@sadecehazan
|
ӕ
~ Öyle ya da böyle tüm savaşlar yenilgiyle biter.
GÖRSEL İKİZ Gece çöktüğünde yatağa başınızı huyuz içerisinde yaslamanıza mâni, bilinç altınızın kahpe evlatlarıyla bir emzirilmiş kabuslarından kendi çığlıklarıyla uyanan bir insana başını yastığı huzur içinde yaslamak bile engel teşkil ederdi. Çoğu zaman ne gördüğümü hatırlamayacak kadar bulanık olsalar da gözlerimi her kapattığımda kendimi bir başka kâbusun pençesinde bulmak uykusuz geçen günlerimin kısa bir özetiydi. Gün algımı yitirmememdeki tek etken, tan vaktiyle aydınlanan günün geceye kavuşmasıyla gökte beliren sönük yıldız ışkılarıyken benim için dünün bugünden hiçbir farkı yoktu. Uykusuz geçen günlerimin emarelerini taşıyan gözlerimle önümde duran aynaya bakarken yansımamda kendimi değil, yalnızca tanıdık bir yabancıyı görünüyordum. Yağmurun yıkım getirdiği bir kış mevsiminin ortasında, gözlerden ırak kışa soyunmuş bir ağacın çatırdamaya en müsait dalına annesinin çerçöple inşa ettiği yuvadan düşüp donarak ölmüş yavru bir kuşun, yenilmişliğini taşıyan gümüş grisi gözlerim bakıyordu aynadan bana. Dolunay gibi açık bir ten ve buna tezat, belime uzanan gece yarısı saçlarım vardı benim. Zifiri geceyi aydınlatan dolunaya eşlik eden yıldızların göğe başıboş dağıldığı gibi çiller yayılmıştı burnumun üzerinden göz altlarıma doğru. Kızıla çalan gözlerim beyazı uykusuz geçen günlerimi ele verirken, üzerime çöken yorgunluğu külden bir tabakaymışçasına silkelenerek atmaya çalıştım ve yarım kalan makyajıma geri döndüm. Kökenleri Kırgız Türklerine dayanan annemin genlerinden nasibini almış gözlerimin dış kısmından şakaklarıma doğru eyelinerı uzatırken orta kısmı boş bırakarak göz pınarlarımdan içe doğru eyeliner çektim. Kırmızı ve kahve arasındaki bir farla göz altlarıma uyguladığım makyaj göz altlarıma doğal bir kızıllık kazandırırken zarar gören sinir hücrelerim yüzünden titremelerini durduramadığım elimi olabildiğince sabit tutmak için diğer elimle bileğime destek oluyordum. Kıvırdığım kirpiklerimin üzerine uyguladığım maskarayla birlikte son bulan göz makyajımın ardından günlük hayatta sıklıkla uyguladığım makyajımın son adımı olan kırmızı rujumu dudaklarımı yedirmeye koyuldum. Tak tak tak. Ansızın odamın kapısının çalınmasıyla dikkatim tepetaklak olurken bununla eş zamanlı olarak hissizleşen sinir hücrelerim parmak uçarımın işlevini yitirmesine mahal verdiğinde, rujum ellerimin arasından kayıp gitmiş ve elbisemin üzerine düşüvermişti. Anne rahimden koparılan bir bebeğin feryadı gibi tek bir soluk koptu ciğerlerimi kimsesiz bırakan. Hissizleşen ellerime komut vermek için çabalarken bedenim kaskatı kesilmiş ve boğazım düğümlenmişti. O esnada kapımdaki kadın “Gece Hanım?” diyerek bana laf üzerinde gösterdiği bir saygıyla hitap ederken talep ettiği izni almadan odama dalmaya karar vererek kapımı araladığını işittiğimde alevle parlayan gözlerimi oraya çevirdim. “Müsait değilim.” Nezaketi bir kenara bırakacak olursak, defol. “Ama misafirleriniz-” “Sana hemen çık dışarı dedim!” Bağırıyordum. Eğer ellerim o dakika üzerine düşeni yapsaydı, akşamımın yanında elbisemin mahvolmasına da sebep olan kadını odamdan kovmak için onun aylık maaşına eşdeğer rujumu kapıya bile fırlatabilirdim. Ve böylece kendimden nefret etmeme sebep olan şeyler listesine bir yeni madde daha eklerdim. Hiçbir şeyin bir önemi yoktu. Ellerimin bir kez daha ne denli işe yaramaz olduklarını bana hatırlatırken, bu akşam beni nelerin beklediğini bilmemenin verdiği gerginliğim giderek hat safhaya ulaşıyordu. Emrivakilerden hoşlanmıyordum. Gözlerimi kapatarak içimden birden ona kadar saymaya koyuldum. Ve saat sekize on kala, kendime bir yalan daha söyledim. Bu akşam yemeğin hiçbir önemi yok. Ellerim yeniden eski vasatlığına dönerken gözkapaklarımı usulca aralandı. Aynadaki yansıma diktiğim gözlerim yüz hatlarım üzerinde dolanmaya sil baştan başlarken bu defa daha derindi bakışlarım. Sanki tüm kusurlarımı, saf çıplaklığıyla görmek ister gibi derin derin bakıyorlardı gümüşi gözlerim. Kasvetli bir gece yarısını andırıyordum. Tıpkı Gece gibi görünüyordum. Sekiz yaşımdan beri onun gibi görünmek için elimden gelen her şeyi yapıyordum. Ama ben Gece değildim. Ben sadece onun bir taklidiydim. Aslının akıbetini sorgulatmamak, onun yokluğunu aratmamak için buradaydım. Rol yapıyordum. Rol. Varlığım, duruşum, sözlerim, hislerim, kimliğim, görünüşüm... Hepsi can verdiğim karakterin bu oyunda bana düşen rolünün bir parçasıydı. Gerçek değildi. Gerçek değildim. Sahteydim. Gümüşten yapılma bir mücevher gibi cevahirciye sunuluyordum ama aslında değersiz bir metal parçasından imitasyondum. Yalandım. Gece yarısında balkabağına dönüşen külkedisinin faytonu gibi yalnızca son mumum yatsıda sönene kadar vardım. Ben hiç kimseydim. Fiziksel açıdan ona benzeyebilmem için küçük bir kız çocuğuyken bıçak altına yatırıldığım sayısız estetik ameliyatları benden olduğum kişiyi alıp yerine bir yabancıyı bıraktığında, ben o ameliyat masasında kalmıştım. Akıntısına kapılıp gittiğim düşünce batağından, beni çekip çıkaran arazinin içinde hareket halinde olan bir arabanın sesi olurken aynadaki yansımam, göz bebeklerim irileşmesine şahitlik etti. Panikle yerimden fırlayıvermemle geçtiğimiz pazardan kalma çürüklerden geçilmeyen koluma dikkatsizliğimin eseri olan bir yenisini daha bahşettim. Sızlayan kolumu ovuşturarak çatı katındaki odamın mimarisinden ötürü üçgen biçiminde tasarlanmış estetik pencereye ulaştım. Yeşilliklerle kaplı geniş bahçeyi ikiye bölen patikanın sonundaki araç girişinden, gösterişli mimariye sahip eve doğru ilerleyen son model Lexus’un plakasını bu mesafeden okumak mümkün değildi. Ancak SUV sınıfı araç, onun bizim garaja ait olmadığını açıkça ele veriyordu. “Siktir,” diye mırıldandım. Beş dakika. “Siktir kere siktir!” En fazla beş dakikam kalmıştı odadan ayrılıp Bora Kayadelen’in pek de sevgili olmayan misafirlerini ağırlamak üzere aşağıda hazır olmam için. Geç kalmazdım çünkü bunu adına yapılmış bir hakaret olarak kabul ederdi. Koşar adım yatağım ucuna giymek üzere bıraktığım topuklularıma doğru atıldım. Topukları YSL’in logosuyla tasarlanmış burnu sivri, siyah ışıltılı botları ayağıma geçirmek üzere eğildiğim esnada kumaştan elime bulaşan kırmızı lekeye, dilimin ucuna gelen tüm küfürleri ardı ardına sıralamak istiyordum. “Sema!?” Topuklularım üzerinde makyaj masasına doğru topuklularım üzerinde ilerlerken şansımı tekrar denedim. “Sema kapıda olduğunu biliyorum?” Her zaman orada olurlardı. Bana hizmet etmek için değil, hayatıma dair her şeyi bilmek isteyen Belgi Kayadelen’e, özel alanımı ihlal ederek öğrendikleri tüm sırlarımı iletmek için varlardı. Bora Kayadelen, böyle ucuz numaralarla uğraşmadı. O ustalıkla oynardı. Temiz makyaj mendillerden biriyle elimdeki kirden hızla kurtmuş kadife eldivenlerimi ellerime geçirirken, genç kadının aynamdaki yansıması gözüme ilişti. Siyah boru paça pantolonunun üzerine giydiği bedeni saran beyaz kazağının önünde bağladığı elleriyle arkamda dikiliyordu. “Adım Sema değil, Sima efendim.” Ne hoş! Ama bak benim adım da Gece değil Lalin, Sima’cığım onu nasıl yapalım? Kaşlarım istemsizce çatılırken “Az konuş, çok çalış Seda.” diyerek, sergilediği laubali tavırlarından ötürü onu, soyadıma yakışır bir üslupla azarlamaktan kendimi alı koymadım. Mücevher kutusundan aldığım elmas işlemeli küpelerimi takarken, “Bana temiz, şık bir elbise bulsan iyi edersin Suna, yoksa kendimle beraber seni de o merdivenlerden aşağı yuvarlarım.” diye kadına boş bir tehdit savurdum. Korkunç bir karaktere sahip olabilirdim ama henüz o kadar ileri gidecek potansiyeli kendimde bulamıyordum. Onun daha ben söylemden çoktan sorunu anlayıp harekete geçtiğini de aynadan görebiliyordum. Adının Sima olduğunu öğrendiğim çalışanımız, odanın kıyafetler için ayrılan geniş bölümünden elinde siyah bir elbiseyle hızla ayrılıp arkama geçtiğinde dağılan rujumu düzeltiyordum. Üzerinde bir hilal işlemesi olan gümüş tokayla topladığım saçlarımın bozulmaması için elbisemin fermuarını aralamaya koyulduğunda kollarımı indirip, kumaşı bedenimden ayırmasına izin verdim. Sima, seçtiği degaje yakan saten elbiseyi benim de iş birliğimle beraber ayaklarımdan kolaylıkla geçirip el çabukluğuyla omurlarıma çıkardı. Dizlerimden birkaç santim aşağıya uzanan eteğinin sağ tarafından yukarıya tırmanan derin bir yırtmacı olan elbisenin sardığı bedenimin aynadaki görünümüne bakarken “Her ne kadar o yemeğe katılmaktansa kendimi merdivenlerden seninle atmak daha cazip gelse de,” diye başladım söze. Hafifçe yan dönerek elbiseye zarafet katan sırt kısmında çapraz yapan ince gümüş zincirlere hayranlıkla incelerken “İyi seçim Sima’cık.” diyerek tamamladım sözlerimi. Aynanın önündeki parfümümden boynuma ve bileklerime benim için sıkarken “Konuklarınızı bekletmeyelim.” demekle yetindi. Topuklarım üzerinde dönerek onu arkada bırakmadan önce geriye doğru uzanıp yemek masasında bulundurmamın kesinlikle yasak olduğu telefonumu yanıma aldım. Kafamın içinde başlattığım kronometre hızla sıfıra yaklaşırken çatı katına ayrılan odamdan, zemin kattaki yemek salon inen üç katın merdivenlerini hızla kat etmeye başladım. Basamakları hızlı hızlı ineceğim derken adımlarım birbirine dolanıp, iki kere düşme tehlikesi atlatsam da tek parça halinde giriş holüne açılan ihtişamlı merdivenin başına başarıyla ulaştığım, geçmişten gelen tanıdık bir sesin “Gece kızımız yok mu?” demesiyle ayaklarımın altındaki zeminin sarsıldığını hissettim. Zaman, tepetaklak edilen bir kum saatiyle birlikte olağan akışın aksi yönüne dönerek beni, bundan saatler öncesine sürükledi. Öğleden sonraydı. Yatağıma yüzükoyun uzanmış Jane Austen okurken kafamın içi bir kutu antidepresan almışım kadar sakindi. Günün çoğunda kafamın içinde dönen tilkilere o kadar alışkındım ki bu sessizlik, bir paragrafın orta yerinde ya da bir sayfadan diğerine geçerken aniden beni dehşete düşürebiliyordu. Sürükleyici bir roman okurken her ne kadar kendimi bir ormanın orta yerinde kalmış gibi savunmasız hissetmem de bu hissiyatı seviyordum. Çünkü yalnızca kurgusal romanlar gerçeklikten kurtulmama yardım ederek, sis ve duman kaplı bir gökyüzünde bana nefes alacak boşluk açıyorlardı. Satırları arasında kaybolduğum romanın, beni içine hapsolduğum bedenden sıyrılarak çıkardığı zihinler arası yolculuğun ortasındayken, odama çat kapı gelen çalışanımız; annemin, bana babamın misafirleri olduğunu ve akşam yemeği için saat sekizde giriş katındaki yemek salonunda olmam gerektiğini söylediğini ilettiğinde akşam için bizimkilerle yaptığım tüm plan alt üst olmuştu. Yemeğin bana sadece birkaç saat öncesinde haber verilmesinin yanı sıra misafirlerimizin oluşu bir çalışan tarafından iletilmesi, dışarıdan bakıldığında her ne kadar organizasyonun ayak üzeri alınmış bir karar doğrultusunda gerçekleşiyor gibi görünse de kafamın içindeki o her taşın altında bir bit yeniği arayan tarafa engel olmak mümkün değildi. Çok katılmıştım Kayadelen ailesinin gösteriş için düzenlediği akşam yemeklerine. İş için bir araya gelinirdi ama iş konusu açılmazdı o masada. Çünkü sözde önemli olan bir arada olmaktı, böyle önemsiz şeylerin konuşulacağı yer değildi yemek masası. Konuşulan konular belli eksenler etrafında dönerdi. Çapı belliydi. Konular sabiti, konumlarsa değişkeni olurdu akşam yemeği denklemlerinin. Değerler değişken olabilirdi ama hiçbir zaman Kayadelen malikanesi o değişken değerlerden birisi olmamıştı. Çünkü bu en başta onun karşı olduğu bir görüştü. İşte, bu akşamki yemeğin bir öncekilerden bambaşka bir amaçla düzenlendiğini düşündüğüm ilk an da bu olmuştu. Bir diğeri ise içinde bulunduğum, ağırlaşarak seyri değişen bulunduğum andı. Son ana değin hiç kimse bu akşamki misafirlerimiz kim olduğu hakkında bana bilgi verilmemişti. Bense bu yemeğin önemi olmadığı yalanıyla kendimi kardırmakla o kadar meşguldüm ki kimseden bu konu hakkında bilgi istemeye yeltenmemiştim. Ve şimdi, kanlı bıçaklı olduğum Havas ailesi tam karşımda duruyordu. Oysa tahmin etmem gerekirdi. Daha kaç gün olmuştu ki? Havas ailesine ait Afterglow Sanatevi’nde, Hüma Albay’ın anısına düzenlenen resitalinin onur konuğu Bora Kayadelen’in fotoğraflarının, son dönemlerin en çok rağbet gören çevrimiçi gazetesi Milenyum’a, ‘YENİ BİR ORTAKLIK MI DOĞUYOR?’ başlığıyla düşen haberde İdris Havas ve Bora Kayadelen isimlerini yan yana göreli? Almila bana anonim bir kaynaktan alınan bilgiyle herhangi somut bir dayanağı olmadan çıkan bu haberi gösterdiğinde, doğru olabileceğine o kadar ihtimal vermemiştim ki ona Milenyum’un asılsız haber yaparak kendi sonlarını hazırladıklarını söylemiştim. Arkasını soruşturmamıştım. Sorgulamadan reddetmiştim. Fena yanılmıştım. Ve beni en çok dehşete düşüren tam olarak hangisiydi seçemiyordum. Bir dakika geçti. Belki de daha fazlası. Vücudum hareket işlevini kaybetmiş gibiydi. Sadece bir anlığına düşündüm. Sonuçları ne doğuracaksa doğursun, kimse beni görmeden yukarıya kaçabilir ve bir zaman canavarların sakladığına inandığım yatağımın altına saklanabilir miydim? Adımlarım geriye düştü. Topuk sesimi yakalayan bir çift kulak, eylemlerimi sezdi ve dik omuzlarından yana düşen kolunu hareket dahi ettirmeden yalnızca elini kaldırarak beni olduğum yere mıhladı. Benim dışımda onun bu hareketini kimsenin görmediğine yemin edebilirdim. Yutkundum. Nabzımı kontrol altına almaya çalışırken, konuklarımıza “İdris Bey?” diye seslendiğimde ucuz bir gençlik filminden fırlama bir sahne gibi tüm gözler merdivenlerin yukarısında akbaba dikilen beni bulduğunda dilimi sertçe ısırdım. Her bir çift gözün ardında saklanan yargı dolu bakışlar boynumu bir ipe geçirirken, yalnızca Bora Kayadelen’in otoriter bakışları altında ezilen benliğimin yakarışları vardı kulaklarımda. Terkedilmiş bir evin duvarlarında yankılanan yakarışlarımı, sadece ben ve kendimden bir parça kabul ettiğim ikinci kimliğim duyuyordu. Dalgındım. Benlik değildi. Ve benim için hiç iyi değildi. Kendine gel, Gece. Bu sen değilsin. Gözlerime ulaşmayan koca bir gülümsemeyle az önce yaldır yaldır indiğim merdivenlerden zemin kata bir kraliyet mensubu edasıyla süzülerek inerken, bir taraftan da gecenin sonunda gecikmemin doğurabileceği sonuçlardan kendimi kurtarabileceğim bir yol arıyordum. Düşün Lalin, düşün. Aklımdan geçen düşünceler, arka bahçenizdeki ormanın içinden geçen nehrin fırtınalı günlerde olduğu gibi hızla akıp giderken kalp atışlarım, o nehrin sıradan bir günde olduğu gibi sakin ve durgundu. Kafamın içi böylesi bir düşünce seline kapılmışken beden dilim ve kalbim akıllara durgunluk verecek kadar sakin olmasının nedeni yıllardır bir yalanla nefes alıp başka bir yalanla o nefesi vermemdendi. Kendime ait sakin bir hayatın umut kırıntılarıyla yaşamın düşüne tezat, kendimi fazlasıyla o durumların ortasında bulmamdan olsa gerek kriz yönetimi konusuna akıl uçurtacak türden olmasa da hatırı sayılır bir kabiliyetim vardı. Kanımda yoktu belki ama gerektiğinde baskı altında da doğru kararlar almak yetiştirilme şeklimin doğasında vardı. Bu yüzden derin bir nefes aldım ve sükunetle, karşımdaki Rönesans vari tabloya bakarak onu kafamın içinde analiz etmeye koyuldum. Ellilerine merdiven dayamış İdris Havas’a yüzüğü ikinci kere takmayı başaran yirmili yaşlarının sonlarındaki Sumru Havas, eşinin hemen solunda duruyordu. Magazin sayfalarından uzun süre düşmeyen evlilikleri aracılığıyla yüzüne aşina olduğum genç kadının vücudunu saran gece mavisi elbise, metreler öteden ben pahalıyım diye bağırmak dışında, ona şöyle üstünkörü baktığınızda bile size hamile olduğu açıkça beyan ediyordu. Bir tarafımım İdris Havas’in sihirli spermleri hakkında arsız düşüncelere kapılırken diğer yanım iki oğluna olmadığı babayı, bu defa olmayı başarabileceğinden şüpheliydi. Ne de olsa o İdris Havas’dı. Onun, nasıl baba olunduğu hakkındaki cehaleti, nasıl çocuk yapıldığı hakkındaki şanından önde yürüyordu. Hakkını vermek gerekirdi. Üç farklı kadından olmak üzere üç çocuk ve iki yüzük sığdırmıştı koca ömrüne. Sumru Havas, düşük topuz yaptığı küllü sarı saçlarından firar eden bir tutamı kulağının arkasına iterken kabanını teslim ettiği çalışanımızla göz göze gelmesi üzerine ona minnet dolu bir gülümseme bahşetti. Bingo! Hanım hanımcık bir kız gibi “Geciktiğim için üzgünüm, hoş geldiniz.” demiştim merdivenlerin sonuna ulaştığımda. Çalışanımız bu defa da İdris Havas’a yönelip onun kabanını teslim alma girişiminde bulunduğunda elimi kaldırıp onu durdurdum. İyi aile kızı edasıyla Sumru Havas’a “İzninizle?” diyerek ondan aldığım baş izninin ardından eşinin kabanını teslim almaya koyuldum. Ve tam da bu anda İdris Havas’ın arkasında kalan karaltıyı dokundu bakışlarım. Göz göze geldiğimiz o küçücük zaman diliminde, gözlerim beni aldatarak onun tanıdık simasını bir hayaletin suretine kaynaştırırken sadece birkaç saliseye sığan bu göz yanılsaması beni bir suyun altına iterek çığlılarımı ve kulaklarımı sağır bıraktı. Aklımın benimle oynadığı zalim oyun son bulurken hayalet ortadan kayboldu. Ve geride, onun tanıdık simasını taşıyan yüzün üzerimdeki kin yüklü bakışlarını bıraktı. Koca cüssesine rağmen o ana kadar varlığının bile fark etmediğim biricik babasının ardında kalan Asır Havas’ın kuzguni gözleri, iki yüzlülüğü bana göstermek istercesine gümüşi gözlerimi delip geçerken, kızgın bir lava dokunmuşçasına bakışlarım hızla ondan kaçtı. Onun salonumda ne işi vardı? Sakin kalmaya çalışarak geri çekildiğimde Sumru Havas, dağları delmişim gibi büyük bir hayranlıkla “Ah, ne büyük incelik!” diyerek küçük şovuma alkış tutmasına karşın kalabalığın sessizliğinden, iyi-aile-kızı rolünün üzerime kalıp, kalıp büyük durduğuna yemin edebilirdim. Kendimi burnunun üzerinde top çeviren bir fok balığı gibi hissetmeme sebep olsa da ona mütevazı bir bakışla karşılık vermeyi eksik etmedim. İdris Havas’ın gözümden kaçmayan bakışların takibinde Asır elindeki hediye paketini, Belis Kayadelen’in kendisi de dahil olmak üzere Bora Kayadelen dışında bu çatının altında bulunan herkesin annem olarak bildiği kadına doğru uzattı. “Bu sizin için, babamdan. ” Aslında sadece ufak bir bakıştı. Ama o an anladım ki ikimizin de ortak sorunu, bizim adımıza kararlar alıp hayatlarımızı kontrol altında tutmasına sesimizi çıkaramadığımız hemen yanı başımızda duran otoriter baba figüranlarıydı. Belki güne başlarken bu akşam için ikimizin de başka planları vardı. Ama işte ikimiz de buradaydık. Olmayı son isteyeceğimiz yerde. Yan yana. Yüzümü buruşturdum. Bu iki kelime beni fazlasıyla irrite etmişti. Ona da kendime de bir iyilik yaparak akşam boyunca onunla bir daha karşı karşıya gelmemek üzere göz temasını kestim. Belis Kayadelen, paketin içindeki plağı gün yüzüne çıkarırken hüzünle dolan gözleri ve kalbinin olması gereken göğüs kafesi boşluğuna giden eliyle bu hediyeden oldukça etkilenmişe benziyordu. Geçen ekim toprağa verdiği annesi, yüksek sosyetelerden Hüma Albay’ın, sanata olan katkıları bugün bile halen dillerden düşmüyorken plaklara olan ilgisi hakkında bilgi sahibi olan sayılı insan olduğunu söyleyebilirdim. Takdir etmem gerekirdi. İdris Havas dersine çalışıp da gelmişti. Ama sanki tüm dünya bana düşmanmışçasına insanların eylemleri ve sözleri ardına saklanmış gerçeklerle saklambaç oynamayı seven düşünme tarzım, o bahsi geçen sayılı insanın aileye yakın kesimler olduğunu kulağıma fısıldadı. Bu armağanın, biz aileden biriyiz demenin sözsüz, ince düşünülmüş bir yolu olabileceğine dikkat çekercesine. Akşam yemeğinde misafirlerimiz olduğunu öğrendiğim andan itibaren içimden atamağım huzursuzluk içimde bir çığ gibi büyüdü. Öylesine ayak üzeri verilmiş bir söz değildi bu, aksine yüksek mertebelerce enine boyuna düşünülerek alınmış bir karardı. Duruma uyandığında kaçacak bir deliğim olmasın diye ince ince örülmüştü tüm yollarıma barikatlar. Celladımın boynuma ağır ağır doladığı urganı hissedebiliyordum. Ama olanlara dur demek yerine, bir kez daha hayatım boyunca yapmaktan en nefret duyduğum şeyi yapıyor ve susuyordum. Karşılama fazlı sona ermesiyle yüksek tavanının başımı döndürdüğü giriş holünü terk ederek, kimseciklerin uğramadığı yalnızlıklarla dolu salona açılan kapıdan geçen sürüyü en arkadan izledim. Kendimi kendi ölümüne yürüyen bir kurban gibi hissetmekten alıkoyamadım. Benim aksime, birkaç adım ötemdeki Bora Kayadelen kendinden öyle emin adımlarla yürüyordu ki sanki arkasına döndüğümde bile gitmeyi denemeyeceğimi biliyordu. Bak Lalin seni bir eve ya da birine bağlayarak elini kolunu bağlamaya artık gerek duymuyor. Çünkü öyle ya da böyle ona itaat edeceğini biliyor. Öyle emin ki kendinden gözlerini üzerimden ayırmakta lüzum görmüyor. Tam da arzuladığın gibi baksana onun için tehdit olmaktan çıkmışsın. Şeytan katıla katıla güldü. Söylesene, inanacak mısın bu yalana da? Onu yanıltmayı istedim. Kapıyı çekip çıkarak ona, onun da yanılabileceğini göstermeyi istedim. Böylece onun sarsılmaz adımlarını sarsabilir ve bir kez de olsa tökezlediğini görebilirdim. Ama bunu yapmadım. Yapamazdım. Çünkü o tren saatler önce kaçmıştı. Artık ne kadar istesem de buradan gidemezdim. Çünkü bir şeyler oluyordu, hoşuma gitmeyecek ama benim de tam merkezinde olduğuma yeminler edebileceğim kötü şeyler dönüyordu bu evde. Ve ben bunun ne olduğunu bilmiyordum. İdris Havas, envaı çeşit yemekle donatılmış dikdörtgen biçimindeki ahşap yemek masanın etrafından dolanarak masanın ardında kalan alanda sunulan koleksiyona yöneldi. Önünde yan yana dizilmiş şamdanların rustik bir hava kattığı duvara alt alta asılmış av tüfeklerini incelerken gözlerine büyük bir ilgi vardı. “İtalyan üretimi Beretta, yarı otomatik Rus bir Molot ve Avusturya yapımı Steyr.” Kehribar gözleri, av tüfeklerinin üzerinde yan yana konumlandırılmış vaziyette duran doldurulmuş hayvan başlarını bulurken kafasını, takdir eden bir nitelikle aşağı yukarı salladı. “Kaliteli vakit geçirmek nedir bilen adammışsın Bora.” Kanımın çekildi. Bakışlarımı odak noktasından uzaklaştırarak, bir adamın canları zalimce alındıktan sonra bile postları rahat bırakılmayan öldürülmüş hayvanlara bakıp bu katliamı, kaliteli vakit olarak nitelendirdiği bir aktivite olması gerçeğiyle yüzleşmeyi reddettim. Aynen böyle yapmaya devam et, Gece. Bakmışsın, yok oluverir gerçekler sen onları görmüyorsun diye. Bora Kaydelen “Konuya vâkıfsın.” diyerek ona onay verdiğinde, İdris Havas başını kederle indirip kaldı. Ardından bizlere, sanki çok da umurumuzdaymış gibi av tüfekleriyle ilgili olan hikayesini anlatmaya koyuldu. “Babam hastasıydı gençliğinde bu işlerin.” Sözlerine başlamasının ardından Bora Kayadelen’in yemek salonunun duvarına konumlandırdığı ateşli silah koleksiyonunun en nadide parçalarından birine uzanarak dikkatle yerinden indirmişti. Boşta kalan eliyle kısa boylu bir çocuğu bize tasvir ederken “Daha el kadar çocukken öğretmişti bana silah tutmayı.” dedikten sonra “Ava her çıkışımızda alırdı beni yanında, sırtlatırdı tüfeklerini. Kar kış nedir bilmez dolandırırdı sabahtan akşama dağ bayır.” diye devam etti. Tüfeğin dipçiğini omzuna yaslayarak kör bir noktaya hedef aldı. “Bakmayın öyle acımazsız bir baba gibi anlattığıma, kabul sert adamdı asker olmasından gerek.” Tüfeği omuzundan indirmesinin ardından işaret parmağını kaldırarak “Ne yaptığımın bilincini kazanana kadar bir kere bile müsaade etmemişti ateş etmeme.” tamamladı babasına duyduğu hayranlığı gözlerinde taşıyan konuşmasını. Aman ne dokunaklı. İdris Havas, av tüfeğini eski yerine bırakırken Bora Kayadelen söze karıştı. “Ama bak anlatmakla olmaz öyle İdris, farz oldu eski günleri yad etmek seninle. Ahdin var bilirim artık. Bırakacaksın işi gücü bir günlüğüne. Alacağız tasımızı tüfeğimizi ineceğiz arkadaki ormana.” Son sözleri üzerine kulaklarımın şiddetle uğuldamaya başlarken sanki bir silah ateşlenmişti yanı başımda ve ben yoğun gürültüden ötürü işitme kaybı yaşarken olan biteni algılamakta güçlük çekiyordum. Arkadaki orman. Anahtar kelimeleri buydu. Üzerine kilitler vurduğum, bununla da yetinmeyip arkasına eşyalar yığarak sıkı sıkıya kapattığım o kapıyı aralayan. “Ne güzel dedin!” dedi hasretle. “Yapalım bir gün muhakkak.” Ancak Bora Kayadelen, İdris Havas’in vaadiyle tatmin olmuşa benzemiyordu. “Geçiştiriyor musun sen beni İdris? İşini bırakıp, ayrılamayacak mısın yoksa dostuna bir gününü?” “O nasıl kelam? Sözüm söz benim.” Kararsızlıkla duraksadı. “Ama bak nasıl yapalım bilemedim şimdi? Av yasağı var. Ağrıtmayalım başımızı?” “Hayır nedir bilmem ben İdris! Kaçışın yok. Hem av yasağı da neymiş? İyi tanırım ben bu ormanı. Dinle sen beni, tam da mevsimidir şimdi çok da güzel olur.” Av mevsimi. “Sen öyle diyorsa mevsimidir pek tabi.” Bora Kayadelen bu akşam ikinci bir emrivaki daha sıkıştırdı. “Öyle, öyle. Hem bak, alırız bizim gençleri de yanımıza, görsünler bakalım seni tüfeğin omuzunda.” Söz varacağı durağa ulaşırken süratle giden bir otobüsün ani freniyle öne savrulacakmışım gibi ayakta kalmak için tutunacak bir yere ihtiyaç duyan ellerim, ahşap oyması sandalyenin sırtını kavradı. Nabzım kulaklarımda atıyordu. Hayır, diye inkâr ediyordum içimden. Bu gerçekten yaşanıyor olmaz. Bana bunu bir daha yapamaz. İsterse kafama bir silah dayasın, beni bir daha asla arka bahçemizdeki o ormana götüremez. “Ne adamsın Bora? Sen anlattıkça iştahım kabardı vallahi.” “Gidiyoruz o vakit?” “Gidiyoruz, gidiyoruz.” “Eh, haydi sofraya geçelim öyleyse. Daha konuşacaklarımız var.” “Doğru dedin Bora, başlayalım hadi. Hepsi enfes görünüyorlar vallahi.” Hali hazırda yemek masasındaki yerini alan Sumru Hanım dışında kalan bireyler onun komutunu bekliyormuş gibi hep beraber yemek masasındaki yerlerini almaya koyulunca çekilen ve itilen sandalyelerin ahşap üzerindeki sürtünme seslerini birbirine karmıştı. Geriye sadece ben kaldığımda, bedenim ondan beklemediğim bir şey yaptı ve dikkatleri üzerime çekmeden önce bir yere oturmama müsaade etti. Yemekler çalışanlarımız tarafından servis edilirken benim içimde fırtınalar kopuyordu. Onlarsa yemeklerin lezzetli görünmesinden söz ediyordu. Çatal bıçak sesleri havaya karışırken kendi tabağımla ilgileniyormuş gibi görünmek için elimden geleni yaptım. Ancak aniden arka planda çalmaya başlayan plağın sesiyle bir ürperti yayıldı bedenime. Gümüşi gözlerim, av tüfeklerinin asılı durduğu duvarın önündeki ayaklı antika pikabın merkezinde dönen plağa hipnoz olmuş misali takılı kalırken sanki bir hatırlatıcı tesir etmekteydi hafızama. Bundan bir yıl öncesine kadar akşam yemekleri, Kayadelen aile fertlerinin aynı masa etrafında toplanarak Hüma Albay’ın plak koleksiyonundan bir parça eşliğinde önlerine konulan yemekleri sessizce zıkkımlanmaları gereken yazlı olmayan Kayadelen aile kurallarından birisiydi. Aksatılamazdı. Hiçbir koşulda esnetilmezdi. Asla ve kat’a bahanelere müsamaha gösterilmezdi o akşam yemeği masasında. Ancak Hüma Albay’ın beklenmedik ölümünün ardından bazı şeyler değişmişti bu evde. Bunlardan biri de zaman içinde kaybolan akşam yemekleri olmuştu. Önce Hüma Albay, ardındansa onun yasıyla mücadele eden kızı eksilmişti o masadan. Onun ölümünü takip eden günlerin birinde Mehir’in, anneannesinin yanından sandalyesinin çıkarılmasıyla da ben bir daha uğramamıştım o masaya. O, yine bu masada yok. Sen neden buradasın Lalin? Susuyorum çünkü dudaklarım mühürlü ama çığlıklarım yankılanıyor kafamın içinde, duymuyor musunuz? Kulaklarınız sağır değil, gözleriniz de kör. Öyleyse bakın bana, iyice bakın. Tam karşınızda duruyorum, beni neden görmüyorsunuz? Aile falan yok ortada. Ben, Gece değilim. O öleli yıllar oluyor. Ben, sizin kızınız bile değilim. Ama Mehir var, ne kadar reddetseniz de kızınız o sizin. Onu neden hiç sevmediniz? Ait olmadığın bir yerdesin, Lalin. Hak etmediğin bir yerdesin, Gece. Çatalımın başparmağıma gömülen sivri ucu eldivenin üzerinde bir delik açarken sadece canım yansın istiyordum. Böylece ruhumdaki kabuk tutmayan yaralara gölge düşürebilirdim. Masanın baş köşesindeki Bora Kaydelen’in tuzu uzatmamı isteyince, kendi iç hesaplaşmamı uykularımı zindan edeceği gece yarılarına bıraktım. Ellerim gönülsüzce tabağımın yanındaki tuza uzanırken kendimi, öteden beri sergilenen bir tiyatro gösterisinin başka bir perdesinde gibi hissediyordum. Beğendin mi gösteriyi, Gece? Bak, başrolde yine sen varsın. Tuzu ona uzatırken ellerim hakkındaki hasiyetimi bile bile eldivenlerim üzerinden kasten parmak uçlarıma temas etmesi bir uyarı niteliğindeydi. İrkilerek ellerimi hızla geri çektim ve kafamı tabağımdaki bifteğe çevirdim. Çatalımı yemeğe daldırırken gözlerimin ardında süregelen kargaşa hala aklım üzerindeki hakimiyetini sürmekteydi. Türlü felaket senaryoların yazılı olduğu kağıtlar, rüzgarların etkisiyle oradan oraya uçuşurken ihtimaller aklıma bir silah dayıyor ve beni dizlerimin üzerime çökmeye zorluyordu. Ve içlerinden sadece biri bunu başarabiliyordu. Biliyor. Biliyor. Biliyor. Neyin peşinde olduğunu biliyor. Biliyor muydu? Hala görmüyor musun Lalin, bak belli ki yeterince dikkatli değildin ve daha ilk hamlende kıskıvrak yakalandın. Ve şimdi cezalandırılma vaktin. Onları çepeçevre saran kadife kumaşı tanımdan buz kesen parmak uçlarım kıvrılarak masanın altında kalan elim yumruk halini alırken tırnaklarım avuç içlerime gömüldü. Aptal. Aptal. Aptal. Söylesene Lalin, o piyonu ileri sürerken ne düşünüyordun? Ondan izinsiz nefes alabileceğini mi? Yoksa ondan habersiz bir adım atabileceğin yalanına mı kanmıştın? Hayır, duymak istemiyordum bunları. Hakimiyeti süren topraklarda yaşadığın adamın, arkasından iş çevirebileceğini mi sanmıştın? Sus, sus, sus. İnanıyor musun sahiden bir gün bu altın kafesten kardeşini de alıp gidebileceğine? Kapa çeneni! Biri var kafamın içinde bana düşman. Sözleri var, acıması yok. Tanıdığın herkesten daha kötü kalpli. Tek kurşun ve sustur, eğer sen onu yok etmezsen o seni tüketecek günden güne. Boğuluyorum. Nefes al, küçük. Nefes ver, Gece. Kontrolü elden bırakıyorsun. “Omuz ister misin Kayadelen?” Aniden omuzumun üzerinde duyduğum sesle beraber kaskatı kesilirken Asır’ın keyifli gülüşü kulaklarımı doldurdu. Onu yok saymak için elimden geleni yaparken varlığını hatırlatmak için ekstra çaba harcamasının anlamı yoktu zira hemen yanı başımda oturuyordu ve bunu aklımdan çıkarmama olanak yoktu. Hiç pas vermeden tabağımla ilgilenmeye sürdürdüm. Eğer bu akşamı mahvetmek istiyorsa kendi başının çaresine bakabilirdi. Ona mâni olmayacağım gibi bu işin içinde de olmayacaktım. “Dilini mi yuttun, Kayadelen?” Ama belli ki görmezden gelinmek onu durdurmayacaktı. Orta pişmiş etimi bıçakla parçalarken “Benimle konuşma.” dedim yalnızca onun duyabileceği kadar alçak bir tonla. “Pek de misafirperveriz.” dedi kinayeyle. “İstenmediğindendir belki de.” “Ah!” diye bir ses çıkardı sahte bir kırgınlıkla. “Gücendim doğrusu.” Gözlerimi devirdim. Karşılık alamadığında çenesini kapalı tutacağı umarak sözlerinin altında kalmayı seçtim. “Babalarımız başımıza ne çoraplar örüyor sence?” Yine büyükler arasında dönen koyu sohbet sırasında kuruduğu bu cümle kimsenin dikkatini çekmemiş gibi görünüyordu. Bu durum fazlasıyla canımı sıkmaya başlamıştı. Arsız itin tekiydi. Bu oyunu oynamak mı istiyordu? Hır çıkaran kesinlikle ben olmayacaktım. Geriye yaslanıp başımı onun olduğu yöne çevirmeden “Sen söyle,” dedim keyifsizce. “Evimin salonunda olan sensin.” Bir kutu antidepresan almış bir insanın bile tüm sinir sistemini yerle bir eden sinir bozucu bir gülüşü vardı. “Yüzümüze bakacak cesaret bile yok ha, Kayadelen?” Bir kor kadar yakıcı sözlerini işitmemle masanın üzerine indirdiğim bakışlarım bunu bir meydan okuma olarak kabul etti. Gözlerim onunkileri bulduğunda aradan geçen onca yıla rağmen bir gram bile eksilmeyen nefreti, yüzüme bir tokat gibi çarptı. Onun lakabıyla örtüşen bu kuzguni gözleri, son gördüğümde aramızda bir mezar vardı. Sağanak yağışın dahi bastıramadığı orada olmamam gerektiği hakkında fısıldaşmalar dilden dile dolanarak ona ulaştığında, üzerini yaş toprakların örttüğü mezardan yüzüme tırmanan kuzguni gözleri, kan çanağına dönmüş gümüşi gözlerime bir katil olduğumu haykırıyordu. Şimdi, yine gözlerinde cenaze günü taşıdığı bakışları varken sanki yıllar önce bir daha birbirimizin karşısına çıkmamak üzere aramızda imzaladığımız o sözsüz anlaşma bu akşam, ailelerimiz tarafından alevlerin hâkim olduğu bir şömineye bırakılarak küllerine teslim oluşuna şahitlik ediyorduk. Gerilen çene hatları, benim varlığıma duyduğu hoşnutsuzluğunu gözler önüne sererken alayla iki yana kıvrılan dudakları fazlasıyla kışkırtıcıydı. Beni bu denli mahveden gözlerindeki nefret değil, ona olan benzerliğiydi. Ona her baktığımda, ondan geriye kalan hatıralarımdan bir parçayı buluyordum. Ve her seferinde eski bir film kaseti gibi durmadan kafamın içinde can bulup tekrar tekrar başa saran onun kayıp gittiği anda sıkışıp kalıyordum. “Ne o? Hayalet görmüş gibisin Kayadelen?” dedi Asır Havas. Asır’ın parmak bastığı noktayla beraber yüzümdeki ifadeyi fark eden Belis Kayadelen.“A-a kızım?” dedi endişeyle. “Betin benzin atmış, iyi misin sen?” Gerginlikle gülmeyi denedim. “Tansiyonum düştü sanırım biraz.” Gözleri dokunulmamış tabağıma dokundu. “Biraz su iç istersen iyi gelir.” Sumru Havas anaç bir tavırla “Tatlım? Ama tabağını hiç dokunmamışsın sen.” diyerek söze karıştığında çekingen bakışlarım anlık sağ çaprazımda kalan Belis Kayadelen’e dokundu. Uyarı mahiyetinde kaşlarını kaldırıp indirdi. Yalandan bir gülümseme takındım yüzüme. “Teşekkür ederim, aç değilim pek.” Aramızdaki sessiz bakışmaları yakalayan Sumru Havas, bu sözsüz anlaşmalarımızdan kendince bir çıkarımda bulunarak “Ama sen de haklısın, sesin yaşlarında olsaydım ben de yediklerime önem gösterirdim.” dediğinde onun yardımına muhtaçmışımcasına sergilediği bu tavır sinirlerime dokunurken içimde ona karşı bir cephe oluşturmuştu bile. Altında iğneleyici bir yorum taşıdığına kanaat getiremesem de bu akşam için günah keçisi arayan saldırgan tarafım onu çoktan hedef almıştı bile. “Neden öyle diyorsun Sumru, aramızda epitopu kaç yaş var şurada?” dedim büyük bir incelikle. “Utandırıyorsun beni.” Sumru iltifat olarak algıladığı bu sözlerime balıklama atlarken bir zafer kazanmışçasına dudaklarım genişçe iki yana kıvrıldı. “Gencecik kadınsın, bebeği kucağında aldığında dönersin eski formuna.” Bozulsa da bozuntuya vermedi. Ama ben çoktan belirli bir eşiği aşmıştım bir kere. Madem Asır’ın istediği hır çıkarmaktı, o halde ona ihtiyacı olanı verecektim. Omzuna dostane bir vurmamın ardından “Abi oluyorsun, ha?” dediğimde iki şey aynı anda oldu. Bunlarda ilki Asır’ın lakabını aratmayacak bir çeviklikle yerinden fırlayarak yırtıcı bir hayvan üzerime atlaması olurken Sumru Havas’in çığlığı onu takip etti. Boynuma sarılan parmakları boğazımı ezerken nefes almam imkansızdı. Anında yanımızda biten Belis Kayadelen onu üzerimden almak için çırpınırken parmağını oynatma gereği duymayan Bora Kayadelen büyük bir sükunetle yemeğine kaldığı yerden devam etmekteydi. Havada süzülen siyah noktacıklar genişleyerek tüm görüş alanımı kaplayan bir karanlığa dönüşürken yanı başımda olması gereken Belis Kayadelen’in öteden gelen sesini işittim. “Gece?” Gerçeklik algımı yitirmeme etki eden bu ses, bulunduğum anı parçalara ayrılarak yeniden bir araya geldi. Gözlerim hala masanın diğer ucunda oturan Belis Kayadelen’i buldu. Afallamış bir şekilde kendime gelmek için başımı iki yana salladım. O an, bana az önce yaşananların yalnızca benim kafamda kurduğum bir gerçeklikten ibaret olduğunu kanıtlayan tek etken, sanki az önce elleri boğazıma sarılmamış gibi sağımda oturan adamdı. Ya uykusuzluğun halüsinojenik etkisi baş göstermeye başlamıştı ya da ben aklımı yitiriyordum. Yaşadığım akıl bulanıklığıyla “Efendim?” diyebildim sonunda. “Sumru Hanım sana bir şey soruyor duymuyor musun?” Kaşlarım çatıldı. Öyle mi yapmıştı? Gerginlikle gülümseyerek “Üzgünüm, dalmışım.” dedim Sumru Havas’a hitaben. “Rica etsem tekrarlar mısınız?” “Hiç sorun değil.” dedi nezaketle gülümseyerek. “Birbirimizi tanıyalım istemiştim biraz.” Ardından iki yakın dostmuşuz gibi “Ee, sen ne yapıyorsun bu aralar Gece?” diye sordu genel bir havada. “Pek bir şey yaptığım söylenemez.” “Aa, bakmayın hiç öyle dediğine. Alçakgönüllülük ediyor. İlahi Gece!” Teessür edercesine güldü önce. Ardından niteliksiz hayatımı aldı ve ulaşılmaz göklere çıkardı. Olmadığım bir rolü daha yükledi üstüme. “Kanvar’ların kızıyla Mila’yı idame ettiriyor epeydir.” Bir sırrı paylaşır gibi hafifçe öne eğildi. “Hakkını yemeyeyim Almila başarılı bir stilist ama Gece olmadan hep bir eksik.” Vay be neymişim ben, demek geçti içimden. Belis Kayadelin sıktığı palavraları dikkatle dinleyen Sumru Havas, bir kez daha bana döndü ve “Arkadaşına destek olman ne hoş.” diyerek takdir etti içtenlikle. Çatalındaki bifteği ağzına atmadan önce “Ama eskiden çok iyi bir dansçı olduğunu duymuştum. Bırakman yazık olmuş.” dedi birden. Konuşmanın seyri giderek tehlikeli sulara yelken açarken Asır, babasının bunu son vermesi için uyarı maiyetinde sertçe boğazımı temizledi. “Baba?” Bense dilim tutulmuş gibi bakakalmıştım yüzüne. Ama kendi kelimeleriniz yoksa dili olan birileri daima sizin yerine konuşurdu. Ve belli ki Belis Kayaden bu gece için bir kez daha benim yerinme konuşmayı kendine hak görmüştü. “Bırakmak demeyelim de bir süre inzivaya çekildi sadece.” Özlem dolu bir iç çekti. “Bir görseniz, sahnede yerini aldığında kimse alamazmış gözünü Gece’den.” “Annesi gibi desene.” Annesi gibi. Annesi gibi. Annesi gibi. Annesi gibi. Annesi gibi. Annesi gibi. Annesi gibi. Annesi gibi. Annesi gibi. Annesi gibi. Annesi gibi. Annesi gibi. Annesi gibi. Annesi gibi. Annesi gibi. Annesi gibi. Annesi gibi. Annesi gibi. Annesi gibi. Annesi gibi. Annesi gibi. Annesi gibi. Annesi gibi. Annesi gibi. Annem gibi değildim ben. Hiçbir zaman onun gibi olamayacaktım. Çünkü ellerimi almışlardı benden. Oysa küçük bir kız çocuğuyken annemle iletişim kurabildiğim tek yöntem kömürlükteki akoru bozuk eski piyanosuydu. “Annem eşsiz bir balerindi.” dedim o an. Susmak ağır gelmişti çünkü. “Bunları kimden duyduysanız yanlış duymuşsunuz, eskiden de kötü bir dansçıydım.” “Pek de mütevaziyiz.” dedi iltifat edercesine. Sonra “Sahi hiç özlemiyor musun Afterglow’da olmayı?” diye sordu büyük bir merakla. Afterglow benim için bir daha asla tekrarını yaşayamayacağım sahte bir nostalji gibiydi. O gece, özlemini yaşadığım şey tam olarak buydu. Hiçbir zaman kendi isteğimle o sahnede olmamıştım ben. Dans etmekten hep nefret etmiştim. Herkesin annem bildiği Belis Kayadelen, sağlık sorunları nedeniyle eksik kalan gençlik hayallerinin acısını benden çıkarıyordu. Bu çatı, onun evcilik oynadığı oyuncak ev gibiydi. Bense onun istediği gibi giydirip süsleyebildiği bezden bebeği gibiydim. O an birden her şey o kadar anlamsız göründü ki gözüme. Yolda görsek önüne taş koyacağımız insanlarla bir masanın etrafında toplanmış, arkasındaki canavarı gizlemesi için taktığımız medeni insan maskeleriyle akşam yemeği yiyorduk. Havadan sudan değil, yalandan dolandan konuşmak pelesenk olmuştu dilimizde. O yemek masasında, Havas ailesinin hayatıma getirdi yıkımdan söz edilmedi mesela. Oğullarının üstüme attığı iftirayla lekelenen şaşalı dans kariyerimden de bahsedilmedi. Hakkımda açtıkları soruşturmadan sonra lise hayatımı açıktan bitirmek zorunda kalmam iki laf arasında bile geçmedi. Mülkiyetlerinde uğradığım acımasız saldırıda vasfını yitiren ellerimin sorumlusunun havada kalışı irdelenmedi. Her şey o kadar anlamsız ve sahteydi ki…. O an Asır ürpertici derecede sakin bir dille “Ne anlatıyorsun ya siz? Nasıl bir saçmalık dönüyor baba burada?” diyerek hesap sorma cesaretini bulduğunda belki ağzımı bir dakika daha kapalı tutsam benim yerime akşamı mahvetmeye hazır görünüyordu. Zira masanın altında şiddetle salladığı bacağı, kendini tutmak için büyük bir çaba harcadığını ortaya koyar nitelikteyken yemek boyu sarf ettiği tüm kışkırtıcı sözleri ona yedirmek isterdim. Ama olur ya, hiç olmaması gereken bir anda insana gülme gelirdi birden? Öyle hazırlıksız yakalanırdınız ki ne kadar bastırmaya çalışsanız da tutamazdınız kendinizi? İşte tam da o türden bir gülme tuttu aniden. Bastırmaya çalıştıkça daha beter bir hal alan histerik gülüşüm pikapta dönen plağa karışırken masadaki herkes suspus kesilmişti. Muhtemelen hepsi delirmiş olabileceğimi düşünüyordu. Haksız da sayılmazlardı. O yemeği mahvetmek ölüm fermanımı kendi ellerimle imzalamaya eşdeğerdi. Ama gülmemek elimde değildi. “Gece,” diye seslendi Belis Kayadelen endişeyle. Eşinin gecenin bitiminde canımı okuyacağını biliyordu çünkü. “Misafirlerimize saygısızlık ediyorsun.” Dudaklarımı içe doğru kıvırarak gülümsememi saklamaya çalışırken işaret parmağımı dudağımın üstüne bastırarak kahkahalarımı susturmayı denedim. Şşh, başımız büyük dertte ufaklık sus artık. Sonunda bir nebze de olsa gülmeyi kesebildiğimde “Pardon,” diye fısıldadım. Kadife dokunun sardığı elimi kızaran yüzüme doğru sallarken “Sinirlerim bozuldu birden.” Öğrencilerine azar çeken eski bir lise öğretmesi havasıyla “Bu kadar komik olan ne merak ettim doğrusu?” dedi o an, İdris Havas. Sırıtmama engel olamazken “Siz.” diyebildim. Yemek masasına dayadığım dirseklerimi hareket ettirmeden avuçlarımı iki yana açarak yemekleri gösterdim. “Eşinizin soruları. Bu akşam yemeği.” Gözlerim kısılırken başımı hafifçe iki yana oynattım. “Kısacası hep şey o kadar anlamsız ki.” Bora Kayadelen, “Bu kadar rezillik yeter, evlat.” diye babacan bir tavırla uyarıda bulunmayı denediğinde sözlerimi kamçılamam gerektiğini biliyordum ama o vanayı bir kere açmıştım. “Yetmez.” Alkol eşiği bir kadeh kırmızı şarapla aşılabilecek bir bünyeye sahipken belki de tek yudum almadığım önümde duran şampanyanın kokusuyla bile ölçülü davranmak için yeterince sarhoş olmayı başarmıştım. “Bana baş mı kaldırıyorsun, çocuğum?” Sakın sinme. Pusup kalma. Korkma. Cesur ol. “Sadece bu insanların salonumda ne işi oluğunu öğrenmek istemiştim.” “Hepimiz soruları var, çocuğum.” diye konuştu sükunetle. “Ama hiçbirimiz densizlik ederek bir yere varamayız, haksız mıyım?” Sertçe yutkundum. Onları kapı dışarı etmek can atsam da dilimin ucuna dolanan tüm sözleri güçlükle ısırdım. “Özür dilerim, efendim.” “Madem ikinizin de öğrenmek istediği de bu, öğreneceksiniz o vakit.” Çatalımı masaya bırakarak geriye yaslanan İdris Havas sıkıntıyla iç çekerek “Duymuşsundur, resital gecesi Sanatevin’de talihsiz bir kaza yaşandı.” diye anlatmaya başladı. Kalbim tekledi. “Polis hala soruşturmaya devam ediyor.” Daralmış gibi beyaz gömleğinin düğmelerinden ilkini açarken sıkıntılı görünüyordu. “Medyanın gözü üzerimizde. İnsanlar tedirgin. Şehirde herkesin dilinde bu olay var.” Sessizliğine büründüğü kısacık bir zaman dilimde devam etmesi için araya giren Asır tahammülsüzlükle “Eee?” dedi uzatarak. “Düşündük ki eğer medyanın odak noktasını değiştirirsek, dikkatleri bu olaydan uzaklaştırabiliriz.” Bir satranç tahtasının iki ucundaki rakipler gibi daha o taşını oynamadan, stratejik hamlesini yakaladım. “Ve bu da sizi bana getirdi.” Başımı yana yatırdım. “Yine.” “Sana çok haksızlıklar ettik, Gece.” derken içtenlikten oldukça uzaktı. “Kendinizi bu kadar yıpratmayın ya,” dedim alayvari bir yazıklanmayla. “Üzülürüm.” Açıkça ortada olan gerçeği kabullenmek istemeyen Asır “Sen ne anlatıyorsun baba? Derdiniz ne ya sizin?” dediğinde sabrının son demlerinde olduğunu anlamak zor değildi. “Konuşuyoruz, Asır.” “Ne konuşmasından bahsediyorsun baba? Senin bu kızla konuşacak neyin olabilir daha?” Hala anlammış mıydı? Taşlar yeniden dizilirken keyifle ona döndüm. “Baban, medyanın algısını Afterglow’a dönmemin değiştireceğini düşünüyor, Havas.” Buraya kadar yeterince açıktı. Anlamadığım konu, Bora Kayadelen’in bu işten ne gibi bir çıkarı olabileceğiydi. Yüzüne yerleşen kaya gibi bir ifadeyle babasına bakarken “Baba, ne saçmalıyor bu?” dedi. Alınmış gibi “Bu mu? Cık, cık, çok kırıcısın.” dedim. Gerginlikle birbirine kenetlendiği çenesinin üzerindeki baskı giderek kuvvetlenirken dişlerinin arasından “Kes o sesini, Kayadelen!” derken kullandığı soy ismini öyle tiksinti dolu bir üslup vardı ki kulağa bir hakaretten farksız geliyordu. Bir başkasının bana emir kipiyle konuşması sessiz kalacağım bir durum değildi. Ama yemek yeni yeni keyifli bir hal almaya başlamışken okları yeniden üzerime çekmeye niyetim yoktu. “Asır, yeter.” “Asıl sana yeter baba!” Elini hissetle kaldırıp “O kız bir daha oraya adımını atmayacak dedim size. Bitti gitti!” diyerek avuçlarını oldu bitti dercesine birbiri içine çarparak kaydırdı. “Bu saçmalık burada bitmiştir.” Gitmek üzere yerinden kalktı. “Kalkın, gidiyoruz.” Bora Kayadelen kendi evini açtığı misafirlerinin yemek masasında ona yapılan saygısızlığa müsemma göstermeyerek kesin bir dille “Her ne olursa olsun bu yemek bitmeden kimse yerinden kalkmayacak.” dedi aksini kabul etmeksizin. Asır’ın bakışları baş köşede oturan adamı buldu. Burnundan onu tiye aldığını gösteren bir nefes verip “Hadi ya?” dedi olduğu yerde dikilmeye devam ederken. Sözünün ezilip geçilmesinden hazzetmeyen Bora Kayadelen “Oğluna sahip çık, İdris.” dedi tehditvari bir tonlamayla. “Yerine dön, Asır.” İdris Havas’a aitti bas bas bağıran oğluna ulaşmayan bu buyruk. “Yanlış.” dedi harfleri uzatarak. “Sen önce kendi kızının dizginlerine sahip çık.” O kadar yüksek sesle konuşuyordu ki başıma ağrılar girmişti. Birinin ona kuduz köpek gibi etrafına saldırmak yerine etkili iletişimi öğretmesi şarttı. O kişi olmaktan büyük zevk alacağımı bilmelisin, Asır Havas. “Ağır ol, evlat.” Asır, Bora Kayadelen’i yok sayarak babasına döndüğünde ve babasının olduğu yerde kalmaya devam ettiğini gördüğünde hiddetle ona döndü. “Sen hala ne arıyorsun baba bu masada?” “Asır, geç şu masaya.” “Bizim bu insanlarla aynı masada ne işimiz var baba.” Burnundan öfkeyle soluyan Asır duydukları yüzünden öfkeden deliye dönmüş bir haldeydi. “Aklını mı oynattın baba sen?” İdris Havas “Asır!” diye kükreyerek yumruğunu şiddetle masaya indirerek ayağa fırladı. Oğlunun karşısına dikilen İdris Havas’ın ona hitap edişinin altında yatan üstü kapalı tehdit yalnızca ikisinin anlayabileceği bir dildeydi. “Getirilerini göze alabiliyorsa o kapıdan tek başına çıkacaksın, oğlum.” Vahşi bir yırtıcıyı andıran kuzguni gözlerinin ardında bir şeylerin koptuğunu gördüm. O artık Asır Havas değil, Sansar’dı. Masanın örtüsünden yakaladığını kaşla göz arası gördüm. Arkasını döndü. Ve giderken bütün sofrayı beraberinden sürükleyerek götürdü. Gürültüyle aşağı inen kırılgan parçalar etrafa saçılırken masanın kenarında duran şampanya kadehi gürültüyle masaya devrilmişti. Kırılan keskin cam parçaları üzerime sıçrarken kadehten dökülen tüm içki üstüme boşaldı. İdris Havas, endişeyle hamile eşini kontrol ederken oğlu çoktan çekip gitmişti. Çalışanlarımız telaşla etrafta koşuştururken olduğum yerde hareketsizce oturmayı ve kolumdaki kesikten sızan kana sabit gözlerle izlemeyi sürdürdüm. Herkesin dikkati başka bir noktaya dağılmışken gizlice telefonumu çıkarıp diğer hattıma cevapsız kaldıkça kendini tekrar eden sonsuz bir arama göndererek yavaşça yere bıraktım. Kimsenin bakmadığından emin olduğum bir andaysa ileriye doğru iterek Bora Kayadelen’in silah koleksiyonunun dizildiği duvarın hizasındaki konsolun altına gönderdim. “Yemek sona erdiğine göre,” Oyalanmadan sandalyemi geriye itip yavaşça ayağa kalkarken “İzninizle, ben odama çıkayım.” dedim nezaketen. Gitmek için arkamı döndüğümde İdris Havas’in sesini duydum. “Teklifimi iyi düşün.” Olan biten onca şeyin yanında hala nasıl bunu düşünebiliyordu? Topularımın üzerinde döndüm. Çatık kaşlarımla dosdoğru ona bakarken sadece tek bir soru sordum. “Neden?” Anlamaz gözlerle bana bakarken daha fazla kendimi frenleyemedim. “Oğlunuzun iftirası yüzünden insanlar benden nefret ediyor. Afterglow’u bırakmak zorunda kaldım. Açtığınız soruşturma yüzünden lise son sınıfı açıktan tekrar okumak zorunda kaldım ve hepsinden de önemlisi...” Devam edemedim. Ne kadar zorlasam da kelemeler dilime ulaşmadı bir türlü. “Bütün bunlara rağmen size neden yardım edeyim?” Af dilemesini beklediğimden değildi. Ama hiç yoktan içinde bana yaşattıklarına karşı en ufak bir pişmanlık kırıntısı aradım. Yoktu. Söylediklerimden etkilenmişe benzemiyordu. “Sen de pek masum sayılmazsın, öyle değil mi?” Kalbimin üzerindeki ağırlık giderek artarken tek kelime edemedim. Suskunluğumu bir kabulleniş olarak kabul etti. “Al sana insanların fikirlerini değiştirmek için bir fırsat.” Yalan. Benden istediği bir kez daha nefret edilen olmamdı. Ne de olsa ben bezden bir bebektim. Kestiğinde kanı akmayan. Canı yanmayan. Pamuktan ve bezden. Sarkastik kişiliğim bir adım öne çıktı. “Çok cömertsiniz.” “Neden naz yapıyorsun ki?” dedi sinirlerim bozulmuşçasına. “Naz mı?” Durdum ve bunu söylerken ciddi olup olmadığını anlamak için ona baktım. “Sizin anlamadığın da tam olarak bu, İdris Havas. Eğer babam bir karar vermişse, benim istediğimin bir önemi yoktur.” Asır’ın yerle bir ettiği boş masanın üzerinde gözlerimi gezdirdim. “Size afiyet olsun.” Salondan ayrılmadan önce söylediğim son şey bu olmuştu. Üst kata çıkan merdivenlerin yarısına geldiğimde eğilim topuklu ayakkabılarımı çıkardım ve hızla yukarıya tırmanmaya başladım. Arkamdan ne konuşacakları duymak istiyordum. Çünkü Bora Kayadelen’in herhangi bir menfaati olmadan bir başkasına yardım etmeyeceğini biliyordum. Odama ulaştığımda vakit kaybetmeden komodinin üzerine bıraktığım AirPods kutusunu kaptım ve aceleyle kulaklarıma yerleştirerek çağrıyı cevapladım. Ardından Bluetooth bağlantısının daha güçlü olduğu bir etki alanına girmek için merdivenlerden gerisin geri indim. Ana salona açılan merdivenlerin bitimindeki duvarda eve gelen herkesin görebileceği şekilde merkeze alışmış devasa boyutlu çerçeveyi sırtımı dönerek basamaklara yerleştim. Konuşmanın orta yerinde dinlemeye başladığımdan, neden bahsettiklerini kavramam biraz zaman alsa da aralarında geçen önemsiz olarak nitelendirebileceğim muhabbeti dinlerken bir noktada bunu yapmamın bir anlamı olmadığına neredeyse ikna olmuştum. Ama sonra konuşmanın seyri giderek ilginçleşmeye başladı. “Aynı masada bile bulunmaya tahammülleri yok.” Konuşan Belis Kayadelen’di. Bora Kayadelen kararlılıkla konuştu. “Yola geleceklerdir.” Sumru Havas söze karıştı. “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz? Asır’ın kızcağıza nasıl davrandığını sadece ben mi gördüm?” “Kızcağız mı?” dedi İdris eşine. “Gece’yi hiç tanımıyorsun.” “Haklı olabilirsin. Ama oğlunu tanıyorum. Asır’ın, Gece’nin Afterglow’a dönme fikrini duyduğunda bile böyle tepki vermişken o kapıdan içeriye girmesine müsaade edeceğini mi sanmıyorum?” “Onunla konuşacağım.” “İçim hiç rahat değil, Bora.” dedi tedirginlikle Belis Kayadelen. “Gözünüzde fazla büyütüyorsunuz.” dedi Bora Kayadelen ikisine hitaben. “Birbirlerini öldürmeden yan yana durabileceklerine inancınız var mı sahiden?” “Ortalığı velveleye verme, Sumru. Asır bu. Benim oğlum. Sadece kardeşi söz konusu olduğunda fazla hassaslaşıyor, o kadar.” Kaygılı bir ses “Belis?” diye seslendi. “Al işte.” Bir hareketlenme oldu. Beraberinde Sumru Havas’ın pişmanlık dolu sesini duydum. “Ah, hayatım çok üzgünüm büyük patavatsızlık ettim.” Kısa bir sessizliğin ardından bir kadının hıçkırarak içli içli ağlamaya başladığını duydum. “Ticari bir refah uğruna kızıma gelinlik yerine bir kefen giydirmeyeceğim, Bora.” Aklım bir anlığına durdu. O ne söylemişti az önce? Zihnim kelimelini kafamın içinde döndürdü. Yanlış duymuş olmalıydım. Çünkü işittiklerim başka açıklaması olamadı. Öyleyse neden kimse karşı çıkmıyordu buna? Neden hiçbiri tek kelime etmiyordu. Belki de aklımı kaçırıyordum. Çünkü bu korkunç kâbusun başka açıklaması olamazdı. Evet, olan kesinlikle buydu. Aklımı yitiriyordum. Bütün olan biten benim kendi zihnimin eseriydi. Birazdan uyanacaktım ve kâbus sona erecekti. Uyan, Gece. Uyan, Lalin. Kulaklarımdaki uğultu girerek daha baskın hale gelirken yemek salonundan evin ana girişine açılan yüksek kemer kapıdan geçen kadın, Kayadelen aile portresinin önünde oturan kızını gördüğünde olduğu yerde kala kaldı. Kuşkuyla “Gece?” diye fısıldadı. Yüzümdeki ifadeye bakarken konuşulanları duyduğumu anladığında gözlerine yerleşen dehşetle bir adım geri çekildi. Dudaklarımı araladım. Bir şey söylemek istedim. En ufak bir şey. Bana bunu nasıl yapabildin mi, demeliydim. Ama ondan beklentim neydi ki beni hayal kırıklığına uğratabilsin? Belki de gözlerinin içine bakıp ‘Hiç mi vicdanın yok?’ diye sormalıydım. Ama öz kızına karşı takındığı tutumu hesaba kattığımda zaten cevabı bilmiyor muydum? Ona söyleyecek tek kelimemin olmadığını fark ettiğimde boğazımdaki düğümü yutkunarak bastırdım ve yavaşça ayağa kalktım. Merdivenlerin geri kalanını inerken ağlamaya başladığını gördüm. Ama evi terk ederken beni durdurmaya çalışmadı. Çünkü bana engel olamayacağını biliyordu. Çünkü anlaşmamızın hükmü kalmamıştı artık lügatımda. Bugünü bir milat say, Belis Kayadelen. Bu geceden sonra senin annecilik oynayabileceğin porselen bir bebeğin olmayacağımı bil. Sırf, yukarıda odasında uyuyana yok saydığın kızına ihtiyacı olan anne sevgisini ver diye, her dediğine boyun eğen o kızı bulamayacaksın bundan sonra karşında. Oyun bitti. Şimdi, gerçek yüzümle tanış. Ön bahçede yürürken kollarımı bedenime doladım. Çıkarken yanıma bir şeyle almamam büyük aptallıktı. Çünkü Mare affetmezdi. Gün içinde değişen ani hava değişikleriyle insanı hasta ederdi. Arazinin güvenliğinden sorumlu çalışanımız beni gördüğünde hızla yanıma geldi. “Gece Hanım, bir yere mi gidiyorsunuz?” “Evet. Söyle arabamı çıkartsınlar.” Başını indirip kaldırarak “Hemen haber veriyorum.” demesinin ardından yanımdan ayrıldı. Tenimi ısıran dondurucu soğuğun altında başımı geriye atıp gözlerimi gökyüzüne çevirerek geceyi aydınlatan dolunaya çevirdim. Sitemkâr bir ses tonuyla “O kazada babanı da yanına alıp geberemez miydin sanki geri zekâlı?” diye kendi kendime söylendim Gece’ye. Çoğu zaman kafamın içinde benimle birlikte olurdu. Ama bazen bu akşam da olduğunu gibi başını alıp çekip giderdi bir yerlere. Sıçtığı boku temizlemek bana kalırdı. Araziyi çevreleyen ormandan gelen çam kokuları içime işlerken uykusuzluktan gözüme batan görünmez iğne taneleri canımı yakıyordu. Derin bir nefes alıp göz kapaklarımı aşağı indirdim. Aradan çok zaman geçmemişti ki kulaklarıma dolan aracın tekerlekleri altında ezilen çakıl taşlarının sesiyle beraber gözlerimi yeniden araladım. Başımı aşağı indirip önüme yanaşan Mercedes AMG G63’e çevirdim bakışlarımı. Sürücü koltuğunda oturan adamın varlığı canımı sıkarken sabır diler gibi dilimi dişlerimin üstünde gezdirdikten sonra ayaklarımı harekete geçirdim. Ön kapıyı açtım ve “İn,” dedim kısaca. “Kendim süreceğim.” Sıkıntıyla konuştu. “Maalesef bunu yapamam, Gece Hanım. Babanızın kesin talimatları var.” Gözlerimi abartıyla devirdim. Geçtiğimiz haftalarda yaptığımız kazadan sonra çıkan yeni bir kuraldı bu da. Uyku düzenim bir sorun olmaktan çıkana kadar araba sürmeme izin yoktu. Ölüm işlerine yaramazdı çünkü. Ağzımın ucuyla “Aman ne hoş,” diye söylendiğimi belli belirsiz duyan Kuvars “Efendim?” dedi. Zonklayan başımdaki ağrıyı dağıtmak için şakalarımı parmaklarımla ovuştururken kızgınlıkla “Yok bir şey, Kuvars.” diyerek kapıyı asabice kapattım üstüne. Ardından arka yolcu koltuğunu dolanarak kendimi içeriye attım. Araziden çıkarken “Atölyeye gidiyoruz.” diye talimat verdim. Rahat döşemelerin arasında başımı geriye atıp göz kapaklarımı örttüm. Sıcak arabanın içinde gevmeye başlayan bedenimin uykuya teslim olmasındaki tek etken zihnimde durmadan dönüp duran resital akşamına ait görüntülerdi. İsteksizce gözlerimi araladım ve başımı yasladığım yerden ayırmazken sola yatırdım. Parmak uçlarımla yan koltuğa bıraktığım tablete uzandım. Önüme çektiğim ekranda son açık kalan sekmede, gündemi takip ettiğim dijital haber uygulamasında okuduğum metnin kelimelerinde dolandı gözlerim. ACI KAYBIMIZ DEĞERLİ MESLEKTAŞIMIZ TURAN SOYKAN’IN ARAMIZDAN BEKLENMEDİK AYRILIŞINI DERİN BİR ÜZÜNTÜYLE ÖĞRENMİŞ BULUNMAKTAYIZ. Geri tuşuna dokundum ve defalarca okuduğum bir diğer habere geçtim. AFTERGLOW SANATEVİ’NDE GİZEMLİ CİNAYET 8 Ekim akşamı Afterglow Sanatevi’de Hüma Albay anısına düzenlenen piyano resitalinde meydana gelen korkunç cinayete ilişkin beklenen açıklama bu sabah il emniyet müdürlüğünden geldi. Kimliği tespit edilen maktulün, başarılı gazeteci Turan Soykan olduğu açıklandı. Resital sırasında acil duruma geçen yangın söndürme prosedürü panik yarattı. Asılsız ihbar gizemini korurken, iki olay arasında bağlantı olabileceğine dair akıllarda soru işareti bıraktı. Günler öncesin ait ezbere bildiğim haber metnini satır satır bir kez daha okudum baştan sona. Ardından son haberlerini kontrol ederek resital gecesine ait yeni bir başlık aradım. Sayfayı onlarca kez yenileme ve tüm haber basın organlarını teker teker kontrol etmeme karşın yeni bir haber olmadığından tamamen emin olduğumda sıkıntılı bir nefes vererek ekranını kilitlediğim tableti gelişi güzel yan koltuğu bıraktım bir kez daha. Arabanın ön tarafındaki ekrandan saate baktım. 69 saat ve 26 dakika. Neredeyse 3 koca gün olmuştu ve ben halâ o karanlık geceden çıkarmamıştım. Resital gecesine ait görüntüler dün gibi hafızamdayken o geceyi aşmak imkansızdı. 8 Ekim akşamı, Afterglow Sanatevi bir cinayete tanıklık etmişti. O akşam, Tanju Önler tarafından Sanatevi’nin dördüncü katında bulunan faili meçhul ceset Turan Soykan adında bir adama aitti. Adam bir gazeteciydi. Hüma Albay’ın ölümünden bu yana aylardır peşinde olduğum Avukat Asaf Ergüç’ün, onun adıyla bana oyun çeviren adamla hiçbir ilgisi yoktu. Yalnızca haber peşinde koşan bir sahtekardı. Kaza iyi kurgulanmış bir aldatmacadan ibaretti. Sahte bir kartvizitle beni Afterglow Sanatevi’ne çekmek için oynadığı oyundaki maksat ortaya sansasyonel bir haber çıkarmak olması tek mantıklı açıklamaydı. Turan Soykan bir oyun kurmuştu. Peki ya öyleyse, beni ağına takmak için ortaya attığı bu kusursuz yeme düşeceğim nasıl biliyordu? Bunun için önce Hüma Albay’ın ölümünün ardından sırra kadem basan avukatının peşinde olduğumu ve dahası onun kayıp vasiyetnamesini aradığımı bilmesi gerekirdi. Turan Soykan öylesine şansı dönmüş ve iyi bir haber yakalamış alelade bir gazeteci değildi. Bunu anlamak çok da güç olmamıştı. Turan Soykan kendi haberi kendi yaratıyordu. Ya fazla cesurdu ya da fazlasıyla deli. Önemi yoktu. Ne de olsa artık bir ölüydü. Kuyruğuna bastığı tek kişi ben değilim belli ki. Belki de onun sonunu getiren de bu deli cesareti olmuştu. Bilemezdim. Ölümünün benimle bir ilgisi olup olmadığını bilemezdim. Onun boğazını tek bir darbeyle boğazını parçalayarak vahşi bir şekilde öldüren katili kimdi? Ondan ne istemişti? Tüm bunların arasında benim yerim neresiydi? Turan Soykan, başarılı bir gazeteci olmasının dışında onun hakkında bulduğum bilgiler kısıtlıydı. Aslen Karedeniz’liydi ama doğma büyüme İstanbul’luydu. Marmara Üniversitesi, gazetecilik bölümünden 2017 yılında mezun olmuştu. Mezun olduktan sonra bir süre çeşitli şehirler değiştirmiş ve birkaç gazetede çalışmıştı ardından kariyerini bağımsız gazetecilikle devam etmeye karar vermişti. Dört yıl kadar önce Arsen adında bir kadınla evlenmişti. Ancak birliktelikleri uzun sürmemişti. Aslen Karedeniz’liydi ama doğma büyüme İstanbul’luydu. Marmara Üniversitesi, gazetecilik bölümünden 2017 yılında mezun olmuştu. Mezun olduktan sonra bir süre çeşitli şehirler değiştirmiş ve birkaç gazetede çalışmıştı ardından kariyerini bağımsız gazetecilikle devam etmeye karar vermişti. Dört yıl kadar önce Arsen adında bir kadınla evlenmişti. Ancak birliktelikleri uzun sürmemişti. Gazete manşetlerinden gerçek kimliğini öğrendiğim adam hakkında buldukların bunlardan ibaretken onunla ilgili elle tutulur bir şeyler öğrenebileceğim fikriyle eski eşiyle iletişime geçmeyi düşünerek kadını araştırmaya başladığımda Arsen Kardel’in eski bir avukat olduğunu öğrenmiştim. Hikâyenin kilit noktası buradaydı. Arsen Kardel, avukatlığı bırakmadan önce çalıştığı hukuk bürosunu Asıf Ergüç’ün bağlı olduğu büroyla aynıydı. Bu bağlantı dışında, Hüma Albay’ın avukatı Asaf Ergüç ve onun sahte kartvizitiyle karşıma çıkan Turan Soykan arasında hiçbir bağ yoktu. Çözülmesi gereken bir gizem daha. Turan Soykan hakkında daha çok şey öğrenmek için Arsel Kardel’i bulup eski eşi hakkında konuşmak istesem de kadının karşısına geçip ölmüş eşi hakkında sorular sormanın üzerime şüphe çekeceği, kanısına vararak bundan vazgeçmiştim. Ama Turan Soykan’ın faili meçhul cinayeti ve benimle ilgili bildikleri hakkımdaki bilinmezlik her geçen gün beni daha da mahvediyordu. Sıkıntılı bir nefes verip aklımı meşgul eden düşünceleri arkaya ittim ve gecenin geri kalanında süregelen karmaşaya ayak uydurabilmem için bedenimin ihtiyaç duyduğu enerjiyi toplamak adına bir süre gözlerimi dinlendirmeyi denedim. Arka koltukta git gide mayışma kıvamına gelirken ağırlaşan göz kapaklarımın arasından atölyenin bulunduğu semte girdiğimiz gördüğümde duruşumu düzelttim. Arabanın durmasıyla kemerimi çözerek hızlıca toparlandım. Bir anlamı olmadığını bilmeme rağmen “Beni beklemene gerek yok. Bu gece burada kalacağım.” dedim ve itiraz etmesine fırsat tanımdan kendimi dışarıya bıraktım. Binadan içeriye girerken esniyordum. Atölyede birilerinin olduğunu ancak ışıkları gördüğümde anlayabildim. “Almila?” diye seslendiğimde içeriden bir şeyin düşme sesi geldi. Ardından birkaç yıldır Almila’nın profesyonel fotoğrafçılığını yapan adamın sesini duydum. “Benim, Ilgın.” Geniş ofis masasını üzerindeki dizüstü bilgisayarından yansıyan ışık yüzünü aydınlatıyordu. “Almila burada değil.” Orada durmuş ona bakarken derinlerde bir yerde Almila’nın burada olmadığı için rahatladığımı hissettim. “Sen iyi misin?” diye sordu tereddütle. Onunla iletişimiz sadece aynı ortamda bulunan iki yabancının nezaketen birbirlerini merhabalaşmalarıyla ibaretti. Birbirimizi pek de tanıdığımız söylenemezdi. Ünlü bir mücevher tasarımcısının kızı olan Almila Kanvar, genç yaşta modellikle uğraşmaya başlamıştı. İçinde büyüdüğü ailenin bir yansıması olarak küçüklüğünden beri tasarımla yakından ilgilenen ve kariyerine ailesinin tasarımlarını taşımakla başlayan modellik kariyerine, ailesinin de desteğiyle kurduğu kendi tasarımlarından oluşan giyim markası Mila’nın mankenliğiyle sürdürmüştü. Markasını kurduğu ilk zamanlar, moda dünyası tarafından vasat üstü olarak nitelendirilen tasarımlarının yakaladığı başarısının yalnızca arkasına aldığı sağlam aile bağlarına dayalı olduğu konuşulsa da Almila kendi adıyla kurduğu markasıyla bu sert eleştirileri kırıp geçmesi uzun sürmemiş, Afterglow Sanatevi’yle imzaladığı sözleşmeyle sahne ve dans sanatçıları için tasarladığı özgün tasarımları büyük beğeniler toplayarak Kanvar mücevherattın gölgesinden çıkmıştı. Geniş bir sosyal medya kullanıcısına hitap eden Almila Kanvar ile çalışan Ilgın, neredeyse onu burayı kendisi için bir fotoğraf stüdyosu haline getirmeye teşvik ettiğim günden beri buradaydı. Yine de ne kadar ketum biri olduğum da göz önüne alındığında onunla birbirimizi tanıdığımız pek söylenemezdi. Kelimeleri uzatarak “Harika ötesiyim.” diye cevapladım ruhsuzca. Çağla yeşili gözleri hareketlerimi takip ederken adımlarım, bir ağacın gövdesini andıran tasarıma sahip ahşap ofis masasının öteki ucunda son buldu. Ahşap oyma sandalyeyi sırtından kavrayarak yanımda sürüklerken sandalyenin zemine sürten bacakları sinir bozucu bir gıcırtı çıkarıyordu. Çektiğim sandalyeye onu tam kaşıma alacak şekilde kurulduğumda “Sen neden hala buradasın?” diye sordum. “Yetiştirmem gereken acil bir iş üzerinde çalışıyordum.” diyerek uzun uzun açıklarken ilgisizce başımı aşağı yukarı salladım. Gözlerimin ofisin içinde dolanırken “İstersen yukarı çıkabilirim.” dediğinde çatık kaşlarımla yeniden ona döndüm. “Yukarı?” “Kendi daireme yani.” Kaşlarım şaşkınlıkla havaya kalktı. “Sen bu binada mı yaşıyorsun?” Omuz silkerek “Yaklaşık üç buçuk aydır, evet.” dedi. Dudaklarımı büzerek sosyeteyle içli dışlı büyümüş birine fazlasıyla yakışmayacak bir sokak ağzıyla ıslık çaldım. “Vay be,” Almila’nın ona bir şans vermem konusundaki bitmek tükenmek bilmeyen ısrarlarını anımsarken aslında onun hakkında ne kadar az şey bildiğimi bir kez daha fark ettim. “Yemek nasıl geçti?” diyerek benimle bir iletişim kurmak çabasına girdiğinde dümdüz bir ifadeyle yüzüne bakıyordum. Sorusunu görmezden gelerek onu incelemeye başladım. Kumraldı. Çağla yeşili gözleri imrenilecek kadar hayranlık uyandırıcıydı. Sol kulağında ustura şeklinde metal bir küpe vardı. Ona hediye ettiğimden beri onu çıkardığını hiç görmemiştim. Kör değildim. Yıllardır süren bana karşı olan ilgisinin elbet farkındaydım. Fena çocuk sayılmazdı. Ama tüm bunlar bir kenara onu benim kırmızı çizgimin diğer tarafında bırakan sarsılmaz bir gerçek vardı. Gözlerim, çalışırken yukarıya doğru sıyırdığı kazağının açıkta bıraktığı yapılı kolunun iç kısmında kalan Marters dövmesine dokundu. Nereye baktığımı görmesiyle hızla açıkta kalan kolunu kapatması için kazağının kolunu aşağıya çekti. Gümüşi gözlerimi yeniden gözlerini bulurken “Asır Havas’ı ne kadar tanıyorsun?” diye sordum rahat bir tavırla geriye yaslanarak. Bocaladı. Ama hızlı toparladı. “Pek değil.” diyerek konuyu geçiştirmeye çalıştığında bununla yetinmeyeceğimi çabuk kabullense iyi ederdi. Kollarımı önümde çapraz bağlamış dururken çenemi öne doğru iterek az önce üzerini kapattığı dönmesinin olduğu kolunu işaret ettim. “Ama üzerinde onun dövmesini taşıyorsun.” Huzursuzca yerinde kıpırdanırken örttüğü kolunu masanın altına indirdi. “Bu ona ait bir şey değil.” Gerginlik dolu bir nefes aldı. “Lisedeyken yaptırdığım aptalca bir şeydi,” diyerek önemsizleştirmeye çalıştı. Dövme elbette ona aitti. Tıpkı üzerinde o dövmeyi taşıyan herkesin olduğu gibi. Marters, Asır Havas’ın başında olduğu bir tür çeteydi. Günebakan Koleji’nde öğrenci olduğum yıllardan sürre gelen bu oluşum temelinde Lamar ve Asır adında iki belalı lise öğrencisi vardı. Birbirinin tamamen iki zıt kutbu bu ikilinin arasındaki sürtüşmeden doğan öğrenciler arsındaki kutuplaşmanın ötesine geçen bu oluşum, Asır’ın Lamar’ı alaşağı etmesiyle ona Asır kimliğini kazandırmasıyla başkalaşmıştı. Kendilerine Maters diyorlardı. Onlar Asır’ın görü kulağıydı. Cart, curt. Hey şeyi bildiklerini sanan bir grup aptaldı işte. Tıpkı benim gibi onlarında benden nefret ettiklerine kalıbımı basabilirdim. Ama buna rağmen hiçbirinin bu kimliği kazanmalarında benim de bir payımın olduğunu bilmediklerine emindim. “Bu akşam, o ve ailesinin bizimle yemeğe katılacaklarını biliyor muydun Ilgın?” İfadesi tuz buz okurken “Ne?” diye büyük bir tepki verdi. “Sen ciddi misin?” Epey şaşırmıştım görünüyordu. Bu kadar şaşırmış görünmese arkasını arayacağım bir soru değildi. Rol yaptığını gösteren bir iz aradım. “Seninle kafa bulur gibi bir halim mi var Ilgın?” diye sarkastik bir yaklaşım sergilediğimde ciddiyetimin farkına varıp hızla toparladı. “Hayır. Hayır, elbette bilmiyordum.” Sözlerine inanmadığımı belli eden bakışlarıma karşılık “Birbirimiz her adımından haberdar değiliz, Gece. Özellikle de onun.” diye açıkladı. “Ama onun şu an nerede bulanabileceğinim hakkında bir tahminin vardır, öyle değil mi?” diye direttim. “Neden bana bu soruları soruyorsun?” Daha fazla uzatmadan sordum. “Çünkü beni ona götürmeni istiyorum.” Afalladı. “Neden?” dediğinde sesine yansıyan korkuyu sezebiliyordum. Almila’nın ona bir şans vermem hakkındaki sözleri zihnimde yankılanırken sırf onu geçiştirmek için verdiğim söz kulağımda çalındı. Tereddütle ona baktım. Onu yeterince tanımıyor olabilirdim. Ama kolunda o dövmeyi taşıyorken onu bizzat tanımam da gerekmezdi. O çevreden birine güven olmayacağı iyi bilirdim. Kafamın içindeki bu sarsılmaz kanı varken benim gözümde Ilgın’ın şans vermeye değer bir yanı yoktu. Ama hayatı pahasına arkamdan atlayıp denizin hırçın dalgalarının beni de alıp götürmesine izin vermeden sudan çıkaran da oydu. Değersiz hayatımı kurtarmıştı. Bunun bir anlamı olmalıydı. “Çünkü ailelerimiz bizim hakkımızda aldığı kararları onun da bilmesi gerekiyor.” Ona gözden çıkarılabilir bir değer ver, dedi Şeytan. Sonra bekle ve onunla ne yaptığına bak. “Neymiş o karar?” Bir çeşit güven testiydi bu. Daha çok birinin sizi yakalaması için kendinizi boşluğa bırakmadan önce arkanızı dönüp onun doğru yerde durup durmadığı kontrol etmeye benziyordu. Eğer kendimi ona bırakacaksam önce orada olup olmadığını görmem gerekiyordu. “Babalarımız, kendi ticari refahları uğruna bizi evlendirmek istiyor.” ☽ Gece kulübüne vardığımızda saat gece yarısını geçmişti. Mekânın girişinde, üzerinde uzun ince gövdesinin dairesel bir düzlem boyunca kıvrılarak tüylü kuyruğuna doğru uzanan bir sansarın hatlarından oluşan neon aydınlatmalı bir tabela yer almaktaydı. Ilgın’ın bedenine kalıcı olarak kazıttığı çizimin birebir aynısıydı. “Buradan sonrasını ben hallederim,” deyip emniyet kemerimi çözmek için uzandığım sırada “Seni burada yalnız bırakacağımı düşünmüyorsun değil mi?” diyerek karşı çıktı. Umursamazca omuz silkerek “Keyfin bilir.” dedim ve kapıyı uzandım. Barın girişine konumlandırılmış iki korumanın, hali hazırda kulübün hemen karşı sokağında park halinde duran aracın üzerinde olan bakışları aracın içinden çıkan kişiyi görmeleriyle daha da yoğunlaştı. Onları umursamadan başımı geriye atıp torpidodan yedeğini aldığım tek kullanımlık göz kuruluğu damlasını gözlerime damlattım. Gözlerimi birkaç kere kırpıştırarak sıvının iyice gözlerime karıştığından emin olduktan sonra külden bakışlarımı yol diğer tarafındaki bara çevirdim. Atölyeden çıktığımızda kapıda beni bekleyen çalışanımızı atlatmak için ona aracı Ilgın’ın kalacağını söylediğimde başta itiraz etse de oyunu kuralına göre oynadığımdan bu uzun sürmemişti. Tereddütsüz adımlarım beni yolun karşısına taşırken Ilgın bir adım arkamdandın ilerliyordu. Göz yoran neon ışıkların altındaki girişe ulaştığımda izbandut tipli korumalardan biri mekanla arama girerek bir bariyer oluşturdu. Duygudan yoksun bir sesle “İçeriye giriş izniniz bulunmamaktadır, hanımefendi.” dedi ezbere konuşur gibi. Dudaklarıma yayılan ona onu ciddiye almadığımı gösteren gülümsememle “Hadi ya? Tüh!” dedim alayla. Yüzünde en ufak bir mimik dahi oynamayan sert mizaçlı iri yarı korumaya hitaben “Çekil yolumdan.” dedim istisna kabul etmeksizin. Adam boynunu kütleterek gözlerini arkamda duran Ilgın’a çevirdi. “Misafirinizi buradan götürmenizi rica etmek durumundayım, Ilgın Bey.” Yüzümdeki ısı giderek artarken ellerimi adamın göz hizasına çıkarıp parmaklarımı şıklattım. “Bana bak,” Duruşumu bir an olsun bozmadan işaret parmağımı göğsüme bastırarak ona bir hatırlatmada bulundum. “Senin muhatabın benim burada.” Rüzgarlar esmeyen donuk ifadesiyle bana bakmayı sürdürürken “Sizden buradan gitmenizi rica etmek durumundayım, hanımefendi.” dedi net bir dille. Dilimi damağıma vurdum. “Ricanız kabul edilmedi, beyefendi.” Yolumdan çekilmesi için elimi savuşturarak “Şimdi, yana kay.” dedim. “Ne yazık ki girmenize müsaade edemem.” Sesinde en ufak bir duygu bile barındırmıyordu. Sinirlerim bozulmuş bir şekilde gülerken “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye çıkıştım. O ana kadar en ufak bir mimiği bile hareket etmeyen bir doksan boylarındaki adamın dudağının kenarı belli belirsiz hafifçe yana kıvrılıp eski halini alırken “Maalesef, sizin kim olduğunu biliyorum, Gece Hanım.” dedi. Maalesef’miş. Sabrım tükenmiş bir halde ona bakarken “O halde?” dedim. “Asır Beyin kesin talimatları var. Sizi içeriye almam, Gece Hanım.” Demek ki o şerefsiz buraya geleceğimi biliyordu. Bir adım gerimde duran Ilgın “Gece,” diyerek bana seslenirken sıcak eli omzuma temas etti. “Bence artık gitsek iyi olur.” Omzumu geriye iterek kendimi onun temasından kurtardım. “Çek elini!” Gözlerinin içine bakarken sert bir dille dişlerimin arasından konuştum. “Bir daha sakın bana dokunayım deme.” Yüzüne düşen puslu ifadesiyle onu barın girişine bırakarak yanından ayrıldım. Öfkeyle alev saçan gözlerim, mekânın yanında park halinde duran Audi’yi buldu. Torpidodan göz damlamı ararken bulup bileğime geçirdiğim lastik tokayı asılıp çıkardım. Ardından bir zamanlar dünyanın en sert maddelerden biri kabul edilen elmas küpelerimin tekini, işaret ve başparmağım arasında gerdiğim tokanın ucuna yerleştirdim. Ve kinetik enerjiyle doldurduğum lastiği serbest bıraktım. Ucundaki elmas küpe fırlayarak hedef aldığım Asır’a ait arabanın ön çamına çarpmasıyla cam paramparça olurken arabanın alarmı büyük bir gürültüyle ötmeye başladı. Madem ben içeri giremiyordum, o halde onu ayağıma getirirdim. Boynumu kütürdeterek omuzlarımı esnettim. Yanımda endişeyle bana seslenen Ilgın’ın buradan gitmemiz gerektiği konusundaki söylemlerine kulak asmazken mekânı önünde oluşmaya başlayan minik kalabalığın gözleri üzerimizdeydi. Çok geçmeden aramıza katılma şerefini gösteren Asır’ın gözleri ilk olarak tuz buz olan arabasının ön camını buldu. “Lan!” “Vah, vah! Yazık olmuş.” Kuzguni gözleri anında beni buldu. Öfkeyle kavrulurken “Sen…” diyebildi önce sadece. Yumruk haline gelen elleriyle “Ne yaptın lan sen?” diye gürleyerek üzerime doğru yürüdü. Mekândan onunla bir çıkan yakın dostlarından biri hızlı davranıp gecikmeden onu gövdesinden yakaladı. “Camını indirdim.” dedim pişince. “Bana bak!” diye kükreyerek Asır, hışımla bir kez daha üzerime atlamayı denediğinde artık onu tek başına zapt etmekte güçlük çeken sırığın yanına yine liseden aşina olduğum bir diğeri katıldı. Adı neydi ya şu uzunun? Y ile başladığına yemin edebilirdim. Dilimin uzundaydı. İçlerinden biri “Gece git hemen buradan.” diyerek biri uyarmayı denese de net bir dille ona gitmeyeceğimi belirttim. “Sahibinle konuşmadan hiçbir yere ayrılmıyorum.” “Bela mısın kızım sen? Arabamı mahvettin!” Omzumu indirip kaldırdım. “Hıh, adamların beni içeri almış olsaydı bu seremoniye gerek kalmazdı.” Omzumun üstünden mekanının girişindeki çam yarması sarışına kınayan bir bakış attım. “Tanrı misafire böyle mi davranılır canım? Biraz görgü kuralı şart.” “Ne maval anlatıyorsun kızım sen?” “Kızım mı?” dedim tiksintiyle. “Ayıp oluyor ama.” “Gece!” diye gürledi Asır. “Siktir git mekanımdan, bak elimden bir kaza çıkacak.” Başparmağımı birbirine hizaladığım dört parmağım altına getirip üçgensel bir form alan parmaklarımı birkaç defa açıp kapayarak bezgin bir tonlamayla tekrarladım. “Laf, laf, laf.” Boşa atılıp tutuyordu. Bana bir şey mi yapacaktı? Deneyebilirdi. Ama bana elini dahi süremezdi. “Konuşmamız gereken konular var, Havas.” diye direttim. Gerçekten çok sıkılmıştım artık bu durumdan. Altını çizim. “Önemli.” Alayla güldü. “Önemli demek, ha?” “Öyle.” “İyi.” Başını aşağı yukarı sallayarak bir kez daha “İyi.” dedi. “Konuşalım bakalım.” Birbirlerine tereddütle bakan adamlarına “Bırakın.” diye keskin bir emir verirken gözleri bir anlığına üzerimden uzaklaştığında parmaklarım, elbisemin örttüğü bacağıma sarılı kayışa uzandı. Olası bir tehditte karşı resital gecesinden bu yana yanımda taşıdığım bıçağı parmaklarımın arasına çektim. “Kavga başlatmaya gelmedim buraya.” dediğimde Asır’ın keyifli kahkahası kulağıma çalındı. “Sen hiç endişelenme o konuda.” dedi tehlikeli bir tonlamayla. “Ona az önce yeterince net ifade ettin zaten kendini.” Onu tutan adamlarının hakimiyetinden kurtulan Asır’ın saldırgan adımlarını saniyesinde bana yöneldi. Nefesi kesmek üzere keskin bir hamle yapan Asır, bana ulaşmadan hemen önce ona doğrulttuğum bıçakla arasında birkaç santim kala durdu. İkimiz arasında yaklaşık sekiz santimlik bir mesafe bırakan çakının kesici yüzeyi doğrudan onun yapılı gövdesini hedef alırken bıçağın kabzasını sıkı sıkıya kavradığım parmaklarımın arasındaydı. Başımı yana yatırıp “Yalan söyledim.” dedim tatlı tatlı. Gecenin içinde bir kor gibi parlayan kuzguni gözlerinin derinliklerine bakarken “Kişisel algılama, hayatım.” diye mırıldandım. Omzumu indirip kaldırdım. “Hep yaptığım şey.” “Senin dalaverelinden bıktım usandım, Kayadelen.” “İnan, ben de senin bu saldırgan tavırların hakkında aynı duyguları besliyorum Havas. Ama gel gör ki kader ya da evren artık her neye inanıyorsan, bizi yan yana getirmekten vazgeçmiyor.” Yüzünü buruşturdu. “Uzatma da sadede gel.” O geceden beri yanımda taşıdığım yasal sınırların ötesine çıkmayan kesici aleti bir milim bile oynatmadan tek nefeste “Bak, bir boklar dönüyor. Bizimkiler konuşurken duydum,” dedim. Kaşlarını kaldırdı. “Şimdi de kapıları dinlemeye mi başladın, Kayadelen?” “Konumuz bu mu sence?” dedim öfkenden dişlerimi gıcırdatarak. “Beni dinle, sana akademiye dönmemin sadece bir paravandan ibaret-” Konuşmama izin vermedi. “Bana bak Kayadelen, eğer o küçük kafanın içinde oraya dönmek gibi en ufak bir dülünce kırıntısı dahi varsa,” diye başlayan tehditkâr sözlerine karşılık ona sözlerine dikkat etmesi gerektiğini göstermek için ona bıçağın kimin elinde olduğunu hatırlatarak “Ne olur, Asır?” diye fısıldadım. “Sen bana ne yapabilirsin ki?” Güvendiğim ne elimdeki bıçağaydı ne de yanımda durmak yerine sahibi gelince köşesine çekilen Ilgın’a. Güvencem kendimeydi. “Beni sınama, Kayadelen. Bu sana son uyarım.” Benimle emir kipiyle konuşmasına daha fazla katlanmazken kafamın içinde dönen kelimeleri tartmadan söyleyiverdim. “Zavallı kardeşinin ölümünden beni sorumlu tutmaktan asla usanmayacaksın değil mi?” Gözlerinde yanan son kıvılcımın da söndüğü gördüm. Sanki o ana dek onu dizginleyen görünmez bir eşik vardı. Ve ben, o eşik değeri ket vurmadığım sözlerimle tek seferde az önce aşılmıştım. Sağ eli, ona doğrulttuğum çakının keskin yüzeyine kapanırken bir an bile tereddütte düşmedi. Kabzasını kavradığım bıçağı tek bir hamlede kendine doğru çekti. Avucunun örtüğü metalik yüzeyin üstünde kayarken parçalanan etin sesini tüm hücrelerimde hissettim. Savunmasız ellerinde açılan kesiğin acısını istem dışı içselleştirirken bir ateşe dokunmuşum gibi aniden çakıyı bırakıverdim. Küle dönmüş gözlerim onun parmaklarının arasından sızan kana dokunurken “N’aptın sen!?” diye soludum. Sadece bir an sonraysa saniyeler önce benim ellerimin arasından olan bıçak, boğazıma dayanmış halde onun ellerinin arasındaydı. Nefesim kesildi. Yutkunsam şah damarımı parçalayacak kadar tenime yakın duran keskin metali, dikişlik yaralar açılan parmaklarının arasına, kendi ellerimle bırakmıştım. Teslimiyetim, ellerim konusundaki hassasiyetimin beni bu konuda fazla duyarlılaştırmasından geliyordu. Aramızda yalnızca bir nefes kadar boşluğu kadar mesafe kala “Zayıfsın.” dedi tüttürür gibi. Yüzüme çarpan nefesi beni kara bir duman gibi boğarken “Güç şimdi kimin ellerinde ha Kayadelen?” diyerek bıçağın onun kanıyla kaplı kesici yüzeyini tenime dokundurdu. Sumru Havas’ın sözleri kulaklarımda çınlarken üvey oğlunun beni oracıkta öldüreceğini düşündüm. Belki de bu ikimiz için de en kolay yol olurdu. Kuruyan dudaklarımı ıslattım. “İkimize de çok kötü bir oyun oynanıyor, görmüyor musun?” “Yanlış!” Bıçağın keskin yüzünü çıplak tenimden aşağı doğru kaydırarak kalbimin hizasına getirdiğinde durdu. Ölümcül metali ikimizin arasında hareket ettirerek “Biz, seninle hiçbir zaman aynı safta olmayacağız Kayadelen. Bunu o güzel kafana sok.” dediğinde bir soluk verdim. “Anlamıyorsun,” diyerek şansımı bir kez daha denemek istediğimde göğsüme bastırdığı bıçağı yukarı tırmandırarak kanlı bıçağı dudaklarım üzerine bastırdı. “Şhh!” diye fısıldadı tüyler ürpertici bir tonlamayla. Ardından kulağıma eğilerek “Uslu bir kız ol, Kayadelen.” diye mırıldandı. Zavallı gibi durma orada. Bir şeyler yap! Bizi böyle aşağılayamaz. Geri çekilirken dudaklarımdan uzaklaştırdığı kesici aleti yanağım boyunca kaydırırken gözlerimi yumarak bu işkencenin bir an önce bitmesini diledim. Acınası haldesin. Senden nefret ediyorum. Ölsen yeridir. Avucundan bileklerine doğru akan kan kaplı parmaklarının arasındaki bıçakla omzumdan aşağı dökülen saçlarımı geriye itti. “Bu güzelliği harcamak…” Cık cık’ladı. Gece yarısı saçlarımın arasındaki bıçağı şakaklarıma iki defa vurdu. “Aklını kullan, Kayadelen. Yazık etme kendine.” Ayaklarım beni taşımakta güçlük çekerken kendi kanıyla kaplı bıçağı gömleğinin üzerinde temizledikten sonra çakının kabzasını bana doğru çevirerek almam için uzattı. “Eğer seni bir daha mekanımda görürsem, seni parçalarına ayırırım Gece.” Kuzguni gözleriyle ruhumda bir delik açarken çakıyı elime tutuşturup bir adım geri çıkarak beni serbest bıraktığında tuttuğum nefesimi serbest bıraktım. Dudaklarıma bulaşan kanın kokusu, midemi bulandırırken karnım tiksintiyle içe doğru kırılırdı. Midemden yükselen sıvı boğazımdan yukarı doğru tırmanırken kendimi birkaç adım ötemdeki çöp konteynırının yanına atmamla iftira etmeye başladım. Boş midemin içindeki safra sıvısını öğürmek canımı acıtırken daha fazla dayanamayarak dizlerimin üzerine çöktüm. Arkamdan gelen Ilgın, saçlarımı tutmak istediğinde kendimi berbat hissetmem rağmen elimi kaldırarak ona engel olmayı başarmıştım. Kusmam sona erdiğinde kalçamı yana doğru devirerek kaldırımın kenarına iliştiğimde sönmüş alevlerin kalıntılarını barındıran gözlerimi avucumun içine bıraktığı çakıdan ayıramıyordum. Kendime karşı duyduğum nefret bir mürekkep kadar koyulaşırken kan kızılı bıçak, ellerimin arasından kayıp asfaltı buldu. Onu mahvedecektim. Önümde dizlerinin önüne çöken Ilgın’ın endişeli gözleri üzerimdeydi. Endişe etmesine gerek yoktu. Onun hesabını da yarına bırakmıştım. Tek istediğim bir an önce buradan defolup gitmekti. Kalk ayağa, Gece. Dizlerimin üzerine çöktüğümde derime gömülen küçük çakıl taşlarını avuçlarımla iterek temizledikten sonra beni olduğum yerden kaldırmak için yardım eli uzatan adamı yok sayarak düştüğüm yerden kalktım. Toparla kendini, Lalin. Parmaklarımı saçlarımın arasından geçirerek önüme dökülen kan bulanmış siyah tutamları geriye attım. Arabama doğru ilerlerken iyisin diye bir telkinde bulundum kendime ve bu yalana kendimi inandırana kadar yinelemeye devam ettim. Geçti, iyisin. İyisin. İyiyim. Sürücü koltuğunun kapısına uzandığımı gören Ilgın “Gece, bana öfkeli olmanı anlıyorum ama iyi değilsin. İzin ver ben kullanayım.” dediğinde elim kapının üzerinde asılı kaldı. Yavaşça arkamı döndüm ve Bora Kayadelen’in peşime taktığı adamını atlatıp beni buraya getirmekten başka bir işlevi olmayan adama diktim gözlerimi. Ne o it üzerime yürürken araya girmeyi denemişti, ne de beni kendi silahımla aşağılarken ona engel olmak için en ufak bir girişimde bulunmuştu. Sadece orada durmuş ve diğer herkes gibi olan bitene seyirdi kalmıştı. Onun yardımına muhtaç olduğumdan değildi. Ya da yardımını istediğimden. Hatta belki orada beni yalnız bırakmak yerine işime karışmayı deneseydi, sonrasında bunun onun haddine olmadığını yüzüne haykırarak ona kızabilirdim bile. Ama şimdi ona bakarken gözlerimde o kadar küçük görünüyordu ki eğer bu kadar öfkeli olmasaydım ona acıyabilirdim. Haksız sayılmazdı. Ona öfkeydim. Ama bunun sebebi bana arka çıkmaması değildi. Sadece ona kızgındım çünkü arkama baktığımda orada olmadığı görmüştüm. “Anahtarlar,” demekle yetindim. Gözlerimde ne görmüştü bilmiyordum ama ikiletmeden anahtarları bana teslim ettiğinde arkamı döndüm ve onu, yolun ortasında bırakarak sürmeye başladım. Gecenin içinde yol alırken radyoda son ses açtığım müzik bile kafamın içinde durmadan dönüp duran aşağılayıcı sözlerini bastırmakta yetersiz kalıyordu. O halde kaç kilometre yol aldığımdan bihaber sahil yoluna girdiğimde arabayı sağa çekerek yol kenarına park ettim. Kayalıklara çarpan hırçın dalgaların sesi, otoyoldan sürekle geçen araçların sesine karışırken yol boyu dizginlemeye çalıştığım öfkemi içimde daha fazla tutamayarak çığlık atmaya başladığımda ellerimle direksiyonu parçalayacakmışçasına sıkıyordum. Bir nebze de olsa öfkemi yatıştırmayı sağlayan çığlığım yavaşça sönerken tamamen sakinleşmek için derin derin nefesler almayı sürdürüyordum. O sırada çığlığımı bastıran yüksek müziğin sesi kulak tırmalayıcı bir cızırtı sesiyle sekteye uğradığında, kafamı yasladığım direksiyondan kaldırarak gözlerimi radyoya çevirdim. Parazit giderek kuvvetlenerek müzik durduğunda, radyodan boş bir sinyal sesi yükseldi. Bu da neydi şimdi? Arabayı servise verdiğimde bir sorun falan mı olmuştu? O an eski usul bir yöntemlerle sinirime dokunan sesin kesilmesi için radyoya vurdum birkaç defa. Huzur da yoktu bir rahat sinir harbi yaşayalım. Parazit yavaşça kaybolurken yerini bir başka bilinmezlik aldı. “Kabul et, çok aptalca bir hamleydi.” Gerçek bir insandan ziyade bir ses değiştirme aplikasyonundan değiştirilmiş gibi gelen bu ses, bir radyo programına ait olmaktan öte sanki birebir benimle konuşan birine aitti. Bu rahatsız edici düşünceyi aklımdan atmak için başımı iki yana sallarken, radyoyu kapatmaya uzandığım anda aynı sesi tekrar duydum. “Sakın!” Dona kaldım. Kan akışımın yavaşladığını ve damarlarımdan çekildiğini hissettim. “Bu frekansa erişmek için saatlerimi verdim.” Bu da neyin nesiydi!? O ses az önce tam da radyoyu kapatmak üzereyken benimle mi konuşmuştu? Bu nasıl mümkün olabiliyordu? Kazara görüntülü bir arama başlatmış olabilir miydim? Radyonun üstündeki ekranı kontrol ettim. Boştu. Aklımı mı yitiriyordum? Yemek masasında gördüğüm halüsinasyon şimdi de bu. Evet, evet kesinlikle aklımı kaçırmıştım ben. Başka izahı olmazdı bunun. Çık çıkarmadan olduğum yerde hareketsizce dururken “Orada olduğunu biliyorum,” dediğini duyduğumdaysa daha fazla ölü taklidi yapmayı sürdüremeyerek ürkerek geri kaçtığımda sırtım arabanın kapısıyla buluştu. “Siktir! Bu ne lan böyle?” “Seni korkutmak istememiştim.” O beni görebiliyor ve duyabiliyordu. Biri beni izliyordu. Gözlerim hızla caddeyi taradı. Yüz metre ilerimdeki otobüs durağında iki genç kız ve bir orta yaşlı adam vardı. İçlerinden biri miydi? “Nereye bakıyorsun?” dediğinde onları pas geçtim. Çünkü hiçbiri buraya bakmıyordu. Sahil kenarındaki bisiklet yolunda bir çift tempolu yürüyüş yapmaktaydı. Ama radyodan duyduğum ses monotondu. Onlardan biri olmazdı. “Sen beni mi arıyorsun?” Çimenlik alanda bir adam uzanıyordu. Sulama fıskiyesi açık olmasına rağmen bundan rahatsızlık duymuyor gibiydi. Muhtemelen kafası uçmuş bir ayyaştı. Islık çaldı. “Uçmuş o herif,” Sinirle “Benimle oynamayı kes!” diye çıkışırken gözlerim cadde boyunca dolanmaya devam etti. Işıklarda duran araçları dolaşarak gül satmaya çalışan kadına bakarken “Aaa, bak kesin o benim.” diye benimle kafa bulmasına daha fazla kaldıramayarak radyoyu sökmek için hışımla cihaza uzandım. Aceleyle “Tamam, tamam, tamam!” dedi teslim olurcası. “Sen kazandın.” Onu dinlemek yerine başladığım işi bitirebilir ve hacklediği radyo sinyalini sonsuza dek susturabilirdim. Ama bunu yaptığım takdirde onu asla bulamazdım. “Her neredeysen hemen ortaya çık!” “Maalesef bunu yapamam.” “Bu bir rica değildi.” “Orası yeterince açıktı.” “Beni iyi dinle seni adi hasta manyak. Ya şimdi kendi isteğinle karşıma çıkarsın ya da gelip ben seni bulurum.” Derin bir nefes verdi. “Karşına çıkamam çünkü zaten orada değilim.” “Sen nasıl…” diyecek oldum sonra birden kafama dank etti. “Seni tacizci pislik! Arabama kamera mı yerleştirdin?” Bir yabancının beni gizlice bir kameradan gözetliyor olma ihtimali tüylerimi ürpertirken umutsuzca bunu inkâr etmesini bekledim ama o bunu yapmak yerine “Tacizci pislik mi? Ayıp oluyor ama,” diye hayıflanmayı seçtiğinde, korkudan elimin ayağımın boşandığını hissettim. Titreyen sesimle “Beni gözetleyen birine başka ne demeliydim?” dedim. Ardından delirmiş gibi arabamın içinde gizli bir kamera saklayabileceğini düşündüğüm yerleri kurcalamaya başladım. “Duruma senin açından baktığımızda hakkın olduğunu itiraf etmeliyim ama niyetim bu değildi.” “Niyetin sikimde değil, sapık herif. Bana hemen nerede sakladığını söyleyeceksin.” “Sana yerini söylerim ama önce-” “Sakın, benimle pazarlık etmeye kalkma!” “Sadece bir dakikalığına beni dinleyemez misin?” “İstemiyorum!” “Merak ediyordum da bu kararlı duruşu, Bora’nın seni Havaslara pazarlamaya kalktığında da sergileyebilecek misin?” Donakaldım. “Sen bunu nereden biliyorsun?” “Senin hakkında birçok şey biliyorum, Gece Kayadelen.” “İşte şimdi tam bir sapık gibi konuştun.” Gülüşünü duydum. Tüyler ürpertici derecede korkutucuydu. “Kötü bir başlangıç olduğunu kabul ediyorum ve sana iyi niyetimin göstergesi olarak dikiz aynasının iç yüzeyine yerleştirilmiş bir kamera olduğunu söylüyorum.” Çatık kaşlarımla gözlerimi dikiz aynasına çevirdiğimde oraya yerleştirilmiş minik gizli kameranın lensini fark ettim. Ancak çok dikkatli baktığım görünen bu kamera söylediği gibi dikiz aynasının iç tarafına yerleştirilmiş olmalıydı. Yan koltuğa fırlattığım Asır’ın tenimde dolandırdığı çakıyı kapıp oturduğum yerde diklerimin üzerine yükselerek dikiz aynasına uzandım. Bıçağın sivri kısmıyla dikiz aynasının çerçevesini kanırtarak aynayı sökmeyi denerken birinin nasıl arabama gizli bir kamere yerleştirebileceğini düşünüyordum. Aklıma gelen düşünceyle birlikte birden duraksadım. “Bunu arabam servisteyken yerleştirdin.” “İşte bu kıvrak zekana bayılıyorum.” Bunun anlamı, o kameranın yaklaşık iki haftaya aşkın süredir arabamda olduğu ve birilerinin beni oradan gözetlediğiydi. Bu korkunçtu. Bu delilikti. Elimdeki bıçağı hınçla dikiz aynasına vurmamla cam bir örümcek ağı gibi parçalandı. Açılan yarıktan içeriye ittiğim bıçağı kanırtarak yarığı daha çok genişletirken yere dökülen kırıklar arabanın döşemesine saçılmıştı. Üzerinde kırmızı bir ışık yanıp sönen kamerayı gördüğümde bıçağı bir köşeye bırakıp ona uzandım. “Kendini keseceksin, dikkat et.” Kamerayı avucumun içinde sıkışırken “Kendimi kesmenin seni alakadar eden bir durumu yok, aşağılık herif! Tıpkı ailevi meselelerimde olduğu gibi.” diye çıkıştım. Yerime geri dönerken “Sadece yardımcı olmaya çalışıyordum.” demesi daha fazla öfkelenmemi sağlarken “Olma! Beni sapık gibi gözetleyen birinden gelecek en ufak bir yardımı istemiyorum.” dedim hızla. Açtığım camdan sokağa fırlattığım kamera yağmurdan oluşan küçük bir su birikintisinin içine düştüğünde “O kamera güvenliğin içindi.” diyerek yakındı. Öfkeyle soldum. “Siktir oradan, güvenliğim içinmiş. Bu ne çeşit bir manyaklık?” “Sinirlenince fazla kabalaşıyormuşsun,” dedi daha çok bir çıkarımda bulunur gibi. “Ne o hoşuna gitmedi mi yoksa?” “Ağzı bozuk birine dönüşmenden mi? Ihm-m...” Arkasından her ne gelecekse torpido gözünden düşürdüğüm birkaç parça eşyayla birlikte durup “Sen orada ne yapıyorsun?” diye sordu. Dahası var mı diye dikkatli bir şekilde arabanın içinde ararken bir taraftan da onunla konuşmayı sürdürüyordum. “Başka bir izleme cihazı var mı?” “Yok. Sadece bir taneydi.” Elbette, ona inanacak değildim. “Kimsin sen?” diyerek daha en başından sormam gereken soruyu ona yönelttiğimde sesim hesap sorarcasına çıkmıştı. “Öncelikle sapığın falan değilim bunu bil.” “Vay be, içime büyük bir su serptin sağ ol.” Derin bir nefes aldı. “Nasıl göründüğünü biliyorum ama burada asıl mesele benin değil, senin kim olduğun.” “Ne demek bu?” derken sesim titriyordu. “Ne istiyorsun ya benden?” “Sana bir teklifim var Lalin Enva, dinlemeye hazır olduğundan emin misin?”
|
0% |