@sadecelerden_s
|
İnsan vücudu her şeye dirençli olamazdı. Stresi, yorgunluğu veya derin üzüntüyü bir yerden sonra kaldıramazdı. İnsan denen varlık neden bu kadar güçlü olmak zorundaydı ki zaten?
Çünkü aksi takdirde yaşayamazdı. Yaşananları kabullenemeyip kendi içinde dibi görünmeyen bir kuyuya düştüğünde bir daha oradan çıkışı olması zordu. Ya kendi çıkacaktı ya da biri ona gelip uzun bir halat atacaktı çıkabilmesi için. O halat ne kadar uzunsa insan da o kadar büyük bir depresyonun eşiğinde demekti.
Bana uzatılan bir halat oluyordu hep. Ama ya bir gün o halat koparsa ne olurdu?
Kulağımın içinde yankılanan kısık ama derin uğultular eşliğinde göz kapaklarımı araladığımda beyaz tavan ile göz göze gelmeyi bekliyordum. Baygınlık sonrası insanlar genelde birkaç dakikalık hafıza sorunu yaşarlardı fakat beynim bu sefer yüzleşmeye devam dercesine ânında hatırlatmıştı bana her şeyi.
Hatırlıyordum. Bütün konuşulanları. Şu an neden burda olduğumu.
Karakolun üst katında bir revir odası vardı ve orda ki sedyede uzanmış bir pozisyondaydım. Yavaşça dikleştiğimde ayaklarımı aşağı sarkıttım. Yere ayak bastığımda üzerinde olduğum sedyeden kalktım. Odada kimse yoktu. Kapının açık olduğunu gördüğümde oraya doğru adımladım.
Diğerleri nerdeydi bilmiyordum ama aşağıda olduklarından şüphem de yoktu. Merdivenlere doğru yöneldim ve aşağı kata indim. Koridorda etrafıma bakındığımda bizimkileri göremediğimden kendi odama yöneldim. Kapının önüne geldiğimde kulpu çevirip içeriye girdim. Arkamdan kapıyı kapatınca bir anda aklıma gelenle elimi cebime soktum.
Telefonum cebimdeydi. Son aramalara girip Çınar'ın ismini bulduğumda onu aradım. Kısa bir süre çaldıktan sonra aramayı yanıtladığında onun sesini duydum.
"Başak?"
"Odamdayım. Gelir misin?" dediğimde bir şey demeden kapattı telefonu.
Bir dakika bile geçmeden odanın kapısı bir anda açıldığında Çınar'ı gördüm. Yüzünde endişeli surat ifadesiyle baktı bana.
"Başak, niye kalktın? İyi misin?"
Göz devirdim. "Çocuk muyum Çınar? Uyandım... Baktım kimse yoktu. Geldim işte." dedikten sonra devam ettim. "Benden sonra... Noldu?" diye sordum.
Her şeyi hatırladığım gibi konuşulanları da hatırlıyordum. Aras'ın anlattıkları... Hepsi zihnimdeydi.
"Bir şey olmadı. Sen bir anda bayılınca, sana koştu... Bir anda. Ozan tuttu onu. En son bağırıp çağırıyordu it." dedi.
Sana koştu... O bana hep koşardı. O her zaman koşmuştu bana. Canım yandığında iyileştirmek için koşmuştu. Ağladığımda gözyaşlarımı silmek için koşmuştu. Her daim koşardı o bana.
Ama artık koşamazdı. Koşmamalıydı. Yapmamalıydı bunu. O insanları öldüren bir seri katildi. Ben ise aylarca o katilin izinden giden bir polis. Biz zıttık. Hem yan yana gelmesi hem de birbirinden uzakta olması gereken iki insandık. Biz diye bir şey olmamalıydı.
"Zaten atacaklardı beni hapise. Orada da yaşatmazlardı beni. Vurdum kendimi... Olmadı."
Zihnime giren o cümleyle gözlerimi kapattım. Titrek bir nefes çektiğimde Çınar'a baktım.
"Kendini... Kendini öldürmek istemiş... Çınar nasıl yaptı bunu?"
Başını öne eğdi. Sessiz kalmaya devam ederken ben de sustum. Sustum ve düşünceler konuştu. Sustum ve duygular konuştu.
Sustum ve dünyam karardı.
"Ondan bu kadarını beklemezdim." dediğini duydum.
"Bende ondan bu kadarını beklemezdim. Yıllar boyu yaptığı şeyi öğrenene dek..." derken gözlerimi kapattım.
"Melek'i öldürmediğini söylüyor." dediğinde hızla açtım gözlerimi.
"Yalan... Çınar yalan söylüyor eminim. Allah aşkına hatırlamıyor musun? O dolapta bulduklarımız... Melek'in..." dedim fakat sonra hızla ağzımı kapattım avucumla. Gözlerime yaşlar dolarken elimi çektim. "Melek'in fotoğrafı da vardı orada..." dedim kısık sesimle üstüne bastıra bastıra.
"Biliyorum Başak... Biliyorum." dedi iki elini omuzlarıma koyarken. "Gözünün içine baka baka yalvardı. Yemin etti..." derken lafını kestim.
"Bu zamana kadar sürekli bana onu kötüleyen sen, benim bunu gözüm hiç tutmadı sen dikkat et Başak, diyen sen, arkasından bütün lafları söyleyen yine sen... Ama şimdi onun hakkında yanılan yine ben. Öyle mi oldu şimdi Çınar?"
"Başak saçmalıyorsun-"
"Yalan mı?" dedim ayağa kalkarken. "Bu zamana dek hep ona dair şüphelerin vardı. O dolapta... Günahları vardı onun. Yüzlerce! Onlardan biri de benim kuzenimdi. Gördüğün hâlde hâlâ bana onu savunuyorsun." derken araya girdi hızla.
"Ben onu savunmuyorum Başak! Önce şunu bir anla." dediğinde öfkem harlanırken sesimi daha da yükselttim.
"Ya ne yapıyorsun o zaman? Ona inanmamız için hiçbir halt bırakmadı bizde. Her şey. Apaçık. Ortada. Sok bunu kafana."
Büyük bir adım atıp tam dibimde dururken konuştu. "Oysa hiçbir şey henüz ortada değil. Asıl sen bunu sok kafana. Kendi kararlarına göre kesin hüküm veremezsin Başak."
"Öyle bir veririm ki! Aklın şaşar Çınar." Gözlerinin içine bakarken yüz ifadesi farklı bir ifade aldı. Bana ne oluyordu bilmiyordum. Bize ne oluyordu bilmiyordum.
Bu saatten sonra iyi bir şey olmasına da imkân yoktu zaten.
"Sinirine hâkim olmalısın. Ona olan öfkeni anlıyorum ama yanlış yapıyorsun." dedi.
"Gerçek ne o zaman Çınar? Ha? Çok iyi biliyorsan her şeyi sen söyle o zaman. Kim yaptı?"
"Ben her şeyi biliyorum demedim, bu bir. İkincisi artık biraz sakin ol! Ağzına gelen her cümleyi düşünmeden kullanma."
Nefes alıp verirken o nefesi gerçekten ciğerime çekmeye çalıştım ama yapamadığımı hissettim. Kalbim sıkışmaya başlarken sinirimi atmam gerektiğinin farkına vardım. Aksi takdirde gerçekten de hiç demeyeceğim şeyleri dile getirecektim istemeden.
Derin nefesler eşliğinde soluklanırken öncekine nazaran daha sakin bir şekilde devam ettim konuşmama. "Sakinim."
"Şu an sakinsen yarım saat sonra yine sinirli olacaksın. Öfkene yenilme!"
"Bunu yapmayacağımı biliyorsun! Saçmalamayıp durma artık."
Hah! dercesine bir ses çıktı iki dudağının arasından. "Az önce sinirinden benim Aras hakkında dediklerimi yüzüme vuran sendin be."
"O zaman bana onu savunup durma!" dedim sesim tekrar kontrolüm dışında yükselirken.
"Bak görüyor musun? Farkında olmadan bağırıyorsun. Ben bundan bahsediyorum. Bana söylediklerin beni incitmez belki kolay kolay ama aynısını mümkünse başkasına yapma!"
"Ben ne diyorum sen ne diyorsun Allah aşkına ya!?" dedim en sonunda vazgeçercesine. Uzun süre konuşmamak üzere ağzımı kapattım. Arkamda ki koltuğa geri oturmuştum. Fakat sonrasında söyledikleri yüreğime bir zincir vurdu o an.
"Baban denen o itte böyleydi, sen biliyorsun en iyi."
Şokla ona baktığımda gözlerimi kırpamadım. Acıyla yandı gözlerim. Kalbim daha çok yandı ama. Göz kapaklarımı birleştirsem geçerdi gözlerimin acısı. Ama kalbimin kalp kapakları yoktu ki, canım yandığımda geçsin diye kapatayım...
"Ne?"
"Gerçekleri söyle dedin ya, al söylüyorum işte. O adam vakti zamanında daha sen çocukken gözünün önünde sırf sinirinden kuma-" dediğinde hızla kalkıp ittirdim onu göğsünden.
Kumanda fırlatmamış mıydı? Hatırlasana Başak?
Sertçe yalpaladığında sırtını kapıya vurdu. Kısık sesle inlediğinde gözlerim doldu ama gözlerimi kırpıştırarak geri gönderdim yaşları.
"Sakın! Bana. Bunu. Yapma."
Yüz ifadesi değişirken yerini eski sakin ve anlayışlı yüz ifadesi aldı. Belki de dediklerinin farkına vardı. Bana doğru adım attığında ben de ona büyük bir adım attım ve tam karşısında durdum.
"Sakın..." dedim fakat durdum. Sesim titriyordu. Titrememeliydi.
Son kez baktım yüzüne. İşaret parmağımı ona kaldırdım. "Sakın bu ânı unutma. Çünkü bana unutturamayacaksın." dedim ve yanından hızla geçip kapıyı açtım. Kapıyı açtığımda biriyle çarpıştım fakat kim olduğuna bile bakmadan yanından geçip gittim.
"İnsan bir özür diler hayırsız polis! Lan!?" Ozan'ın sesiydi. Ama o an sadece yalnız kalmak istedim. Kimse olmasın. Mümkünse evrende ki bütün insanlar kısa bir süreliğine yok olsunlar ve sessizlik içinde, öylece bomboş bir şehirde tek başıma dolanayım istedim.
Önce en güvendikleriniz vururmuş zinciri kalbinize. Zincirin pası kalbinize bulaşırmış. Kalp paslanırsa şayet bir daha dönemez eskiye. Ben güvenmemeyi böyle öğrenmiştim...
Ama asıl sorun şuydu ki; artık kalbimde paslanacak bir bölge kalmamıştı.
Dışarı çıkmak istedim. Fakat o an hiç beklemedigim bir yere götürdü beni ayaklarım. Belki de hiç gitmemem gereken bir yerin kapısının önüne geldim.
O'na...
Onun olduğu yerde başka gözaltına alınmış birisi yoktu. O yerde tekti. Tek başına. Şimdi ben gidecektim fakat o yine tek olacaktı orada. Artık o hep yalnız olacaktı.
İçeri girdiğimde gözüm demir parmaklıkların ardında onu aradı. En sonunda yere çökmüş ve sırtını duvara yaslamış bir beden gördüğümde ilk siyah saçları göz hapsime geldi.
Elimde ki anahtara baktım. Hâlâ burada olduğumun farkında değildi çünkü yüzünü kollarının arasına gömmüş bir vaziyetteydi. Karanlığın içindeydi. O yıllardır zifiri karanlıkla beraberdi.
Derin bir nefes alıp verdim ve elimde ki anahtarı kilide soktum. Hızla başını kaldırdığını gördüm fakat ona bakmadım. Anahtarı çevirip kilidini açarken hızla ayaklandı. Demir kapıyı açıp içeriye girdim.
Evet, içeriye girdim.
Kapıyı kapattım. Anahtarı cebime koydum. En sonunda yüzüne baktığımda şaşkın bir surat ifadesi hâkimdi yüzünde. Ne diyeceğimi veya ne yapacağımı düşünüyor olmalıydı.
Sorun şuydu ki ben de ne yapacağımı bilmiyordum.
Çınar'ın söylemeye yeltendiği sözler aklıma geldikçe tüylerim diken diken oluyor ve geçmişe gidiyordum saniyelik. Ama ilk başta üstüne fazla giden bendim. Zaten her zaman yanlış yapan insan da bendim.
Benim doğrum yoktu. Tek bir doğrum bile varsa, üçten fazla yanlışım vardı ve üç yanlış bir doğruyu götürüyordu.
"Sen?" dediğinde yere sabitlenmiş olan bakışlarımı gözlerine çıkardım.
Baktım, baktım, daha çok baktım. Ne arıyordum ki? Onun gôzlerinde bir şey yoktu artık benim için. Neydi benim aradığım şey?
"Nasıl beceriyorsunuz?" diye sordum, ne sorduğumun farkında değilken.
"Ne? Neyi?" dedi şaşkınca.
Güldüm... Ama yorulduğum içindi bu. "Kalp kırmayı." dedim. "Cam değil ki bu... Tutup bir parçasını atsan yere de kırılsa. Nasıl yaptınız?"
Kaşları çatıldı. Gergin bir ifadeye büründü. "Kimden bahsediyorsun? Anlamıyorum şu an hiçbir şey."
Sustum. Cevap vermek yerine sırtımı rahatsız edici demir parmaklıklara yaslamayı ve kollarımı göğsümde birleştirmeyi tercih ettim.
Zeminle bakışmamız devam ederken konuşmaya devam ettim. "Güveninin kırılması nasıl bir şeydir sence?" diye sordum.
Hâlâ ayakta duruyordu ve elini dâhi nereye koyacağını bilemez haldeydi. Şu an neden burda olduğumu ve neden böyle şeyler sorduğumu düşünüyor olmalıydı.
"Hayal kırıklığıdır." dedi.
"Neden böyle düşündün?" diye sorduğumda direkt cevap verdi. "Yaşadım."
"Neden yaşattın o zaman?" diye sordum en sonunda. Buna da bir cevap versin istedim. Az önce ki gibi. Takılmadan, düşünmeden. Ama sustu. Gözlerini kaçırdı anında ve elini saçlarına attı. Stresli veya sinirli olduğu anlarda yapardı bunu.
İçinde bulunduğu ortamdan dolayı stresli miydi yoksa kendine miydi siniri?
"Sorulacak çok hesabım var." dedim gözümden akmak için can atan yaşları geri atarken. "Ama artık seninle konuşmaya ayıracak bir dakikam bile yok gibi hissediyorum."
"30 saniye? 30 saniyen bile mi yok artık bana? Ben ona da razıyım. Gerekirse bir şey sorma. Yüzüme de bakma. Ama şurda otur sadece... 30 saniyeyi sikerim 10 saniye sana bakmak benim için ölmeye değer." dediğinde araya girdim.
"Sen... Sen hâlâ ölmekten mi bahsediyorsun?" diye sordum şaşkınca.
Kaşlarını çattı olabildiğince. "Sonum geliyor. Yaklaşıyor. Ben hissediyorum. Başak..." derken bana doğru adım atmaya yeltendi fakat elimi kaldırıp ona dur işareti yaptım. Durması gerektiğini anlayınca mecbur kaldı. Olduğu yerde durdu. "Başka boktan bir sorgu olur mu bilmiyorum. Belki de bu seninle karşılıklı son konuşmamız. Ben... Ne olursa olsun ben istemedim, bunu bil. Lütfen Başak... İstemedim. Yapmayacaktım ama kendimi... Kendimi her defasında elim kana bulanmış şekilde buldum." dediğinde "Sus... Sus." dedim.
Susmadı.
"Bir şey engel oldu bana. Ney bilmiyorum. Ben masumdum. O kanı benim elime kendileri sürdüler. Yemin ederim sana." dedi. Sonra gözlerini kaçırdı. Bir şey söylemek istercesine kıvrandı. En sonunda tekrar bana baktı. "Ve seni çok sevdim..." dediğinde kalbime bir sancı girdi. Kalp ağrısı...
Belki de aşk ağrısı. Bunu hissetmemeyi isterdim.
"Bütün o kirli geçmişim bir yana... Sen benim hayatımda ki tek aydınlık yoldun." Artık öyle değildim.
"Ama hâlâ öylesin." dedi sanki iç sesimi duymuş gibi.
"Seni ezberleyememişim ben. Onu da farkettim. Kaşlarını çatınca alnının ortasında bir düz çizgi beliriyormuş. Sorguda farkettim. Alnında ki düz çizgi Meva'ma ait ama ben onu bile görememişim. Aylarca..."
Alnındaki düz çizgi Meva'ma ait. Ama ben onu bile görememişim.
Meva neydi? Bana bu isimle hitap etmişti. Sormalı mıydım? Ya da bu aptallık mı olurdu?
"Beni istediğin her konuda suçlayabilirsin ama seni her şeye rağmen hâlâ kalbimde saklıyor olmama bir şey diyemezsin."
"Bunun yaşanacağı korkusuyla uyuyup uyandım her gün. Bu yüzden kendimi senden uzakta tutmam gerekirdi. Yapamadım... Sürekli seni görme ihtiyacı hissediyorken seni kendimden uzak tutmayı beceremiyordum."
Anlatıyordu. Anlattıkça kararıyordu içim. Anlattıkça deşiyordu yaralarımı.
O an daha fazla orda kalmak istemedim. Zaten daha fazla burda olmam da doğru olmazdı. Arkamı döndüm ve cebimde ki anahtarı elime aldım. Arkamdan sesini duyunca elimde ki anahtarı kilide sokmak yerine durdum.
"Ben anlarım. Gözlerinde kırgınlığın izleri var. Kim ne yaptı bilmiyorum. Bu saatten sonra... Söylemezsin de. Biliyorum. Ama bakma öyle kırgın kırgın."
Beni en çok sen kırmıştın. "Beni senden başkası daha çok kıramadı." dedim ve hızlıca ordan çıkıp demir kapıyı da kilitledim art arda. Hızla ordan ayrılırken arkamdan seslenmeye devam ettiğini duydum fakat bir dakika içinde çoktan binadan ayrılıp arabama binmiştim bile. ~•°•°•°~ Selamlarrr özlediniz mi bizimkileri Bu bölüm hiç içime sinmedi ve bilmiyorum çok saçma bir olay örgüsü yazdığımı düşünüyorum. Ama umarım siz seversiniz. Kendimi pek kitaba veremiyorum eskisi gibi belki de derslerden dolayı kafam dolu bilmiyorum. Ama yazabileceğim en iyi şekilde yazmaya devam edeceğimi bilin
Sonra ki bölümde görüşmek dileğiyle...
Ve bir de aklıma bir şey geldi. Eğer kitapla ilgili merak ettiğiniz ve cevaplayabileceğim türden sorular varsa bu satıra yazabilirsiniz. En azından 5ten fazla soru gelirse onları cevapladigim ayrı bir bölüm yayınlarım, iki gün içerisinde. Yt hesabım; @sadecesudeew |
0% |