@sabahattinali
|
Oldukça serin bir teşrinevvel günü akşamı, dört günlük bir ayrılıktan sonra, eve dönen Yusuf, atını bağlamak için arka tarafa dolaştı. Burada evin bahçe duvarına bir kapı açtırmış ve bahçedeki dut ağacının yanına ahır kılıklı bir yer yaptırmıştı. Hayvanın eyerini alıp yem torbasını ağzına taktıktan sonra içeri girerken kendisine kimsenin karşı çıkmadığına hayret etti. Fakat vakit daha erkendi ve evdekiler herhalde komşuya gitmişlerdi. Yukarı çıkarak soyundu. Kollarını ve başını sabunla yıkadı. Fena halde karnı acıkmıştı. Mutfağa giderek teldolabı karıştırdı. Bir bakır sahanın dibinde bir parçacık kıymadan başka bir şey yoktu. Taşlıktaki yeşil sandığı açtı, buradan biraz ekmek ve tulumpeyniri alacaktı, fakat kurumuş bir kabuktan başka bir şey bulamadı. Boş torbalar bir kenara yığılmış duruyor, sadece bir bulgur torbası, yarı açık, ortada kabarıyordu. Yusuf tekrar mutfağa dönünce ocağın kenarında bir tencere bulgur pilavı durduğunu gördü. Orada asılı duran kaşık torbasından bir tahta kaşık alarak soğuk tencerenin başına oturdu. Karnını doyurduktan sonra yukarı çıkarak odadaki mindere uzandı. Ortalık kararmıştı. Karısını merak etmeye başladı. Yakın komşularda olsalar muhakkak Yusuf’un geldiğini mahalle çocuklarından duyup gelirlerdi. Herhalde Aşağıçarşı’daki memur ailelerinden birine gitmiş olacaklardı. Kapıda bir anahtarın döndüğünü duydu, pencereye koşarak aşağı baktı, yüreği sevinçle hopladı. “Geldiler!” dedi. Kendini zapt etmese aşağı koşup karısını kucaklayacaktı. Şimdi onun sesini duyuyordu. Muazzez hayret dolu bir sesle, “A!.. Anne, Yusuf gelmiş, baksana, hayvanı bahçede...” dedi. Sonra “Yusuf!” diye bağırarak yukarı koştu. Kendisini merdiven başında bekleyen kocasının boynuna atılarak, “Biz seni bugün beklemiyorduk Yusuf şaşkın bir halde doğruldu. “Evde yiyecek bir şey yok mu?” diye sordu. “Hayır Yusuf, var tabii, biraz bulgur pilavı var, sen yoldan geldin de, belki doymazsın, canın başka şey ister diye sordum. Ama gelirken bir şey getirmedinse artık istemez... Bir daha dışarı çıkma!.. Biraz turşu koyarım, pilavla birlikte çok güzel gider. Sen otur, ben seni çağırırım, olmaz mı?” Koşarak gitti. Yusuf olduğu yerde, mıhlanmış gibi kaldı. Köylerde ekmek, peynir, yoğurt, yumurta gibi şeylerle karın doyurmaya alıştığı için, biraz evvel aşağıda yediği bulgur pilavı ona hiçbir şey düşündürmemişti. Fakat şimdi, Salâhattin Bey’in evinde olduğunu hatırlayınca, sade bulgur pilavının, yanında hiçbir şey olmadan veya birkaç biber turşusu ile bu evde eskiden pek yenmediğini acı acı hatırladı. Demek, o korktuğu günler başlamıştı? Demek gülünç bir tahsildar maaşına kalan bu aile, sade bulgur pilavıyla karın doyuranlar arasına girecekti! Boş teldolap, boş torbaların yığıldığı yeşil sandık gözünün önüne geldi: “Ah, nasıl oldu? Nasıl olur?” diye dişlerinin arasından mırıldandı. Yumrukları imkânsızlıkla sıkıldı. Hiçbir çare yoktu; hayatları belki daha kötüleşecek, fakat asla daha iyi olmayacaktı. Yusuf, sırtında ne büyük bir mesuliyet taşıdığını şimdi yavaş yavaş anlamaya başlıyor ve bunun altında eziliyordu. Aşağıdan doğru mırıltılar duydu. Şahinde’nin perde perde yükselen sesinin yanında Muazzez’in yalvarmaya benzeyen sözleri duyuluyordu. Fakat konuşulanlardan bir şey anlamaya imkân yoktu. Yusuf kapıya yaklaşınca Muazzez’in, “Anneciğim, Allah aşkına sus!” dediğini işitti. Eliyle kapıya sarılarak dişlerini sıktı, “Ah bu kadın!..” dedi. Sonra ona kızmaya hakkı olmadığını, Şahinde’nin böyle yapmakta büsbütün haksız sayılmayacağını düşündü. Kadın, damadının evi doyurmasını pek tabii olarak ister ve kızını böyle bir kocaya verdiği için elbette üzülürdü. Alıştığı hayatı yaşatabileceğini aklı kesmeden bir kaymakam kızını, hem de kaçırmak suretiyle, alan erkek, kaynanasının her türlü iğnelemesine layıktı. Yusuf, “Ne yapmalı?” diye düşündü. Bu sefer bu “Ne yapmalı?” suali bir bardak zehir gibi kafasından vücuduna doğru döküldü. Bir müddet evvel gene onu işgal eden düşünceler bugünkü dertlerinden çok farklıydı. Bugün ilerisini, hayatının alacağı istikameti, mesleğinin kendine uygun olup olmadığını düşünmüyordu. Bugün çaresi bulunması icap eden şeyin bir gün beklemeye bile tahammülü yoktu. Fakat ortada yapılacak bir şey de yoktu. Yusuf, bütün vücudunun demir çemberlerle sarıldığını zannederek kımıldadı. Yüzü, pis bir şeyin üzerine tükürüyormuş gibi, tiksinen bir ifade almıştı. Bütün bu sıkıntıları kendine layık bulmuyordu. Sanki içinde ayrıca yaşayan bir başka Yusuf vardı ve o, bu ekmek parası için çırpınan, fakir köylülerden vergi almak için bağırıp çağıran zavallıya istihfafla bakıyor ve ondan iğreniyordu. Gitgide artan ve gitgide maddileşen bir bulantıyı geçirmek için Yusuf tekrar geriye, odaya döndü ve pencerelerden birini açtı. Bu aralık aşağıdan Muazzez’in sesi duyuldu: “Yusuf, sofraya gel!” Ağır ağır merdivenleri indi. Havalar serinlediği için, iki yerde ateş yanmasın diye yemeği mutfakta yiyorlardı. Bakır sininin ortasında bulgur pilavı tenceresi duruyordu. Herkesin önüne birer parça kuru ev ekmeği konmuştu. Yusuf, “Ben geldiğim zaman birkaç kaşık pilav yemiştim, iştahım kapanmış!” dedi. Şahinde garip bir gülüşle, “Aç olsan da, bugünkü yemeklerimiz iştah açacak gibi değil!” dedi. Muazzez gözlerini sitemli, fakat keskin bir bakışla annesine çevirdi. Şahinde gene aynı garip tebessümü muhafaza ederek, “Bugün geleceğini bilmiyorduk da, bir şey hazırlayamadık!” dedi. Muazzez, “Buna da lüzum yoktu, her şeyi biliyor!” demek isteyerek tekrar annesine baktı. Yusuf gözlerini önüne dikmişti. Bir kaşık pilav alıyor, sonra dakikalarca elindeki kaşığı süzüyordu. Sofranın yanına, alçak bir iskemlenin üzerine konan lamba, Muazzez’in ince ellerini sapsarı gösteriyordu. Yusuf’un gözleri bunlara ilişince, içini bir korku kapladı. Yavaşça başını kaldırarak Muazzez’e baktı. Bakışları karşılaştı. Muazzez’in yüzünü tatlı, fakat yorgun bir gülümseme kapladı. Yusuf kaşığını önüne bırakarak, “Yarabbi şükür!” dedi. Karşısındakilerin ikisi de, azaplarının sona ermesi için bu işareti bekliyorlarmış gibi, süratle kaşıklarını ellerinden atarak, “Yarabbi şükür!” dediler. |
0% |