Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2.BÖLÜM

@sadece_fatma

7 YIL ÖNCE

⏳️

"Ya nasıl ineceğim ben buradan?" Dediğimde, kafasını kaldırıp gülmemek için kendini zorlarken cevap verdi.

"Nasıl çıktıysan öyle ineceksin." Kendini tutamayıp gülmeye başladığında," sahi, nasıl becerdin sen oraya çıkmayı?" Dedi.

Sinirle gözlerimi ovuşturdum."Senin yüzünden oldu, ne diye bu kadar iyi oynuyorsun ki bu oyunu? Bide gülüyorsun, yardım etsene."

Yarım saattir aynı tartışmada olmamızdan bıkmış olmalı ki bezmiş bir sesle, "atla diyorum sana yarım saattir, atla hadi. Hem bak bir şey olmaz ben tutarım seni." Dedi.

İnanmaz gözlerle ona baktım. "Nasıl atlayayım, delirdin mi sen? Hem sen mi beni tutacakasın? Saçmalama sen daha çocuksun." Kollarını kaldırıp olmayan kol kaslarını göstererek, "hiçte bile ben çok güçlüyüm bikere kızım, baksana şu kaslarıma," dediğinde göz devirdim.

Aybars'la beraber oyun oynarken ağaca çıkmış şimdi ise inemiyordum. Yaklaşık yarım saattir beni atlamam konusunda ikna etmeye çalışıyor, eğer düşersem beni tutacağını söyleyip , çok güçlü olduğundan bahsedip duruyordu. Ha bide kollarını kaldırıp olmayan kol kaslarını gösterip güçlü gözükmeye çalışıyordu. Bu komikti, ama şuan buna gülebilecek bir vaziyette değildim.

Atlamaktan başka çarem olmadığını anlayıp ona baktım tekrar. "Tamam atlayacağım, ama tut beni olur mu?" Gözlerimdeki endişeye bakarak kafasını aşağı yukarı salladı. Oturduğum ağaçtan kalkarak aşağıya doğru baktım tekrar. Korkuyordum. Korku beni ele geçirip vazgeçirmeden önce gözlerimi kapayıp bütün cesaretimle olduğum yerden aşağı atladım.

Gözlerimi başımın acısıyla açtığımda Aybars'ın üstündeydim. "Ah, kafamı kırdın be kızım, ne kadar ağırsın sen." Aybars'ın üstüne düşmüş, düşerken de kafalarımız birbirine çarpmıştı.

"Hani tutacaktın beni?" Dedim, sinirle üstünden kalkarak." Ayrıca ağır değilim ben, sen güçsüzsün."

Sözlerime inanamıyormuş gibi baktı suratıma." Ben mi güçsüzüm? Seni tutmasaydım yerdeydin şuan."

"Uyuzsun Aybars." Yere çöküp dağılan saçlarımı elimle düzelttim.

"Sende suratsızsın."

"Oynamasana ozaman sen de benimle, niye yapıyorsun istediklerimi?" Kendisi de bunun cevabını bilmiyormuş gibi baktı yüzüme. Oyun oynayacak yaşı çoktan geçmiştik. Ben 15, Aybars 17 yaşındaydı. Karşılaştığımız ilk günden yaklaşık 1 ay sonra tekrar ormanda karşılaşmıştık. O gün neden ormana geldiğimi bilmiyordum, sadece kötü hissediyordum. İçimde bi his ayaklarımı ormana doğru yönlendirmişti sanki. Garipti, bir gariplik ancak bu kadar güzel sonuçlanabilirdi. O günden beri tekrar karşılaşmış. 5 yıldır hep bu ormanda buluşuyor olmuştuk. Zamanla birbirimize buluşmak için tarihler veriyor, her buluştuğumuzda oyunlar oynuyor, ormanı dolaşıyorduk. Her buluşmamızın sonu istisnasız tartışmayla bitiyor, ama biz yine de birdahaki buluşma tarihinde burada oluyorduk.

Onunla zaman geçirmeyi seviyordum, onunla tartışmayı da, tartıştıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi çocuksu bir ihtiyaçla tekrar buraya gelmeyi de. Her ikimiz de itiraf edememiş olsak da çok iyi biliyorduk. Bize çocuk olmak yasaktı, bize oyun oynamak yasaktı, bize eğlenmek yasaktı. Biz sadece bu ormanda çocuk olabilmiştik. Ve yine ikimizde yan yana olmamızın yasak olduğunu biliyorduk. Biz biliyorduk, söyleyemediklerimizi ve konuşamadıklarımızı. O yüzden bazı şeyleri hiç konuşmamıştık Aybars'la. Ama anlamıştık birbirimizi.

Bu ormanda sessiz bir söz verilmişti. Biliyorduk, ama dile getirmiyorduk.

Ormana girdiğimizden itibaren her şey siliniyordu sanki.

Kim olduğumuz, nereden geldiğimiz, hiçbirinin bir önemi kalmıyordu. Sadece ben ve o vardık burada.

Aybars ve Meva.

Hayatlarına kazınmış kaderlerden bir kaç saatliğine de olsa kurtulabilmiş olan iki beden.

"Asma şu suratını çirkin oluyorsun"

O cevap vermemişti ama ben anlamıştım."Zaten çirkin değil miyim? Öyle söylemiştin."

Kafasını salladı."Somurtunca daha çirkin oluyorsun."

"Uyuzsun Aybars!"

"Suratsızsın Meva!"

"Uyuz!"

"Suratsız!"

"Uyuz!"

"Suratsız!"

Önüme düşen bir tutam saçı tutup canımı acıtmayacak bir şekilde çekti. "Ya yapmasana şunu!" Diye çemkirmeme karşılık yüzünü buruşturdu.

"Cırlama be kızım!"

"Sende yapma şunu!"

Bizim anlaşma biçimimiz böyleydi, tabi buna anlaşma denilirse. Bıkınlıkla nefesimi verdim. Yüzümü gökyüzüne doğru kaldırıp gün batımına baktım. Benimle beraber o da kafasını kaldırıp baktı. İkimizde aynı şeyi düşünüyor olmalıyız ki aynanda birbirimize baktık. Birazdan hava kararacaktı, bu da bizim için gitme vaktinin geldiğini gösteriyordu.

Konuşmadan sessizce ayaklandık. Bugün diğer günlere nazaran başka bir şey vardı onda. Farklı bakıyordu, uzun uzun susuyor konuşmuyordu. Ara ara dalıp gidiyordu. Ne düşündüğünü, aklından nelerin geçtiğini merak ediyordum. Fazla suskundu. Gözlerinde anlamlandıramadığım bir şey vardı.

"Meva," dedi, yutkunarak. Konuşmakta zorlanıyor gibiydi. Duraksadı, gözlerinin içine baktım. Tedirgindi. Bir şeyler söylemek istiyor ama söyleyemiyor gibiydi. İçime kötü bir his düştü. Böyle olmazdı ki, biz birbirimize takılır sonra güler ve ayrılırdık. Şimdi neden aynısını yapmıyorduk?

"Meva," dedi tekrar.

"Sarılalım mı?" İçimdeki kötü his kendini daha çok belli etti. Öyle nedenini bilmediğim bir şekilde çocukça sormuştu ki bunu, sanki başka bir şey söyleyecekken vazgeçmiş ve ağzından istemsiz bu istek çıkmış gibiydi.

Teredütle bana baktığını fark ettiğimde parmak uçlarımda yükselip kollarımı boynuna dolayarak ona sarıldım. Bir an şaşırmış olmalı ki hareketsiz kaldı, daha sonra o da kollarını belime sardı.

Tam 5 yıl. 5 yıl boyunca sürekli beraber vakit geçirmiştik. Ama bu onunla ilk sarılışımızdı.

Bu, bu sanki...

Bu bir vedaydı.

Hissettiğim gerçekle tam göğsümün ortasında bir ağrı hissettim.

Ne kadar öyle kaldığımızı bilmiyordum. Sonunda geri çekilip yüzüne baktım. Bir şey arıyordum. Bana takılsın, gülüp eğlensin, bütün bunların şaka olduğunu söyleyerek yüz ifademle dalga geçsin istiyordum.

Bir şey desin istiyordum.

İhtiyaçla gözlerine baktım.

Eğilip sol yanağıma ufak bir buse bıraktı.

Bu...bunu ilk defa yapmıştı, Aybars böyle davranmazdı ki.

"Gitmemiz gerekiyor suratsız." Keyiften uzak sesi daha da kötü hissetmemi sağladığında hoşnutsuz bir şekilde konuştum.

"Aybars..."

"Meva, bazı şeyler anlatılmaz." Dedi, konuşmama izin vermeden. Bahsettiği şeyin ağırlığıyla ve bütün sustuklarımızla beraber bir kez daha susup sessiz kalmayı seçtim onunla beraber.

Yanılmıyordum, bu bir vedaydı. Bu, olabilecek en sessiz vedaydı. Canım yanıyordu. Bu, bu çok acıydı.

Tuttuğunu yeni fark ettiğim ellerimi bıraktı ve bir adım geriye gitti. Aynı şekilde bir adım geriye adımladım. Bunun bir sonu gelmesi gerekiyormuş gibi uzaklaşıp göz temasımızı kesti. Arkasını döndü ve adımlamaya başladı.

Orada durmuş sadece ardından bakıyordum. Ne konuşabiliyor, ne de bir şey yapabiliyordum, sadece öylece bakıyordum.

Henüz fazla uzaklaşmamışken olduğum yere dönüp bağırdı.

"Meva! Yalan söyledim. Sen... sen çok güzelsin." Tekrar arkasını dönüp uzaklaşmaya başladığında, gözümden bir damla yaşın akmasına engel olamadım.

⛓️⏳️

 

Bir umut yeşertir bütün solmuş çiçekleri, yine bir umut çekip alır bizi siyaha boyanmış hayatlarımızdan.

Her veda içimizden bir insanı da beraberinde götürür. Biz, bir kez daha hayatla tanışırız her vedanın sonunda.

Acı damarlarımızdan akarken dile mühür vurulması, çaresizliğimizi haykırır suratımıza.

Ben, onunla beraber veda ettim çocukluğuma. Bir daha çocuk olmamak üzere.

O gün bir matem yankılandı o ormanda, biz dışında kimse duymadı.

İstesek de konuşmazdık. Biz henüz çocukken vurulmuştu o mühür dilimize. Biz daha doğmadan alınmıştı ellerimizden her şey.

Biz daha doğmadan oynatmıştı kader kalemini. Kazımıştı hayatlarımıza bizden öncekilerin yazılarını.

 

"Sana diyorum Meva, sen beni dinlemiyor musun?" Daldığım düşüncelerden sıyrılıp saatlerdir başımda dikilip bana bir şeyler anlatan Sloviye çevirdim bakışlarımı.

"Hı, ne diyordun?"

Göz devirdi, "diyorum ki çıkalım büyük elçinin karşısına alalım kellesini sonra yöneticilere dönelim, diyelim bizi rahat bırakın kardeşim! Savaş falan istemiyoruz biz! Nedir bu yahu? yok onun savaşı, yok şunun intikamı. Bezdik yahu, bırakın huzur içinde yaşayıp gidelim. Ne Marazlılarmış kardeşim Marazlı aşağı Marazlı yukarı. Bide omuzlarını gere gere böbürlenmiyorlar mı bizim topraklarımız ölüm toprakları diye. Yok biz ölümüz, yok biz hastalığız. Saçımda beyaz var benim be! Daha 20 yaşındayım ben 20! Sen de vur elini masaya, dön de şu yöneticilerin başındaki yaşlı bunağa, Meva Marazlıyım ben kardeşim herkes haddini bilecek."

Bezgince nefes verip, yaptığı bol seslendirmeli ve coşkulu konuşmaya karşı konuştum. "Ne saçmalıyorsun Slovi?"

"Saçmalıyorum evet. Dinlemiyorsun ki beni Meva, dün geceden beri nerde senin aklın?" Kafamı iki yana salladım kendime gelmek ister gibi. "Saçlarımın beyazladığı konusunda ciddiyim ama."

Saçlarına bakarak istemsiz kıkırdadım. "Sen zaten sarışınsın Slovi!"

Gözlerim sarı saçlarında, küçük minyon suratında ve mavi gözlerinde gezinirken cevap verdi. "Hey, sarışınlar da beyazlar."

"Ve nihayet donuk ifadeni değiştirebildik, neyin var Meva? Sen Meva Marazlısın kendine gel! Korkuyor kızım herkes senden, bastığın yer titriyor öyle kuvvetli, haşmetli bir çıtırsın."

Göz devirdim. "Sen hiç korkuyor gibi durmuyorsun." Güldüm. "Ayrıca beni mi övüyorsun yoksa bana mı yürüyorsun?"

"Daha çok gaza getirmeye çalışıyordum ama sende pek bi işe yaramadı. Ne zaman yumruğunu masaya vurup ben Meva Marazlıyım diyeceksin, ha?"

Kafamı oturduğum yerde arkaya doğru attım. "Hiçbir zaman." Dediğimde, Slovi bana onaylamaz bakışlar atıp cıkcıkladı.

Mavi gözlerini kırpıştırıp bana baktı. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu sanırım. Gözlerim tekrar yüzünde gezindi kafamı dağıtmak ister bir vaziyette. Ben onun tam tersiydim, sert keskin hatlara sahip bir suratım, koyu kahve siyaha yakın tondaki gözlerim ve hafif dolgun dudaklarım vardı. O ise benim tersime minyon bir surata ve hatlara sahipti. Benim vücudum ona göre daha iriydi, aldığım eğitimlerden olsa gerek.

"Hadi anlat artık ormanda bir şey olmuş geldiğinden beri iyi değilsin."

Tekrar anımsadığım anıyla beraber dipsiz bir kuyuya çekilir gibi düşüncelere daldım. Tam 7 yıl, 7 yıldır görmüyordum onu. Ta ki düne kadar. Çok değişmişti, iri geniş vücudu, uzun boyu, o tanıdığım 17 yaşındaki çelimsiz genç oğlandan çok uzaktı. Kemikli yüzü, belirgin elmacık kemikleri ve bir erkeğe göre fazlasıyla dolgun olan dudaklarıyla oldukça değişmişti. Değişmeyen tek bir şey vardı, o da güneşi bile kıskandıracak cinste olan sarı gözleri.

Sarıları hiç değişmemişti. İçimi sızlatan, beni alıp o kuyudan diğerine sürükleyen, dünden beri dalıp dalıp gitmeme sebep olan bir nokta vardı ki o da, birbirimizi yıllardır görmemiş olmamıza rağmen gözlerimizin birbirine hiç yabancı bakmamış olmasıydı. Sarılarında gördüğüm tanıdık hisler dünden beri gözümün önünden gitmiyordu. Öyle ki, gözlerimi ne zaman yumacak olsam gözümün önüne geliyordu. Dünden beri gözüme uyku girmemişti.

İkimizde henüz şaşkınlığımızı üzerimizden atamamışken ona biri seslenip etrafta yabancı birilerinin olup olmadığını sormuştu. O ise yalan söyleyerek, kimseyi görmediğini söylemişti. Bunu söylerken gözlerimin içine bakıyor olması ayrı bir ironiydi.

Ardından hızlı bir şekilde ormanı terk etmiştim. Kafamı bu kadar kurcalıyor olması sinir bozucuydu.

"Anlaşıldı sen konuşmayacaksın." Dedi Slovi, saatlerdir bana karşı gösterdiği büyük bir sabırla.

O sırada odanın kapısı tıklatıldı.

Her kimse bi o eksikti gerçekten! Kimseyle konuşacak tahamülüm yoktu, mümkünse odamdan hiç çıkmak istemiyordum.

Slovi de aynı şeyi düşünüyor olmalı ki aynı ifadeyle bana baktı. Kafamı çevirdim kaçışım olmadığını anlayarak.

Derin bir nefes aldım. Geçecek, geçecek, geçecek...geçmicekti.

Fazla beklemiş olmalı ki kapı tekrar tıklatıldı. "Gir!" Dedim, sinirlerimi yatıştırmaya çalışarak. Büyük elçinin yardımcılarından biriydi. Kapıyı araladı. İsmini hatırlamıyordum, gerekte duymuyordum açıkçası. Beni pek sevdikleri söylenemezdi.

"Meva Marazlı, Büyük Elçi Rika sizi bekliyor." Bi bu eksikti, Slovi'yle aynanda birbirimize baktık. Bu önemli olmalıydı, Rika önemli olmadıkça bizimle iletişime geçmezdi. Her şeyden haberdar olur ama bi sorun veya talimat olmadıkça bizi yanına çağırmazdı.

Yardımcıya döndüm tedirginliğimi saklamaya çalışarak, "geliyorum," dedim. Onaylayıp dışarı çıktı. "İdam sehpasına çıkacağım galiba." Dedim, altüst olan duygularımla işi dalgaya vurarak.

"Şu şakayı yapıp durma bir gün gerçekten çıkacaksın o masaya diye korkuyorum." Aldırmaz bir şekilde omuz silktim. Ayaklanıp üstüme çeki düzen verdiğimde kapıya doğru yöneldim. "Yine de yumruğunu masaya vuracak olursan ben arkandayım." Güldüm, deliydi bu kız. Marazlılara düşman bir Marazlıydı. İlk fırsatta kendi soyuna ihanet edeceğinden hiç şüphem yoktu.

"Sus Slovi!" Dedim, kapıyı açıp ardımdan kapamadan hemen önce.

 

⛓️⛓️⛓️

 

Elçi Rika'nın bulunduğu yerin kapısına geldiğimde yardımcılar geçmem için kapıyı araladılar. İçeri doğru adımlayıp Rika'nın karşısında durdum. Her zamanki vaziyetinde koltuğunda oturmuş, ciddi ifadesinden ödün vermez bir şekilde duruyordu. "Seni buraya herhangi bir şey için çağırmadığımı biliyor olmalısın Meva." Biliyordum ve duymaya hazır olmadığım şeyler karşısında tedirginlik duyuyordum. Hiçbir duyguyu belli etmez surat ifademle beraber büyük bir ciddiyetle cevap verdim.

"Biliyorum, tahmin edersiniz ki merak ediyorum. Beni neden çağırdınız?"

Oturduğu yerden ayaklanıp tam karşımda durdu. "Görev Meva, sende bilirsin ki zamanı geldiğinde bekletilmeye gelmez. Doğduğun günden beri sorumlu olduğun bir görev vardı. Dünyaya geliş amacını belirleyen, bu uğurda yetişmeni sağlayan bir görev." Tek kaşını kaldırdı. "Umarım bir an bile olsun asıl amacını unutmamışsındır." Dedi, unutma ihtimalimin olmadığını bir kez daha yüzüme vurarak.

Ses tonunda alay vardı son cümlesini kurduğunda. O da unutmadığımı, unutamicağımı en az benim kadar iyi biliyordu. Çünkü bunu bana hatırlatan, nefes aldığım her an tıpkı bir iblis gibi kulağıma fısıldayan bizzat kendisiydi. Bunun farkındaydı, sesindeki alaylı tonun sebebi de bundan kaynaklanıyordu.

Konuşmasını bir an önce bitirmesini ister gibi ona baktım sabırsızca.

"Zamanın geldi Meva!" Sesi tekrar zihnimin içinde yankılandı. Zamanın geldi Meva!

Anladığım şeyin doğruluğunu ölçmek için yüzüne baktım. Teredütsüz yüz ifadesiyle beraber, sessiz kalıp duyduğumu hazmetmeye çalıştığımda ağırlığı altında ezildim.

Bir kaç saniye süren sessizliğim karşısında konuşmasına devam etti. "Zamanın geldi Meva, zamanı geldi. Senden aldıklarını onlardan alma zamanın geldi. Bu topraklardan alınan iki canın, diğer topraklardan alınma zamanı geldi. İntikam günü geldi Meva."

Sanki hazmetmemi istiyor gibi ağır ağır yavaş yavaş konuşuyordu. Teker teker her bir kelimenin zihnimde ayrı bir yıkıma sebep olduğundan habersiz.

Evet, ben bu yaşıma dek bu uğurda yetiştirildim. Ben o, bu, şu değildim. Ben intikamın çocuğuydum.

Bu zamana kadar bu uğurda bana yapılanlar bir film şeridi gibi geçti gözümün önünden. Bütün o acımasızlıklar, eğitim adı altında yapılan işkenceler. Kalbimin tam ortasına atılan odunlar, körüklenen ateşler. Damarlarıma aşılanan nefret, suratıma asılan maske.

Bütün bunlar bugün içindi. Bugün olmamı istedikleri kişi için, almamı istedikleri intikam için. Kendi intikamım adı altında onların da almak istedikleri intikam için.

"Başlıyoruz. bu bir yıkım olacak. Sen ise bu yıkımı yaratıp içinden sağ bir şekilde çıkabilecek misin?" Beni deniyordu, tepkimi ölçmek istiyordu. Tek istediği bir şey hissedip hissetmediğimi anlamaktı.

Onlara layık biri olarak yetişip yetişmediğimi anlayacaktı bu sayede. Duygusuz olmam gerekiyordu, hiçbir şey hissetmiyor olmam. Onlara göre hissetmem gereken tek şey, nefret ve intikam duygusuydu.

Ben ise bu iki duygudan fazlasını hissediyordum. Ve evet, bunu bir tek onlar bilmiyordu. Kahretsin ki nasıl olduğunu hala anlayamasam da içimde öldürmeye çalıştıkları hiçbir duygu ölmemişti. Diri diri gömülmelerine rağmen, ben inkar etsem de her duygu varlığını koruyordu.

Sadece donuk ifadem, ve hiçbir şeyi belli etmeyen suratım bir çarşaf misali örtüyordu içimdeki her bir duygunun üstünü.

Rol yapmayı öğrenmiştim, aksi takdirde canımı daha fazla yakarlardı. Bu konuda iyi bir oyuncuydum.

"Hazır mısın Meva?"

Tam gözlerinin içine bakarak cevap verdim. "Hazırım." Sesimdeki duygusuzluğun gerçek olmasını dilerdim.

Duyduğundan çok yüzümde gördüğü tavırdan memnun bir şekilde gülümsedi. "Güzel, hazırlanman için henüz çok vaktin var. Aksilik istemiyorum."

Daha fazla orada durmamın anlamsız olduğunu düşünerek dışarı çıktım. Gerçekten hazır mıydım?

Ya onlar, uğratacağım yıkımı beklerken uğrayacakları yıkımdan haberleri var mıydı?

Ne ertelenmişti bugüne dek, kim hangi taraftaydı?

Kim düşmandı?

Ya da asıl soru her iki tarafta düşmansa ben bu savaştan nasıl sağ çıkacaktım, çıkabilecek miydim?

Beni bekleyen ölümüm müydü, yaşamım mı?

Kaderin bana yazdığı rol neydi burada?

 

⛓️⛓️⛓️

 

Odama tekrar dönmüştüm. Hava kararmış, yaklaşık 2 saattir Slovi'yle oldukça hararetli bir konuşma içerisindeydik. Karşımda oturan Slovi oldukça düşünceli gözüküyordu. Endişeli olduğunu hissedebiliyordum. Kendi içinde bir sonuca varmış olmalı ki bana bakarak konuştu. "Emin misin Meva?"

Teredütsüz bir şekilde cevap verdim. "Eminim."

Onaylar bir biçimde kafasını aşağı yukarı sallayıp hemen ardından oturduğu yerden ayaklandı. Onu ilk defa bu kadar ciddi görüyordum. Sanırım onun bile dalgaya vuramayacağı bir durumun içindeydik.

"Hadi gidelim ozaman."

"Gidelim," diyerek onayladım onu. Şimdi bütün taşları yıkıp yeniden dizme vaktiydi.

 

Loading...
0%