceğiz. Ayrıca hayvanın için yem parası da vereceğiz. Köylerden devletin alacağını, vergisini tahsil edeceksin. Fevkalade iş! Öyle değil mi? Odada oturup sıkılmak yok. At üstünde köyleri gez. Hem para da artırırsın!”

Yusuf biraz şaşkın bir tavırla başını sallıyordu. Kaymakam sözünü bitirince, “Siz nasıl buyurursanız öyle olsun!” dedi.

Kaymakam elini Yusuf’un omzuna koyarak, “Eski Kaymakam babandı, ben de ağabeyin sayılırım. Bir derdin olursa bana gel. Haydi bakalım, odana git de emrimi bekle!” dedi.

Yusuf çıktı. Kafası karmakarışıktı. Bu adamın kendisine bir fenalık yapacağını düşünerek içeri girmiş, içerde bu kanaati büsbütün kuvvetlenmişti. Halbuki teklif edilen iş hiç de fena değildi. Ne tarafından düşünülürse düşünülsün, tahsildarlık herhalde bu Allah’ın belası tahrirat kâtipliğine tercih edilirdi.

Odada kendisini bekleyen Hasip Efendi ile Nuri Efendi’ye meseleyi anlattı. Onlar da bunda bir fenalık görmediler. Sadece, “Belki herif seni civarında bulundurmak istemiyor? Ne kadar olsa biraz tuhaf kaçacak. Fakat bulduğu iş de hiç fena değil. Gençsin. Dayanıklısın. Karda kışta köyleri dolaşmak biraz güçtür ama, sana koymaz. Allah hayırlısı neyse öyle yapsın!” dediler.

Nuri Efendi, “Bu Kaymakam sütü temiz bir insana benzemez ama bu sefer bir iyi tarafına rast geldi herhalde!” diyerek başını salladı.

Yusuf, eve dönerken avukat Hulusi Bey’e uğradı ve Kaymakam’ın kendisine söylediği şeyleri anlattı.

Hulusi Bey’in bu havadisten memnun olacağını tahmin etmişti, halbuki o sadece düşünceli düşünceli başını salladı, tıpkı Hasip ve Nuri efendiler gibi, “İnşallah hakkında hayırlısı budur!” dedi.

Yusuf yemekten sonra Muazzez’e yeni vazifesini söylediği zaman, genç kadının ilk sözü, mahzun bir tavırla başını yana eğip dudaklarını büzerek, “İyi ama, Yusuf, sen köylere gidip günlerce kalırsan, ben burada ne yaparım?” demek oldu.

O zaman Yusuf’un da çehresi değişti; birdenbire düşünceli bir hal aldı. Bu cihet onun da aklına gelmemişti. Şimdi buna hayret ediyordu: Nasıl olmuş da bunu hiç düşünmemişti.

Birdenbire aklına babasının bir lafı geldi: Kızılbaş köyünde, Yusuf, Ayvalık’ta arabacılık yapmaktan
bahsederken, Salâhattin Bey, “Sen çalışmaya gidersen karın ne yapar?” demişti, işte şimdi Yusuf çalışmaya gidecek ve karısı yalnız kalacaktı. Acı acı gülerek, “Keşke yalnız kalsa!” diye mırıldandı. Köylere gidip belki de haftalarca evden uzaklaşınca, karısı, Şahinde ile beraber kalacaktı. Bunun Muazzez için yalnızlıktan bile feci olduğunu Yusuf gayet iyi anlıyordu.

Muazzez yavaş bir sesle, “Yusufçuğum!” dedi. “Artık keyfimizin istediğini yapamayacağımızı biliyorum. Fakat senden böyle ikide birde ayrılıvermek de hoş değil. Sen de bilirsin, annem beni rahat bırakmayacak, hiç sevmediğim insanlara beni zorla götürecek, evi onlarla dolduracak. Sen kendisine bir şey söyleme! Nasıl olsa o bildiğini okur... Bari evde dırıltı olmasın. Ben onunla başa çıkmaya çalışırım; yalnız çok sıkılacağım. Bak şimdiden bir tuhaf oldum. Canım yukarı kata, odamıza gitmek istemiyor. Sanki sen yokmuşsun da orada seni arayacakmışım gibi oluyorum. Ah Yarabbi... Ne fena şey!..”

Genç kadının gözleri yaşardı.

Yusuf acı acı yutkundu, sonra karar vermiş bir tavırla, “Üzülme canım!” dedi. “Kaymakam git dedi ise zorla gönderecek değil ya! Hükümet işinden çıkarım...”

Muazzez hemen onun sözünü kesti ve ancak bir kadının düşünebileceği kadar ince düşünerek, “Deli misin sen Yusuf!” dedi. “Hükümetten çıkarsın da ne iş yaparsın? Tutacağın iş sanki seni hiç benden ayırmayacak mı? Bu karışık zamanda insan bulunduğu yeri bırakır mı? Babamdan bir şey kalmadı ki onunla geçinelim. Sen bu vazifende kalırsan zeytinlikle tarlanın işlerine de bakarsın, biraz halimize yardımı olur.”

Yusuf henüz çocuk addettiği karısından bu sözleri duyunca azıcık hayret etti. Fakat bu, onu karısına hak vermekten alıkoymadı.

Babalarının cebinden çıkan beş-on sarı lira ile Yusuf’taki paralar cenaze masrafına, imama, müezzine gitmiş, Yusuf’un elinde birkaç mecidiyeden başka bir şey kalmamıştı. Ay başına on gün vardı. Önleri kış olduğu için birçok masraflar daha yapılacaktı. Bunları gözünün önüne getirince Yusuf, “Hükümetteki işi bırakırım!” demenin manasız, hatta gülünç olduğunu fark etti.

Hadiseleri olduğu gibi karşılamaya, kendiliğinden bir şey yapmamaya karar vererek yattı. Pek sakin olmayan bir geceden sonra uyanınca hayatı biraz daha tatlı buldu. Hadiseler, gece vakti ve bir idare kandilinin ışığında konuşulduğu kadar ümitsiz ve korkunç değildi. Dışarda ağaçların yapraklarını oynatarak esen bir sonbahar rüzgârı, bu ölüme mahkûm yaprakları henüz koparamıyordu. Bu minimini yeşil mevcudiyetler bile içlerinde bu kadar kuvvetli bir mücadele ve mukavemet kabiliyeti taşırlarken, kendisinin karanlık düşüncelere dalması doğru olamazdı.

Yavaşça yataktan sıyrılarak pencereye gitti. Güneş ağaçların arkasından yükseliyor ve evlerin geniş bahçelerindeki otları nemli bir ışığa boğuyordu. Yusuf böyle bir sabahta atla kırları dolaşmanın asla bir felaket telakki edilemeyeceğini düşündü. Başını çevirerek Muazzez’i çağırmak, dışarısını onunla birlikte seyretmek istedi, fakat genç kadın başını yastığa gömmüş, sağ elini yanağının altına koymuş, bir çocuk gibi mışıl mışıl uyuyordu.

Yusuf onu uyandırmaya kıyamadı. Ayaklarının ucuna basarak yatağın kenarına gidip oturdu ve karısına uzun zaman baktı.

Muazzez’in saçları iki örgü halinde beyaz yastığın üzerinde uzanıyordu. Örgülerin uçları biraz çözülmüş ve kumral saçlar bir sırma püskül gibi dağılmıştı. Şakaklarındaki saçların bazıları da yanaklarına kadar uzanıyor ve genç kadının yüzünü ince, ipek bir tül gibi sarıyordu. Ağzı biraz aralıktı ve nefes aldıkça beyaz dişleri parlıyordu. Gözkapaklarında kıl gibi ince mavi damarlar dolaşıyor, biraz dağınık olan kaşları ara sıra hafifçe ürperiyordu.

Genç kadın kımıldadı. Başını yukarı çevirdi ve bir kolunu yorganın üstüne atarak daha geniş, daha rahat nefeslerle uykusuna devam etti. Yusuf gözlerini karısının göğsüne dikti. Yakası kapalı beyaz entarisinin altında kabaran göğsü muntazam nefeslerle şişiyor ve yorganın kenarını yükseltiyordu. Mavi yüzlü yorganın üzerinde uzanan beyaz eli hareketsizdi. Biraz içeri doğru kıvrılmış olan parmakları yorganın kıvrımlarından birini yakalamış gibi duruyordu.

Yusuf, yarım saat kadar onu seyretti, sonra güneşin yükseldiğini görerek giyinmek için kalktı.

Bu esnada Muazzez gözlerini açtı. Başucunda kocasını görünce gülerek doğruldu ve pencereye vuran güneşe bakarak, “Aman Yusuf, ne uyumuşum, ne uyumuşum!” dedi.

“Yok canım, o kadar geç değil!”

“Dur sana kahvaltı getireyim!”

Hemen yerinden fırladı, terliklerini ayağına geçirerek aşağı koştu.

Sabahları kalktığı zaman kendisine böyle kahvaltı hazırlayacak veya sadece kolunu mavi yorganın üzerine uzatıp uyuyacak bir kadın yerine, herhangi bir köy odasının isli kalaslı tavanını görmek Yusuf’a bir an için pek acı geldi. Sonra bu gibi düşünceleri kafasından uzaklaştırmanın lüzumunu kendine telkin ederek doğruldu ve giyindi.

 

* * * 

 

Hemen o gün Kaymakam, Yusuf’u Malmüdürü’ne gönderip tahsildarlığa başlattı. Orta yaşlı bir mümeyyiz, önüne beş-on makbuz koçanı alarak, Yusuf’a bunlar üzerinde adeta uzunca bir ders verdi ve delikanlı akşama kadar bunları bellemek için temrinler yapmakla vakit geçirdi.

Şimdi bir at satın almak icap ediyordu. Akşamüzeri Aşağıçarşı’dan geçerken uzun zamandan beri görmediği Hacı Rifat’ın İhsan’a rastladı ve ondan akıl sordu. İhsan, onu yanına alıp Soğuktulumba yolundaki bir hana götürdü, yarım saat içinde pazarlığını filan yaparak beş buçuk altına güzel ve beyaz bir at aldı. Parası ayda birer altından verilecekti. Peşin olarak verilmesi icap eden parayı İhsan kendisi verdi ve at yedeklerinde, beraberce kasabaya döndüler.

Ali’nin ölümünden beri adamakıllı bir şey konuşmamışlardı. İhsan, Yusuf’un bu kadar uzun zamandan sonra kendisine eski bir arkadaştır diye başvurmasından büyük bir iftihar duyuyor ve ona arkadaşlığına layık olduğunu ispata çalışıyordu. Yusuf ise bütün insanlardan ümidini kestiği bu sıralarda karşısına böyle bir dostun çıkışını biraz hayret, fakat daha çok sevinç ve teşekkürle karşılıyordu.

Yolda ikisi de hep eski günlerden, beraber yaptıkları gezmelerden, kâğıt kebabı ve irmik helvası ziyafetlerinden bahsettiler. Sözleri Ali’ye ait hatıralara temas edince sustular. Yusuf bir aralık yan gözle İhsan’a bakınca onun gözlerinin de kendininkiler gibi yaşarmış olduğunu gördü. Bir müddet söyleyecek laf bulamadılar.

Nihayet İhsan, “İşte böyle Yusuf, ömür bu, geçip gidiyor!” diye mırıldandı.

İhtiyarlara mahsus bir eda ile söylenen bu sözler Yusuf’u güldüreceği yerde düşündürdü. Çayiçi’nden Bayramyeri’ne sapan yolun köşesine gelince durup birbirlerinin yüzüne baktılar ve ayrıldılar. İkisinin içinde de hem uzun zaman sonra tekrar görüşmenin verdiği bir memnuniyet hem de belki bir daha görüşmeyeceklerini sezmekten doğan bir hüzün vardı. Hayat, birbirinden ayırdıklarını, kısa bir müddet için tekrar yaklaştırır gibi olsa bile, uzun zaman yan yana bırakmıyordu. Geçen günleri bir daha geri getirmek mümkün değildi ve sadece hatıralar, iki insanı birbirine bağlayacak kadar kuvvetli değildi.

Fakat Yusuf, yanından uzaklaşan İhsan’la birlikte, yalnız beş-on sene evveline ait çocukluk hatıralarının değil, bu şehirle olan bütün bağlarının da sürüklenip gittiğini zannetti. İhsan’a karşı şu anda duyduğu yabancılık, ona, artık kendisini Edremit’e bağlayan bir şey bulunmadığını da hatırlattı. Bir müddet daha düşününce dünyada da hiçbir yere bağlı olmadığını hissetti ve içten içe bu kadar yabancı olduğu bu hayatta kendisini birçok kayıtların kuşatmasına, ondan, istediği gibi hareket imkânlarını almasına müthiş içerledi.

Loading...
0%