@sadecelerden_s
|
Sahil kenarında bir bankta oturmak, denizi izlemek, güvercinleri veya martıların kanat çırpışlarına şahit olmak... Bunlar insana huzur veren klasik şeylerdendi.
Şu an bunların her birini gerçekleştiriyor olmam ise benim içimde ki sıkıntının hiçbir türlü dağılmasına olanak sağlayamıyordu.
Karakoldan ayrılır ayrılmaz nereye gideceğimi bilemeden buraya gelmiştim ve şu an üstünde oturuyor olduğum banka gelmiştim. Öylece izliyordum etrafı. Boş ve hiçbir duygu içermeyen gözlerle. Birçok duyguyu aynı anda hissediyordum aslında. Gözlerim duygusuz bir insan kadar dalgın bakıyordu sadece.
Çantamdan telefonumu çıkardığımda ekranı açıp bildirimlere göz gezdirdim. Aslında tek bildirim Çınar ve Ozan'ın arka arkaya cevapsız aramalarının bildirimiydi. Hepsini boşverip telefonu kapatacaktım ki ekranda bir anda beliren ve beni arayan isme baktım. Bu sefer arayan Müge'ydi.
Ah! Tabii ya. Müge en son beni bekleyeceğini söylemişti fakat ben sorgudan sonra bir daha onu görememiştim. Sonrası zaten malumdu ve konusunu bile açmak istemiyordum.
Aramayı yanıtlama isteği ile dolduğumda mecburen aramayı kabul edip telefonu kulağıma götürdüm.
"Efendim Müge?"
"Kızım sen neredesin!? Çınar ve Ozan, ki özellikle Çınar'ın altını bilmediğim bir nedenden ötürü çizmek isterim, deli gibi seni arıyorlar."
Beni aramaları zaten tahmin etmesi zor bir şey değildi. Özellikle Müge'nin dediği gibi Çınar'ın. Ve bilmediğim bir nedenden ötürü demişti az önce Müge. Çınar tabii ki de bir şey anlatmamıştı ona. Veya geçiştirmişti.
"Sahildeyim. Ama onlara yerimi söyleme lütfen Müge." dediğimde karşı çıktı. "En acilinden konum atıyorsun ve ben hemen oraya geliyorum yoksa gider özellikle Çınar'a söylerim yerini." dediğinde derin bir nefes verdim dışarı.
"Müge yalnız kalmak istiyorum sadece." dedim fakat dinlemedi. "Konumu at." dedi ve direkt telefonu yüzüme kapattığında göz devirip telefonun ekranını kilitledim.
Oturduğum banka iyice sığınmak istercesine yasladım sırtımı arkaya. Mecbur kaldığım için telefonu tekrar elime alıp Müge'ye konumumu mesaj olarak yolladım. Ona anlatmalı mıydım bilmiyordum. Artık kimseye hiçbir şey anlatmak gelmiyordu içimden.
Onun gelmesini beklerken kafamın içinde dönüp duran düşüncelerle boğuştum bilmem kaçıncı kez. Aras ile gerçekleştirdiğim konuşma dönüyordu bir yandan zihnimde.
Dile getirmek istemediğim büyük bir gerçek vardı. O da Aras'ın bir katil oluşu ve 1 aydan az bir süreye yakın gerçekleşecek olan dava sonucuna göre hapise gideceği gerçeğiydi.
Hapishane... Oraya gidecekti. Babası uğruna belki de her gün bu gerçeği göz ardı etmişti. Bu kendine yaptığı en büyük bencillikti oysa. Belki babasına söz vermiş olabilirdi. Belki onun ölü bedenine yemin bile etmiş olabilirdi. Değer miydi ki? Babası uğruna yaptığı bu onca şey gerçekten değer miydi?
Bilmiyordum. Babalarımız uğruna ne yaparsak yapalım değer miydi? Ben bu duyguyu bilmiyordum.
Belli bir vakit geçmişti bile Müge'nin arayışından itibaren. Daha önce yüzüne bakmadığım veya tanımadığım insanlar dışında gidip gelen kimse yoktu.
Bir anda arkamdan tam yüz hizama bir telefon ekranı geldiğinde kendi adımı gördüm. Hızla kalkacaktım ki yanıma oturan Müge'yi gördüğümde rahatladım. Böyle ani gelmesi veya özellikle önüme kendi telefonunu tutması gerekiyor muydu cidden?
Beni ararken telefon ekranını görüş hizama getirmiş ve ben görünce de işaret parmağını getirip ekranda ki kırmızıya basmıştı.
Yanıma oturduğunda ona döndüm fakat ben döner dönmez şikayet etmeye başladı. "Neden açılmıyor bu telefonlarım?" diye sorduğunda telefonumun hâlâ sessiz modda olduğu aklıma geldi.
"Sessize almıştım." dedim.
Tek kaşını kaldırdı bana bakarak. "Sebep?" diye sordu.
Göz devirdim. "Yalnız kalmak istediğimi belirtmiştim Müge. Neden geldin?"
"Acaba neden geldim? Dur bir düşüneyim. Mesela Çınar'ın deli gibi her yerde seni araması ve anlamadığım türden şeyler söyleyip bir de kendine küfretmesinden dolayı olabilir mi? Üstüne bir de Ozan'ın da seni bulamadıkça kurduğu uydurmaca cümleleri..."
Olabilirdi. Hatta olmuştu. Sebebini bir o kadar iyi bildiğim gibi bir o kadarda bu konudan kendimi uzak tutmaya çalışmıştım fakat Çınar ile baş başa konuşmadığımız sürece uzak da duramayacaktım.
"Ne dedi sana?" diye sordu.
"Bir şey dediğini nerden çıkardın?" dedim kaşlarımı çatarak. "Çınar artı sen, elde var bir. Sence anlamak bu kadar zor mu?" dediğinde istemsizce gülerken buldum kendimi.
"Nerden buluyorsun böyle lafları?"
Eliyle kömür siyahı saçlarını savurdu. "Bulmama gerek bile yok. Çünkü Müge Aral'ın böyle iddialı lafları bulması için kafa yormasına gerek yok." dedi.
Gülerek denize çevirdim bakışlarımı. Müge birçok konuda insanlara taş çıkartacak bir insandı. Elinden birçok iş gelirdi. Ağzı da göründüğü üzere çok laf yapardı. Hep özgüvenli ve kendinden emin birisiydi o. En çok bu huyunu seviyordum ya onun...
"Bilet falan mı almam gerekiyor konuşman için?" dediğinde derin bir nefes alıp verdim.
"Anlatmam için derinlere inmem gerekiyor." dediğimde hızlıca ve duraksamadan cevap verdi.
"Derinlere inmekten korkuyorsan eğer suya hiç girmeyeceksin. Yoksa her türlü boğulursun."
Belki de boğulmuştum?
"Ya boğulmuşsam?" diye sordum.
Gözleri yere sabitlendi. Sonra tekrar bana baktı. "O zaman cankurtaranı çağır."
"O kim peki?" diye sorduğumda hemen konuştu. "Başakcığım ben burdayım ya? Kurtaracağım seni işte." dediğinde burnumdan güldüm.
Sonra yine sessizlik. Nerden başlayacağımı bilemiyordum. Nerden başlayacağımı veya tam olarak neyden bahsedeceğimi.
Ne konuştuğumun farkında olmadan araladım iki dudağımı. "Onun hakkında konuşuyorduk." dediğinde gözlerine bakma ihtiyacı hissettim. Gözlerini iki kez kırptığında kimden bahsettiğimi anladığını belirtti. Devam ettim.
"Kuzenimin ölümünde onu suçluyordum. Hâlâ suçluyorum. Çünkü eminim. Her neyse... Çınar ise inatla onu savunuyordu. Aslında savunuyordu diyemem. Ama anlamadığım bir şekilde, elimizde delil olduğu hâlde onun yapmamış olma ihtimalini dile getirip durdu bana. Ben de sinirlendim ister istemez."
"Bu normal değil mi? Kim benim yerimde olsa sinirlenirdi değil mi?" diye sordum sonra Müge'ye.
"Emin ol, ben olsam suratının ortasına yumruğumu geçirmiştim ama işte... Sanırım ona bunu-" derken bir anda sustu. "Devam et." dedi.
"Sonra da söylememesi gereken şeyler söyledi. Bu kadar." dedim. Daha fazlasını anlatmak istemiyordum. Zorlamaması onun için de benim için de daha iyi olurdu.
"Lafı ağzından tek tek cımbızla almak zorunda mıyım Başak? Ne söyledi?" diye sordu fakat bunu ne derse desin söyleyemezdim.
"Sen özgüvenli bir insansın. Kolay kolay bir şeyden korkmazsın. Boğulmaktan da öyle." dediğimde kaşlarını çattı.
"Derinlerinde ne saklıyorsun Başak?"
Kimisi için basit ama küçük Başak için her zerresini korkuyla titretecek şeyler.
"Saklıyorsam eğer bir sebebi vardır. Üzgünüm Müge." dedim ve söyleyemeyeceğimi açıkça dile getirmiş sayıldım. Daha fazla soru sormadı.
Fakat sonra anlamadığım türden bir şeyler konuşmaya başladı.
"Hep odama gelirdi. Aslında 15 yaşındaydım. Lise çağında. Ergendim ama yeterince de olgundum..." Kimden bahsettiğini bilmeden dinledim anlattıklarını.
"Bir müzik açardı. Son ses. Duymamam için. Sonra kapıyı arkamdan kitlerdi." dediğinde ona baktım. Sertçe yutkundu. "Ben duyardım ama. Her şeyi." derken aklıma söylediği müzik geldi.
Bu müzik, Musa tarafından alıkonulduğu evde çalan müzik olabilir miydi?
O gün onu bulduğumuzda ağlamaktan gözleri şişmişti adeta. O anları hatırladıkça bunların sebebinin kim olduğu aklıma geliyordu. Aklıma geliyordu ve öfkem alevleniyordu.
Daha fazlasına değinmedi. "İnsanlara güvenmekten çekiniyorsun, farkındayım. Fakat insan bazen bunları tek başına taşıyamayacak raddeye geliyor." dediğinde ona döndüm.
"Sen nasıl taşıdın?" diye sordum.
"Taşımıyordum." dediğinde ne diyeceğini merak ettim. "Çünkü bu yükü üstümden atmayı başarmıştım. 2 ay öncesine kadar..." dediğinde kendine gelmek istercesine kafasını hafifçe iki yana salladı. "Sen bunu başaramıyorsan eğer güvendiğine pişman olmayacağın o kişiyi bul." dediğinde merakla sordum.
"Kim olabilir bu kişi?"
"Yaşamış biri olabilir." dediğinde düşündüm. Yaşamış... Hayır, nefes alıp vermekten ibaret olan bir yaşama değildi bu.
Benim gibi yaşamış birisi...
"O kişinin doğru söyleyip söylemediğini bilemem." dedim düşüncemi ifade ederek.
"Bilemeyiz zaten. Ama hissedebiliriz." dediğinde düşündüm. Hissetmek.
"Hislerimiz bizi yanıtlmaz mı?" diye sordum.
"Kısmen. Bunu da bilemeyiz." dedi ve kendi kendine güldü. "Boşversene. Aynada baktığın kişiye güvensen yeter. Kalanlar hep şüphe dolu." dediğinde gülümsedim. Haklıydı. Hem de çok.
İnsan bir tek kendine koşulsuz şartsız güvenebilirdi. Diğerlerine güveniyorum dese bile içinde hep şüpheden izler yaşardı. Bunu belki dile getirmezdi ama şüpheleri de değişiklik göstermezdi çoğu zaman.
Ayağa kalkıp bana baktı yukardan. "Seni görebileceğin en huzur dolu yere götüreceğim." dediğinde ayağa kalkarken kaşlarımı çattım. "Nereye?" diye sordum.
"Benim evime tabii ki de." dediğinde yürümeye başladı. İlk başta afallasam da arkasından ona yetiştim ve ona ayak uydurdum.
Arabamın yanında durduğunu gördüğümde kapıların kilidini açtım. O ön koltuğa geçerken ben de şoför koltuğunda yerimi alıp kapıları da tekrar kilitledim. Emniyet kemerimi bağlarken bir yandan ona evinin adresini soruyordum. "Nerede oturuyorsun?"
"Ben tarif edeceğim. Sen sür yeter ki kaptan!" dedi coşkulu sesiyle. Buna karşılık gülümsedim ve arabayı çalıştırdım. Yolda ki gelip geçen arabaları kontrol ederken yol boşaldığında arabayı sağa kırıp yola çıktım ve Müge'nin yönlendirmelerini dinledim inene kadar.
Tıpkı benim evimin olduğu gibi bir apartman dairesinin önünde durduğumuzda arabadan indik. Üç katlı bir binaydı ve toz pembe renginde bir renge sahipti duvarları.
"Kaçıncı kat?" diye sordum.
"Bir." dedi. "Hadi ne duruyorsun? Girelim içeri." dediğinde arkasından Müge'yi takip ettim.
Apartmana girdiğimizde merdivenleri çıkmaya başladık. Fazla katı olmayan bir bina olduğu için asansör de yoktu. İlk kata çıktığımızda her katta üç daire olduğunu anladım.
Bir kapının önünde durduğumuzda Müge'nin çantasının içinde, elinde dönüp duran anahtarların şıngırtısı geliyordu kulaklarıma. Çantadan çıkarttığı anahtarlardan birini kapı kilidine sokup birkaç kere çevirdiğinde merakla sordum.
"En az beş kere kilitlemenin nedeni var mı?" diye sordum.
"Güvenlik önemli komiser hanım. Bunu en iyi sizin biliyor olmanız gerekmez mi?" dedi kapıyı açıp alayla bana bakarak.
Sorusunu cevapsız bırakırken ayakkabılarımı çıkartıp içeriye adımımı attım. Daha kapı açılır açılmaz burnuma hoş ama çok çok hafif bir kokunun geldiğini anımsar gibi olsam da çözememiştim. Fakat içeriye tamamıyla girdiğim anda o hoş koku daha yoğun hâliyle burun deliklerimden sızıp beni mest etmişti bile.
Sahi, ne kokusuydu bu?
"Oda kokusu falan mı dolu evin her yerinde?" diye sordum. Gözlerim bir anda ortadan kaybolan Müge'yi ararken bir odadan elinde telefonuyla çıktığını gördüm. Ardından kapıyı kapattığında bana döndü. Üstünde az önce ki ceketi olmadığına göre girdiği yer kendi odasıydı, üstünde ki ceketi odaya götürüp bırakmıştı.
"Hoş ama ağır kokular tercihimdir." dediğinde bir anda aklına gelen şeyle bana doğru adımladı. "Koku çok mu rahatsız etti? İstiyorsan bir cam, pencere falan açarız." dediğinde hızla kafamı salladım.
"Hayır hayır. Aksine, dediğin gibi fazla hoş bir koku..." dediğinde hâlâ kokunun kaynağını anlamaya çalışıyordum.
"Vanilya. Normalde böyle ağır olması muhtemel değil, evet. Yurt dışından aldığım için özel üretim." dediğinde kaşlarım şaşkınlıkla havaya kalktı.
Kokuyu doya doya solurken salona geçtik. Etrafı incelerken birçok detay dikkatimi çekmişti.
Duvarlarda tablolar ve tablolarda güzel ve eşsiz resimler vardı. Girişte ki uzun holde de aynı şekilde. Mutfak da yine aynı şekilde değişik süslemelerle dizayn edilmişti. Duvarlar açık tonda bir gri rengindeydi ve eşyaların çoğu beyaz ya da siyah rengindeydi. Etrafı gezerken fazla büyük olmasa da yeterince geniş bir balkonunun olduğunu fark ederek o tarafa yöneldim.
Kapıyı açıp camları kapalı balkona girdiğimde birden fazla bitki ve çiçek türüyle karşılaşmayı beklemiyordum. Ben hayranlıkla çiçeklere bakarken arkamdan Müge'nın kısık gülüşünü duydum.
"Beklemiyordun değil mi benim gibi birinden çiçekli böcekli bir balkon?" diye sorduğunda hızla arkamı döndüm.
"Hayır... Niye öyle bir şey düşüneyim?" diye sordum ve tekrar balkona çevirdim bakışlarımı. "Ama evinin biraz fazla güzel olduğunu düşünüyorum." dediğimde daha sesli güldü bu sefer. Her evine gelen bu tepkiyi veriyor muydu?
"Burada mı oturmak istersin yoksa içeriye mi geçelim?" diye sordu. "Burası güzel." dediğimde kahve yapıp geleceğini söyleyip içeriye gitti. Ben de köşede ki tekli küçük koltuklardan birine oturup manzarayı seyrettim. Şu an dışarının manzarası sıradan gibi geliyordu çünkü abartmaksızın ilk defa böyle bir eve geliyordum ve cennette gibi hissediyordum. Tarif edemeyeceğim daha birçok ayrıntı vardı.
Telefonu çıkarıp ekranı aydınlatınca yine birden fazla cevapsız arama olduğunu gördüm. Kim olduğunu söylememe gerek bile yoktu. Bu konuşmayı uzun bir süreliğine ertelemek istiyordum.
Babam... Kaba bir insandı genel olarak. Aslında sadece bize karşı. Yeri gelir severdi, yeri gelir üzerdi. Ama ben çocuk hâlimle hiçbir zaman onu sevmekten vazgeçememiştim.
Annem... Benim için dünyanın en iyi annesiydi o zamanlar. Babama karşı hep dik başlıydı. Ne yaparsa yapsın alttan almaya çalışırdı.
Fakat ikisi de bir yerden sonra vazgeçmeyi seçtiler. İkisi de beni arkalarında bırakmayı göz önünde bulundurarak boşandılar. Her zaman farklı bir sebebi olduğunu düşünerek bunu bulmaya çalışmıştım. Çünkü başka şeyler de olduğunu düşünüyordum. Bu yüzden bana sorulduğunda hep sebebini bilmiyorum demeyi tercih etmiştim insanlara.
Ben lise çağındayken annemle yaşıyordum. Mutlu olduğumu sanıyordum. Okulda başıma gelen birtakım talihsizlikler dışında annem yanımda olduğu için mutluymuş gibiydim. Sonra bir adam girdi hayatına. Bir daha da çıkmadı. Onun yerine ben çıktım hayatlarından.
O adamı, babamdan daha çok sevdi hâliyle. Bazen hak vermek istiyordum. Ancak hak verirsem küçük Başak'a da ihanet etmiş gibi olurdum.
Yatılı bir yurda yerleştim. Babam, annemden daha önce evlenip gitmişti bile bu şehirden. Gidecek kimsem kalmamıştı.
Yalnızlıktan beter hâle düşmüştüm.
Polisliğe başvurduktan sonra başladı belki de gerçek hayatım. Çalıştım. Kazandım. Çalıştım ve yine kazandım. En sonunda komiser olduğumda ilk görev yerim burası oldu. Yaşadığım yerde göreve başlamak benim için paha biçilemez bir şanstı.
Aslında kimileri kötü anılarıyla dolu bu şehirde kalmayı reddedip başka şehirlere giderlerdi. Ben ise tam tersini yapmıştım. Ben neden kaçacaktım ki bu şehirden? Onlar zaten benden kaçmıştı. Benim için başka bir şey kalmamıştı İstanbul'da.
Sonra bu iki insan girmişti hayatıma. Çınar ve Ozan.
Benden yaşça iki ya da üç yıl kadar büyük oldukları için uzun bir süredir burada görev yapıyorlardı. Emniyete geldiğim ilk günü hatırlıyordum ve utançla yüzümü buruşturup gülüyordum her defasında.
Ozan her zaman ki çapkınlıklarından yaparak benimle tanışmaya çalışmıştı. Ben şaşkınlıkla ona bakarken Çınar araya girmişti ve beni tanımadığı için önce Ozan'ın yerine özür dilemiş, sonra da buraya gelmemin sebebini sormuştu. Polis kimliğimi önceden çıkarttırdığım için onu alıp gösterdiğimde, ikisi de sırayla benimle tanışmışlardı.
İlk günler normal olarak pek samimiyet kurmamaya çalışmıştım onlarla. Fakat beni onlara çeken bir şey vardı. Zamanla tanımıştım ikisini. Zamanla fazla alıştığımı hissetmiştim.
Bazen iyi ki alıştığımı düşünüyordum.
Bir gün annemi aramıştım. Fakat açan annem değil, o çok sevdiği eşiydi. O gün bana söyledikleri hâlâ bir bir zihnimde saklı duruyordu.
"Anneni arayıp durma artık! Kaç yaşında kız oldun, hâlâ çocuk gibi arayıp duruyorsun. Seninle konuşmaktan daha önemli işleri var..."
Benden daha küçük ve bakması gereken iki çocuğu vardı mesela.
Annem ise bir şekilde bunu öğrenmiş ve sonrasında gelip benden özür dilemişti. Ben ise hiçbir zaman bana yaşattıkları şeyler için ne annemi ne de babamı affettmiştim.
O gün kendimi tutamayıp ağlamaya başladığımda kendimi küçük bir çocuk gibi hissettim. Sadece sevgiye muhtaç ve buna rağmen birileri tarafından itilip kakılan zavallı bir çocuk gibi.
Çınar yanıma geldiğinde endişesi yüzünden okunuyordu. O geldiğinde kendimi toparlamaya çalışsam da o buna engel oldu. Aksine, istediğin kadar ağla ağla dedi. Sen değil senin ağlamana sebep olanlar utansın.
Bazen bazı şeyleri bir yabancıya anlatmak daha kolaydır, derler ya. Ben belki de o gün bu yüzden anlatma ihtiyacı hissetmiştim. Anlattığıma ise hiçbir zaman pişman olmamıştım çünkü zamanla Çınar'ı daha yakından tanımış ve bu hayatta bazı iyi insanların da varolduğunu anlamıştım.
Ta ki bugüne kadar. Belki isteyerek söylememişti. Hatta bu yakıştırmayı ona yapmak istemesem de, köpek gibi pişman olmuştu belki de. Çünkü Çınar böyleydi. Yakınları onun için paha biçilemez bir değer taşıyordu.
Kalbimin çok derinlerinde sakladığım o odanın kapısını açıp içeriye sadece Çınar girebilmişti. Artık istesem de kimse giremeyecekti. O kapıyı mahşere dek kilitli tutacaktım.
"Dünyanın en güzel evlerinden birinde en güzel kahvelerinden birini içmeye ne dersiniz hanımefendi?" Duyduğum sesle düşüncelerimden zar zor sıyırıldığımda Müge'nin elinde ki tepsiden kahvemi aldım. "Eline sağlık." dedim gülümseyerek.
O da kahvesini alıp diğer koltuğa geçti. Kahvelerimizi içerken bir süre konuşmadık. Şimdilik bu sessizlik iyiydi çünkü sonrasında açılması gereken konular açılacaktı ve ben ne konuşacağımı dahi bilmiyordum. ~•°•°•°~ Çok hızlı geçen bir haftanın ardından tekrar merhabalar efenim Biraz geç kaldım bölümü atmak için, unutmuş olabilirim de bir tık Bu bölüm Aras'ım, canım kanım evladım yoktu ama bir sonra ki bölümde neden olmasın😌 BU serinin ikinci kitabı daha önce söylediğim üzere, fakat kitapta gelişen olaylardan dolayı maalesef bir süre fazla Aras'ın olduğu sahnelere yer veremiyorum ve veremeyeceğim de. Fakat ileriki bölümlerden birinde bombanın pimi çekilmiş bir vaziyette önünüze bırakacağım ve şok olacaksiniz bir tık🤏🏻 ondan sonrasında Aras sahneleri artacaktır Tek bir ipucu hakkınız var, sadece tek bir kişiye yanıt vericem. Vereceğim ipucuyla zaten bahsettiğim olayı tamamen tahmin etme veya bulma şansınız yok ama en azından az çok içerdiği anlamla bir yerlere varsanız yeter. Şok olacaksınız diyorum ahey Sonra ki bölümde görüşmek dileğiyle Yt; @sadecesudeew |
0% |