@sabriyildiz
|
Gayet doğal bir ifadeyle “Evet de, sen nerden biliyorsun Ayşen ablacım” dedim. Bu arada Abla dememi seviyordu, genç hissediyormuş kendini. Camdan görmüş, iki kere üstünden geçmiş cani adam, ben gelmek üzereymişim, inşallah denk gelirmişim, çok dua etmiş yetişeyim diye, köpeğe de üzülmüş, Muzaffer amcayı da görmüş. Ayşen abla her gün mahallede ne olup bittiyse, oyuncak almaya giden çocuk hevesiyle hızlı bir özetle aktarırdı bana, çok ciddiye almazdım ama severdim onun bu halini. “Evet, o öldürmüş köpeği. Gerekeni yapacaklar.” Dedim. İçeri girmeyi umuyordum ama Ayşen abla bırakmıyordu, “Artık devir değişmiş, kimsenin kimseye saygısı kalmamış, hayvanlara bile eziyet ediyorlarmış, eskiden böyle değilmiş.” Söylediklerini onaylarken bir yandan da anahtarı daire kapısına sokmaya çalışıyordum. Bir anda “Aa” dedi, artık yeter gidiyim der gibi gözlerimi devirerek ona döndüm. Bir elini her zaman arkadan bağladığı saçına, diğerini de havaya kalkmış kıvırcık saçlarına götürerek, “Az daha unutuyordum” dedi. Dudak bükerek “Neyi” dedim, Öğleden sonra saat iki gibi daireme resmi kıyafetli bir adam gelmiş, pek çok kapıyı çalmış, benim olmadığımı bildiğinden, önemli bir şey olduğunu düşünerek dayanamayıp kendisi açmış, ne istediğini sormuş. “Kimmiş, abla, ne dedi” dedim. Beni arıyormuş, bir yerden gelmiş ama hatırlayamamış, yarın hatırlayamadığı yere kesin gelmemi söylemiş. Tebligatın neden posta kutusunda olduğu belli oldu, postacıdan bahsediyordu. Adliyeye gelmemi istiyorlardı muhtemelen, bunu anlamıştım ama Ayşen ablanın hafızasını güçlendirmemiz gerekiyor, gerçekten bir şey olsa yandık. Gerçekten hatırlamıyor musun neresi olduğu.? Sol eli sağ kolunun dirseğini tutuyor, sağ eliyle de ağzını kapatmış endişeli bir sesle “Neresi demişti, tüh…nasıl unuttum.” Dedi düşünceli bir sesle. Ah Ayşen ablacım, kırk sene önce annenin ne dediğini unutmazsın bunu nasıl unuttun. Dedim kızgın bir şekilde. Şaka yapıyordum ama belli etmedim bu gibi durumlarda bir daha unutmasın diye. İçten bir gülümsemeyle koluna dokundum, “Canın sağ olsun, şaka yapıyorum aradılar haber verdiler bana” dedim. Allah iyiliğimi versinmiş, yüreği ağzına gelmiş, önemli bir şey oldu sanmış, beni çok tutmuş, işten gelmişim yorgunmuşum. Diyerek iyi akşamlar diledi. Dairemin kapısını açtım, oda açtı, tam kapatıyorken. “Ayşen abla” dedim. Bugün sen yine mi un almaya gittin, dünde almıştın, ne yapıyorsun bu kadar unu.? Hamaratlığını da göremiyoruz hiç. Dedim gülümseyerek. Almadım gitmedim dese de eteğinin üstündeki unlar öyle demiyordu. Muzaffer amca da Ayşen ablanın yaşlılığını öne sürerek bir ihtiyacı olursa söyle bana diyordu sürekli, ah sizi çılgın ihtiyarlar. Kapıyı kapattıktan sonra derin bir nefes alıp sırtımı duvara yasladım. "Ne boktan bir gündü," diye mırıldandım kendi kendime. Bu şehre taşınalı tam üç ay olmuştu. Başımda geçen onca sıkıntıdan sonra başımı sokacak bir yer bulduğuma şükretmem gerektiğini biliyordum. Ama ne yer… Ev dediğim şey, aslında 3+1’miş. Fakat ev sahibim, usta bir mühendislik harikasıyla bu daireyi üç ayrı odaya bölmüş ve her birini başka birine kiralamış. Birinci kiracı; Emel Abla… 30 yaşında, sarışın, gece kulübünde çalışan, hayatın tokadını yediğini her gece sarhoş bir halde bağıra çağıra anlatan bir kadın. Ankara doğumluymuş. 7 yaşındayken babası başka bir kadınla kaçmış ve annesiyle yalnız bırakmış onu. 11 yaşına geldiğinde annesi kansere yenilmiş. Büyükannesiyle bir süre yaşadıktan sonra, hayatın kucağına atılmış. 18’inde İstanbullu bir beyle evlenmiş. Çocuksuz ve sadece dört yıl süren bu evliliğin ardından, şiddetli geçimsizlik sebebiyle boşanmış. Şimdi ise geceleri kulüplerde çalışarak yaşamını sürdürüyor. İkinci kiracı; Sevim Abla… Kedileri için dünyayı ayağa kaldıran 36 yaşında bir hayvansever. Lola, Luna, Luki ve adlarını bile bilmediğim birkaç kedi daha onun dünyası olmuş. Aslında geçmişte her şey bambaşkaymış. Zengin bir ailenin tek çocuğuymuş. Babasının holdingleri, yatları, katları varmış. Ama Sevim Abla, bir avcıya gönlünü kaptırmış. Bu adam, onu ve ailesini dolandırıp yurt dışına kaçmış. Bu olaylar annesini kahrından öldürmüş, babasını ise intihara sürüklemiş. O gün bugündür, bir odalı dairesinde kedileriyle yaşıyormuş. Üçüncüsü ise bendim. Bir de karşı komşum var: Ayşen Abla. Apartmanın belki de en sevimli insanı. 64 yaşında, geçimini eşinden kalan emekli maaşı ve caddedeki evlerinden gelen kirayla sağlıyor. Eşi üç yıl önce kalp yetmezliğinden vefat etmiş. İzmir’de ne yaptığı belli olmayan bir oğlu ve Ankara’da öğretmenlik yapan bir kızı var. Oğlu, eşinden sonra Çankaya’daki evini sattırıp ortadan kaybolmuş. Ama Ayşen Abla, onun İzmir’de olduğunu öğrenmiş. Neyse ki kızı sık sık ziyarete geliyormuş. Komşularımla ilgili tüm bu bilgileri, tabii ki Ayşen Abla sayesinde öğrendim. Akşamları işten döndüğümde kapının önüne çıkar, mahallede olup biteni bir solukta anlatırdı. Ev sahibimiz Şener Amca ise tam bir "apartman lordu." 71 yaşında, memur emeklisi, elinde gazetesiyle her gün binayı ve mahalleyi turluyor. "Git torunlarını sev be adam!" diye içimden geçirsem de, mahalle onun için bir gözlem alanı olmuş. Montumu çıkarıp koltuğa attım, lavaboya gidip elimi yüzümü yıkadım. Üzerimi değiştirip dün Ayşen Abla’nın getirdiği yaprak sarmalarını ısıtacaktım ama buzdolabım olmadığından sarmalar bozulmuştu. Açlıkla baş başa kalmanın verdiği sinirle koltuğa serildim. Hem oturmak hem de uyumak için kullandığım bu koltuk yumuşacık bir bulut gibiydi. Derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım. Dünya varmış… Uyandığımda saat 04.10’du. Zaman algımı tamamen yitirmiştim. Bir an işe geç kaldığımı sanmıştım ama öyle olmadığını anladığım da derin bir “oh” çektim. “Uyanmışken sigara mı içsem acaba?” derken, merdivenlerden aceleyle inen birilerinin ayak seslerini duydum. Gece yarısı kim olabilir ki? Ya biri rahatsızlandı ya da Emel Abla’yı eve getiren taksici olmalıydı. Bir şeyler görmek umuduyla pencereye gözlerim kaydı ama benim dairem, sokağa bakmıyordu. Kimin indiğini merak ettim. Yataktan kalkıp kapıya gittim, kapı deliğinden dışarı baktığımda Ayşen Abla’nın dairesinin kapısının açık olduğunu gördüm. Tereddüt etmeden onun dairesine yöneldim. Elektrik işlerinden anladığım için daha önce prizlerini tamir ederken evini iyice görmüştüm. Yatak odasına doğru seslendim: Cevap yoktu. Hemen aşağı inip sokağa baktım ama kimseler yoktu. Endişe giderek artıyordu. Tekrar yukarı çıkıp kapının önünde daha yüksek bir sesle: Yine cevap yok. Kapıyı ittirip içeri girdim. Evin içi sessizdi. Koridordaki ışığı açtım. Bej rengi, kırmızı gül işlemeli halıdaki ıslaklık dikkatimi çekti. Mutfak tarafında ise birkaç cam kırığı vardı. Vestiyerin üzerindeki beyaz kavanozun içinde dairenin anahtarı hâlâ duruyordu. Yatak odasının kapısı kapalıydı. Diğer tüm odalar açıktı. O kapıya doğru birkaç adım atarken kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi. Dizlerimde bir titreme hissettim. İçimde tuhaf bir his vardı, ama tam olarak adını koyamıyordum. Elimi kapının koluna uzattım, tereddüt ettim bir an. Ya içeride kötü bir şey varsa? Ya görmek istemeyeceğim bir sahneyle karşılaşırsam? Ama artık geri dönüş yoktu. Derin bir nefes alıp kapıyı yavaşça açtım. Odaya bir adım attığımda nefesim kesildi. Ayşen Abla yerde, yüzüstü yatar haldeydi. Gözüm hemen çevreyi taradı. Oda darmadağınıktı. Yatak, çarşaflarıyla birlikte yerinden çekilmiş gibiydi. Şifonyerin üzerindeki çerçeveler devrilmiş, aynanın bir köşesi kırılmıştı. Yerde kan lekeleri vardı; kırmızı, koyu ve hala tazeymiş gibi kokan bir kan… Ayşen Abla’nın hareketsiz bedeni, odadaki sessizlikten daha ürpertici bir gerçeklikle karşımdaydı. Eğilip nabzını kontrol ettim, ama biliyordum... Çoktan ölmüştü. Ellerim titreyerek geri çekildim. Başımı çevirdiğimde odanın köşesinde, küçük bir sehpa üzerinde duran telefonunu gördüm. Hemen telefonu aldım ve polisi aramak için numarayı çevirdim. Ama tam o sırada bir şey fark ettim: Sehpanın hemen yanında, yere düşmüş bir not kâğıdı duruyordu. Üzerinde sadece birkaç kelime yazılıydı: "Her şey senin yüzünden." Ne demekti bu? Kime yazılmıştı? Bunu yazan kimdi? Birkaç saniye boyunca odaya bakakaldım. Kendi evimde izlediğim polisiye dizilerin hiçbirinde kendimi böyle bir durumda hayal etmemiştim. Ama bu gerçekti. Hem de en çıplak haliyle. Polisi aramak için telefon ekranına tekrar baktım, ama sonra başka bir şey fark ettim. Telefonun son arama kaydında bir isim vardı: "Emel." Kanım çekilmişti. Emel Abla mıydı bu? Onunla mı konuşmuştu son kez? Kafamda binlerce soru dönüyordu. Polis gelmeden önce daireyi iyice kontrol etmeliyim diye düşündüm. Eğer bunu yapmazsam bazı şeyler gözden kaçabilirdi. Derin bir nefes alıp, titreyen ellerimle sakin olmaya çalışarak kendi telefonumdan polisi aradım. Sesim kesik kesikti. Ama sesim de içinde bulunduğum karmaşayı anlatacak kadar güçlü değildi. Ellerim terlemiş, kalbim neredeyse kulaklarımda çınlıyordu. Gözlerim, odadaki dağınıklığa ve Ayşen Abla’nın hareketsiz bedenine kayarken, bir yandan da telefonun diğer ucundaki polisi duyuyordum. Konuşmalarım anlaşılmaz bir hale gelmişti. Ne diyordum, kimse ne dediğimi anlamıyordu. İçimdeki korku, her geçen saniyeyle daha da derinleşiyor, her bir kelime daha büyük bir yüke dönüşüyordu. "Tamam, sakin olun." diye yanıtladılar. Ama o sözler beni rahatlatmadı. Aksine, o an yalnız hissettim. Telefonu kapatıp, derin bir nefes daha aldım. Bir an için gözlerimi kapatıp, her şeyi unutmayı diledim. Ama gözlerimi açtığımda Ayşen Abla’nın yüzü tekrar önümdeydi. O an, bir şey fark ettim. Kendimi suçlu hissediyordum. Belki de daha dikkatli olmalıydım. Belki de bir şeyler görmeliydim, belki de bir şeyler yapmalıydım. Ama her şey geçip gitmişti. Bir süre sessiz kaldım, ne yapmam gerektiğini düşünüp, Ayşen Abla'nın son anlarına dair bir şeyler hatırlamaya çalıştım. O kadar karışıktım ki... Hislerim birbirine girmişti. Gerçekle hayal arasındaki ince çizgi silikleşmişti. "Her şey senin yüzünden" notunu tekrar gözlerimin önüne getirdim. Kime yazılmıştı? Ne demekti bu? |
0% |