Yeni Üyelik
32.
Bölüm

ÜÇÜNCÜ KISIM-2

@sabahattinali

O gece takibe çıkıp muhtelif semtlere dağılan altı jandarma, ilk iş olarak, kasabaya yarımşar, birer saatlik köylerde güzel bir akşam yemeği yediler. İki tanesi aynı köyde geceyi geçirmeye karar vererek odaya birer yatak serdirdiler; diğer dördü, yemekten sonra atlarına atlayıp bir müddet daha gittiler ve ancak geç vakit vardıkları köylerde kalıp uyudular.

Burhaniye tarafına giden jandarma, geceyi Edremit’e yarım saat mesafede bulunan Frenkköy’de geçirdikten sonra sabahleyin güneşin doğup oldukça yükselmesini bekledikten sonra, öğleye doğru, Burhaniye’ye geldi ve caminin yanındaki bir kahveciden, akşam Ayvalık tarafına doğru bir arabanın geçtiğini öğrendi.

Hayvanını ve kendini yormaya hiç niyeti olmadığı için kahvede oturup yarım saat dinlendi. Bu esnada, bitişik handaki hizmetkârlardan birini, atını gezdirip kaşandırmaya memur etti. Çizmelerini çıkarıp önündeki demir masaya dayayarak yün çoraplarının içinde parmaklarını oynattı ve ancak kendisini hafif bir uykunun bastırmak üzere olduğunu anlayınca doğrularak gerindi ve hanenin hizmetkârına, “Ülen, getir hayvanı!” diye bağırdı.

Çizmelerini tekrar çekti. Hayvanın boynunu okşadıktan sonra kolanları sıktı. Dizginleri yakalayarak yüksek Çerkeş eyerinin üstüne atladı. Başka zamanlarda oldukça haşarı olan beyaz kısrak bu sıcakta adamakıllı uslanmışa benziyordu. Boynunu önüne uzatarak kaldırımların üzerinde tıkır tıkır yürümeye başladı.

O gün akşamüzeri Ayvalık’a varan jandarma, yolun yarısında at üstünde uyumuş, diğer zamanlarda da silahını ensesine koyup ellerini iki tarafından geçirerek memleket türküleri tutturmuştu.

Uğradığı köylerde muhtarlara, bir oğlanla bir kız görüp görmediklerini sormuş ve menfi cevap almıştı. İşini bitirmiş olmanın verdiği bir vicdan istirahati ile Ayvalık Karakolu’nda uzanıyor, biraz dinlendikten sonra şehri dolaşmaya çıkmayı ve bütün ahalisi Rum olan bu kasabanın güzel kızlarını gözden geçirmeyi düşünüyordu.

Burhaniye’den ayrılıp deniz tarafına doğru ağır ağır atını sürerken karşılaştığı bir yaylı araba, jandarmanın hiç gözüne çarpmamıştı. Bunu pek tabii görmeliydi, çünkü arabanın içinde kimse yoktu ve hayvanları, sarı mintanlı genç bir köylü sürüyordu.

Bu köylü, arabayı biraz hızlı sürerek Edremit’e geldi. Aşağıçarşı’dan geçmek üzere iken oradaki bir nalbant dükkânından fırlayan bir adam koşarak hayvanların dizginlerine yapıştı; avaz avaz bağırmaya başladı: “İn aşağı, keratanın oğlu, arabamı nereye götürüyorsun!”

Köylü hemen yere atladı. Mahcup fakat kendinden emin bir tavırla cevap verdi: “Araba senin mi? Al öyleyse, ben de seni bulup malını geri vermeye geldim. Bunu da al! Yusuf Ağa yolladı, ‘Hakkı geçtiyse helal etsin’ dedi!”

Silahlığından bir kese çıkararak içinden bir lira aldı, karşısındakine uzattı.

Arabacı “Helal olsun” diye uzaklaştı.

Bu esnada orada birdenbire beliren iki jandarma köylüyü yakalayarak hükümete götürdüler. Sarı mintanlı delikanlı, bir köylü için en korkunç şey olan bu yolculuk esnasında bile, gülümsüyordu. Hatta kendisini Kaymakam’ın karşısına çıkardıkları zaman da korkmadı, sadece, “Jandarmaya hacet yoktu beyim, zati ben de size geliyordum!” dedi.

Salâhattin Bey yerinden kalkarak ona sokuldu. “Nerden geliyorsun?” dedi.

Genç adam kahverengi gözlerini karşısındakine çevirerek “Yerimi nideceksin bey?” dedi. “Beni Yusuf Ağa ile kızın gönderdi!”

“Ne yapıyorlar?”

“Bizim imam bu sabah nikâhlarını kıydı. Ellerinden öperler. Bunu diyivermek için beni buraya saldılar!”

Kaymakam bir müddet durakladı, sonra yüzüne bir tebessüm gelerek, “Yusuf bizim kızı kendine nikâh mı etti?” diye sordu.

“Allah gönüllerine göre versin bey; kızın, yiğit delikanlıya düştü.”

“Başka bir şey söylemediler mi?”

“Yok, söylemediler! Siz merakta kalmayasınız diye beni gönderdiler. Arabayı da sahibine ulaştırdım!”

“Dönüp gelmeyecekler mi?”

“Döneceğe benzemezler ama, Allah bilir!”

Kaymakam çok ısrar ettiği halde, isminin İsmail olduğunu öğrendiği delikanlıya hangi köyden olduğunu söyletemedi. Oğlan iki-üç hafta köye dönmeyeceğini, buradan Havran’a gidip oradaki eniştesinde kalacağını söylüyor ve Yusuf’la Muazzez’in kendi köylerinde olmadığını yeminle temin ediyordu.

Kaymakam nihayet başka bir şeye karar vermiş gibi ısrarı kesti. İsmail’i karşısına oturtarak onunla uzun uzadıya konuştu.

Edremit’e dönmezlerse hem kızının hem Yusuf’un perişan olacaklarını, ikisinin de ellerinden bir iş gelmediğini, Yusuf’un zaten yabancı olmadığını ve kendisinin bu nikâha muhalif bulunmadığını, “şart olsun”, “dinim hakkı için” gibi büyük yeminlerle anlattı. Hiç kimseye haber vermeden ikisinin beraberce köye gitmelerinin en iyi çare olduğunu ve babaları ayaklarına gittikten sonra çocukların inat etmeyeceklerini, mümkün olduğu kadar açık bir şekilde karşısındakine izah etti. İsmail bütün bu laflardan pek bir şey anlamamakla beraber, karşısındaki adamın hiçbir fena maksadı olamayacağını sezmişti. Koskoca kaymakam tek başına köye gitmeyi isteyince diyecek laf kalmıyordu.

“Gidelim Kaymakam Bey, nasıl emredersen?” dedi.

Salâhattin Bey hemen bir araba hazırlattı ve çocukları aramaya gittiğine dair eve haber yolladı. “Komşulardan birini çağırıp evde yatırsın!” dedi.

Ezanla beraber yola düzüldüler.

 

* * * 

Geldikleri yer, Kozak civarında, çamlar arasında bir Tahtacı köyü idi. Vakit gece yarısına yaklaşmıştı. İsmail arabayı iki katlı bir kapının önünde durdurdu. Aşağı atlayarak kapıyı yumrukladı. Biraz sonra kanatlar açıldı. Uykudan gözlerini ovuşturan bir delikanlı atları içeri avluya aldı ve yere indikten sonra bacaklarını geren Kaymakam’a şaşkın şaşkın baktı.

İsmail sordu: “Misafirler yattılar mı?”

“Yattılar herhalde!”

“Kapıyı vur da Yusuf Ağa gelsin biraz!..”

Bu sözler üzerine hemen yukarı koşan delikanlının arkasından seslendi: “Gel bakalım, daha önce bize ışık tut!”

Öteki, bu sefer tahta merdivenleri atlayarak indi ve mehtaptan aydınlanan avlunun öbür başındaki odalardan birine girerek elinde bir çıra ile geri geldi. İki kanatlı kapının yanındaki odayı açtı; çırayı götürüp ocağa koyduktan sonra dışarı fırladı.

Kaymakam ile İsmail içeri girdiler.

Zemini toprak olan odanın bir kenarında hasırlar ve kilimler serili idi. İsmail, ocağın yanında dürülü duran bir şilteyi kilimin üstüne sererek Kaymakam’a yer gösterdi ve kendisi diz çöküp hasırın üstüne oturdu.

Bu sırada içeri Yusuf girdi. Herhalde daha yatmamıştı. Çıranın ışığında yüzü sarı ve adamakıllı zayıflamış görünüyordu. Gidip babasının elini öptü.

Kaymakam onu yanına oturttu ve biraz bekledikten sonra, “Nedir bu yaptığın Yusuf?” dedi. Sesinde ne bir şikâyet, ne bir sitem vardı. Sadece soruyor ve öğrenmek istiyordu.

“Başka çare kalmadı baba!..” Yusuf’un sesi dümdüz ve sertti.

İkisi de sustular. Başka bir şey konuşmaya hacet kalmadığını, birbirlerini anladıklarını hissettiler.

Hasırın üzerinde diz çöken İsmail doğruldu. Kaymakam’a, “Yoruldun bey!” dedi. “Biraz acı su getireyim mi?”

Kaymakam gülerek, “Getir!” dedi.

Bu Alevi köylerinin daha geniş mezhepli, daha samimi ve daha temiz olduğunu uzun memuriyet seneleri ona öğretmişti.

Nahiye ve köyleri dolaşmaya çıktığı zamanlar buralarda kalmayı tercih ederdi. İsmail “Acı su getireyim mi?” deyinceye kadar bir “Kızılbaş” köyünde olduğunu nasıl fark etmediğine şaştı. Oğlanın açık, cesaretli ve kendine güvenen tavrından bunu anlamalıydı.

Küçük bir testi içinde gelen rakıdan birazını bir toprak tasa dökerek içti. Önüne bırakılan ve bu köyün çamlarının mahsulü olan fıstıklardan birkaç tanesini ağzına attı. Midesine inen bu “acı” suyun birdenbire yorgunluğunu aldığını, tatlı bir zindelik verdiğini fark etti. Gözleri parlayarak Yusuf’a döndü, “Yarın sizi Edremit’e götüreceğim!” dedi.

“Ne yapacağız Edremit’te?”

“Burada ne halt edeceksiniz?”

“Zeytinlik işlerinden, tarladaki buğday satışından kalma üstümde on iki sarı liram var. On dörttü, birini Edremit’e, arabacıya yolladım, birini de burada bozdurdum. Ayvalık’a gidip bu para ile bir hayvan, bir de araba alacağım, işleyeceğim. Kazanırsam atları çift yapar, belki arabayı da yaylıya çeviririm.”

“Gevezelik etme... Muazzez öyle yaşamaya alışık değil... Parmak kadar kızı kime emanet edip işe gideceksin?.. Ayvalık’ta sana ekmek verirler mi? O şehirde Müslüman barındırdıklarını duydun mu hiç?”

“Dikili’ye giderim, İzmir’e giderim... Olmazsa Balıkesir’e giderim!”

Salâhattin Bey ikinci tası da yuvarladı; rahat bir tavırla arkasına yaslanarak Yusuf’a sordu: “Edremit’in suyu mu çıktı? Dön oraya, ben sana yaylı da alırım, at da alırım, hatta belki başka iş de bulurum!”

Yusuf cevap verecekti, Salâhattin Bey eliyle işaret etti, onu susturdu ve:

“Bırak cevap vermeyi!” dedi. Sonra başını ona doğru uzatarak ilave etti: “Ben buralara kadar keyfimden mi geldim? Beni nasıl yalnız bırakacaksınız? Kızımdan ve senden ben bunu mu beklerdim? Beni Şahinde’nin eline bırakıp nasıl gidersiniz? Bu son günlerimde sizden başka kimim var? Keyfin isterse Yusuf, siz dönmezseniz ben de kalırım, sen kazanacağın para ile hem karını hem beni beslersin!..”

Yusuf şaşırdı; fakat Kaymakam’ın şaka söylemediğini ve bu sözlerin sarhoşluktan evvel düşünülmüş şeyler olduğunu anladı.

Kendisi istediğini yapmakta hür olsa bile, bu adamdan kızını ayırmaya hakkı yoktu. Yalnız, içini kemiren son bir düşünceyi daha fazla saklayamadı:

“Bize orada ne gözle bakarlar kim bilir!” dedi.

“Ne gözle bakacaklarmış? Siz nikâhlı değil misiniz? Ayıp mı, günah mı bu? Ben de razı olduktan sonra kimseye laf düşmez!”

Yusuf, “Siz bilirsiniz!” dedi.

Salâhattin Bey bu cevabı bekliyormuş gibi doğruldu. Bir tas daha dikti, dili biraz ağırlaşarak, “Hadi git yat!” dedi. “Ben de yorgunum. Sabahleyin erken kalkın, beni de kaldırın.”

Yusuf doğruldu. Tekrar babasının elini öperek dışarı çıktı. Yukarı odaya serilen bir yatakta Muazzez her şeyden habersiz uyuyordu. Yusuf elbiseleri ile yatağın başucundaki mindere gidip oturdu. Tahta parmaklıklardan giren ay yatağa, genç kızın yüzüne kadar uzanıyordu. Yusuf yavaş yavaş yürüyen bu ışığa ve bu gölgelere bakarak oturduğu yerde uyudu.

İsmail aşağıdaki odada Kaymakam’a bir yatak sermiş ve çekilmişti; Salâhattin Bey de soyunmadan bunun üzerine uzandı ve sönmeye yüz tutan çıranın ışığında donuk bir kırmızılıkla parlayan rakı testisine gözlerini dikti. Bir şeyler düşünmek istiyor, fakat başının etrafında dolaşan fikirleri bir türlü yakalayamıyordu. Yavaşça gözleri kapandı ve horultulu bir uykuya daldı.

Loading...
0%