@sadecelerden_s
|
Herkes küçük bir çocukken çok saftır. Hem temiz anlamında, hem de kolayca herkese inanan ve kanan anlamında.
İnsan büyüdükçe kirlenir. İnsan büyüdükçe bir şeylerin farkına varır. Büyüdükçe eskisi gibi herkese güvenemez. Ama bazıları vardır ki onlar henüz çocukken ki gibi temizlerdir.
Ben o çocuktum.
Yaşım ilerlemişti ama herkese güvenecek kadar akılsızdım. Saftım.
Lisede bir çocuk vardı. Okulun gözdesi, bütün gözlerin baktığı tek yer olan o çocuk. Tabii bu gözlerin içinde ki bir çift gözde bendim.
Hayatımda ilk defa seviyordum birini. Çok hem de. İlk defa aşık olma duygusunu onunla tatmıştım.
Onu sevdiğimin ikinci senesiydi. Bir gün bahçede dolaşırken yanıma geldi ve benimle konuşmak istediğini söyledi. Sonra daha sessiz ve gözlerden uzak bir yere götürdü beni. İlk başta lafı dolandırarak bir şeyler anlattı.
Ve konu, asıl bana demek istediği şeye geldi.
Çıkma teklifi...
Bana hayatımın en büyük dersini veren o teklif. Bir dönüm noktası...
Uzun bir süredir beni sevdiğini söyledi ve bana çıkma teklif etti. O an içimde kelebekler uçuyordu adeta. Yaşadığım mutluluğun tarifi dahi yoktu. Kelimeler dayanmazdı hislerimi anlatmaya.
Ben de kabul ettim.
Ağzımdan çıkan o evet, benim en büyük pişmanlığımdı.
Ve ben bunu iki ay sonra farkettim.
İki ay boyunca sevgiliydik. Ben onu seviyordum. O da beni seviyordu. Daha doğrusu seviyor gibiydi. Ben öyle sanıyordum. Hayatımda gördüğüm en iyi oyuncuydu kendisi.
İki ay sonra durduk yere beni okulun arka bahçesine götürdü. Bana önemli bir şey söyleyeceğini söyledi.
O söylediği şeylere 'şey' demek bile hafif kalırdı.
O söylediği cümleler benim acım oldu. O söylediği cümleler benim ağlayarak okuldan çıkışım ile son buldu.
Son buldu.
İşin aslı ise çok daha acıydı. Kullanılmıştım.
Aldanmıştım ve aldatılmıştım.
Arkadaşlarıyla girdiği basit bir iddia gereğinden fazla uzamıştı. Çok pişman olduğunu ve ayrılmak istediğini dile getirdi.
Hah, pişmanmış.
Kalbim ağrıyordu. Sırtıma saplanan bıçak, kalbimi de beraberinde deşip geçmişti.
Ve ben Başak Şahin. Birine güvenerek, kimseye güvenmemeyi öğrenmiştim.
Güvenmek, aptallıktı.
Camdan dışarıda ansızın yağmaya başlayan yağmuru izliyordum. Başım cama yaslıydı. Geçmişi yakmıştım ama külleri hep benimleydi.
Geçmiş aslında geçmemişti. Hiçbir zaman da geçmezdi.
Telefonda ki gizli numaranın sahibi bize dağın başında bir yerin konumunu atmıştı. Yaklaşık 45 dakikadır yoldaydık. Şoför koltuğun da Çınar, yan koltukta da ben.
Arabaya bindik bineli hiç konuşmamıştık. Ben konuşmadığım için o da konuşmuyordu. Konuşsam ne diyecektim ki?
Nihayet konuma vardığımızda Çınar, arabayı olduğu yerde bıraktı ve direkt arabadan indi. Ben de peşinden indim arabadan. Tam karşımızda iki katlı bir ev vardı. Fakat duvarları çatlak, eskimiş bir ev.
"Bu herif bize buranın konumunu attı gelin diye de, biz ne yapacağız şimdi?"
Sorduğu soruyu ben de kendime soruyordum. Ne yapacağız şimdi?
"Bilm-" sözüm yarıda kalırken çalan telefonumun sesiyle elim anında cebime gitti. Arayan kişi ise ismine aşikar olduğumuz o kişiydi.
Gizli Numara arıyor...
"Alo?"
Anında açtım ve alo deyip karşı tarafın konuşmasını bekledim.
"Vardınız mı konuma Komiser?" diye kalın sesi işittiğim de cevap verdim
"Evet. Niye bizi buraya getirdiğini söylemeyecek misin?"
"Ah, Komiser. Ben sizi oraya getirmedim. Siz kendi isteğinizle gittiniz oraya."
"Oyun oynamayı bırak!" diye yükseldim son dediği şeye karşılık.
Ben acı çekiyordum. Ben gerçekleri öğrenmek istiyordum. Ama o resmen dalga geçiyordu.
"Tamam Komiser. Sakin ol. Şimdi sen beni dinliyorsun ve o yanında ki sarışın mal da benim dediklerimi yapıyor. Anlaştığımızı varsayıyorum."
Bunu duyan Çınar devraldı konuşmayı.
"Ne yapacağım söyle de bitsin bu saçmalık. Bizi kandırdığın bariz ortada. Sırf Başak için burdayım şu an."
"Bu sarışın mal da harbi mal-"
"Delirtme beni adam söyle!" diye bağıran Çınar'ın sesiyle ürperdim. Kötü şeyler olacaktı hissediyordum.
"Söyle artık ne istiyorsun?" dedim en sonunda.
"Çok basit. Tam karşınızda ki evin kapısının önünde küçük bir kapı önü halısı var. O halının altında ki anahtarı alın."
Bunu duyan Çınar ve ben hızlı adımlarla evin önüne gittik. Kapının önünde ki küçük halıyı kaldırdı Çınar.
Eliyle yokladı halının altını ve küçük bir anahtar aldı eline.
"Aldığınızı varsayıyorum."
"Sen bizi mi izliyorsun? Burda mısın yoksa?" dedim.
"Akıllısın Komiser. Ama hayır orda değilim. Sizi izliyorum sadece."
Nerden izliyordu bizi? Kamera falan mı var diye bakındım etrafıma ama hiçbir şey yoktu.
"Şimdi o anahtarla evin kapısını açıp içeri girin." dedi kalın ses.
Çınar bir elinde ki anahtara bir de bana bakıyordu. Sonra soran gözlerle bana baktı. Ben de gözlerimi kırpıştırarak sorduğu soruyu onayladım ve o da anında anahtarı kapının kilidine sokup çevirdi.
Kapı gıcırdayarak açıldığında içerinin soğukluğu bedenimi ürpertti. İstemsizce kollarımı göğsümde birleştirdim. İçeri girdiğimiz de bizi büyük bir salon ve zıttı olarak küçük bir mutfak karşıladı. Kapının hemen yan tarafında da yukarıya çıkan merdiven vardı.
"O evde hayatında ki ikinci yüzün arkasında bıraktığı bir iz var. Doğru izi bulmak senin elinde Komiser. Bundan sonrası sana ait. Teşekküre de hiç gerek yok." dedi ve kapanan telefonun sesi evin içinde küçük bir yankı oluşturdu.
Teşekkürmüş!
"Bence bu adam bizi kandırıyor. Kendine oyuncak arıyor ve bizi de oyuncağı haline getirdi." diyen Çınar'ın yorumunu es geçtim. Çünkü hissediyordum.
Bu ev izlerle doluydu. Ve ben o izi bulmazsam, o izler benim de üzerimde kalıcı izler bırakacaktı...
"Hissediyorum. Hissediyorum Çınar. Yine aynı şeyin olmasına izin veremem." Yine aldatılmaya göz yumamam.
Sahi, şunu hiç düşünmemiştim. Kimdi benim hayatımda ki maskeli?
Kim vardı ki çevremde?
Annem ve babam mı? Sanmam. Onların benle alakası yok.
Arkadaşlarım? Çınar, Ozan veya diğer ekiptekiler? Başka kimse yok çünkü çevremde.
Bir de o. Motorcu.
Aras? Sanmam. Sanmak istemiyorum.
Kimdi?
Bu sorunun cevabı bu evde saklıydı. Yavaşça salona doğru ilerledim. Eskimiş ve toz kaplamış olan koltuklar eve ayrı bir nostaljik hava katıyordu. Radyo bile vardı. Ama çalışıyor muydu? Ondan pek ümitli değilim işte.
Sonra duvarda ki tablolar dikkatimi çekti. Genç bir adamın fotoğrafları vardı. Yanında da küçük bir çocuk.
Bu ve benzeri fotoğraflardan biraz daha asılıydı duvarda. Sonra mutfağa geçtim. Mutfakta birkaç ıvır zıvır eşya dışında pek bir şey yoktu.
Arkamı döndüğümde gözlerim Çınar'ı aradı fakat onu göremedim.
"Çınar? Nerdesin!?" diye yüksek sesle geldiğimde üst kattan onun sesini duyunca adımlarımla merdivenlere yöneldim.
Merdivenler bile ayakla basıldığında gıcırdıyorsa bu ev cidden eskiydi. Ne kadar eski olduğu ise tartışılırdı.
Üst katta iki lavabo, iki yatak odası ve bir tane de çalışma odası vardı. Fakat bir de çatı katı vardı.
Yatak odalarından birine girince içeriyi inceleyen Çınar'ı gördüm ve yanına yaklaştım.
Dolapları geçtim yatak altına kadar her yeri dikkatle inceledim belki elle tutulur bir şeyler bulurum diye ama yok. Ben daha ne aradığımı bile bilmezken burda bir ipucu bulmak imkansızdı.
Ne arıyordum ben?
Bilmiyordum.
"Yan odaya şöyle bir göz ucuyla baktım geçerken. Çocuk odasıydı galiba. Oraya da bir bakalım mı?" diye soran Çınar'ı başımla onayladım ve beraber yan odaya geçtik. Gerçekten de bir çocuk odasıydı. Küçük tekli bir çocuk yatağı, dolap ve birkaç eşya daha. Küçük bir masa ve üstünde kağıtlar.
Masanın olduğu yere eğilip kağıtlardan birini elime aldım. Bir baba ve oğulun resmi çizilmişti. Galiba küçükken burda yaşayan çocuk çizmişti bu resmi. Renkli kalemlerle boyanmıştı. Arkada bir ev. Sanırım içinde bulunduğumuz ev.
Sonra başka bir resim aldım. Yine baba ve oğlu var fakat. Yani, nasıl desem? Bir şeye binmişler beraber.
Bir çocuğun çizdiği şeyi kolayca anlamayı bekleyemezdim ki zaten.
Bisiklete benziyordu ama değilde gibiydi. Başka bir şeydi.
Sonra başka bir kağıt aldım ve resme baktım. Bunu görmeyi beklemiyordum.
Nerdeyse bütün resimlerde babayla oğlunun güzel anılarını gözler önüne seren resimler varken, tek bir tanesinde çocuk tek başınaydı. Üzgün suratlı bir çocuk. Bütün resimler de tebessüm eden o çocuk, bu fotoğrafta üzgündü.
Galiba babasına bir şey olmuştu. Ölmüş müydü? En merak ettiğim ise çocuğa ne olmuştu.
O çocuk belki de şu an büyümüştü ve tek başına yaşıyordu. Babası öldüğünde kaç yaşındaydı acaba?
"Bu fotoğrafta neden çocuk tek başına? Babasını niye çizmemiş?" diye sordu arkamdan benimle resimlere bakan Çınar.
"Galiba bir şey olmuş babasına. Belki ölmüştür."
"Belki de gitmiştir."
"Nereye?"
"Gitmiştir. Oğlunu terk etmiştir. Hem bu çocuğun annesi yok mu? Hiç onu çizmemiş."
Evet. Buna ben de dikkat etmiştim.
"Belki de annesi onu terk etmiştir." dedim.
Baba ve oğlunun neye bildiklerini bilmediğim şeyde olan resmi alıp Çınar'a uzattım. "Sence burda neye binmişler?" diye sordum ve cevap vermesini bekledim.
"Araba olamaz." dedi.
"Onu biz de biliyoruz." dedim. Göz devirdi ve tekrar baktı kağıda.
"Bisiklet, scooter falan olabilir mi?" diye sordu.
"Bilmiyorum. Farklı bir şeye benziyor ama."
"Motorsiklette olabilir?"
Motor? Olabilirdi. Benziyordu.
Galiba babasının motoru vardı.
Sonra çömeldiğim yerden kalktım ve çalışma odasına geçtim. Kapıyı açtığımda karşılaştığım ilk manzara, geniş bir çalışma masası ve üstünde ki araç gereçlerdi. Kalemlerden tut kitaplara, kitaplardan tut üst üste yığılmış olan kağıt ve belgelere kadar çoğu şey vardı.
Masanın önüne ilerledim ve durdum. Bir çerçeve vardı. Fotoğrafta yine bir babayla oğlunun fotoğrafı vardı. Baba, oğlunu omuzlarının üstüne çıkarmış beraber kameraya bakıyorlardı ve gülüyorlardı.
Biz de seninle böyle olabilirdik baba...
Asıl merak ettiğim şey, bu çocuğun annesinin nerde olduğuydu? Gerçekten terk etmiş olabilir miydi? Belki de ölmüştü. Fakat ölseydi en azından bir fotoğrafı olurdu evde. O yüzden bu ihtimalin de üstünde çok durmadım. Ve incelemeye devam ettim.
Çınar da masada bulunan kağıt ve belgeleri inceliyordu. Fakat kağıtları hızlı bir şekilde es geçişi, elde tutulur bir şey bulamadığının kanıtıydı.
Yan tarafta ki kitaplığa da göz attıktan sonra burda da bir şey bulamayacağımı fark ederek, odadan çıktım. Çınar, hala odada ki kağıtları inceliyordu. Öyle bir dalmıştı ki çıktığımı fark etmemişti bile.
Aklıma dan diye düşen fikirle merdivenlere yöneldim. Burda çatı katı da vardı. Oraya da bakacaktım.
Merdivenlerden çıkınca, başka bir merdiven daha karşıladı beni. Bu evin içinde bulunan merdivenlerden değildi. Tahta ve olduğu gibi tavanda ki boşluğa uzanan uzunlamasına bir merdivendi. Galiba burdan çıkacaktım.
Bir ayağımı basamağın üstüne koyup ellerimle merdivenin kenarlarından tutunarak, diğer ayağımıda bir üst basamağa koydum. Böyle böyle en sonunda merdiveni bitirdim ve tavanda ki geniş boşluktan kafamı uzatarak etrafa bakındım.
Çok dağınıktı. Ben burda neyi nasıl bulacağım ki?
Kendimi yukarıya çektim ve ayağa kalkarak üstümde ki tozları temizledim. Etrafta tekrardan kısaca göz gezdirdim.
Eski eşyalar, eski oyuncaklar ve daha fazlası.
Hepsi farklı yerlerde ama. Çok dağınık.
İlerde ki sandık gözüme çarpınca, gidip içindekilere bakmaya karar verdim. Sandığın önünde eğilip kapağı kaldırdım ve içindekilere baktım.
Nerdeyse sararmak üzere olan, eskimiş mektuplar. Fakat hepsinin üstünde tek bir isim.
Menekşe'me...
Mektuplardan birini aldım ve yırtarak açtım. İçinden bir kağıt çıktı. O kağıdı da aldım ve katını açıp içindeki yazılanlara baktım.
Bunların hepsi aynı kişiye mi yazılmıştı?
Tam kağıtta yazanları okuyacaktım ki aşağıdan gelen bağırma sesiyle kağıttan kafamı kaldırdım. Sesler boğuk geliyordu ama az çok anlaşılıyordu.
"Başak! Nerdesin? Başak, ev yanıyor nerdesin!?"
Çınar dan gelen sesler kalbimi tetikledi.
Ev mi yanıyor demişti o?
Elimde ki mektubu daha sonra okumak için iyice katlayıp pantolonumun arka cebine sıkıştırdım ve hızlıca aşağı doğru inmeye başladım.
Bu koku?
Aşağıya indikçe öksürmeme sebebiyet veren bu koku Çınar'ın dediklerini doğruluyordu. Ama evin neresi yanıyordu?
"Çınar?" diye seslendiğim de arkamdan gelen adım seslerini işiterek ben de arkama döndüm ve Çınar'ın panik dolu yüzünü gördüm.
Korkum arttı.
"Çınar neresi yanıyor? Niye çıkmıyoruz o halde bir şey desene!" diyerek Çınardan bir açıklama beklerken o öksürüklere boğulmuştu.
"Başak, ev yanıyor. Çıkış, ka-" derken tekrar öksürdü ve devam etti. "Kapalı. Çıkış kapalı yanıyor. Çıkamayız."
Kapalı. Çıkış kapalı yanıyor. Çıkamayız.
Yanan bir evin içinde mahsur kalmıştık.
"Ne demek kapalı ya!? NASIL KAPALI ÇINAR SAÇMALAMA!?"
"Evin girişinden başlamış yanmaya. Bilmiyorum da nasıl yandığını. Bir sakin ol tamam mı?"
Olamıyordum. Artan duman beni de zehirliyordu. Duman, bedenimi esir almıştı. Şiddetle art arda öksürürken bir yandan da çıkışa doğru ilerliyordum.
Evin kapısı tamamıyla yanıyordu.
Ev de bizi esir almıştı.
"Ç-çı-nar." Bedenimde gezen duman, konuşmamı engelliyordu. Nefes dahi alamıyordum.
Kolumla burnumu kapatırken bir yandan da kapıyı tekmeleyen Çınar'ı izliyordum.
"Çınar, itfaiye-" derken sözüm yarım kaldı çünkü öksürükler tekrar beni buldu. Çınar, karşımda kapıyı tekmeleyip geçebileceğimiz bir boşluk yaratmaya çalışıyordu fakat yanmanın etkisiyle tavandan tekrar kapının önüne düşüp açığı kapatan tahtalar bunu engelliyordu.
En sonunda vazgeçip yanıma geldi ve kollarıyla beni sarmaladı.
"Başak. Bana bak. Bana bak, iyi misin? BAŞAK KONUŞ!" diyerek bana seslendiğini duyuyordum fakat cevap veremiyordum.
Yavaşça olduğum yerde beni oturttu ve o da beni bırakmayarak yanıma oturdu. Bir yandan beni hafifçe sarstığını hissediyordum ama tepki veremiyordum.
Çünkü bilincim de yavaş yavaş gidiyordu. Hissediyordum. Göz kapaklarım kapanıyordu ve geri kaldıramıyordum.
Ölecek miydim?
Ölecek miydik?
Bu saatten sonra kim nasıl kurtaracaktı ki bizi?
Bilincim tamamıyla kapanmadan önce duyduğum tek ses Çınar'ın yardım dilenen sesiydi.
"YARDIM EDİN! KİMSE YO-YOK MU?"
Bir yandan öksürüyor bir yandan zar zor bağırıyordu. Belki biri duyar diye. Ama kimse duymazdı bizi bu saatten sonra.
Sonrası yoktu zihnimde. Ne bir ses, ne bir görüntü. Simsiyah. Boşluk.
Belki de ölüm.
Hayatım gözlerimin önünden geçti. Yaptığım hatalar. Yeri geldi ağladığım yeri geldi gülmekten öldüğüm anılar.
Geçmiş. Bir geleceğim olmayacaktı...
Bu bir kabulleniş miydi?
Yoksa kadere boyun eğiş mi?
Tek bildiğim. Buraya kadardı... Bundan öncesi olmuştu ama bundan sonrası olmayacaktı.
Vay be. Başak Şahin. Bu dünyadan siliniyorsun. Siliniyorum.
Yolun sonuna geldik.
Ben o yolun hep sonundaydım ki zaten.
~•°•°•°~ Geçmeyen Ve Geçmeyecek Olan Bir Geçmişten... 13 Ekim 2005...
Kahraman Arslan'ın ölümünden tam bir hafta geçmişti. Koca evde büyük bir ölüm sessizliği vardı.
Gerçekten de ölüm sessizliği vardı...
Bir hafta öncesine kadar Kahraman'ın oğlu Aras'ın cıvıl cıvıl neşe dolu seslerinden evde durulmazdı. Şimdi ise fazla sessizlikten evde durulmuyordu. Sanki burası bambaşka bir yerdi. Bu koridorlarda hiç o neşeli çocuk koşmamış gibi. Sanki hiç, mutfakta yemek yapmaya kalkışınca o tezgah dağılmamış gibi. Bambaşka bir yer...
Evin sadece 3 tane çalışanı vardı ama o çalışanlar bile çalışan gibi olmamışlardı hiçbir zaman. Tam tersi, o evin birer bireyi gibilerdi. Son bir haftadır ise ruh gibi dolanıyorlardı evde.
Kahraman Arslan'ın sağ kolu olan Hakan, küçük Aras'ın odasına doğru ilerledi. Kapıyı iki kere tıklatıp içerde resim yapan Aras'a seslendi. Fakat ondan yine ses gelmemişti.
Aras... Kahraman Arslan'ın ölümüne en çok üzülenlerden. Üzülmek hafif kalır. Kahrolanlardan. Bu zamana kadar hep babasıyla büyümüştü. Her şeyiydi babası, her şeyi. Öldüğü gün ve sonra ki gün sürekli ağlamıştı. Uykusunda bile babasını sayıklıyor ve ağlıyordu.
Fakat sonra ki günlerde gıkı çıkmamıştı küçük Aras'ın. Tepkisizdi. Hiçbir şeye tepki vermiyordu. Ruhsuz gibiydi.
Kapıyı açıp içeriye giren Hakan, resim yapan Aras'ı görünce gülümsedi ve konuştu.
"Aslanım. Ne yapıyorsun? Resim mi? Beraber yapalım mı?" diye sordu.
Aras, Hakan'ın söylediğini es geçerek resmine devam etti.
Hakan, çok üzülüyordu Aras'ın bu durumuna. Hep kendi oğlu gibi sever, kollardı Aras'ı. Onu daha önce hiç böyle görmemişti. Eski Aras'tan eser dahi kalmamıştı.
Aras'ın yanına doğru dizini kırarak eğildi. Eliyle saçlarını karıştırdı ve yaptığı resme baktı bir yandan.
Resim hüzünlüydü.
Resim acı doluydu.
Resim, küçük bir çocuğun yaptığı acemi çizimlerden farklıydı. Çok şey anlatıyordu.
Arkada bir ev. Evin önünde bir çocuk. Tek başına, yalnız ve üzgün.
O çocuk Aras'ın ta kendisiydi.
Tek başına, yalnız ve üzgün.
Hakan'ın gözleri masanın öbür ucunda ki diğer resimlere kaydı. Hepsi de aşina olduğu o resimler. Kahraman ve Aras Arslan'ın resimleri. Baba oğulun mutluluk fışkıran resimleri.
Daima gülen yüzlü baba ve oğulun resimleri. Asla üzgün olmayan baba ve oğulun resimleri.
Diğer bütün resimlerin içinde, bu resim alakasız ve bir o kadar yabancı duruyordu.
"Babam neden öldü Hakan abi?" diye soran Aras'ı duyunca, küçük çocuğun sesine hasret kaldığını bir kez daha farketmiş oldu. Günler sonra ilk defa sesi çıkmıştı.
Fakat sorduğu soruya cevap veremezdi. Verse bile doğruyu söyleyemezdi.
Eğer öğrenirse, intikam hırsıyla büyüyecekti Aras. Ve babası ne olursa olsun bunu istemezdi eğer yaşasaydı.
Bu yüzden yalana başvurdu Hakan.
"Baban kaza geçirmiş oğlum." dedi.
Aras yerinde hızla kalktı ve "Bana oğlum deme! Bana bir tek babam oğlum derdi!" diye bağırdı ve ağlayarak kendini yatağa attı yüzüstü bir şekilde.
"Aras'ım. Tamam özür diler-" diyordu ki Aras sözünü böldü. "Git! İstemiyorum kimseyi!" diye bağırdı.
Hakan, en sonunda vazgeçti ve tek başına kalarak yüzleşmesinin daha doğru olabileceğini düşündü. Bu yüzden de kapıyı yavaşça örtüp odadan çıktı.
Küçük Aras, Hakan abisinin gittiğini görünce yattığı yerde tekrar kalktı ve resmine devam etmek için oturduğu küçük sandalyeye geri oturdu.
Aras, üzülüyordu.
Aras, kahroluyordu.
Aras, babasının olmadığı bir hayatı düşünemiyordu.
Belki de şu an babası yaşıyor olsaydı beraber burda resim yapıyor olacaklardı.
Tek fark şu ikisi olacaktı:
Hem babası olacaktı yanında. Hem de baba ve oğul gülümsemeye devam edeceklerdi...
Ya bir evin önünde, ya da bir motorun üstünde. Ama bir şekilde gülmeye devam edeceklerdi...
~•°•°•°~
Youtube hesabım; @sadecesudeew |
0% |