@sadecehazan
|
ӕ
~Anlatılan tüm hikayelerde muhakkak, kimsenin bilmediği ikinci bir yüzü vardır.
Hikâye, paralel bir evrendeki Türkiye’nin 2028 yılında geçmektedir. Kurguda adı geçen kişiler, yerler ve kurumlar tamamen hayal ürünüdür. Bu kitap, tetikleyici unsurlar ve olumsuz ögeler oluşturabilecek davranışlar içermektedir.
1. KÖR UÇUŞ Yoğun sis tabakasının altında hiçliğe karışan Mare şehrinin sokakları, olumsuz hava koşullarına rağmen gecenin ilerleyen saatlerinde, başarılarını Türkiye’nin sınırlarının ötesine taşıyan Afterglow Sanatevi’nde düzenlenecek organizasyona gösterilen yoğun ilgi sebebiyle dolup taşıyordu. Korkut Havas adındaki bir sanatsever tarafından finanse edilip 1992 yılında geniş bir arazi üzerine inşa edildiği günden bu yana bir sanat merkezi haline gelen Afterglow’un, dönemin mimarı Zehra Merdan’ın alışılmışın dışına çıkan ve Barok mimarisini çağrıştıran tasarımı, günümüzde mimari bir eser olarak kabul görülmekteydi. Yılın çeşitli günlerinde Sanatevi’nde düzenlenen dans, müzikal ve tiyatral gösterilerinin hatırı sayılır katılımları göz ardı edilemeyecek düzeydeyken, gecenin ilerleyen saatlerinde gerçekleşecek piyano resitali için trafiğin kilitlenme noktasına gelip caddenin bir insan seliyle karşı karşıya gelişi her ne kadar bu gösterinin, alanında virtüöz bir müzisyen tarafından gerçekleşeceğini düşündürse de aslında sadece akademinin eski akademisyenlerinden birinin öğrenci olduğu söylenmekteydi. Bu akıl almaz görsele akıl sır erdirmek güç görünse de toplumbilimine göre izahı iki kelimede saklıydı. Kolektif davranış. Fransız sosyolog Gustave Le Bon’a göre birtakım ön koşullarla bir topluluğun ortak bir kitle ruhunda birleşerek toplu bir biçimde eyleme geçmeleri sosyolojide bu terimle ifade edilirdi. Mare şehrinin sakinlerini harekete geçiren ortak bilinçte, bu organizasyonun akademinin saygın eğitmenlerinden birisi olan Hüma Albay’ı anma töreni olarak düzenlenmesi yatıyordu. Hayatının son dönemlerini Alzheimer ile mücadele ederek geçirirken tutkuyla yaptığı sanatından uzaklaşan Hüma Albay’ın kaybı, akademinin öğrencileri ve sanat camiası tarafından büyük bir üzüntüyle karşılanmıştı. Uzun süre gazete manşetlerden, haber kanallarından ve sosyal medyadan adı düşmeyen akademisyenin vefatının ardından geçen bir yıl bile ona karşı duyulan sevgi ve saygıdan hiçbir şey götürmemiş gibi görünüyordu. Ama bu gerçek değildi. Tıpkı kör edici sis bulutunun ardından belli belirsiz seçilen dev gri yapıların göğe yükseldiği Mare şehrinin kendisi gibi bir aldatmacadan ibaretti. Sanatın kalbi olarak görülen akademiye ve bilimsel araştırma merkezi haline getirilen enstitüye bakarak Mare’in göz alıcı ışıltılı caddelerinin seni aldatmasına izin verme. Yaklaş ve daha yakından bak, çünkü burada kimse olduğunu söylediği kişi değil. Bana göre bir ressamın paletinden mahrum bırakılmış kadar ruhunuzu karartan bu şehirde her birimiz, bir diğerinin takdirini toplamak için maskeler takan birer yalancıydık. Ve Hüma Albay da yalnızca içimizden birisiydi. Aracın buğu kaplı ön camından, üzerimizdeki kara bulutların günahlarımız ağırlığıyla yere indiği sis perdelerinin çevrelediği caddeye bakarken yasını tutmak için bir araya geldikleri kadının ölüm nedeni hakkında bildiklerinin dahi bir düzmeceden ibaret olduğunu öğrenselerdi acaba yine de burada olurlar mıydı, diye düşünmeden edemiyordum. Onun hayatı hakkında bildiklerini düşündükleri sadece bilmelerine müsaade edilen yalandan ibaretken onu tanıdıklarını sanmaları ne büyük yanılgıydı. Alzheimer sizden, sizi siz yapan ne varsa alıp, geriye içi boş bir kabuk bırakan bir hastalıktı. Bu hastalıktan mustarip biriyle aynı çatı altında geçirdiğiniz yıllar boyunca birinin kendi geçmişinden bihaber, ailem dediği insanlara yabancı oluşuna şahitlik ederken kimsenin bundan daha ölü görünemeyeceği kanısına varabilirdiniz. Ama sekiz ekim sabahı, saatler beşi gösterirken Hüma Albay’ı, kimsenin yanına yaklaşılmasına dahi müsaade etmediği o pek kıymetli beyaz piyanosunun üzerinde, onu başına bir urgan geçirmiş vaziyette asılı bulduğumda, yanılgımın dilime bıraktığı acı tadı daha dün gibi hatırlıyordum. O sabah, camdan duvarlarla örülü çalışma odasında onun cansız bedenini bulduğumda bir süre öylece hiçbir şey yapmadan durmuş ve camdan ona bakmıştım. Belki de çığlık atmayı bilmediğimden, belki de şoktan dilim lal olmuştu. Dakikalar birbirini kovalarken hiçbir şey yokmuşçasına camdan odanın kapısını süzülerek içeriye girmiş ve bu hayatta her şeyden çok değer verdiği kuyruklu beyaz piyanosunun üzerine bıraktığı zarfı almıştım. Saniyeler içerisindeyse çatı katındaki odama çıkan merdivenleri tırmanıp örtünün altına girdiğimde, korkudan buz kesmiş bedenimi küçülerek ısıtmaya çalışırken bulmuştum kendimi. Kazağımın eteklerinin altına sakladığım kâğıt parçasının bedenime temas ettiği her zerresiyse bir kor kadar yakıcıydı. Durmadan titreyen ellerimle uzanıp kaburgalarıma batan ateş parçasına uzanıp onu donuk bakışlarımın karşısına geçirdiğimde ise parmaklarımın arasında ne tuttuğumu elbet bilincindeydim. Ama buna rağmen onu yastığımın altına itmiş ve gözlerimi sımsıkı kapatarak bir başkasının daha onun cansız bedenini buluncaya dek öylece, hareket etmeden beklemiştim yorganın altında. Ben bir kadının ölmeden önce yazdığı son sözlerini ondan çalmış ve son anlarında neler düşündüğünü kimseye duymasına izin vermemiştim. Zamanı geldiğinde kendi lehime kullanabileyim diye. Bencilikse, bencillikti. Mare, yağmurun eksilmediği kasvetli havalarıyla şehrin sakinlerine bunu yapardı. Göğüs kafesimin altında hissettiğim ağırlık, nefes alışverişlerimi güçleştirirken sürücü koltuğunun yanındaki pencereyi birkaç santimetre aralayarak soğuk havanın aralıktan içeriye sızmasına izin verdim. Ciğerlerime dolan oksijen, üzerimde kasvetli bir bulut gibi dolanan gerginliğimi bir nebze olsun yatıştırırken bir an için bu şehre haksızlık ettiğimi düşünmeden edemedim. Küçük bir kız çocuğuyken babamın da bana söylediği gibi, kötülük benim tohumlarımda vardı. Suçu Mare’e atıp kendimi aklayamazdım. Görüş mesafesini bin metrenin altına düşüren sis bulutunun ardından sızan trafik ışıkları bir kez daha kırmızıya dönerken ön cama düşen yağmur damlacıklarının ritimsiz dokunuşları ve durmaksızın çalışan sileceklerin sesi aracın içini dolduruyordu. Hiçliğin içinde havada asılı duran kırmızı trafik ışığı huzmesine gözlerim dalıp giderken gerginlikle sıkı sıkıya kavradığım direksiyonu ağır ağır bırakarak, derin bir nefes alıp gevşemeye çalıştım. Kendimi güvensiz ve tehdit altında hissederken ellerim yan koltuğa bıraktığım eldivenlerime uzandı. Ellerime geçirdiğim eldivenlerimin varlığıyla kendimi daha güvende hissederken onların gecenin geri kalanı boyunca benimle kalması için bir mezar açabilirdim. Güven bir nesne olsaydı bu bir tenin dokunmasına katlanmadığım ellerime kalkan görevi gören eldivenlerim olurdu. Şeytan kulağıma fısıldadı, içerisi kimsenin senin ellerine dikkat edemeyeceği kadar kalabalık ve karanlık olacak. Ve küçük olan ona eşlik etti, gözlerinin önündekini gerçeği dahi görmeyen o kör insanların bizi basit bir eldivenle tanıyabileceğine mi inanıyorsun gerçekten? Yanıldığı söylenemezdi. Muhtemelen hava durumunu göz önüne aldığımızda bir çift eldiven giymiş kadın oldukça sıradan kaçardı. Ama bu sadece bir varsayımdı. Ve bu gece ihtimallere yer yoktu. Ama ben bu akşam bir hayalettim. Ve hayaletlerin gölgeleri olmazdı. Bu yüzden, bana ait hiçbir parça bu gece benimle kalmazdı. Bakışlarım dikiz aynasındaki yansımama dokundu. Üzerimde vücudumu saran balıkçı yaka kahverengi kazak, kontürle yumuşattığım çene hatlarımı arka plana atarken, elastik makyaj hamuruyla bir kemer eklediğim burnumda ustalık gerektiren bir işçilik ortaya çıkarmıştım. Üst dudağımın hatlarını incelterek sürdüğüm nude tonlardaki ruj dudaklarıma oldukça yabancı duruyordu. Omuzlarımdan aşağı dökülen hacimli sarı peruğumun kâküllerini parmaklarımla düzeltmemin ardından bakışlarım irislerimden daha geniş bir çapta seçtiğim gözlerimin rengini kamufle eden mavi lenslerimin üzerinde noktalandı. Bir yabancı gibi görünüyordum. Şehre bir karabasan gibi çöken yoğun sis tabakasının arasından sızarak havada asılı kalan trafik ışıklarından üzerime düşen kırmızı trafik ışıkların yeniden yeşile dönmesiyle yeniden motora güç verdiğimde araç hızla ileri atıldı. Yolun geri kalanı boyunca sessizliğin içinde aldığım kilometrelerin sonunda akademiye vardığımı, araziyi çevreleyen ferforje demir çitlerden tanırken zihnime çöken pus, kafamın içindeki bana düşman şeytanlarımı sessizliğe gömdü. Akademiye ait mülkiyete yaklaştıkça giderek daha çok sıklaşan trafik, ilerlememizi imkânsız hale getirirken gözlerim akademinin girişinde bulunana güvenlik görevlilerince kontrolden geçen araçların olduğu bölgeye takılı kaldı. Bedenimde kol gezen gerginlik düzeyimdeki düzensiz artışı, ruhsatının adıma kayıtlı olmadığı bir arabayla akademiye giriş yapacağımı kendimi hatırlatarak sönümlemeye çalıştım. Kalabalıklıkların beni tanıdığı o kişiden bambaşka görünürken belki de görünüşümde artı bir değişiklik yapmadan Mare’in sokaklarında kolaylıkla görünmez olabilirdim. Ama bu varsayım, sınırları içerinde bulunduğumuz topraklar için geçerli değildi. O kapıdan içeriye kimsenin, benim onun burada olduğunu ruhu bile duymadan girmem gerekiyordu. Başka şansım yoktu. Başarısız olmazdım. “Olmayacağım,” diye telkin ettim kendime. Omuzlarımı dikleştirdim ve kendimden emin bakışlarımı ileriye çevirdim. Sıra bana geldiğinde üniformalı güvenlik görevlisini, elindeki araç altı arama aynası ile arabanın arka tarafından başlayarak yavaşça ön tarafına doğru ilerlediği gerginlik dolu o dakikalarda adamın, yasal sınırlar çerçevesinde ışık geçirgenliğine sahip siyah film kaplı aracın camlarını indirmemi talep etmesinden korkuyordum. Ancak resital için geri sayımın başlatıldığı o dakikalarda, arkamdaki aracın sahibinin sabrının tükenmesiyle bu uzun güvenlik kontrolüne isyan edercesine kornoya basması beni, araç girişindeki güvenlik kameralarına takılma riskinden kurtarmıştı. Adamın odağı başkasının adına kiraladığım arabadan diğer araca doğru kayarken, asabi adımlarla arka tarafa doğru ilerlemeden hemen önce eliyle geçmem için işaret verdiğinde tuttuğumun bile farkında olmadığım nefesi serbest bıraktım. Yüksek dövme demir kapıyı aşarak arazinin derinliklerine doğru ilerlemeye başladıktan birkaç dakika sonra akademinin gösterişli tanıdık yapısı tam karşımda duruyordu. Anılar, fırtınanın kıyametinden doğan ters bir akıntı gibi zihnime doğru akarken kendimi kıyıdan açıklığa sürüklenirken buldum. Göz kapaklarım, gözlerimi bir perde gibi örterken; zihnime aynı perdeleri çekmenin bir yolu yoktu. Aç gözlerini küçük kız, gerçeklere gözlerini yumarak kör kalamazsın. Oradaydım. Yıllar sonra yeniden, sürüldüğüm o topraklardaydım. Hayır, karala üzerini. Çünkü bu da yalnızca hakkımda verilmiş doğru olmayan hükümlerden bir başkasıydı. Aslınınsa bir önemi yoktu. Çünkü gerçekler, çoğunluğun aksini iddia etmesiyle çürütülebilirdi. Öyleyse bırakalım da olduğu gibi yalan kalsın. Arabayı doğruca kapalı otoparka doğru sürdüm. Çünkü eğer yakalanırsam bakacağı son yerin orası olacağını biliyordum. Güvenlik ekiplerinin sıkı denetimi altında olan akademiye, bir yabancı gibi kendi veya yakın bir çevremin adına da kayıtlı olmayan bir araç plakasıyla giriş yapmak yeterli olmalıydı ama değildi. Çünkü olmamam gereken bir yerdeydim ve burada olduğumu kimse bilmemeliydi. Bir fısıltı, kulaktan kulağa dolanıp bir çığ yaratabilirdi. Çoğu zaman tek bir kelimesi dahi doğru olmasa da Mare’de haberler hızlı yayılırdı. İnsanlar hayalet hikayeleri gibi gerçek dışı şeyler hakkında konuşmayı severdi. Orada herhangi birine tanıdık geldiğim taktirde, Afterglow’da olduğumun söylentileri ertesi sabah medyada yankı uyandırırdı. Saydam habercilik peşinde olan muhbirler tarafından araştırıldığında davetli listesinde olmayan ismim, kısa süre içerinde bu söylemler çürüterek dedikoduları askıya kaldırsa da bu, aldığım nefese kadar her adımımı takip eden ensemdeki o nefesi durdurmaya yetmezdi. Yazılanların, gerçeklik payını irdeler ve arkasını arardı. Ve bu akşam, onunla aramızda bir saklambaç oyununa döndüğünde, benim ebelenmek gibi bir lüksüm yoktu. Çünkü bu işte yalnız değildim. Çünkü yanarsam, yanardı ve bir dehanın kibriyle onu alaşağı edeceğimiz bu akıl oyunu, daha başlamadan biterdi. Haftalar öncesinden her detayını tasarladığım planın ters gitme lüksü yoktu. Plana sadık kal. İnisiyatif kullanma. Sakın dikkat çekme. Gözlerden ırak olmak isteyen birinin, görüntülenmek istemeyeceği göz önüne de alındığında, bu saklambaç oyunundaki saklanılacak yerler listesinin sonuna otoparkların atılmasındaki bir diğer sebep yapıyordu. Çünkü bundan birkaç yıl öncesinde, bu otoparklarda gerçekleştiği iddia edilip faili bulunamayan o saldırının ardından, giriş bölgelerinden sonra güvenlik kameralarının yerleştirildiği ikinci bölge kapalı otoparklar olmuştu. Eğer ebe, sekizden geriye doğru saymaya başladığında eğer karanlığa yeterince iyi saklanmazsan; saymaca bittiğinde ebe, karanlığı ait olmayan parçandan seni kıskıvrak yakalardı. Bu akşam karanlık, piyano resitalinin gerçekleşeceği oditoryumunken saklanacağım yer, o salonu dolduran seyircilerin arası olacaktı. Arabayı kapalı otoparkın en alt katındaki ücra köşelerden birine çektikten sonra kontağı kapatıp arkaya uzandım ve yolcu koltuğunda bıraktığım kırmızı atkıyı ve ekru rengindeki kabanımı yanıma aldım. Atkımı çenemi de örtecek biçimde boynuma dolayarak sardıktan sonra eldivenlerimi üzerime geçirdiğim kabanımın cebine sıkıştırıp yan koltuktaki sırt çantamı omzuma astım ve resitalin başlamasına dakikalar kala kendimi dışarıya attım. Üzerlerinde yazılı karakterlerle otoparkı bölmelere ayıran kolonların arasından ilerlerken atkımın dudaklarımı da örtecek düzeyde yüzümü perdelemesi için başımı öne eğdim ve omuzlarımı yukarı kaldırarak boynumu içeri çektim. Adımların birbiri ardına düşerken boş otoparkın duvarlarında yankılanan adım seslerim kulaklarımı dolduruyordu. Park halindeki birkaç araba dışında burada benden başka kimse yoktu. Bunun beni rahatlatmasını bekledim ama aksine burada yalnız olduğumu bilmek, bana boğuluyormuşum gibi hissettirmekten öteye geçmedi. Adımlarımı hızlandırdım. Buradan bir an önce uzaklaşmak istiyordum. Acizliğim karşısında kafamın içinde benimle alay eden seslerin gürültülerini, uğuldayan kulaklarım bile sönümlemeye yetmiyorken dudaklarımın arasından usulca sızmaya başlayan tanıdık ninniye sıkıca tutundum. Küçük bir kız çocuğuyken babamın evde olmadığı gecelerde yastığımı da kaptığım gibi annemin odasına giderdim. Kapı eşiğine serdiğim battaniyemin üzerine uzanarak, annemin her gece yarısı söylediği o ninniyi dinlerdim. Çünkü yatağımın altındaki karanlığa gizlenmiş canavarların ulaşamayacağı tek yerin burası olduğuna inanırdım. Artık o küçük kız çocuğundan geriye yalnızca yaşatmaya çalıştığım silik anılar kalmış yirmi yaşında bir kadındım. Bir zamanlar varlığına inandığım canavarların gerçek olmadıklarını bilecek bir olgunluktayken, korkularımın da tıpkı anılarım gibi ben yaş aldıkça kaybolmasını beklerken sanki onlar da benimle büyüyorlardı ve artık yatağımın altına sığamayacak kadar gerçek görünüyorlardı. Benim onlara karşı kullandığım tek savunma mekanizmansa zihnimin derinliklerine gömülmüş bir ninniden ibaret oluşu oldukça acınasıydı. Yumruk haline getirdiğim ellerimi, kabanımın ceplerine yerleştirdim. Güvenlik kameralardan kaçınarak önümde tutuğum başımı kaldırdığımda Sanatevi’nin devasa bahçenin merkezinde yer alan fıskiyeli havuzun içindeki mermer heykeliyle karşı karşıya geldim. Kafasında Yunan mitolojisinde bilgeliği temsil eden defne tacı taşıyan asil kadın figürü, Helenistik dönemde ozanların ve düşünürlerin sembolü haline gelmiş Lir çalgısını çalarken tasvir edilmişti. Zihnimde Asil’le o havuza bozuk para atarak dilek dilediğimiz bir anı canlanırken gözlerimi hızla oradan uzaklaştırıp, dış çeperinde detaylı işlemelerin bulunduğu fil dişi rengindeki mimarinin, dört adet ion düzenindeki sütunun taşıdığı yarım kubbe biçiminde tasarlanmış gösterişli girişine yöneldim. Katılımcıların biletlerindeki QR kodlarını taratıp kapı tipi metal dedektöründen geçtikleri bu alan, akademinin ikinci güvenlik noktasını oluşturuyordu. Sıra bana yaklaştıkça artan paniğimi, üzerimizdeki kristal sarkıtların bulunduğu göz alıcı avizeyi ilgiyle inceleyerek maskelemeye çalışıyordum. Oldukça basit görünmesine rağmen benim için gecenin en zor aşaması bu bölgeden geçmekti çünkü eldivenlerim yokken ellerim savunmasızdı. Sıkılgan bir tavırla biletleri doğrulayan çalışanın gözleri üzerime çevrildiğinde, biletimi kadına doğru uzatırken elleriminiz arasındaki mesafe göğsümü sıkıştırdı. “İyi eğlenceler,” diyerek kestiği biletimi bana geri uzattığında ona kibarca gülümseyerek karşılık verdim. Zengin duvar süslemelerinin işlendiği ağ tonoz biçiminde inşa edilen koridor boyunca ilerleyerek Afterglow’un kalbini oluşturan açık alana geldiğimde başımı kaldırıp kubbe biçimindeki camdan tavandan görünen dolunaya bakarken bütün gerginliğime rağmen ruhum burada olmanın verdiği huzurla dolduğunda, içimde bir yerlerde kendime bile itiraf etmekten kaçındığım o özlem duygusunun her adımımda giderek yoğunlaştığını hissedebiliyordum. Ama böyle hissetmeye hakkım yoktu. Çünkü o artık burada değildi. Ve bir daha asla olamayacaktı. Senin yüzünden. Zihnim bana düşmandı. Ve zihnim, bana en acıyı söyleyen tek sırdaşımdı. Etkinliğin başlamasana saniyeler kala benim gibi sonda kalan diğer seyircileri de takip ederek oditoryumun sahne düzlemindeki alt girişine açılan çift kanatlı kapıdan içeriye girdim. Akustik süngerlerle çevrili duvarlardan önümüzü aydınlatan sarı ışıkların öncülüğünde devasa konferans salonda oval bir düzlemde dizilen kırmızı koltukların arasında ilerleyerek, acil çıkışların hizasındaki koltuğumu buldum. Biletimde benim için ayrılan yere yerleştikten sadece bir dakika sonra konukların üzerindeki tüm bölümler karanlığa gömülürken sahne ışıklandırmaları aydınlandığında salonu loş bir aydınlatma çevrelemişti. Değişen atmosferle beraber kendi aralarında fısıldayarak konuşan insanların oluşturduğu kuru gürültü son bulurken akademinin öğrencilerinden biri sahnedeki yerini aldı. Gecenin açılış konuşmasını tamamlarken sahneye davet ettiği akademinin yönetiminden sorumlu adam alkışlarla karşılandı. Konuşmasının tek bir kelimesini dahi doğru düzgün dinlememe rağmen seyirciler arasında kopan ikinci alkış tufanına sürü psikolojisiyle eşlik etmeye koyulmuştum. Etkinliğin başlamasıyla tüm odak sahneye yönelmesini ve salon ışıklarının sönmesiyle kimsenin birbirini yeterince net göremeyişini lehime çevirerek salondan ayrılmak için doğru anı yakaladığımı düşüncesiyle yerimden ayrılmak için hareketlendiğim sırada Agah Alpman gecenin baş konuğunu olarak nitelendirilen adamın olağan kudretiyle sahne ışıkları altında belirmesiyle olduğum yerde kala kaldım. Aldığım nefesin dahi ciğerlerimde tıkandığını hissederken gözlerim, onun kendinden emin adımları altında sarsılan sahne boyunca onu takip etti. Elim boynumdan yukarı tırmalanırken derime gömülen tırnaklarımın içimde giderek yükselen dehşetin bir dışavurumuydu. Kendimi kapana kısılmış gibi hissederken boynuma doladığım kırmızı atkımı gevşeterek nefes almak için alan açmayı denedim. Alkışlar giderek güçlenirken önce birkaç kişinin ayağa kalkmasıyla başlayan eylem bir sel gibi yayılarak, bütün salonu etkisi altına aldığında artık sahneyi görmek iskânsızdı çünkü onu yücelten insanlar sahne ile aramda etten bir perde örmüştü. Hayır, bu saygı değildi. Bu yüceltmekti. Bu, ilahlaştırmaktı. Çünkü onların ve Dünya’nın geri kalanın gözünde onun bir azizden farkı yoktu. Çünkü o, Bora Kaydelen’di. O, kanserin tedavisini bulan adamdı. Sözün bittiği yer burasıydı. Onun gerçekte nasıl bir canavar olduğunun hiç önemi yoktu. Kalbim göğüs kafesimin altına sıkışırken öylesine derin bir dehşetin içine düşmüştüm ki aklımı yitirecekmiş gibi hissediyordum. Belki de çoktan o noktayı geçmiştim. Korkunun esiri olan zihnimin içinde, sanki yeterince yüksek sesle dile getirdiğinde onu duyabileceklerinden korkarcasına bir haykırıştan farksız bir fısıltı duydum. Buradan çıkmamız gerek. Hem de hemen. Ama bilmem gerekiyordu. Onun burada ne işi vardı? O an tek düşünebildiğim, onun seyircilerin arasında saklandığımı bildiğini göstermek için burada olduğuydu. Tıpkı vahşi bir yırtıcının, onun büyüklüğü karşısında çaresizce bir köşeye sinen avını ele geçirmeden önce ona verdiği tatminlik gibi. Zihnime dolanan korku ağlarından kurtulmak için yüzümü bir avuç su çarptığımı hayal ettim. Ardından burada olduğumu bilmesine imkân yok, diye bir telkinde bulundum kendime. Hayır, düzeltiyorum. Aynı anda iki yerde olmana imkân yok. Çünkü ben şu an burada değil, yaklaşık üç saatlik ekran süresine sahip olan bir filmin oynatıldığı sinema salonundaydım. En azından, adıma ayırtılmış bilete ve onun izlediğini düşündüğüm telefonumun yaydığı GPS sinyallerine göre oradaydım. Beni sinema salonun önünde bekleyen adamının içeriye girip bakmadığı sürece orada olmadığımı bilmesine imkân yoktu. Öyleyse onun burada gerçekten ne işi vardı? “… Hüma Albay bir öğretmenden çok daha fazlasıydı.” Konuşmasına dikkat kesildim. “O, bana iyi bir eş veren bir anne ve aile nedir bilmeyen kimsesiz bir çocuğa aile sıcaklığını veren o kadındı.” Sağımda oturan kadın göz yaşlarını tutamayarak hıçkırarak ağlamaya başladığını işittiğimde, kulaklarım duyduklarıma inanamayarak yüzümdeki tuhaf ifadeyle başım yavaşça o yöne döndü. “… ve hepsinden de önemlisi sizler, geleceğimize umut veren siz gençlere…” Yaşlı kadın birinin ona uzattığı peçeteyle gözlerini kurularken, yargı dolu bakışlarımı yeniden önüme çevirdim. “… kimliğini kaybetmiş kayıp ruhlara yol gösteren bir gün ışığıydı.” Aniden alevlenen endişem aynı hızda sönüp geride bir kibrit çöpü bırakırken, rahat bir nefes vererek geriye yaslandım. Çünkü artık biliyordum. Konu sadece itibardı. Zaten hep bu olmamış mıydı? O sahneden uzaklaşırken ellerimi hareket ettirerek avuç içlerimi ağır ağır birbirine çarparken, alkışlamalarım saygıdan öte aşağılayıcı bir üslup barındırıyordu. Hayır, küçük gördüğüm o değildi. Bunu kötülüğü kendime asla yapmazdım. Çünkü onun ne denli zeki bir adam olduğunu biliyordum. Benim o sahnede aşağı gördüğüm şey Kayadelen ailesinin yegâne değeri saygınlıklarıydı. Göz alıcı bir patırtıdan ötesi değildi ama ne acı ki bu salondaki herkes, o ışıltılı toz tabasının altındakini göremeyecek kadar onun göz alıcı güzelliği karşısında büyülenmişti. Yazık. Bencilliğim el verdiği müddetçe bazen onlara üzülüyordum. Çok küçük, küçücük de olsa. Belki de o kadar da kötü bir insan sayılmazdım. Yersen. Sahne ışıkları kararıp tüm salonu karanlığa esir ederken bir an sonra sahnenin iki ucundan senkronik bir halde ellerindeki mumlarla çıkmaya başlayan Sanatevi’nin dansçıları, koreografik bir dans eşliğinde sahneyi doldurmaya başladılar. Ellerindeki yanan mumun alevi karanlığın içinde dalgalansa da sergiledikleri göz alıcı bale gösterisi boyunca biri bile karanlığa teslim olmayışı hayranlık uyandırıcıydı. Sahneyi saran balerinler ellerindeki mumları ritmik dansları eşliğinde sahnenin merkezine konumlandırılmış devasa kuyruklu piyanonun etrafına bırakarak resitalin gerçekleşeceği sahneyi aydınlatırken bir bir karanlığa karıştılar. Mum ışığı resitali. Gözlerimi bir an olsun sahneden alamadım büyüleyici bale gösterisi, yanan mumlarla çevrili piyanonun en uç köşesine sahnedeki son balerinlerin bıraktığı mumum ardından diğer tüm balerinler gibi karanlığa karışmasıyla son buldu. Bununla birlikte bu akşam neden bu çatının altında olduğumu zihnim bir kez daha bana hatırlatırken bedenim bana itaat ederek yerimden ayrılmama izin verdi. Gecenin asıl öznesini vurgulamak istercesine sahnenin merkezine yer edinmiş siyah piyanoyu aydınlatan mum ışıklarının ötesinde sahnenin benden uzak ucunda yankılanan adım sesleri, salonun acil çıkış kapılarına doğru düşen adımlarıma karıştı. Bir görevli salonu terk etmek üzereyken beni durdurarak “Bir sorun mu var hanımefendi?” diye sorduğunda karanlığın içinde yüzümü doğru düzgün seçemeyeceğini bilmeme rağmen rolümün gereğini yaparak mahcup bir şekilde gülümsedim. Her köşesini ezbere bilmeme rağmen akademinin bir yabancısıymışım gibi “Evet, sanırım yerimi karıştırmışım. Çok aptalım, üst katta yer ayırttığımı bile ancak yerin asıl sahibi geldiğinde fark edebildim.” dedim. Alçak tutmaya özen gösterdiği bir tonlamayla “Ah anladım, üzülmeyin.” diyerek arkasında acil çıkı işaret etti. “Merdivenleri takip ederseniz gösteriyi kaçırmadan yerinizde olursunuz.” Durumu irdeleyip biletimi kontrol etmek istemesi olasılığını hesaba katarak elimin altında yalanımı destekleyecek sahte bir bileti cebime geri iterken “Çok ama çok teşekkür ederim.” dedim büyük bir minnetle. Benim için araladığı yangın merdivenlerinden geçerken kuru bir sesle “Ne demek, iyi seyriler.” demesinin ardından piyanodan yükselen ilk nota karanlığın içine düştüğü esnada salondakileri rahatsız etmek için içeriye dolan ışığı kesmek için kapıyı hızla arkamdan örttü. Baş sanatçısının akademinin öğrencilerinden birine ait olduğunu duyduğum ilk andan bu yana büyük bir ön yargıyla yaklaştığım piyano resitaline olan ilgisizliğim sürse de gösterinin başlamasından hemen önce oradan ayrılmak zorunda kalmak beni bir miktar hayal kırıklığına uğratsa da planımın adımlarını takip etmek için bir an bile duraksamadan harekete geçtim. Yüksek güvenlikli binanın, güvenlik kameralarının bulunmadığı sayılı alanlardan biri olan yangın merdivenlerinden bir kat inerek bodrum kata ulaştığımda sırt çantamı yere bıraktım. Kabanımı ve kırmızı atkımı çıkarıp trabzanlara bıraktım ve çantamdaki bedenime birkaç beden büyük gelen akademi personeline ait lacivert altı, bacaklarımdan geçirdim. Üzerimdeki kazağı çıkarmadan başımdan geçirdiğim takımın devamı olan mavi tunik dizlerime kadar iniyordu. Saçıma tutturmak için fazlasıyla tel toka harcadığım sarı peruğumu bileğimdeki lastik tokayla ense hizamda basit bir topuz yaparak, üzerine takımının tamamlayıcı olan üçgen biçiminde dikilmiş küçük eşarbı bağladım. Gözlerimdeki lense dokunmadan kalın çerçeveli bir gözlük taktım. Vakit kaybını önlemek adına öncesinde defalarca prova yapmamın işe yaradığını, planımın bir sonraki adımını oluşturan içine, ağır bir uyku ilacı damlattığım baklava kutusunu çantamdan çıkarırken göz attığım bileğimdeki akıllı saatten görmüştüm. Üzerimden çıkan ilk rolüme ait kıyafetleri çantama tıktıktan sonra çantayı kısa bir süreliğine merdiven altındaki boşluğa sakladım. Omuzlarımı aşağı indirmiş hafif kambur duruşumla yangın merdivenlerinin ağır metal kapıyı iterek bodrum kata çıktım. Çevreye hâkim bir çalışan gibi doğruca akademiyi güvenlik kameralarından canlı izleyen alışanların olduğu odaya yürürken adımlarım tereddütsüzdü. Kapıyı bir kez tıklatıp yüzüme yerleştirdiğim kocaman bir gülümsemeyle içeriye girdiğimde üzerime dönen bakışlara “Kolay gelsin,” diyerek karşılık verdim. İçlerinden birisi “Teşekkürler,” diye karşılık verirken bir başkası “Bir sorun mu vardı?” diye sorduğunda “Ah, hayır bir yakınım doğum yaptı da hayrına baklava dağıtıyorum.” diyerek elimdeki kutuyu görebilecekleri şekilde yukarı kaldım. “Size de biraz getirdim.” “Ooo, getir getir.” dedi içlerinden biri el kol hareketleriyle. Genişçe gülümseyerek kapağını kaldırdığım kutuyla yanına gittim ve alması için uzattım. “Hayırlı olsun,” dedi kutudan aldığı ilaçlı baklavayı ağzına atmadan önce. “Allah analı babalı büyütsün.” dedi bir diğeri. “Âmin,” Sırayla diğerlerine doğru uzatarak dağıtarak ilerlerken kutuya uzanan bir diğeri “Kız mı oğlan mı?” diye sordu. “Cinsiyetini ne yapacaksın Halil? Don mu alacaksın çocuğa?” diye çıkıştı hemen yanındaki. “Sana ne oğlum, merak ettik işte.” “Erkek,” diye karşılık verdim büyük bir mutlulukla. “Ooo,” dedi uzatarak. “Erkek çocuk zor iş.” “Sen nerenden bilecen oğlum, sanki oğlun varmış gibi konuşuyorsun.” “Biliyoruz da yapmıyoruz herhâlde,” Bir elini havada sallayarak “Bunun maması var, bezi var, büyüdü okulu var. Var da var.” Kendi içlerinde sohbete dalmışlarken sonunda sıranın bitimine geldiğimde alması için uzattığım genç adam, elini havaya kaldırarak istemediğini belli edercesine elini salladı. “Yok ben almayayım, teşekkürler.” Yüzüm düşmemesi için ekstra çaba harcarken herhangi bir insan evladının beleş baklavayı reddedeceğini hesaba katmadığım için kendime küfretmek istedim. Daha benim bir şey dememe kalmadan içlerinden birisi “Hayır bu oğlum, öyle almamak oğlum mu?” diyerek olaya anında müdahil oldu. “Öyle mi?” diye sordu safça. İçlerinden daha görmüş geçirmiş gibi görünen “Ee tabi, Allah rızası için dağıtılıyor sonuçta.” dedi. Yüzü kızardı hafiften. Epey genç biriydi. “Ee, alayım bir tane o zaman, şekerim var ama olsun artık.” Birden kendimi berbat hissettim. Şeker hastası adama baklava yediriyordum yetmezmiş gibi bir de içine ağır doz uyku ilacı karıştırmıştım. “Hay Allah, öyle desene oğlum.” dedi kendini en az benim kadar kötü hissettiğini düşündüğüm az önce baklavayı alması için direten adam. “Bırak istersen, dokunmasın sonra.” “Yok yok, bir taneden bir şey çıkmaz sonuçta.” dedi baklavayı ağzına atmadan önce. İkisi arasında konuşmaya sürdürürken yanlarında uzaklaştığım sırada içlerinden birisi “Ben seni hiç görmemiştim buralarda, yeni mi başladın?” diye sordu. Başımı iki yana salladım. “Hayır. Aslında resmi olarak burada çalışmıyorum. Hani demiştim ya bir tanıdığım doğum yaptı diye. İşte ben onun kardeşinin arkadaşıyım. İzin alamamış işten. Benden yerine gelmemi istedi birkaç günlüğüne.” diye bir arka hikâye uydurdum yalanıma o an. Üzerine düşündüğüm bir şey değildi öncesinde Belki de bu yüzden “Kimmiş ya o?” diye sorabileceklerini akıl edememiştim. Onu duymamış gibi davranarak elimdeki baklava kutusuna istifaden “Bunu da buraya bırakayım mı gelen olursa alır? Ya da isteyeniniz olursa alırsınız.” diyerek durumu sorgulamaları için hızla konuyu saptırdım. “Olur, olur bırak sen bizim çocuklar yer.” dediler hemen. Az önce havada kalan soruyu hepsi unutmuştu bile. Elimdeki baklava kutusunu kapı girişindeki masaya bırakırken “Hadi ben çıkıyorum iyi çalışmalar.” dedim kapıya yönelerek. “Sana da kolay gelsin kızım.” dedi içlerinden biri ve üzerine birkaç kişi daha “Kolay gelsin,” diyerek ekledi. Hiçbiri tüm ilgi elimdeki baklava kutusundayken içlerinden birinin personel erişim kartlarını el çabukluğuyla aldığımın farkına varmamıştı bile. Bileğimin altına ittiğim kartı parmak uçlarımla yakalayarak kartı avcumun içine çektim ve hizmetli odasına açılan kapının yanındaki bölmeye okuttum. Güvenlik sistem ağına kayıtlı kart, kilidin aktifliğini değiştirdiğinde açılan kapıdan geçtim. Ortalama cüsselerine ve yaş gruplarını göz önüne alındığında ilacın etki etme süresinin yalnızca birkaç dakikalarını alacağının bilinciyle akıllı saatimden bir sayaç başlatarak beklemeye başladım. Bir ömür gibi ağır akan dakikaları, küçük odayı arşınlayarak öldürürken sonunda sayaç sıfırlandığında odadaki kat temizliğinde kullanılan itmeli büyük temizlik araçlarından birini alıp kendimle beraber dışarıya sürükledim. Acil çıkış kapına açılan merdivenlere geri dönüp merdiven boşluğuna bıraktığım sırt çantamı geri aldıktan sonra temizlik arabasına takılı siyah çöp torbasının içine bıraktım. Temizlik arabasını asansörlere doğru ittim. Bileğimdeki kronometre sıfıra doğru geri sayarken kata çağırdığım asansörün gelmesini beklemek yerine, güvenlik kontrol odasına geri döndüm. Dışarıdan gelen birinin içeride temizlik olduğunu düşünerek güvenlik kontrol odasına uğraması üzerine caydırıcı bir etken olacağını düşünerek hizmetli odasından ayrılmadan önce yanıma aldığım DİKKAT KAYGAN ZEMİN yazılı uyarı tabelasını kapının önüne bıraktıktan sonra kapıyı çaldım ve nefesimi tutup kulağımı kapıya yaklaştırarak sessizliğin hakimiyetindeki odayı dinledim. Ardından kapıyı hafifçe aralayıp aralıktan içeriye sızdım. Derin bir uyku halinde olan güvenlik personellerinin arasından dolanarak, işleyişini algılamak için saatlerce araştırma yaptıktan sonra aslında pek de bir zorluğu olmadığını öğrendiğim güvenlik kontrol sisteminin başına geçtim. Ve elimdeki aktif güvenlik personel kartının da yardımıyla hızla günlük kayıt yapan sistemi durdurup bugüne ait verileri kalıcı olarak sildim. Ardından tüm binanın güvenlik kameralarını devre dışı bıraktım ve son olarak ardımda delil bırakmamak için baklavalardan arta kalan kutuyu alıp odayı terk ettim. Koşar adım kata inen asansörünün yanına vardım. Zaman aşımına uğrayıp kapanan kapı tekrar açıldığında temizlik arabasıyla birlikte asansöre binip dördüncü kata bastım. Adrenalinin etkiyle göğüs kafesimin altında hızla çarpan kalbimin üzerine bastırdığım elimin yalınlığına kaydı gözlerim. Asansör yukarı tırmanırken Sanatevi’ne adım atmadan önce kabanımın cebine tıktığım eldivenlerimi çıkardım. Onları sanatsal bir gösteri oluşturabilecek ustalıkla hızla ellerime geçirirken bir an için durmam ve neden burada olduğumu sorgulamam gerekti. Buradayım çünkü birisi veya birileri burada olmamı istemişti. Yaklaşık üç hafta kadar önceydi. Günlerdir mücadele ettiğim uykusuzluk problemi artık bünyemin kaldıramayacağı bir noktaya ulaştığını bir eylül sabahının erken saatlerinde, gün içinde bir yere yığılıp kalmamak için içtiğim litrelerce suyun dahi etkisini yitirdiğini hissedebiliyordum. Güvenli bir yere çekinceye kadar gözlerimi açık tutmam gerektiğini kendime defalarca telkin etmeme rağmen yol şeridinin gözlerimin önünden silmeye başladığında bayılmak üzere olduğumu anlamıştım. Otoyolun orta yerinde, çalışır durumdaki arabamın içinde, bilincimi kaybetmeden hemen önce ayağımı gazdan çekmeyi akıl edebildiğim için şanslı sayılırdım. Ama bu bile kaçınılmazı geri almaya yetmemişti. Yaklaşık yirmi kilo metre hızla gittiğini tahmin ettiğim bir araba, bana arkadan çarptığımda orada kaç dakika boyunca baydın kaldığımı bilmiyordum. Çarpmanın etkisiyle kendime gelirken duyduğum sağır edici korno sesi, direksiyonun üzerine düşen ön bedenimin uyguladığı baskıdan kaynaklanıyordu. Günün o saatlerinde tamamıyla boş olan otoyolun orta yerinde duran bir aracı, o istikametten geçen hiçbir sürücünün görmeme olasılığının olmayışının yanı sıra bu gürültüyü duymama ihtimalleri de yok sayılırdı. Kendimi arabadan dışarıya attığımda, zihnim o denli buğuluydu ki durumun garipliğini ancak günler sonra irdeleyebilmiştim. Kazanın ardından yanımda biten diğer aracın sahibi, kazada yüzde yüz kusurlu olduğunu kabul ederek bütün masrafları karşılayacağının teminatını verirken onu doğru düzgün duyduğum bile söylenemezdi. Yüzünü belli belirsiz anımsayabildiğim adam acelesi olduğunu bahanesiyle tutanak tutmak istemediğinde, faturaları göndermem için eline tutuşturduğu kartviziti almakla yetinmiştin. Kazadan günler sonra servisten arabamı geri alırken masraflarımın asli kusurlu tarafından karşılandığını öğrendiğimdeyse o ana dek aklımdan çıkan kartviziti sakladığımdan bile emin değildim. Önemsiz bir kâğıt parçasıymış gibi cüzdanıma tıkıştırdığım kartviziti bulduğumdaysa, kartın koyu teması üzerine altın harflerle yazılı Avukat Asaf Ergüç ismine öylece bakakalmıştım. Uzun yıllar boyunca Hüma Albay’ın avukatlığını üstlenen ve onun cansız bedenini bulduğum sekiz ekim sabahından bu yana arkasından hiçbir iz bırakmaksızın sırra kadem basan Asaf Ergüç beni bulmuştu. Ama ben bunu ancak günler sonra farkına varabilmiştim çünkü o sabah karşımda duran ve bana kendini bir başkası olarak tanıtan adam, Asaf Ergüç değil onun yerine geçmiş bir başkasıydı. Aylardır peşinde olduğum adamın bana çaresizce ulaşmak için seçtiği bu yol, onunla ortadan kaybolan Hüma Albay’ın vasiyetine, Bora Kayadelen’in ulaşmamı istemediğine dair şüphelerimde haksız olmadığımı bana kanıtlar nitelikteydi. Ona ulaşmamı istemiyordu çünkü tüm ışıklar onun üzerindeyken, başarısını taçlandırmak için kurguladığı oyunun sergilendiği bu tiyatro sahnesini çevreleyen altın kafeste beni tutabileceği tek koz, kız kardeşimdi. Otizmli bir çocuk olarak dünyaya geldiği için Kayadelen ailesi tarafından kabul görmeyen ve Hüma Albay’ın kurduğu vakıftan evlat edinilmiş bir kimsesiz gibi medyaya tanıtılan kız kardeşimin velayetini, vasiyetinde bana bıraktığına dair inancımı güçlendiren bu çıkarım, bu gece burada olma sebebimdi. Kazayla birlikte elime geçen ve önemsiz bir kâğıt parçasından ibaretmişçesine bir köşeye attığım bu kartvizitin aslında gerçek bir kartvizit olmadığı ilk bakışta anlaşılıyordu. Üzerinde telefon numarası olamayacak kadar tuhaf rakam kombinasyonlarından oluşan bir dizi sayı ve fazlasıyla tanıdık gelen bir adresin yer aldığı benim için bir altın değerindeki bu kartvizitin elime geçtiği trafik kazasını yeniden anımsarken aslında kazanın ne kadar öngörülebilir ve önlenebilir olduğu farkındalığını yaşamıştım. Antrasit tonlardaki kartvizitin üzerinde altın harflerle basılı adresi arama motoruna yazdığımda karşıma çıkan konum beni Afterglow’a götürürken, Sanatevi’ne dair yapılan son haberlerle duyurulan etkinliğin tarihi ve saati, kartvizitin üzerinde telefon alan koduyla basılmış rakamlardan oluşan sayı dizisi, bu akşamı gösteriyordu. Kartın arka yüzünde yer alan kullanılmaz e-posta adresinin uzantısının önünde bir mesaj salıydı. Bitişik kelimelerle yazılmış bu kısa mesaj, bana onun vasiyetinin tek nüshasının bu çatının altında olduğunu anlatıyordu. Her şeyin bundan birkaç hafta önce bir kazayla başladığını söylemek isterdim ama bu hikâye, belki de benim bile bilmediğim kadar derine, çokça geçmişe uzanıyordu. Tek bildiğim, elime kırmızı bir ip tutuşturulduğunu ve benden o ipi takip ederek, hayatıma dolanan kör düğümü çözmem istendiğiydi. Ve bu düğümü çözmem için başlamam gereken nokta bu çatının altında yatıyordu. Yalnızca ben, tam olarak nereye bakmam gerektiğini bilmiyordum. Ama oldukça iyi bir tahminim vardı. Dördüncü katta duran asansörün kapıları iki yana kayarak açıldı. Ziyaretçilere açık olmayan kata hüküm süren sükûnet içindeki karanlık huzursuz ediciydi. Bir kamuflaj nesnesi olarak kullandığım itmeli temizlik arabasını önümde karanlık koridorda sürükleyerek ilerlerken diken üstündeydim. Bir teoriye göre, elinizde bir akrobat merdivenle ve işçi kıyafetleriyle giremeyeceğiniz yer yoktu. Sanırım bu hipotezi test etmek için elimde harika ötesi bir fırsat vardı. Ana binanın diğer kanada açıldığı köşeden döndükten bir müddet sonra Hüma Albay’ın Afterglow’da eğitmenlik yaptığı yıllarda kullandığı eski ofisinin önüne geldiğimde durdum. Her ne kadar buraya gelirken ondan geriye bir şey kalmadığını düşünsem de kapı isimliğinde hala yazılı olan adı, bana doğru iz peşinde olduğumu düşündürdü. Geriye tek bir şey kalıyordu. O da içeriye girip ihtiyacım olan vasiyetnamenin bir nüshasını bulmaktı. Görünürde kimse olmamasına rağmen bir paranoyak gibi etrafı son defa kolaçan ederek karanlık güvenlik personelinden aşırdığım kartı sisteme tarattım. Takibinde, hizmetli odasının kilidinin açıldığında duyduğum klik sesini duymayı bekledim ama hiçbir şey olmadı. Anlımın ortasında bir oyuk açılacak biçimde kaşlarım çatıldı. Kapının kulpunu zorladım. Kilitliydi. Bir sorun olmalıydı. Belki de ben kartı doğru okutamamıştım. Titreyen ellerimle kartı bir kez daha taratmayı denedim. Ve bir kez daha. Ama hiçbir şey değişmedi. “Hayır, hayır, hayır.” diye yineledim bir fısıltıdan farksız çıkan sesimle. Gerçek olmazdı bu. Buraya kadar gelmiştim ve buradan elim boş dönmezdim. İçeri girmemin bir yolu olmalıydı. Dizlerimin üstüne çöküp yanımdan eksik etmediğim çakmağımı botumdan çekip çıkardım o an. Babamdan kalma eski bir alışkanlıktı bu. Bazen çantama atardım, bazen cebime ya da giydiğim çizmelerim içine hep bir çakmak saklardım. Çünkü karanlıkta kalmaktan korkardım ben. Kibrit yanar kül olurdu. Elinizi yakardı. Mini bir el feneri işimi görebilirdi ama her an üzerinde taşımak için ideal değildi. Artı olarak ilki fazla ilkel hissettirirken diğeri, fazla modern hissettiriyordu. Zippoların duruşunu seviyordum. Rüzgârda sönmeyen modelleri tercihlimdi. Yansa da parmaklarınızı yakmazdı. Kullanışlıydı. Bir zippo hakkında bu kadar düşündürdükten sonra parmaklarımın ucunda can bulan alevin ışığını ileri uzattım. Görünürde üzerinde bir anahtar yuvasını andıran herhangi bir oyuk dahi yokken alevlendiğim zippoyla aydınlanan kapı kolunun altındaki siyah panelde, bölmelendirilmiş belli belirsiz rakamları seçti gözlerim. Bir şifre. İçeriye girmek için lanet olası bir şifreye ihtiyacım vardı. Tam da bu sırada, ansızın kat merdivenlerinde duyduğum sesle beraber ani bir manevrayla zipponun kapağını indirerek ışığını söndürürken durup sese kulak kesildim. Duyduğum sesin merdivenlerden yukarı tırmanan adımlara ait olduğunu çözümlememle beraber ayağa fırlarken düşünmeden kendimi derin kapı boşluğuna attım. Sesler bulunduğum katta son bulurken sırtımı, olabildiğince kapıya yaslayarak karanlığa sığındım. Giderek artan adım sesleri bu kanata geçen köşeyi dönmesiyle gözlerim irice açıldı. Birkaç metre ötemde koridorun başında beliren iki silüet görüş alanıma girdiğinde onların da beni göreceklerinden veya aldığım düzensiz nefesleri duyabileceklerinden korkusuyla avcumu var gücümle dudaklarımın üstüne bastırdım. Zihnim kendine hızlı bir kaçış rotası çizerken onları atlatmak için koşmaya hazırdım. Ancak buraya varmadan iki önceki ofisin kapısının aralanmasıyla aydınlanan otomatik aydınlatma, beklenmedik misafirlerimin üzerine düştüğünde olduğum yere çivilenip kaldım adete. İçeriden süzülen ışığın aydınlattığı o yüz, Tara Valeri’ye aitti. O benim aksine buraya aitken, belki de onu burada gördüğüm için bu denli şaşırmamam gerekirdi ama yıllar sonra onu yeniden karşımda görmek sanki geçmişim tozlu sayfalarını yeniden aralamıştı. Hemen koridorun başında bulunan Tanju Önler adındaki dans eğitmene ait odadan içeriye girerek gözden kaybolduklarında, beni görmemişlerdi. Belki de bu noktada bu geceye bir son verip kimseye yakalanmadan oradan uzaklaşmalıydım. Ama aralık kalan kapıdan sızan ışığa bakarken bunu yapmadım. Parmak uçlarımda süzülerek kapı aralığına yaklaşırken “…o buraya bile ait değil.” diyordu kızgınlıkla birisi içeriden. Ama ses, o kadar derinden ve boğuk geliyordu ki sözlerini seçmekte güçlük çekiyordum. Daha net duyabilmek için yakınlaştığımda “Bense Afterglow’un baş dansçısıyım.” diye devam etti aynı ses. Tara’ydı. Aralıktan içeriye baktığımda onları ofis masasının arkasında seçebiliyordum. Sırtı bana dönük olmasına rağmen Tara’nın kızıl saçlarını gördüm önce. Kıvrımlı bedeniyle birlikte içeriye girdiği o adamın kucağında oturduğunu gördüğümde bir skandala tanıklık ettiğimi ancak o zaman çözümledim. Tara Valeri, Afterglow’un yetiştirdiği bir dansçıyken Tanju Önler onun eğitmeniydi. Ve ahlaki açıdan aykırı görülecek bu birlikteliğin boyutu sadece bununla sınırlı değildi. “Söyle,” diye emretti işlevli bir tonlamayla Tara. Adamın bacağına sürtünerek mümkünmüş gibi ona daha çok sokulurken dudaklarının aralarında yalnızca bir nefes kadar boşluk vardı. “Bu gece o sahnede benim olmam gerektiğini.” “Biliyorum, bebeğim.” dedi itaatkarca Tanju Önler. “Bu hiç adil değil,” Kızın, adamın yüzünde dolanan parmakları bir pençe gibi kıvrıldı. Ölümcül derecede tehlikeli bir sesle “Ama o benim sahnemi çalabiliyor.” derken sivri tırnaklarını yüzüne geçirerek aşağı çekmişti. Trajedi bu ya, bir zamanlar uğruna en yakın arkadaşı kabul ettiği insanı -beni- harcayacak kadar ileri giden Tara Valeri, küçüklüğünden beri ailelerinin birbirlerine uygun gördüğü Benan Kordel’e olan bağlılık yeminine sadakati buraya kadardı. Beni yalancı çoban ilan ederek hükümsüz kıldığı sözlerimin hıncıyla dolarken sonrasında bununla ne yapacağım bana kalmıştı. Karma ya da ilahi adalet adına ne denilirse, belki de hayat bazen adildi. Bulutların üzerinde yürüyormuşum gibi parmak uçlarımda süzülerek usulca geri çekilirken, günler önce akademin güvenlik sistemi hakkında yaptığım araştırmaları anımsadım. Okuduğuma göre güvenlik ağına kayıtlı olan kartların kendi içinde hiyerarşik bir yapısı vardı. Eğitmenlerin kartları kendi ofisleri dışında çalışma salonlarına ve yüksek maliyet gerektiren sanat araç gereçlerinin tutulduğu depolara erişim izni bulunuyordu. Güvenlikten ve düzenden sorumlu personellere ait kartların ise kapsamı daha genişti. Bu yüzden onlardan bir tanesini çalmanın daha makul bir seçim olacağına kanaat getirmiştim. Belli ki bu sistem düşündüğümün aksine artık Sanatevi’nin eğitmen kantosunda yer almayan biri için geçerli değildi. Ama belki, akademinin yönetim kurulunda söz hakkı bulunan bir eğitmen, hepsinden daha geniş bir erişim iznine sahip olabilirdi. Eğer onları içeriden çıkarmanın bir yolunu bulursam, yeterince uzaklaştıklarında içeri girebilir ve eğer birkaç saniye önce içeriye girmek için kullandığı kartı odasında bıraktığında onu alabilirdim. Sonsuz bir ihtimaller deniziydi bu. Umutsuz bir varsayımdan oluşan akıl yürütmeydi. Haksız çıkabilirdim. Birçok olasılıkla başarısız olabilirdim. Bir kumardı oynadığım. Ama bu tek şansımdı. Bir ikincisi yoktu. Ya şimdi o odaya girip orada olduğu bile meçhul olan vasiyetnamenin bir nüshasını bulursun ya da manevi kardeşinin hiçe sayarak buradan çıkıp sonsuza dek onun esiri olmaya devam edersin. Kendi hayatımı hiç etmiştim. Ama kardeşimin hayatını mahvetmesine izin vermezdim. Bırak, diye fısıldadı şeytan. Tüm gemiler yansın. Bir ikinci kere düşünmedim ve elimdeki çakmaktan yansıyan cılız ışık kaynağını duvar boyunca kaydırarak acil durum alarm butonunu aramaya başladım. Plana sadık kal. İnisiyatif kullanma. Sakın dikkat çekme. Gerginlikten döktüğüm soğuk terler, çakmağın ateşiyle anlımda parlıyorken yeni planımın şemasını karaladım kafamda. Yangın alarmını çalıştır. Gölgelere saklan. Kapının kapanmasına engel ol. Yeterince uzaklaştıklarında odaya gir. Anahtar kartını bul ve çık. Kilidi aç, dokümanları bul, belgele ve kaç. Basitti. Buraya girmek için yaptıklarımın yanında hiçbir şeydi. Bir nevi çocuk oyuncağıydı. En kötü ne olabilirdi ki? İşte tam da o anda gördüm. Hüma Albay’ın ofisinin hemen karşısındaki duvara konumlandırılan tabloya bakarken nefesimin kesildiğini hissettim. Bedenim bir mıknatısın iki zıt kutbu gibi ona doğru çekilirken titrek bakışlarım yıllar önce benim fırçama darbelerimin eseri olan tabloda asılı kaldı. Arkasından kırmızı bir ışığın vurduğu resmin ortada duran genç kadının yüzü, tuvalin görünmeyen sınırları dışından gelen yabancı ellerle çevrelenmişti. Bir el onu saçlarından çekişirken, başka bir el onun boynunu sarıyordu. Biri parmaklarıyla onun çenesini yukarı kaldırarak ona başını dik tutmasını söylerken bir diğeri susması için avuçlarını kızın dudaklarının üzerine bastırıyordu. Ne eksik? Bir fazla. Eski bir tanıdığına bakıyormuş gibi hissettiren tablonun üzerindeki aykırılığa bakarken bedenimdeki tüm kanın çekildiğini hissettim. O an tek düşünebildiğim, bastırılmış çığlıklarımın bir dışavurumu olan bu tablonun üzerinde resmi çapraz bir açıyla çizen kırmızı lekenin bana iletilen bir mesaja ait olduğuydu. Ve o mesajı ileten her kimse bana, kim olduğunu biliyorum, diyordu. Ve kim olmadığını. Aklım durmuş gibiydi. Doğru düşünemiyordum. Tek bildiğim bir an önce buradan çıkmam gerektiğiydi. Ama sanki o tablodaki tanımlayamadığım bir şey buna engel oluyordu. Parmaklarımın arasında sıkı sıkıya kavradığım zippoyu tabloya doğru yaklaştırdığımda resmin üzerinde gördüğüm kırmızı darbeden yansıyan parlaklık bana o darbenin henüz kurumayacak kadar yeni olduğunu gösterirken beynimin içindeki tehlike çanlarını harekete geçirmişti. Çakmağın alevi, resmin üzerinde çapraz bir açıyla uzanan aykırılığı aydınlatarak tablonun dışına taşan kırmızılığı duvar boyunca süren ilerleyişini takip etti. Herhangi bir boyanın yoğunluğuyla kıyaslandığında oldukça seyrek duran sıvının, tablo ve duvar boyunca kesintisiz devam eden sıçrayışı öylesine doğrusaldı ki sanki tek bir seferde çıkmıştı. Yerde oluk oluk damlalar halinde biriken sıvının tanımını yapmaktan kaçınan zihnim uyuşmuş gibi beni, bir satranç tahtasını anımsatan siyah beyaz karoların üzerindeki damlalar boyunca sürüklerken kendimi koridorun derinliklerinde sıvının kaynağını ararken buldum. Üzerimi bir gece yarısı sarmalayan karanlığını yaran cılız alevler yolumu aydınlatan tek ışık kaynağıydı. Buna rağmen koridorun nihai noktasına ulaştığımda can damarının geçtiği noktada açılmış kusursuz kestikten sızan kanından oluşan birikintinin yanında uzanan bedenin kimliğini onu gördüğüm an tanıdım. Kulaklarımda baş gösteren sağır edici çınlama bir çığ gibi katlanarak büyüdü. Kafamın içini saran delilik verici uğultu dipsiz bir karanlıktı. Bir satranç tahtasını anımsatan siyahlı beyazlı karoların üzerinde uzanan bana kendini Hüma Albay’ın eski avukatı Asaf Ergüç olarak tanıtan adamın cansız bedenine bakarken dizlerimin bağının çözüldüğünü hissettim. Kollarım cansız birer kukla gibi iki yana kayarken parmaklarımın arasındaki çakmak güçsüzleşen parmak uçlarımdan kayarak gürültüyle yere düştü. O ana kadar sanki zihnim burada değil de başka bir boyuttaydı. Çarpmanın etkisiyle koridorda yankılanan ses, beni bulunduğum ana geri getirirken olan biteni kavramam bir dakikamı aldı. Bir cesedin başındaydım. Ve o cesedin yakınlarında delil niteliği taşıyan bana ait bir zippo duruyordu. Dahası, otoparkta buraya giriş yaparken kullandığım sahte bir kimlikle kiralanmış bir araba, üzerimde bir yabancının adıyla ayırttığım bir bilet vardı. Görevdeki güvenlik ekibini ilaçla etkisiz hale getirmiş ve suçsuzluğumu ispat edecek tüm güvenlik kameralarıysa tarafımdan etkisiz hale getirilmişti. En temel izahıyla sıçıp batırmıştım. Tam daha kötüsü olamaz derken koridorun beliren dans eğitmeni “Kim var orada?” diye seslenmesiyle telaşla bir adım geri çıktığımda, ayağım az önce yere düşürdüğüm çakmağa çarparak onu rasgele bir yere doğru savruldu. Bana doğru yaklaşmakta olana adım seslerini dinlerken daha en başından yanıma almama gereken çakmağı bulmak için gözlerim hızla karanlıkta dolandı. Ama yere düşmesiyle bir karanlığa gömülen zippoyu görmek imkansızdı. Zihnim bir çark gibi döndü. Eğer faili meçhul bir cesedin başında olduğuna dair tek bir görgü tanığın olursa mahvolurdun ama delil oluşturamayacak kadar sıradan bir çakmağın üzerinde bana ait olduğunu kanıtlayacak tek bir parmak izi bile yokken onun izine düşmenin anlamı yoktu. Öyle değil mi? Onu burada bırakabilirdim. Onu buradan uzaklaştırmak için elimle dudaklarımın üzerini hafifçe perdeleyerek konuştum. “Kat temizliği,” Sesimi tanımasına ihtimal yoktu. Çünkü beni tanımıyordu. Ama o kart elindeyken bu tanışmayacağımız anlamına gelmiyordu. Duraksadı. “Saat bunun için sizce de fazla geç değil mi?” Aynı şekilde bir kez daha konuştum. “Gösteri sebebiyle personel sıkıntısı çekiyoruz.” “Buradaki işiniz kısa tutun.” dedi keskin bir dille. “Anlaşıldı,” diye karşılık verdim usulca. Arkasını döndüğü kısacık zaman diliminde bir an için ofisine geri döneceğini ve bu işten bir şekilde paçayı kurtaracağım düşünsem de bir an sonra çarpmamla koridorun diğer ucuna kadar sürüklenen çakmak gözüne iliştiğinde tekrar durdu. Kaç. Kaç. Kaç. “Bu size mi ait?” Düşürdüğüm zippoyu yerden almak için eğildiğinde hızlı karar verdim. Kata kadar yanımda sürüklediğim temizlik arabasını kendime doğru çekip kuvvetle ona doğru ittim. Ona çarpıp yere devrilen temizlik arabası bana birkaç saniye kazandırırken hızla öne atıldım ve yere düşen çakmağı kaptığım gibi karanlığın içinde zihnimin derinliklerindeki haritayı kullanarak, içerisinden doğalgaz borularının ve su tesisatının geçtiği inşaat boşluğunu örten metal kapağın mandalını kaldırdım. Çıkan tık sesiyle birlikte birinin tekrar arkamdan seslendiğimi duysam da ikinci kez düşünmeden bölmeden içeriye kendimi çektim ve aceleyle kapağı üzerime örttüm. Kapağını örttüğüm zippoyu tekrar botumun gevşek bağlarının arasındaki boşluğa atıp kör karanlığın içinde boruları yakalayıp kendimi boşluğa bıraktım. Tutunduğum borularda süratle aşağı kayarken kendimi taşımadığım bir noktada elimin kayabileceğini ve metrelerce yükseklikten aşağı çakılabileceğimi düşünürken, tutunduğum borunun çevresini saran daha geniş çaplı bir çıkıntını hızla elime çarptı. Gözlerimin önünde bir şimşek çaktı. Acı öylesine yoğun ve kontrol edemeyeceğim kadar keskindi ki tutunmaya vaktim olmadı. Serbest düşüşe geçmeden önce dudaklarımdan serbest kalan çığlığım derinliğin içinde kayboldu. Göz açık kapayıncaya dek kaç metre aşağı düştüğümü bilmiyorum ama içerisinin ne kadar küçük olduğunun hala bilincindeyken bacaklarımı ve kollarımı körlemesine iki yana açarak hacmimi genişlettiğimde duvarları bulamam zor olmamıştı. Saniyesinde duvarla buluşan ilk uzvum sol elim olurken deri eldivenime rağmen hissettiğim acı yüzünden bir an sonra kıvrılan sol kolum ve bacağım duvara sürtünmeye başlar başlamaz sağ ayağım var gücümle ileri uzatmamla karşı duvara dokunduğumda artık aşağıya sürtünerek iniyordum. Kalın kumaşa rağmen soyulan dirseğimde yangını hissederken dişlerimi sıktım. Boştaki elimle boruları tekrar yakalamayı başardığımda düşüşümü frenleyen uzuvlarımı bilinçli olarak serbest bıraktığımda metrelerce yükseklikte tek elimle asılı kalmıştım. Bacaklarımı aceleyle tutunduğum yerin etrafına dolarken kendimi borulara kenetledim. Göğsüm hızla inip kalkarken ölümle aramda sadece bir adım kaldığını kavradım önce ardından gözüme tek bir ışık huzmesinin dahi ulaşmağı bu karanlığı. Tüm bedenim kaldıramayacağım kadar yoğun bir acı içerisinde kıvranırken içine hapsolduğum bu dipsiz zifiri karanlığı aklımdan atamıyordum. Botumdaki çakmağı uzanmayı aklımdan geçirdim ama hala orada olduklarında bile emin değilken yerin yedi kat dibine çakılma pahasına bu kumarını oynama riskini alma cesaretini kendimde bulmadım. Gözlerimi baskılayan yangını söndürecek tek bir damla yaş düşmedi gözlerimde. Boğazımda oturan yumruyu atmak için derin derin nefesler alıyordum dengesizce. Etrafımı saran derin bir karanlığın içinde yapayalnızdım. Beni kurtarmaya kimse gelmeyecekti. “Kimseye ihtiyacım yok.” diye bir hatırlatmada bulundum kendime. Buraya kendim girmiştim ve kendim çıkacaktım. Başımı kararlılıkla salladım. “Kilit benim, anahtar da.” diye fısıldadım karanlığa. Kollarımla sıkı sıkıya kavradığım borulardaki tutuşumu güçlendirirken bacaklarımı bir mengene gibi borulara sabitledim. Yeterince sabit olduğunu düşündüğümde kollarımdan birini serbest bırakarak elimi ileri uzattım ve bu bölmeye girdiğim kattaki açıklığa benze bir boşluk aradım. Sadece beton vardı. Dikkatle tutunarak biraz daha aşağı indim ama sonuç değişmedi. Pes etmeye niyetim yoktu. Düzenli sporun kazandığı zinde bedenim tutunurken bana zorluk çıkarmasa da taze yaralarım yüzünden orada uzun süre asılı kalamazdım. Kendimi biraz daha aşağı bırakıp tekrar denedim. Çıkış yoktu. Kendime paniğe kapılmam gerektiği hakkında telkinler vermeyi sürdürsem de kendimi kapana kısılmış gibi hissetmekten alıkoyamıyordum. Etrafımdaki havanın daraldığını ve nefes alamayacağım kadar küçüldüğünü hissederken kalp atışlarımın ritmi hızla artmaya devam ediyordu. Panik atağın eşiğinde olduğumu hissedebiliyordum. Ama bu kontrol edebileceğim bir durum değildi. Ve bu, bana kendimi o kadar çaresiz hissediyordum ki birinin beni buradan çıkarması için yalvarabilirdim. Sadece çıkmak istiyordum bu yerden. Ve tam da o anda duydum bir piyanodan çıkan belli belirsiz o notanın seslerini. Dinle. Nefes al. Ve odaklan. Son bir çabayla sıkı sıkıya tuttuğum boruların yardımıyla kendimi aşağı doğru indirmeye devam ettikçe giderek artan notaların eşsiz dokunuşu, bu kör çıkmazdaki tek rehberimdi. El yordamıyla kapağın bulunduğu dikdörtgen birimindeki açıklığı bulduğumda sevinçten ağlamak istedim ama göz yaşı kuruluğum buna izin vermedi. Vakit kaybetmeden sırtımı duvara yaslayarak kendimi küçük bölme içerisine sıkıştırdım ve ayağımdaki sert botlarla kuvvetle metal kapağa vurmaya başladım. Üçüncü denememde kollarım neredeyse kendimi taşıyamayacağım noktaya gelmişken metal kapağın mandalı kırılarak geriye savruldu. İçeriye dolan temiz hava sevinçten gülümsememi sağlarken kulaklarım artık insanın ruhunu okşayan ruhani bir etkisi olan notaları artık daha net duyabiliyordum. Kendimi açılan kapaktan dışarı atmamla yuvarlanarak tamamen bitik bir halde sırt üstü yere uzanmam bir olmuştu. Bir süre sadece olduğum yerde kaldım ve Fransız besteci ve piyanist Erik Satie’nin bestelediği Trois Gymnopédies adlı piyano kompozisyonunun son senfonisini dinlerken daralan nefesimin düzelmesini bekledim. Soluklanmam bittiğinde doğrularak elimde ne olduğunu öğrenmek için çevreme bakındım. Bir pencere, en ufak bir çıkış yolu aradı gözlerim ama yoktu. Oditoryumun sahneye bağlanan alanlardan birinde olduğumu anlamam uzun sürmezken yaklaşık üç kat aşağı düştüğümü idrak etmek beni afallatmıştı. Eh, hiç yoktan hala tek parça halindeydim. Bu da bir şeydi. Kimseye görünmeden girip ihtiyacım olanı alıp çıkma planı yatmıştı tamamen. Bunu görebiliyordum. Artık istememde sessiz sedasız, elimi kolumu sallayarak çıkmazdım buradan öylece. Bir şeyler yapmam gerekiyordu. Yüzümü ellerimin arasına alarak düşünmek için kendime zaman tanıdım. Düşün, düşün, düşün. Gösteri bitene kadar burada bekleyebilir ve herkes gittiğinde buradan çıkmanın bir yolunu bulabilirdim. Ama bu seçeneği iki ihtimal düşürüyordu. Bunlardan ilki bu akşam bulunmam gereken sinema salonunda film bitimine dek geri dönemeyecek olmamdı. Bir diğer ihtimal ise Tanju Önler’in peşime düşüp beni saklandığım delikten çıkarmasıydı. Eğer arkamda bıraktığım o faili meçhul cesedi şimdiye dek bulduysa yanına aldığı kolluk kuvvetleriyle beni enselediklerinde üzerimde bir cinayet şüphesinin oluşması da cabasıydı. Kilit benim. Bu seçeneği hızla kafamdan attım. Buradan çıkmanın bir yolu olmalıydı. Kafamın içinde beliren oditoryumun kabataslak bir krokisi gözümün önüne getirmeye çalıştım. Düşün, düşün, düşün. Bana en yakın kaçış yolu, sahneyi kulisten ayıran arka perdenin diğer tarafında kalıyordu. Kapana kısıldığım bu yerden oraya geçmem için yüzlerce kişilik bir seyircinin gözlerinin üzerinde olduğu sahnenin içinden geçmem gerekirdi. Gözlerimi yeniden araladığımda bir yangın alarmına buldum kendimi. Anahtar da. Belki de bir miktar kargaşa yaratırsam, odak bambaşka bir noktadayken buradan çıkabilirdim. Yüzümü ekşittim. Berbat ötesi bir fikirdi. Ama elimdeki tek şeydi. Üzerimdeki personel kıyafetlerinden bir çırpıda kurtularak, bölmeye atlamadan önce bileğime doladığım çantama attım. Ardından çantamdan çıkardığım kırmızı atkımı peruğumun üzerine çıkararak bir eşarp gibi başımın etrafına sardım. Az sonra başlatacağım kaosa rağmen sahneye fırladığımda arkamda olabildiğince az görgü tanığı bırakmak istiyordum. Derin bir nefes alıp yangın alarm butonun yer aldığı plastik kapakçığı dirseğimle kırdım. Bir an için bu anlamsız geceyi lekeleyerek onun sanatına gölge düşüreceğimin vicdan yükünün ağırlığını düştü kalbime. Ama dedim ya, sadece bir andı. Ardından “İşte başlıyoruz,” diye fısıldadım ve acil durum anında tüm salonun yangın vanalarını aktive eden butona basarak oditoryumu karanlığa gömdüm. Bir koro halinde yükselen şaşkınlık nidaları salonu etkisi altına alırken piyanodan yükselen notalar tamamen sönümlendi. Salondan yükselen sesler bir karmaşaya evrilirken sahnenin ön perdesinin toplandığı noktaya geldiğimde henüz aradan birkaç saniye geçmemişti ki piyanist bir tökezleme yaşamış gibi kaldığı yerden besteye devam etmesi beni ve karmaşanın hâkim olduğu salonun geri kalanın bozguna uğratmıştı. İçerisi zifiri bir gece kadar karanlıktı. Buna rağmen o piyanonun başında her kim varsa tek bir notayı kaçırmadan besteyi eksiksiz olarak çalmayı sürdürmesi bir fırtınanın hâkim olduğu zihnimde tek bir kelimeyi uyandırdı. Kör uçuş. O, her kimse, piyanonun başında yaptığı bu şeyin; bir pilotun karanlığın ve sisin içinde yalnızca uçuş aletlerini kullanarak uçuş görevini yönetmesinden farkı neydi? Durup onu dinlememek için kendimle ufak çaplı bir savaş vermem gerekti. Ama yangın vanalarından sağanak bir yağış gibi üzerimize boşalan suyun sesi feryat figan koltuklarını terk etmek için hareketlenen seyircilerin yarattığı gürültünün arasında kaybolurken daha fazla beklemedim. Hızla sahneye fırlayıp hala devam eden gösterinin sergilediği sahneye daldım. Varlığımı sezimlermiş gibi bir anda gözleri benim olduğum tarafa dönerken karanlığın içinde beni görmesinin imkânı olmadığını biliyordum. Ama karanlığa alışan gözlerim piyanonun üzerine eğilmiş bedenini belli belirsiz seçebiliyorken bir an bile duraksamadan kendimi, arka sahne perdesinin diğer tarafına attım. Piyanodan yükselen notalar sona yaklaşırken kuliste adete ayaklarım yere değmeden koşuyordum. Afterglow’da eğitim gördüğüm dönemlerde dans provalarından kaçıp saklandığım gizli bir yerim vardı. Ne zaman kafam atsa, boğulacak gibi hissetsem provaları asıp oditoryumun ikinci katında yer alan ses kontrol odasına kendimi atar ve yukarıdan görünen dünyayı karalardım defterime. Sonra bazen o da gelirdi yanıma, benimle yalnızlığı paylaşmaya. Sonra… Sonrası yoktu. Yüksek tavanlı kulisin bitimindeki iki katı birleştiren dairesel biçiminde dev vitray cam, önümde belirdiğinde durdum. Müzik ekipmanlarının taşındığı büyük alüminyum sandıklardan en hareket ettirilebilir ağırlıkta olanı, ışık köprüsünün uzantısı olan demirin altına çektim. Oyalanmadan sandığın üzerine çıktım ve saçıma örttüğüm kırmızı atkımı çıkardım. Atkının bir ucunu, yukarıdan geçen demir iskelenin üzerinden geçirmek için yukarı doğru fırlatmaya başladım. Kollarımdaki güç giderek çekilirken sonunda atkıyı demir iskeleden geçirmeyi başardığımda bitmiş bir haldeydim. Alnımda birken teri silerken “Dur!” diye kükreme duydum arkamdan. Seni bilmek isterdim ama durmazdım. Sıçrayarak demir iskelenin iki ucundan sarkan atkının iki ucunu yakaladığımda “Hey, sana diyorum!” dedi bir kez daha. Kendimi yukarı doğru çekerek bacaklarımı bir çırpıda demir iskeleye doladım. “Gecemi mahvettin!” dedi dişlerinin arasından hesap sorarcasına. Hemen arkamdaydı. Kafe-kiriş iskeletin boşluklarından tutunarak kendimi aralıklı platformun üstüne attığımda, arkamdan uzanan eli demir iskeletin etrafına doladığım atkımı yakaladı. Tutmak için uzansam da atkım çoktan gitmişti. Aşağı atlayıp yere düşen kırmızı atkımı havaya kaldırdı. “Bunu mu istiyorsun?” Sende kalsın. Arkamdaki vitray camın boyamalarından kırılarak geçen ay ışığı huzmesi, üzerimizde kırmızının hâkim olduğu bir desen oluşturuyordu. Kırmızı ışığın altında yüzünü belli belirsiz seçebildiğim piyanistin, ters ışık yüzünden beni göremediğini biliyordum. Kaçmayı planladığım açıklıktan sızan beli belirsiz bir rüzgâr, saçımdaki bağdan kurtulan tutamlarda dalgalandırırken “Kimsin sen?” diye sordu. Kimdim ben? Ben, Lalin Enva'ydım. Onu, sekiz yaşındayken sağanak yağışlı bir kış gecesi öldürdüm. O, yağmuru çok severdi ama o karanlık geceden sonra yağmurdan nefret etti. Onu unutmadım. Kimim ben? Ben, Gece Kayadelen'im. Sekiz yaşında bir trafik kazasında hayatını kaybeden Gece Kayadelen'e, Lalin Enva’nın yağmurdan nefret ettiği o yağmurlu gecede can verdim. Onu yaşattım. Ben, Kayadelen ailesinin kabul gören tek varisinin bundan yaklaşık on iki yıl kadar önce geçirdiği trafik kazasının ardından, Lalin Enva adındaki asli kimliğimi terk ederek hayatımı mahveden o kazada hayatını kaybeden Gece Kayadelen’in yerini alan kadındım. Ben Gece Kayadelen’in bu hayattaki tam zamanlı dublörüydüm. Burası, Bora Kayadelen adındaki bir gösteri ustasının yarattığı yalanlar sahnesi. Ve ben sadece bu sahne sergilediğim metot oyunculuyla dünyanın geri kalanını aldatan bir hilekârım. Her yeni doğan gibi seçim şansı sunulmadan doğduğum an bana verilen Lalin Enva adında ve ikincisi önüme bir seçim şansım varmış gibi sunularak dayatılan Gece Kayadelen adında iki kimliğim vardı benim. Onlar hiçbir zaman bana ait olmamışlardı. Ama ben, ikisini de kabul ettim. Üzerimde başkasına ait bir hırka gibi eğrelti duran bu iki kimliğimi hiçbir zaman tam anlamıyla benimseyemesem de tek bir bedene sıkıştırılmış iki ruh gibi birbirinden haberdar aynı zamanda da bağımsız iki bilincim vardı benim. Eğer buradan sağ çıkmak istiyorsam gerçekte kim olduğumu ve kime sadık kalmam gerektiğini unutmamalıydım. Ama ben, bu sahneyken ne ikisi birden olabiliyordum ne de her ikisini de o sahnede bırakıp gidebiliyordum. Her masalın, bir iyisi ve kötüsü vardır. Serüven boyunca, bu iki taraf arasındaki çatışmayı okuyup sonunda da iyilerin kazanmasıyla kapatırız kitabın kapağını. O, halde kim oluyorum bu hikâyede ben? Arakamı döndüm ve geçmişte aldığım dans derslerin hakkını vererek, aralıklı boşlukların bulunduğu kafe-kiriş iskeletin üstünde bir cambaz gibi sarsılmadan geçtim. Arkamdan bir kez daha seslendiğini duydum. Gösterisini mahveden bu sanat katilinin kim olduğumu bilmek istiyordu. Ona asla söylemeyeceğim, kendimle mezara götürmem gereken bir sırdı bu. Eski halk masallarında anlatılan Külkedisinin cam ayakkabılarını kaybetmesi gibi kırmızı atkımı onda bırakıp tek kelime etmeden gösteriye katılan diğer konukların arasına karışacağım ses sistemi kontrol odasına açılan boşluktan geçerek gözden kayboldum.
|
0% |