@sadecesu4
|
Satır arasına yorum bırakıp oylamayı unutmayın canlarım. ⚔👣 Işık yılı, ışığın bir dünya yılında aldığı yoldur
Dünya ve Uzay arasında olan milyonlarca nesne bizden ve dünyamızdan trilyonlarca metre uzaklıktaydı. Her cisim arasında ışık yılının farkı katlanır, uzaklığı ya azalır ya da çoğalırdı.
Herkes ışık yılını uzayda alınan yıl olarak bilirdi. Peki düşen ışıklar mesafeyi değil geçişleri sağlıyorsa?
Peki dünyaya düşen her ışık uzaydan değil de başka bir evrenden diğer bir evrene geçişi sağlıyorsa?
Her düşen ışık mesafeleri değil de insanları ölçüyor ise?
Dünayaya yabancısı olduğu bir evrenden dolunayda düşen bir ışık yılı sadece dolunayda son bulurdu.
Dünyaya yabancısı olduğu bir evrenden sadece iki kere ışık yılı, aynı dolunay evresinde düşmüştür.
Birincisi kan gözlü kız dünyaya adımını attığında
İkincisi kan gözlü kız için dünyaya adımlarını attıklarında...
Yabancı bir adım daha attığında artık tam karşısında derin bir uykuda olan kan gözlü kızın düzenli nefes alışverişlerini işitir. Derin bir uykuda olduğu açıktı.
Başını açık olan pencereden dışarıya çevirdiğinde tüm görkemiyle parlayan yarım ayı gördü. Dudağının kenarında sadist bir kıvrım peydah oldu.
Gözleri arada milyonlarca mesafe olmasına rağmen parlayan aya, oradan da uyumasına rağmen göz kapaklarının ardına gizlediği kan damlası gibi olan irislere değindi. Göremeyeceğini bildiği halde dikkatle baktı kıza, yabancı.
Yuvarlak yüzüne, tatlı çehresine, kalemle çizilmiş gibi olan boynuna, minik ama yüzüne yakışan burnuna, kızıl gözlerini çevreleyen sık ve uzun kirpiklerine ve sanki serpitilmiş gibi burnundan yanaklarına kadar minik minik olan çillerine.
O çok güzeldi. Her şeyiyle çok güzeldi.
Gözlerindeki kanın lanetine rağmen çok güzeldi.
Yabancı bir adım geri çekildi. Sağ elini açıp içinden ardı ardına tekrarladığı cümlelerle avuçlarının içine biriken güç sadece bir kaç saniyede tüm dünyadan kendi evrenine çekildi.
Bu onun için zor olmadı. Kendi yıktığını toplamak, kendi dağıttığını düzene sokmak onun için çocuk oyuncağıydı.
Gözleri tekrardan parlayan ayı buldu. Gözlerini yumarak içinden geçmesine engel olamadığı düşünceleri dinledi.
Yine her şey yarım ayda başlamış dolunayda devam etmişti ama artık öyle değildi.
Dolunayda başlayan her şey bu sefer tekrardan dolunayda bitecekti.
Sadece bir ay sonra her şey eskisinden çok farklı olacaktı.
En azından kan gözlü kız için...
🌬
Demir parmaklıkların arkasında bütün rahatlığım ve kaygısızlığımla sırtımı duvara yaslamış, ayaklarımı uzatmış bir şekilde elimdeki bıçak yardımıyla tırnak diplerimdeki kalkan et parçalarını temizliyordum.
O kadar bakım yapmama rağmen sürekli tırnaklarımın pici kalkıyordu!
Tamam makyajdı bakımdı çok uğraştığım ıvır zıvırlar değildi ama tırnaklarım kırmızı çizgimdi. Soyulmuş olan kırmızı ojeme bakarken dudak büktüm. O piç heriflerin yüzünden güzelim ojem mahvolmuştu. Ben kederle bozulmuş olan ojelerime bakarken kıçının üzerine oturmayıp bir o tarafa bir bu tarafa dönerek volta atan pek sevgili dayıma göz devirdim.
Deliydi sanırım?
"Şundaki rahatlığa bak, sanki deniz manzarasına karşı oturuyor!" dedi Öfkeden kudururken. Onun aksine benim başka dertlerim vardı.
"Ojem mahvolmuş Toprak inanabiliyor musun?" Bende bir kaç yaş büyüktü sadece, bu yüzden ismiyle hitap ediyordum. Tek derdimin bu olmasına şaşırmamıştı ama gözle okunur bir pes artık der gibiydi ifadesi.
Hayretle yaklaşıp ellerini parmaklıklara koydu, yeşil gözlerini gözlerime dikti. Siyah saçlarının bir kaç tutamı terli alına dökülmüştü. Sert çehresi ve kemikli yüzüyle bakışları insanda hem hayranlık uyandırıyor hem de arkasına bakmadan kaçılası bir korku salıyordu. Dayım diye demiyordum yakışıklı bir puşttu kendisi. Parmak boğumları kan içindeyken parmaklıkların demirlerini kavradı.
"Eva bilmem farkında mısın dayıcığım ama şu an karakolda ve bir nezarethanedeyiz?"
Rahatımı hiç bozmadan."Ee nolmuş, gelmediğimiz yer mi?"dedim Geniş geniş. Rahatlığım onu deli ediyordu.
"Haklısın gelmediğimiz yer mi?" Dedi yüzüne sahte bir gülümseme eklerken. Tabi devamında bu tatlı gülümsemeyi bozarak hayvan moduna atladı, "Ulan polisler bizi görünce hoş geldiniz dedi bilmem farkında mısın kızıl! Haftanın üç gününü nezaretanede geçiriyoruz, adamlar bizi gelince kimlik dahi istemez oldular, hepsini de geçtim adam sana şeytan dedi diye adamı komalık ettin!" Dediğinde boş gözlerle gözlerine baktım. Evet yapmıştım. Çünkü haketmişti puşt, şu hayatta iki çizgim vardı.
Biri özenle baktığım tırnaklarım,
Diğeri kanın tonundaki gözlerim.
Bu iki sınırı geçmedikçe çok uysal ve uzlaşılır bir insanımdır desem yalan olur.
Gözlerim kırmızı diye sürekli şeytan damgası yiyordum. Sonrada sinirlerime hakim olamayıp o damgayı bizzat götlerine sokuyordum.
"Gelmeseydin yosun, ben mi dedim kavgaya karış diye? Ne halt etsem sen de eksik kalmıyorsun ayrıca o piçi sadece komalık ettiğime dua etsin." Yeşil gözlerini hep yosuna benzetmişimdir.
"Haklısın sonuçta öldürmedin dimi ne olacak" dedi abartılı bir sesle "Çünkü bi o kalmıştı yemediğin bok, onuda ye tam olsun!" Diyerek kıçını yırtana kadar bağırdı, tabi bu bende zerre umursama uyandırmazken
"Yosun" dedim düz bi sesle
"Hı" dedi bütün odunluğuyla.
Çok net bir şekilde "Sus." Dedim
"Aynen susayım Eva dimi? Ben 3 adamı dövene kadar sen 5 adamı hastanelik ettin, bu sefer direkt ceza evine sevk ediliriz sende rahatlarsın bende!" Dedi zıvanadan çıkarak. Oturduğum yerden ayaklanıp onun olduğu tarafa adımladım. İkimizi ayrı yerlere koymuşlardı. Elimdeki bıçakla hâlâ tırnağımla ilgilenirken bir yandan da ona laf yetiştiriyordum.
"Bana diyene bak sen. Adamın kafasını pisuvara sokup boğdun sevgili dayıcığım altını çizerim" dedim iğneleyici bir sesle.
"Sen sıvı sabunu adamın ağzına boşaltırken ben hiç altını çiziyordum ama sevgili yeğenim." Yeğenim kısmına özellikle vurgu yapmıştı. Kapının açılma sesi gelince ikimizde tartışmayı bırakıp o tarafa doğru baktık.
Ali abi ve beraberinde iki polis birlikte içeriye girdiler. Ali abi elinde ki konfetiyi bize doğru tutup patlattığında yanında ki iki polis Suat ve Sedat abi de alkış tutuyordu. Yapay çiçek kumaşları Toprakla kafamıza dökülürken önce birbirimize sonra da deli olduğunu düşündüğümüz polis abilere döndük.
"Tebrik ederiz sizi çocuklar!" Dedi coşkuyla Ali abi. Toprakla hâlâ durumu kavrayamazken "Neyin tebriki?" Diye sordu.
"Mekanımıza tamı tamına üç yüz otuz üçüncü gelişiniz efendim!" Diye üçü de aynı anda coşkuyla bağırdı. Göz devirdim. Memleketin polisi de bir değişikti. Mekan diye de bahsettikleri karakol olmasa.
"Aman ne büyük lütuf." Diye homurdandı Toprak.
"Yanlız üç yüz otuz üç değil, üç yüz otuz dokuzuncu gelişimiz."
"Şu an tek sıkıntımız arada unutulan altı sayı mı?" Dedi Toprak öfkeyle.
"Öyle deme, bir gün daha olsa bir hafta olacak." Dedim itinayla.
"Ulan otuz iki gün daha olsa bir sene olacak!" Dolaylı yoldan Toprakla bir yıl boyunca karakolda yatıp kalkmış oluyorduk.
"Abi biz o altı günü neden hesap edemedik?" Dedi suat abi Ali abiye doğru. Çok önemli bir detaydı sonuçta.
"İzinde miydik acaba?" Dedi Sedet abi de. Toprak neredeyse sinir krizleri geçirecekti.
"Canım abilerim." Dedi ama dişlerini sıkmaktan zor konuşuyordu. "Bunlara takılmak yerine bizi mi çıkarsanız?" Haklıydı.
"Bence siz şu üç yüz otuz dokuz günü bir seneye tamamlayın çünkü Samet savcım ve Senem hanım bu sefer çileden çıkmış bir durumda baş komiserimizin odasında." Umursamazca omuz silktim. Babam namı ün salmış büyük bir savcıydı.
Tuttuğunu koparan, istediğini almadan asla vaz geçmeyecek kadar da hırslı.
Babama bu konuda hayrandım ve çoğu özelliğimiz onunla benzerdi. Tek uyuşmadığımız yer ikimizin adalet anlayışıydı. O adaleti hukukta ben ise bilekte bulurdum.
Diğer polis abilere de sırayla bizi tebrik ettiğinde hepsini tanıyor oluşumuza şaşırmadık.
Sonuçta kaç yıllık hukukumuz vardı.
"Bunların hepsi senin o ani atan kızıl kafan yüzünden oluyor ablamın kızı." Saçlarım da gözlerimi aratmayacak bir kırmızılıktaydı.
"Annemin kardeşi, hiç ani değil saliselik atan kafasından bahsetmiyor ama." İğneleyici sözlerime kızmak ve gülmek arasında kaldı. Benimle laf yarıştıramayacağını en iyi o bilirdi oysa. Yosun gözleri hâlâ elimde uğraştığım bıçağa kayınca burnundan sert bir nefes vererek güldü.
"Her seferinde şunu nasıl sokuyorsun içeriye anlamış değilim." Dediğinde üzerimi arayan Suat abi şaşkınca baktı bana.
"Kız ben seni aletten falan geçirmedim mi? Nasıl o bıçağı saklıyorsun?" Benim için zor değildi. Hele konu bıçaklar olduğunda o kadar ustaydım ki birinin üzerinden alsam ruhu bile duymazdı. Ayrıca evde olan bıçak koleksiyonuma korku dolu gözlerle bakan annem benim bu tutkumdan pek hoşlanmazdı.
"Bunum sizin sorununuz olduğunu düşünüyorum." Dedim umursamazca. Bu hallerime alışkın oldukları için çok takılmadılar.
"Sizden nitelikli dolandırıcı olur da sürekli yakayı ele veriyorsunuz." Sedat abinin kibirli sesiyle Toprakla bakışlarımız birbirini buldu.
Gözlerimizdeki o gizli anlaşmayı onlar anlamadı ama biz ne söylediğimizi harfler olmadan birbirimize anlattık. Sesler ve harflere gerek yoktu bizim konuşup birbirimize derdimizi anlatmak için. Onun yeşillerinde, benim ise kızıllarımda ki sesi öyle net duyuyorduk ki konuşmaya gerek kalmıyordu çoğu zaman birbirimizi anlamak için. Toprağın dudağının kenarı belli belirsiz kıvrıldı.
Bizim bilerek yakalandığımızı değil de onların bizi yakaladığına o kadar emirlerdiki Toprakla neler yapabileceğimiz hakkında hiç bir fikirleri yoktu, bilmeseler de olurdu. İçeriye dolan adım seslerini yanımızdakiler fark etmese bile Toprakla ben hissetmiştim. Sese karşı olan bu hassasiyetimiz aileden geliyor olmalıydı çünkü en ufak çıtırtının bile ne taraftan geldiğini duyacak kadar kuvvetliydi işitme duyumuz.
Başımı çevirip baktığımda elleri ceplerinde kendinden emin adamlarıyla ilerleyen Samet Efnan olduğumuz yere doğru geliyordu. Onun girişiyle cıvıklık içinde olan polisler bir anda irkilerek kendilerine çeki düzen vermeye başladılar. Karşılarında ülkece ünlü büyük bir savcı vardı sonuçta.
Saçları hafif kırlaşmış olan babam kesinlikle yakışıklılığından hiç bir şey kaybetmemiş hatta daha da karizmatik olduğunu söyleyebilirdim. Hâlâ tek bir bakışıyla kadınları mest ederken annemi kıskançlıktan kudurtabiliyordu, Oysa yaş almasına rağmen güzelliğinden ödün vermeyen annem babamın kendisi uğruna ölecek kadar nasıl ona aşık olduğunu çok iyi biliyordu. Onlar hâlâ ilk günkü gibi birbirlerine aşıktı. Varlığına inanmakta güçlük çektiğim aşkı annem ve babamın gözlerinde en net şekilde görebiliyordum.
Babamın gözleri yerdeki konfetiden çıkan yapay çiçek kumaşlarının parçalarını bulunca kaşları belli belirsiz çatıldı. Yandaki polislere tek bir bakışı yetti onların buradan çıkmaları için. Babama hayrandım, evet.
"Çocuklarımı bizzat yerlerinde tebrik etmek istedim. Her zaman olduğu gibi." Toprağı benden ayırmadığı için onu da evladı olarak görüyordu. Sinirli bakışları elimdeki bıçağa kayınca üstümden eksik olmayan umursamazlıkla bıçağı kapatıp cebime attım. Adamı daha fazla çıldırtmasam iyi olacaktı. Sen adam olmazsın bakışını çok iyi bildiğim için ona tatlı olduğumu düşündüğüm bir şekilde gülümsedim.
"Lütfen buna biraz daha devam etme, Habeş maymununa benziyorsun." Toprağın sesini duymamazlıktan gelerek babama "Ne zaman çıkıyoruz?" Diye sordum.
"Çıkmıyorsunuz kızım. Bu kafayla devam ederseniz de hiç çıkacağınızı sanmıyorum." Dedi bıkkınlıkla. Genelde hep kendimi haklı görsemde adamı cidden canından bezdirmiştim. Hayatının yarısı davalarda diğer yarısıda karakollarda geçiyordu benim sayemde.
"Yukarıdaki adamların hali ne? Adamları kevgire çevirmişsiniz." umutsuz bakışlarını benden çevirip Toprağa baktı "Tamam hadi benim kızım akıllanmaz, sende mi oğlum? Ona sahip çık diye seni arkasına yolluyoruz, sen onunla birlikte nezarete düşüyorsun Toprak." O gitsin kendine sahip çıksın önce! Hem onların yollamasına gerek yok, biz her haltı birlikte yiyorduk zaten.
"Samet abi şimdi şöyle ki- "diyerek ağzında bir şeyler geveledi, tabi açıklayamayacağı için elini sıkıntıyla saçlarına geçirdi, bende gıcık bir şekilde sırıttım.
"Sayın savcım, artık çıkarıcak mısınız bizi burdan?" Dedim tatlı tatlı. Acil yağ moduna geçiş yaptım.
"Hiç sevimlilik yapma kavga videonuzu izledim, adamın kafasına şişeyi geçirirken hiçte tatlı durmuyordun, Eva."
"Off" sıkıntıyla babama yaklaştım. Ellerimi parmaklıklara koyarken babam "Hiç oflama eva, hukuk kuralları bile artık kızın için çaremiz kalmadı diye bağırıyor, bu kaçıncı?" dedi bezginlikle.
Haklı mıydı?
Malesef evet.
"Bana şeytan dediler ne yapsaydım, alınlarından mı öpseydim ne güzel dediniz diye?" dedim hırsla,
Bir kere daha sen adam olmazsın bakışı attıktan sonra Ali abiyi kapımızı açması içim çağırdı. Büyük ihtimal boş boş imaza atmak için iki saat uğraşıcaktık. Sırf şu zahmete girmemek için beladan uzak durayım diyorum sonra bir bakıyorum nezarethanedeyim, benim ne suçum var ki?
İmza atıcağımız yere geldiğimizde ayakta telaşla bekleyen annem beni görüp koşar adım yanıma geldi.
"Eva, inanamıyorum sana kızım" dedi. Elini yüzüme götürüp patlak olan dudağımın kenarına endişeyle bakarken. Karşımda avukat Senem Efnan duruyordu. Şu hayatta laf yetiştiremediğim tek insan olabilirdi. Üzerinde dizlerinin hemen üzerinde biten siyah kalem eteği ve eteğinin içine verdiği siyah çizgili gömleği sade bir kombin gibi görünse de omuzlarından aşağı dökülen açık kahve saçlarına öyle çok yakışıyordu ki yaşıtların taş çıkarıyordu. Annem öyle güzeldi ki sadece benim gözümde değil koskoca sacvcı olan Samet Efnana önünde diz çöktürebilen tek kadındı.
"Bazen bende kendime inanamıyorum anneciğim." dedim küstah bir şekilde, evet benden adam olmazdı. Annem içi gitmiş gibi dudağımın kenarındaki yaraya bakarken şu anki derdi bana laf yetiştirmek değildi. Sanki kendisinin canı yanmışcasına bir ifadeyle "Kim vurdu sana?" Dedi bunu yapanı öldürmek istercesine. Annem her ne kadar naif ve kırılgan olsa da konu ailesi olunca içinden çıkan kadını tanımak zor oluyordu. Sorduğu soruya cevaben ters ters Toprağa baktım.
"Kardeşin vurdu." Diye Toprağı anneme şikayet ettim. İrice açtığı Yosun gözleriyle bana bakan toprak bunu dediğime inanamıyor gibiydi.
"Ben mi dedim adama yumruk atarken arkamda dur diye?" Dedi onu ispiyonlamama kızarak. "Ayrıca kafama vurduğun sandalye yüzünden beynim çalkalandı, utanmadan birde beni mi şikayet ediyorsun?"
"Dirseğinle dudağımı patlattın!" Diye kızdım.
"Sandalyeyle kafamı yardın!" Diye o da bana kızdı.
"Sandalyenin hedefi karşımdaki adamdı, arkamdaki dayım değil!"
"Yumruğumun hedefi karşımda ki piçti, arkamdaki yeğenim değil!" Bu tartışma akşama kadar sürebilirdi.
Biz hararetle tartışırken baş komiser Tuğrul abi bize hayretle bakıyordu. "O kadar adamı dövüp de birbirinizden mi dayak yediniz?" Ters ters birbirimize baktık Toprakla, evet aynen o dediğinden olmuştu. Komiser Tuğrul abi önümdeki dosyayalara ümitsiz bakışlar atarak toprakla bize baktı. Dosya yediğimiz vukaatlarla dolu olmalıydı.
"Eva bu kaçıncı kızım olmaz ama böyle sürekli baban kurtaramaz seni" Kınar bakışları Toprak'ı buldu, "Hukuk öğrencisi değilmisin sen Toprak? Bu dosyayla mı bitireceksin o okulu, bu sicille seni savcı avukat yaparlar mı sanıyorsun?" Kaşlarım çatıldı.
"Karınız o sicille hâla rektörlük yapabildiğine göre dosyada yazan yazıların bir önemi olmadığını düşünüyorum Tuğrul abi." Bir anda buz gibi çıkan sesimle komiser kendi tükürüğünde boğulacaktı. Kendilerini yasa ve devlet adamı sanıyorlardı. Saman altından yürüttükleri suların fark edilmeyeceğine o kadar eminler ki tüm kirli işlerinin üzerini kapatmakta zorlanmıyorlardı.
Karısının kirli işlerini ört bas etmek onun için zor olmasa gerek sonuçta güya devletin bir polisiydi. Karakola yeni gelmiş, ondan önce burada yıllardır görev yapan Hakan amca emekli olmuştu. Daha gelili üç ay olmasına rağmen hemen hemen çoğu günü burada geçirdiğimiz için tanışma fırsatımız da olmuştu.
Yanımda düz ifadesiyle duran Toprak'ın sol dudağı hafifçe bükülür gibi oldu ama ifadesinde ödün vermedi. Onu kimseye ezdirmeyeceğimi çok iyi biliyordu. Toprakla birbirimize bile girsek kimse bize dışarıdan müdahale edemezdi. Birbirimizi ispiyanladığımız oluyordu ama ciddi bir durumda ikimizde birbirimizi kimseye yedirtmezdik.
Kimse kızıl ve yosunun arasına giremezdi.
Komiserin değişen ifadesini gören babam bana baktı. Bakışı bunu nereden biliyorsun der gibiydi. Omuz silktim.
Annem bize bakarken gözleri ışıldıyordu ama bunun farkında değildi. Birbirimizi bu kadar iyi korumamız hoşuna gitse de yediğimiz nanelerden gına geldiğini kendisine hatırlatmış gibi kaşlarını çattı. Toprağa döndü, "Senlede konuşacağız." Dedi tehditkar bir sesle.
"Ya niye sürekli kabak benim başıma patlıyor anlamış değilim." Dedi zavallı yosunum.
Gizliden ter döken komiser "Adamları getirin" diye emir veridi. Tabi koskoca devlet savcısı karşısında açık vermek kolay değildi. Babamın bunu zaten bildiğine emindim.
İçeriye sanat eserlerimiz giriş yaptığında gururla dikleştirdim omuzlarımı. Çok güzel çalışma yapmıştık. Yediside sıraya dizildiler ama Toprakla bana bakmaya cesaretleri yoktu. Annem ve babam adamların halini bir kere daha görünce kınarcasına bize baktı. Kaşları daha da çatılan anneme "ne olmuş yani?" Bakışımı attığımda o da bana "ben size göstereceğim ne olduğunu" bakışını en içten şekilde anlattı Toprak ve bana bakarken.
Canım anacığım hep böyle tek bir kaş göz ile anlatırdı nasıl canımıza okuyacağını.
"Artık şaşırmıyorum Eva ama yinede prosedür gereği sorayım, niye çıktı bu kavga kızım?" dedi babam imalı bir sesle. Bu soruyu muhtemelen bana bir beş yüz elli beşinci falan soruşu olabilirdi. Bu yüzdendi manidar bakışları.
"Bana şeytan dediler, bence gayette makul bir sebep." dedim.
"Hepsi aynı anda mı?" Dedi Tuğrul abi. Konunun ondan ve eşinden sapması işine geldi.
"Yoo"
"Diğerlerini neden dövdün?"
"Onlar arada kaynadı."
"Yediside mi?" Dedi hayretle.
"Elim çarptı yanlışlıkla bazılarına, sizde hepsini toplayıp getitmişsiniz." Dedim mükemmel bir savunmayla, yanımda dikilen Toprak eğilerek "Eva adamın biri hastanede yatıyor hatırlatırım." Dediğinde susması adına dirseğimi koluna geçirdim.
Babam ya sabır çekerken komiser adamlara döndü "Şikayetci misiniz?" Dediğinde hepsi aynı anda ellerini havaya kaldırarak. "Hayır komiserim" dediler. Sinsice sırıttım, tabikide bi tarafları yemiyordu şikayetçi olmaya.
"Gerekli işlemleri yaptıktan sonra çıkabilirsiniz"
Yarım saat sonra
"Biri yirmi yaşında biri yirmi dört yaşında ama ikisininde ne akıllanacağı var nede büyüyeceği." Babam bir yandan söyleniyor bir yandanda araba kullanıyordu, bizde Toprakla arkada sanki az önce karakolluk olmamışız gibi dondurma yiyorduk.
"Tamam hayatım, sakin ol biraz." diyerek babamı sakinleştirmeye çalışıyordu annem de.
"Bencede savcım bu kadar öfke bünyeye zararlı." Dedim büyük bir kaşığı ağzıma tıkıştırırken. "Gebereceksin yavaş ol" dedi Toprak ve de ekledi "Bela paratoneri gibi kızınız var başı dertten burnu boktan çıkmıyor."
"Aynen ablacım sen ondan çok iyisin ya o yüzden her seferinde seni de Evayla birlikte karakollardan topluyoruz." dedi anneciğimde haklı olarak.
"Yine suçlu ben mi oldum şu an?" Dedi Toprak anneme hayretle. Annem tatlı tatlı gülümsedi.
"Olur mu öyle şey ablacım bir elin nesi var iki elin sesi var, maşallah bakıyorum da sizin sesiniz desibelleri alt üst ediyor." Senem Efnan yine formundaydı.
"Oğlum şu kadınla laf yarışına girme seni at yarışına sokar haberin bile olmaz." Dedim Toprağa fısıltıyla.
"Ne at yarışı kızım itin götüne sokup sokup çıkartıyor bir anda neye uğradığını bilmiyorsun." Dediğinde kıkırdadım. Bunların abla kardeş ilişkisi beni öldürüyordu.
"Sizi eve bırakacağım." Dedi babam bakışları yoldayken anneme doğru.
"Sen nereye gideceksin?"
"Kemal beyin yanına, Yakup iyi bir psikolog olduğundan bahsetmişti." Dediğinde arabaya çöken sessizlikle dişlerimi sıktım.
Beni götüreceğini söylemesine gerek yoktu.
Zaten öyleydi. Sakinliğimi koruyup öfkemi gizledim ama Toprak elbet ki fark etti. Elimizdeki bitmiş dondurma kaplarını poşete koyarak koltuğun üzerine bıraktı.
"Uzun sürmeyecek merak etme." Dedi fısıltı şeklinde. Psikologlara tahammülüm olmadığını iyi biliyordu. Onların konuşması veya bana verdikleri ilaçlar hiç bir işime yaramıyordu. Babam hastalığıma çare ararken hiç bir masraftan çekinmeyerek yurt dışından bile doktor getirtmişti. Ölümcül değildi hastalığım ama onlara göre kendimi öldürüyordum.
Düşünün hiç bir şeyden korkmadığınızı, size yaklaşan hiç bir tehlikeye karşı içinizde en ufak bir korku belirtisi olmadığını. Dışarıdan bakınca ne kadar havalı ve insanların keşke bende de olsa dediği bir özellik olarak duruyordu.
Hastalığımı öğrenen çoğu kişi ne kadar havalı ve şanslı oldumu düşünüyor oysa bana getirdiği eksileri kimse bilmiyordu.
Hastalığım yüzünden başımı çoğu kez belaya sokmuşluğum vardı. Hatta çoğu kez az bile kalırdı.
Lisede hocanın boğazına yapışmadığım mı kalmıştı, çete ile kavgaya girmediğim mi kalmıştı, mahkemelik olmadığım mı kalmıştı ve daha buna bir çok örnek daha ekleyerek çoğaltabilirdik. Ben belli bir süreden sonra sayamamıştım ama annem ve babam çok iyi biliyordu. Elimde değildi, bu hastalığım olmasa bile çok uslu bir kız olacağımı da sanmazdım zaten. Çeşitli doktorlara gidip ilaçlar aldım tedavi oldum, doktorlar ilerleme kat ettiğimi sansalarda hiçbir değişim yoktu, iç dünyamda hala aynıydı. Düzeleceğimi de sanmıyordum. Babamın kendini boş yere yorduğunu düşünüyordum.
Bir saat içinde annemi ve Toprak'ı eve bıraktıktan sonra çok sürmeden kendimi doktorun kliniğinde buldum. Doktor ilk önce babamla daha sonra benimle konuşmak istediğini söyleyince canıma minnet dışarıdaki koltukta oturmuş bıçağımla uğraşıyordum. Bıçaklar benim için gerçek bir tutkuydu. Yaklaşık on dakika sonra babam çıkıp doktor beni içeriye aldığında ifadesiz yüzüm ve acelesiz adımlarım doktorun karşısındaki sandalyede son buldu. Rahatça oturup geriye yaslandım. Elli beşinde olduğu belli olan doktor kırlaşmış saçları ve hafif kırışmış yüzüyle bana gülümsedi.
"Hoş geldin Eva." Başımı sallamakla yetindim.
"Sorununu bir kere de senden dinlemek isterim. Neyin var?" Göz devirmek istesemde yapmadım. Sorunu ilk önce benden dinleyip sonra ailemi içeriye alması gerekiyordu ama ters psikoloji saçmalığını uyguluyor olmalıydı. Umrumda olmadı. Hastalığım artık ben olma boyutuna ulaşmışken onu kendimden ayrı bir sorun olarak görmüyordum. Ben buydum, doğdum doğalı kendimi bildim bileli bu böyleydi. Annem ve babam değiştirmek istese de bu böyleydi, milyon dolarlık psikologlara girip her dozdan ilaç alsamda bu böyleydi.
Ben olmuş bir meziyete ulaşmış hastalığımdan artık kurtulma gibi bir çabam yoktu. Zaten hiçbir zaman olmamıştı da.
"Hiç bir şeyim yok benim. İyiyim ben." Dedim buz gibi sesim ve boş bakışlarım eşliğinde. Ailemim yanında ne kadar cıvık ve şakacı olsam da tanımadığım insanların yanında buza dönebiliyordum. Sosyal anksiyetem yoktu. Aksine her zaman özgüvenli ve kendinden emin bir insandım. Sadece insan sevmiyordum ve bu bir problem değildi bence.
"Baban hastalığından bahsetti, korku hissini yaşamıyormuşsun, bu sence iyi bir şey mi?"
"Hangi açıdan baktığınıza göre değişir."
"Sence?" Dedi merakla. "Senin açından iyi bir şey mi?"
"Sizce iyi bir şey mi?"
"Ama bunu sana ilk ben sordum ve bunun senin için bir sorun teşkil edip etmediğini merak ediyorum."
"Bende aynısını sizin için sordum sizin için sorun teşkil ediyor mu?" Dediğimde kırışık yüzünde memnun olmadığına dair bir duygu geçti ama kendisini toparlayıp profesyonelce düşünmeye itti. Evet psikolog olan o olabilirdi ama insanların hareketlerini incelemeyi ve ne düşündüğünü yüz hatlarından tahmin etmeyi severdim. Bu benim için hep küçük bir oyun olmuştu. Şu an da olduğu gibi.
"Bu demek olur ki hastalığından ve onun sana getirdiği getirilerden şikayetçi değilsin?"
"Hastalığın getirilerinden şikayetçi olmam mı gerekiyor sizce?" Apaçık dalga geçiyordum. Yaptığım hoş değildi ama sizde kendinizi bildiniz bileli hep aynı soruları farklı insanlardan duyup farklı kliniklerin aynı koltuklarına oturmadıysanız beni anlamanız zordu
Nefesini seslice verdiğinde ilerleyecek saatlerde ona hiç yardımcı olmayacağımı anlamış oldu.
Tahmin ettiğim gibi aşırı sıkıcı ve fazlaca tıbbi terimin olduğu bir seanstan sonra ifadesizce dışarıya çıktım. İçime derim bir nefes çektikten sonra onu Off eşliğinde dışarıya saldım çünkü bu gün içimde olan saçma sıkıntı beni şişirmişti. Daha doğrusu bir kaç gündür üzerimde olan sıkıntı ve huysuzluk.
Kızıl gözlerim etrafı tarafığında babamı göremedim. Titreşimde olan telefonum çalmaya başladığında ekranda büyük harflerle yazan YOSUNUM yazısıyla telefonu cevapladım.
"Dışarıya gel, bekliyorum." Dedi cevap vermeden telefonu kapatıp çıkışa ilerlerken ekrana babandan gelen bir mesaj düştü.
Babam💛:Güzelim acil bir işim çıktı, onu halledip geleceğim. Toprak seni dışarıda bekliyor. Seni çok seviyorum.
Her ne yaparsam yapayım günün sonunda babamdan ya bu iki sözcüğü duyar ya da mesaj olarak alırdım. Büyüdüğümü kabul etmediği için her zaman gözünde küçük yaramaz bir kız çocuğu olarak kalmıştım ve o beni ne hata yaparsam yapayım günün sonunda hep affederdi. Babam beni her kusuruma rağmen severdi ve babamdan başka beni kusurumla sevebilecek tek bir kimse bile olmayacaktı benim gözümde.
Yosun gözlü dayım hariç.
Dışarıya çıkıp Toprak'ın yanına vardığında arabada beni bekliyordu.
Kapıyı açık aynı ifadesizlikle koltuğa oturduğumda Toprak bana ters ters baktı. Elbet o da farkındaydı bir aydır bende olan bu değişikliğin. Her zamankinden daha öfkeli ve saldırgan bir vaziyetteydim. Sebebini bilmiyorum ama bu aralar üzerimde bir insanı öldürüp diri diri yakabilecek bir potansiyel vardı.
"Biraz daha sallandırırsan düşecek."
"Ney düşecek?" Dedim cevabını bildiğim halde.
"Yüzünü diyorum, biraz daha sallandırırsan yere düşecek." Aynı ifadeyle ona döndüğümde kaşları çatıldı.
"Bu kız doktora gidince daha da çok bozuluyor." Diye söylendi, "Samet abiye diyorum eski usul iki taraftan vurursan düzelir diye ama yok." Ters ters baktım.
"Benimkinde en azından bir şeyler var düzelecek seninkine vursalar ses gelir be!" Alışılmış atışmalarımızla arabada ilerlerken deniz kenarında durdu. Gergin olduğum zamanlarda deniz kenarında yürüyüş yapmak bana iyi gelirdi. Sadece oturup izlemek bile beni sakinleştirdi. Deniz ve okyanusları severdim.
Toprak her zamanki gibi bana en sevdiğim olan çikolatalı kendisine ise Antep fıstıklı dondurma almıştı. Evet dayımla yedi yirmi dört dondurma yiyebilme kabiliyetimiz vardı.
Bizim için yaz kış farketmezdi. Seviyorsak her mevsim her dakika yiyebilirdik. Boğazımız şişip hasta olduğumuzda annemden işittiğimiz azarlara rağmen Toprakla sürekli dondurma yerdik.
Denize karşı bakan bankaların birisine oturup dondurmalarımızı yemeye başladık. Dondurmayı çikolata dışında asla yemezdim. Meyvelilerden hoşlanmadığım gibi Antep fıstıklısından nefret ederdim. Çünkü Antep fıstığına alerjim vardı. Ve işe bakın ki yosun efendinin en sevdiği şeylerden biri Antep fıstığı. Onun dondurmasını ters ters bakarak kendi dondurmamı yedim. Dondurmasına attığım ters bakışları komik bulmuş olacak ki yarım ağız güldü Toprak.
"Bir dondurmam kaldı kızıl bu aralar tartışmadığın, onunla da tartışsan şaşırmam artık." Ona da ters ters bakmaya devam ettim çünkü hakkıydı
Son bir aydır üzerimde inanılmaz bir öfke ve nefret vardı. Nedenini bilmem ama öte git diyenin ağzını burnunu dağıtıyordum. İçimde ki beni kışkırtan öfkeye bir türlü dur demek mümkün olmuyordu ve en sonunda kontrolümü kaybediyordum.
"Kızıl." Dedi Toprak elindeki dondurma kutusunu yan tarafına bırakıp bana dönerken.
Gözlerinde oluşan o tanıtık merhamet ve şefkat içimi sıcacık etti. Bakışlarına kadar tanıdığım dayım şu an bana en sevdiğim olan yosun gözlerle bakıyordu. Yeşilin en güzel tonu olan irislerinin her santiminde bana olan sevgi ve şefkatinin izleri vardı. Birlikte büyüdüğüm dayım benim hem kardeşim hem de arkadaşım olmuştu. Küçük yaşlarından beri bana öyle güzel dayılık yapmıştı ki, daha o küçücük boyuna bakmaksızın hep benimle ilgilenmiş bana sahip çıkmıştı.
Her çocuğun üzerinde anne ve babanın hakkı olurdu ve bende bunun yanı sıra dayımın da hakkı vardı.
Ne diyebilirdim ki? Doğdum doğalı Toprakla göt ve don misali birbirimizden ayrılmazdık
O hep bende kızılın yosun olmuştu
Tıpkı benim onda yosunun kızılı olduğum gibi...
"Neredeyse bir aydır sende bir haller var. Tamam benim bildiğim kızılda da sabır namına bir şey yok, gözü bir kere döndüğünde karşıdakinin vay haline ama şu son bir aydır olduğundan daha farklısın." Dondurmamı onun gibi yan tarafıma bıraktığımda ayağımı banka kaldırıp dizlerimi karnıma çektim. Ellerimi dizlerime dolayıp çenemide aynı zamanda dizime yasladım.
"Bilmiyorum, yosun." Dedim kuru bir sesle.
"Sen bana yalan söylemezsin, kızıl." Evet söylemezdim.
"Zaten söylemiyorum yosun." Dedim elimde olmadan yorgun çıkan sesimle "Gerçekten ne olduğu hakkında hiç bir fikrim yok." Çünkü yoktu. Anlamsız bir şekilde şu son bir aydır içimdeki öfkenin yanı sıra büyük bir sıkıntı da vardı. Bu gün o içimdeki huzursuzluk dağ misali büyümüş üstüme yıkılmış gibi hissediyordum.
"Toprak." Dediğimde bakışlarında geçen endişe çizgilerini gördüm. Çünkü ona kolay kolay Toprak demezdim. Dersem bile bu ciddi bir mesele olduğunu gösterirdi.
"Annem ve babam benden bir şey mi saklıyor?" Gerildi. Sorum üzerine Toprak beklemediğim bir şekilde gerildi ama belli etmemeye çalıştı. Ben anladım
Bu şüphe yıllardır içimde olan ama olanak tanımadığım bir şeydi. Çünkü bunu kanıtlayacak herhangi delil ya da sözlü bir kanıt yoktu. Bu tamamen altıncı hissimden kaynaklanan şüphelerimdi. Ve ben hiç bir zaman altıncı hissimde yanılmazdım.
"Samet abi ve ablam senden ne saklayabilirler ki Eva?" Canım acıdı. Çünkü tedirgin olmuştu. O kadar ustaca gizliyordu ki onu tanımasam anlamazdım.
"Bilmiyorum Yosun bilmiyorum. Kendimi bildim bileli içimde büyüyüp köklerini kalbime salan bir duygu bu. Ne yaparsam yapayım peşimi bırakmıyor. İçimden, düşümden atayım desemde gitmiyor, bilmiyorum." Yıllardır içimi kemiren bu duyguyu ne kadar kendimden uzağa itsemde o hep burnumun dibinde bitiriyordu. Şu son bir aydır her şey daha da karışmaya başlamıştı benim için.
"Aldığın ilaçların yan etkisi veya da hastalığının vücuduna kattığı farklı bir yönü olabilir bu kızıl." İşaret parmağıyla şakağına bastırıp "Senin için her şey burada başlayıp burada bitiyor. Ve sen, aslı kanıtı olmayan hiç bir bilgiyi bilgiden sayamazsın." Bilime, rakamlara ve sayılara inanırdım hep. Benim için gerçekler her zaman kanıtlanabilir olmak zorundaydı. Toprak ise kendi içimde kurduğum bu hislere körü körüne inanmayacak biri olduğumu söylemek istiyordu. Oysa o da çok iyi biliyor ki ben asla altıncı hissimde yanılmam
"Ben yanılmam." Dedim kendimden emin bir sesle.
"Belki bir istisna." Gözlerinin içine bakarken cevabını duymak istemediğim o soruyu sordum.
"Bana hiç yalan söyledim mi Yosun?" Yeşilleri titreşti ve Adem elmasından derin bir yutkunuş geçmeden buna engel oldu. Herşeyde usta olan dayım bu sefer bocaladı. Bunu bile bana belli etmeyecek kadar ehildi.
"Hayır." Dudaklarından çıkan kelime hançer olup göğsüme saplandı ve ucundaki o ince zehir kalbimdeki onun olduğu tarafa sesszice yayıldı.
Ve dayım bana ilk defa o gün yalan söyledi.
Toprak evaya ilk defa yalan söyledi.
Yosun kızılına ilk defa yalan söyledi.
Bunu belki o an anlamadım ama hissettim. Ve ben hiç bir zaman hislerimde yanılmazdım.
🥀
Toprakla deniz kenarından ayrılıp eve gelmeden tekrardan kendimizi arabada bulmuştuk çünkü şehir dışına Yiğit abilere gidiyorduk. Zaten günler önceden bildiğim bir seyatti. Başımı cama yaslamış sessizce dışarıyı izliyordum. Göz kamaştırıcı bir manzara hediye etmişti bu gün bize gök yüzü.
Hava kararmış olmasına rağmen ormana düşen ışıklar etrafı aydınlatıyordu.
Aydan yansıdığını düşünüyordum, yoksa bu kadar etkili ve göz kamaştırıcı gözükemezlerdi değil mi?
Ama değişik bir şeyler vardı, ışıklar gök yüzünden öyle ahenkli öyle güzel renklere ev sahipliği yaparak iniyordu ki gözlere hitap eden bir manzara oluşturuyordu. Gece olmasına rağmen gök yüzündeki kızıllık ve ormana inen ışıklar içimde ki huzursuz fidanlara bardak bardak su döktü. Bu güzel görüntü insanı mest edip huzur vermesi gerekmiyor muydu? Niye böyle bir his dolmuştu içime?
Bir gariplik vardı ama ne? Her ne olursa olsun, olacak olan bir şeyler vardı. Bu histen kurtulmam gerekiyordu çünkü çok rahatsız ediciydi.
"Biraz daha yüzünü asmaya devam edersen seni arabadan atmayı planlıyorum." Toprak'ın sesiyle daldığım manzaradan ayrılıp ona döndüm. Deniz kenarındaki konuşmamızı şimdilik kendimce kapatmayı düşünüyordum ama en kısa zamanda bu konu tekrardan açılacaktı.
Dudağımın kenarı belli belirsiz kıvrıldı. "Yiğitin gerekmez çocuklarını göreceğiz varınca, bence sen de asmalısın." Yiğit abi babamın şehir dışındaki yakın bir arkadaşıydı. O da en az babam kadar başarılı bir savcıydı. Onunla bir alıp veremediğim yoktu. Hatta severdim Yiğit abiyi ama yavşak oğlu, kendini beğenmiş kızı ve olur olmadık her boka burnunu sokan bir karısı vardı.
"Siktir etsene," dedi tiksintiyle "Biz tüyeriz ordan." Haklıydı. Her ortamdan çaktırmadan sıvışabilmek gibi bir becerimiz vardı.
"Yiğitlere varınca sakın Berke dokunmayacaksın oğlum." Diyen babamın sözleri Toprak' a devamındaki laf banaydı "Sen de Buseye dokunuyorsun kızım, anlaşıldı mı?" Huyum olmasa da göz devirdim babama.
"O kızıl gözlerini de devirme, en son kızı havuzda boğuyordun neredeyse zor kurtardık, allahtan Toprak oradaydı." O sırada Berki arka bahçedeki ağaca bağlayıp sabaha kadar dışarıda kalmasını sağlayanın Toprak olduğunu bilse böyle konuşur muydu acaba? Evet insanlara kendi evlerinde olmadık muameleler yaptığımız oluyordu ama çoğunluğunu hak ediyorlardı. Manidar gözlerle Yosuna baktığımda istifini bozmadan "Haklısın Samet abi, orada olmasam kızı boğardı bu kızıl kafa. Ben ona göz kulak olurum sen hiç merak etme." Gören görmeyen de sütten çıkmış ak kaşık sanırdı. Yiğit abi bunları bilse bizi eve alacağını hiç sanmazdım.
Bana göz kulak olacak adam kıskançlıktan birilerini ağaca bağlamasa ah. Berkin bana yürümesine deliye dönen Yosunum kimseye çaktırmadan çocuğu benzetmiş, işin içinden de yağ gibi sıyrılıp akmıştı. Ne diyebilirim ki, kimin dayısıydı sonuçta.
"O işte de bir bokluk vardı ama hadi neyse." Diyerek katiyen bize inanmadığını belirtti annem.
"Aman abla ya, sen de bize hiç güvenmiyorsun. Biz uslu çocuklarız." Dedi Toprak koltuğa doğru eliğilip annemin yanaklarını sıkarak. Annemin güldüğünü bilsem de Toprak'ın elini tirpli bir edayla itti.
"Öyle mi dersin ablacığım." Dedi annem. "Göreceğiz ne kadar uslu olduğunuz." Göreceklerini düşünmüyordum ama neyse.
Arabanın içinde gülüşerek ilerlerken araba ani bir frenle durunca hepimiz öne doğru savrulduk. Arabanın önünde hiç bir şey yoktu ve babamın bu ani frenini yapması için de bir sebep yoktu. Bilerek yapmamıştı sanki. Koltuğa tutunurken "Samet ne oluyor?" dedi annem korkuyla. Etrafa sarmalayan ışıklar çoğaldı, gök yüzü kendi rengini saklarken insanın gözünü kamaştıran ışınlar gökten yere indi. Bunların hepsi bir kaç saniye içinde oldu ve şaşkınca etrafa bakmaktan alamadım kendimi.
"Bi-bilmiyorum" demesiyle arabanın kapıları aniden kendiliğinden açıldı. Ben şok olmuş bir şekilde bakarken Toprak "Siktir" dedi. Sonra hepside aynı anda arabadan indiler ama sanki bunu istekleri dışı yapılmışlardı. Onların ardından arabanın dışına adımımı attığımda karanlık ormanı aydınlatan ışınlar her tarafı ele geçirmişti, etrafta beliren rengi insanın gözünü kamaştıran sisten birkaç tane adam belirdi, şokum dehşete dönüşürken yanyana dizilmiş şekilde duran annemlerin yanına ilerledim.
Ben ne olduğunu anlamadan adamlar dibimizde bitmişti.
Neler oluyordu burda?
"İşlediğiniz suç cezasız mı kalacak sandınız" dedi içlerinden birisi garip bir ses tonuyla, annemin ellerinin titrediğini gördüm.
"Hayır hayır olamaz olamaz mümkün değil." Diyordu kendi kendine. Yerlerinden kıpırdamıyor adım dahi atmıyorlardı. Ya da atamıyorlardı! Siktir! Nasıl olurdu bu?
"Nasıl buldunuz lan bizi!" dedi Toprak hırlarcasına.
"Hükmünüz çok ağır bir şekilde kesilecek Toprak Kırcalı" tanımadığım adam babama döndü "Sen ademoğlu, yasağı çiğnediğiniz ve hükmü yok saydığınız için çok pişman olacaksınız." Hiçbir şey anlamıyordum, anlam veremiyordum, neler oluyordu, neyden bahsediyorlardı? Ne hükmü ne yasağı!
Adam elini havaya kaldırdı ve anlamını bilmediğim kelimeler söylemeye başladı. Annem, babam, Toprak hepsi tek tek yere serilirken ben sadece şaşkınlıkla izliyordum. Söylediği kelimeler bitince gözleri tek tek ailemin üzerinde gezdi. İçlerinde bir tek benim ayakta kalmam onlara öyle bir dehşet ve şaşkınlık verdi ki bunu gözlerinden okuyabiliyordum.
"SEN!" Dedi hırıltılı sesle üzerime yürüyen adam. Şaşkınlığımı üzerimden attığım gibi kendimi geri çektim. "Nasıl olur bu!" Kükrercesine bağıran adamın öfkesi bende etki uyandırmadı.
"Siz kimsiniz." Dedim buz gibi sesimle. Bakışlarını gözlerime diken adamın irislerinde oyalanan şaşkınlık onu bırakmadı. Başını iki tarafa sallayarak yanındaki adamlara işaret verdi. Üzerime atılan adamı etkisiz hale getirmek benim için zor değildi. Başımı yana eğip kurtulduğum yumruğuna karşılık dirseğimi karnına geçirdim. Beni kolay lokma sana adam bunu beklemiyor olacak ki afalladı. Afallması benim için iyiydi, baldırına vurduğum tekmeyle adama dizlerinin üzerine düştü. Vakit kaybetmeden cebimdeki bıçağı zorlanmadan açarak adamın boğazına yasladım. Adam acemi değildi ben çok hızlı ve atiktim.
"Siz kimsiniz ve bizden ne istiyorsunuz?" Diye bağırdım ormanı inletecek bir kuvvette. Adamlar öyle bir şaşırmıştı ki bana ve önümdeki adama bakıp dişlerini sıkıyorlardı. İlk başta konuşan o uğursuz sesin sahibi tekrardan konuştu
"Eğer elinin altındaki adama zarar gelirse ölürsün." Kaşlarım alayla havalandığında dizimi adamın beline bastırıp iki taraflı bıçağımın düğmesine bastığımda tık sesiyle açıldı. Diğer tarafını hiç düşünmeden adamın omzuna geçirdiğimde elimin altında ki adam öyle bir bağırdı ki sanki ömründe fiziksel bir yara görmemişti. Gözlerim karşımdaki adamların üzerindeyken bıçağı adamın etinde çevirdim. Kemiğine kadar dayadığım bıçağın keskin tırtığı adamı bir kere daha acı içinde bağırttı.
"Ölmek istemeyen sizseniz geri basarsınız." Dedim buz gibi ama kendimden emin bir sesle.
"Ölmek seni korkutmuyor mu şeytan."
"Sizi korkutuyor ise bu sözleri sarf etmemeniz gerekir." Yerde hareketsizce yatan anneme, babama ve Toprak'a baktım.
"Onlara ne yaptın? Bizden ne istiyorsunuz?" Etrafımızda çevrili olan ağaçlar bir bir yok olurken koca bir boşluk oluştu, etrafta gözle görülür sadece ailem ve karşımdaki bir kaç adam kaldı.
"Onu bırakırsan konuşabiliriz." Yalan söylüyordu. Bıçağı daha da boğazına yasladığım adam nefessiz kaldı.
"Bırak onu!" Diye bağırdı bu sefer. Onun bağırması bende hiç bir etki etmiyordu. İstersem hepsi bu adam gibi ayaklarım dibine sererdim.
Korkusuzca gözlerine bakmam adamı daha da çıldırttı. Diğer elini yukarıya kaldırdığında etrafta beliren adamlarla gözlerim irileşti. Hasta olabilirdim, hiç bir korku bünyeme dokunmamış olabilirdi ama bu olanlar öyle gerçek dışıydı ki afallamama engel olamadım. Etrafta beliren adamlar çoğalıyor kimisi toprağın altından dirilen bir ölüymüş gibi çıkıyordu. Hadi ama bunlar resmen mantar gibi yerden bitiyordu! Neler oluyor burada?
Toprağın üstünü deşerek çıkan ellere öyle şaşkın bakıyordum ki elimin altında ki bıçağın gevşediğini fark edemedim. Elimi çevirerek etki alanından kurtulan adam bir anda daldığım dehşet çukurunda beni çıkardı. Kendimi savunmak için yapacağım bir hamle boşuna gitti çünkü boynumun arkasına vurulan sertlikle gözümün önünde yıldızlar çaktı.
Kaybolan dengem ve kararan etraf görüş açımı yerle bir etti, kulağımda duyulan uğultu sesi ve karanlık her tarafımı ele geçirirken bilincimin benden kopup gitmesine engel olamadım.
Sonrası ise
Derin bir çukur dipsiz bir karanlık.
🥀
O uğursuz uğultu kulaklarımı çınlatırken bilincim geri gelmeye çalışır gibi beni sarsıyordu. Uğultu sesinin yanı sıra işittiğim garip seslerin kimden vaya nerden geldiğini seçemiyordum fakat uyanmaya başladığımın işaretiydi.
Tanımadığım ince bir ses "Sence kimi seçecek?" Demesi duyuldu kulağıma, daha bir çok ses ve kalabalık işitiyordum ama sesler birbirne karışıyor yabancısı olduğum insanlar konuşuyordu.
Uyanık hissediyordum kendimi ama gözlerimi açamıyordum. Boynumun arkasından gelen sızı gözlerimi açmam için daha da zorluyordu beni.
Annemin sesini duydum sanki "Ben sadece sevdim yıllar sonra neden hala peşimizdesiniz, bırakın artık yakamızı!" diye yakarıyordu annem. Onun ardında sesini tanımadığım biride bişeyler demişti ama tam seçememiştim.
Gözlerimi açmak için kendimi zorladım ve yavaş yavaş görüş açım bulanık da olsa renklendi.
Yattığım zeminden yavaşca doğrulup etrafıma baktım. Bulanık olanlar kendisini netleştirdiğinde önce kendi etrafımda kafes gibi çevrili olan ışıltıya sonra yoğun kalabalığa döndü gözlerim. Dizlerinin üzerine çöktrülüp etrafında muhafız gibi dizilen adamların ortasında ki babama, kafasında saçma sapan bir şey olup biraz yukarıda oturan adama ve en sonunda benimle aynı şekilde ışıklarla kafeslenmiş anneme çevirdim bakışlarımı.
Gözleri ağlamaktan kızarmış, şişmişti ve hâlâ da ağlamaya devam ediyordu. Yirmi yıllık hayatım boyunca annemin böyle ağladığını görmemiştim.
Kimse benim annemi böyle ağlatamazdı!
Yerimden kalktığımda ışıltıların arasından geçip çıktım. Anneme doğru yürümeye başladım.
Kızıllarımı açtığımdan beri gözleri benim üzerimde olan kalabalığın gözleri şok olmuş bir şekilde bana bakıyordu. Kendi aralarında fısıldaşıyor yaşadıkları dehşeti ifadelerine yansıttıklarını belki fark bile edemiyorlardı.
Tek anlamadığım neden herkes bana sanki mümkünatı olmayan bir şey yapmışım gibi bakıyordu?
"Tek anlamadığın nokta insanların bakışaları mı gerçekten Eve? Kızım hangi cehennemdeyiz biz!" Diyen iç sesim haklıydı ama şu an annemin ağlaması insanların aptal bakışlarından daha önemliydi benim için. Gözlerimi hiç kimseye değdirmeden ifadesizce ışınların arasında hüngür hüngür ağlayan anneme baktım. O ağladıkça kalbime ateşte bekletilmiş ince kızgın bir demir delip geçiyor inceliğine rağmen kalbimi dağlıyordu.
Adımlamaya devam ederken yan taraftan bir adam bana doğru hareketlenmişti ki elimi havaya kaldırıp dur işareti yaptım ve öldürücü bir sakinlikle "Bir adım daha atarsan seni oranın dibine gömerim." Dediğimde adımları havada asılı kaldı. Şu an hat safhada olan öfkemle bana yaklaşmaya cesaret ederse onu buraya gömmem işten bile değildi.
Annemin yanına gidip önünde diz çöktüm, yüzünü avuçlarımın arasına alıp göz yaşlarını parmağımla sildim "İyi misin anne?" Dediğimde dolu dolu gözlerle başını olumlu anlamda salladı ve bana sıkı sıkı sarıldı, arkadan birisi "Bu nasıl olur?" dedi ama neyin ne olduğunu anlamadığım için umursamadım. Biz sarılırken kafasında taç mı yoksa kavuk olduğunu çözemediğim iri yarı olan adam şiddetle bağırdı.
"SAMET SON KEZ SORUYORUM YA SEÇİMİNİ YAPARSIN YADA İKİSİNİDE KAYBEDERSİN! KARIN MI KIZIN MI?" Dediğinde bakışlarımı babama çevirdim. Böyle bir seçimi neden istediklerini anlayamıyordum. Bizden ne istediklerini de. Dertleri neydi bunların?
Sebebini bilmiyordum ama bu seçimin gerçekleşeceğini biliyordum.
Kızıl gözlerim babamdayken çaresizlikle bakıyordu gözlerime, sanki canını isteseler daha az canı yanıcaktı.
Ve durumun ciddiyetini bir kere daha anladım, bu seçim olacaktı. Peki sonunda kimin canı daha çok yanacaktı? Bir bana çevirdi bakışlarını bir anneme. Anemde korkuyla bakıyordu ona ama korkusu kendisine değildi. Babam bakışlarını tekrardan bana çevirdiğinde gözlerinde büyük bir özür ve üzüntü yakaladım.
Gözleriyle benden özür diliyordu.
Anlamıştım yapıcağı seçimde kimi seçeceğini. Kimin kurban gideceğini. Ama hayır, dediğim gibi bu yaşıma kadar hiçbir korkuyu zerre kadar hissetmediğim gibi şimdi de hissetmiyordum.
Annemde benim gibi bakışlarından ne diyeceğini anlamıştı gözlerinde ki korku öyle bir büyüdü ki "Hayır, hayır, hayır, Samet hayır!" Diye haykırdı, ama boşunaydı.
Babam seçimini yapmış, seçeceği kişiyi de geçeceği kişiyide belirlemişti.
"Karımı istiyorum."
Babam benden vaz geçmişti. Belli belirsiz buruk bir gülümseme oluştu dudaklarımda. Bir kere daha hayran kaldım orada Samet Efnana çünkü doğru seçimi yapmıştı.
Haklı ya da haksız olması umurumda değildi. Babam benden vaz geçmişti.
Kral ya da padişah olduğunu düşündüğüm adam kibirle gülümsedi, herkes bana bakarken "Filim mi çeviriyoruz amına koyayım ne bakıyonuz?" deme isteğimi bastırıp babama bakmaya devam ettim. Buruk tebessümüm kimselere görünmeden çabucak silindi yüzümden. Anneme döndüğümde sadece şu üç kelime çıktı dudaklarımdan.
"Babamı affet anne." Çünkü ben babamı affetsem de annem babamı asla affetmeyecekti.
"Kızı ATEŞ ÜLKESİNE sürgün edin ve KARAHAN'IN vicdanına teslim edin" dedi kral. Annem korktuğu buymuş gibi "Hayır olmaz hayır, HAYIR!" diye daha şiddetli ağlamaya başladı. Etrafta kanatları olan ve uçan bir kaç küçük insancık kendi aralarında fısıldaşıyordu.
"Vicdan mı? Hem de Arsal Karahanda. Duy da inanma." Dedikleri kişi her kimse bilmiyorum ama annem korkuyla öyle bir titriyordu ki hâlâ "Hayır, hayır, hayır. " Diye sayıklıyordu.
Her şey o kadar anlam verilemez bir duruma dönmüştü ki bu kadar kargaşanın arasında yosunun olmadığını daha yeni fark ediyordum.
"Toprak nerde?" dedim.
Kral'ın yanındaki adam "Onu bir daha göremeyeceksin." demesiyle bu saçmalığın başında beri topladığı bütün sabrım ve sinirlerim artık boşaldı ve öfkeyle adama doğru gidiyordum ki annem koluma yapışıp
"Yapma nolur, yalvarırım yapma." Diye ağladı. Bir ona baktım, birde kolumu tutan eline "Anne Toprak nerde? Ona ne oldu? Tüm bu saçmalıktan neyin nesi!" Devamında sesim benden beklenmeyen bir şekilde kısıldı, "Yoksa onu öldür-" devamını söylemeye dilim varmamıştı.
Onun ölmüş olması ihtimalini bırak dillendirmek, düşüncesi dâhi çok acı veriyordu bana.
"Hayır ölmedi. Ama onu artık göremeyeceksin, annenin ve babanın zarar görmesini istemiyorsan rahat dururusun." dedi kralın diğer tarafındaki dikilen kız. Saçından tutup yerlerde sürükleme hissimi susturmak zorunda kaldım.
"Bu sana yeterli bir ceza değil Senem ama seni ölümün kuruluşuyla taçlandırmayacağım. Şimdi gitmek için bizi bile karşına aldığın, hepimize ihanet ettiğin yere dönebilirsin." Sonra beni gösterip "Kızın ve kardeşini burda bırakarak" dedi.
"Hayır, hayır olamaz. Efendim ne olur kızımı benden almayın kardeşimi benden almayın yalvarırım efendim." diyerek feryat figan ağlamaya devam etti annem.
"Bizi ve ülkenin kurallarını çiğneyip, gitmeden önce düşünecektin. Şimdi çek cezanı." dedi ve ellerini yukarıya kaldırdığı gibi ellerinden gelen siyah duman annemi ve babamı kapladı çok değil hemen bir kaç saniye sonra ortadan yok oldular. Şok olmuş bir şekilde onların oldukları boşluğa baka kaldım.
Kral tekrardan konuştu.
"Onu Ateş diyarına sürgün edin" dedi ben hiçbir tepki vermiyor, sadece annem ve babamın yok oldukları yere bakıyordum. Kanatları olup havada uçan bir kaç tane insan tekrardan konuştu
"Yazık oldu gül gibi kıza. Çok güzelmiş" dedi biri.
"Arsal'ın acımasızlığını bilmeyen duymayan mı kaldı kainatta. Üzüldüm kızcağıza" dedi birisi daha. Onlar konuşurken ben hiçbir tepki vermiyor, sadece boş boş bakıyordum.
Kralın yanında ki adam bana bakıp elleriyle garip bir hareket yaptı, sonra bir kere daha, bir kere daha...
"Efendim bu ademoğluna nasıl büyü işlemez" dedi hayretle. Başlayacaktım bunların ademoğluna şimdi.
"Nerem oğlan lan benim, gebertirim seni" dedim sinirle sanki tek derdim buymuş gibi.
Kral arkadan birisine kaş göz yapınca arkamda bana demir bir çubukla vurmaya çalışan adamın vuruşu kendimi geri çekmemle boşluğa geldi. Hızlı bir şekilde yakasından tutduğum gibi dizimi karnına geçirip elinde ki demir çubuğu aldığım gibi kafasına vurmamla acıyla inleyerek yere kapaklandı. Ben tam dövüş moduna geçerken arkamdan biri daha geldi, biri ve biri daha. Etrafım en az yirmi kişi sardı, ben hangisine saldırsam diye düşünürken Kraldan bir ses yükseldi.
"Eğer birine daha zarar verirsen Toprak ölür." Demesiyle yerimde çakılı kaldım. Bu ihtimal sırada ki yapacağım bütün saldırımı yerle bir etmişti. Tekrardan kafamın arkasına inen bir sertlikle gözlerim karardı ve sonrası yine koca bir boşluk oldu.
Başlayacaktım ama artık bu işe!
⚔
Başımın arkasındaki muhteşem ağrıyla gözlerimi araladım. Kim bilir yine neredeydim?
Karnımın üzerine doğru yattığım için ellerimi yere bastırarak kalkmaya çalıştım ama ellerime batan şeylerle acıyla inledim, yinede kendimi zorlayıp oturur konuma geldiğimde bir ormanın içinde olduğumu anladım.
Acıyla elimi boynuma götürdüğümde, elime bulaşan kanı görünce sövmeden edemedim "Amına koyayım şamar oğlanına çevirdiler. Gelen vuruyor giden vuruyor, biride kalkıp şuraya gidicez Eva gel dese peşinden gideceğim ne diye vurup duruyorsunuz." Söylenerek ayağa kalktım, etrafımı taradı kızıllarım.
Neden burada olduğum hakkında hiç bir fikrim yoktu. Daha doğrusu bu olanların hiçbirine anlam veremiyordum ki bir fikrim olsun. Herşey öyle hızlı öyle anlam veremediğim bir zaman dilimi içinde gerçekleşmişti ki herşey bittiğinde şu an olduğum konum olan bir ormanın içinde bulmuştum kendimi.
"Senin gibi bir hanımefendiye yakışmıyor böyle küfürler." Dedi tanımadığım bir ses. Etrafımda dönüp baktım, kimse yoktu.
Gaipten sesler mi duyuyorum acaba?
O noktaya geldiysem şaşırmazdım. Çünkü vura vura beynimi delmişlerdi.
"Hemen yanındayım etrafa bakmana gerek yok, küçük kız." Tekrar konuştuğunda sesin daha da yakından geldiğini anladım. Etrafıma bakmaya devam ettim ama benden başka kimse yoktu.
Birisi benimle dalga mı geçiyordu?
Alık alık etrafa bakınırken biraz ilerideki ağaç ile göz göze geldik. Bana bakarak sırıttı. Evet şu an bir ağaçla bakışıyordum, hatta o ağaç bana gülümsüyordu.
Dur bir dakika, napıyordu ne?
O ağaç bana gülümsedi!
Anlık olarak gerçeklerin farkına varınca gözlerim şaşkınlıkla irileşti. Resmen bir ağaçla karşılıklı bakışıyoruz!
Şokla irileşen gözlerimi komik bulmuş olacak ki gülüşü dahada büyüdü. Bir dakika bi dakika, kafayı sıyırmış olma ihtimalim yüzde kaç? Bu gidişle yüzde bin falan olacak.
"Kapat o ağzını küçük kız, bir şey düşücek." demesiyle ne ara açık kaldığını bilmediğim ağzımı kapattım. Ona doğru yaklaştım.
"Sen ağaçsın?" Dedim sesime yansıyan şaşkınlığı gizleyemezken.
"Evet, hemde Gürgen." Dedi gülmeye devam ederek.
"Ama konuşuyorsun?"
"Ee sende konuşuyorsun." Bu olanlar ironiydi sanırım?
"Manyak mısın ya! Ben insanım, sen odunsun nasıl konuşabilirsin?" Dedim hayretle. Başıma bu kadar olay gelmiş hâlâ neden şaşırıyorsam?
"Odun falan ayıp oluyor ama küçük hanım." Şakamıydı bu?
"Hem sen herkesin konuştuğu o insan kızı olmalısın." Ne ara bu ülkeye ün salmıştım anlamış değilim.
Ağaç bile duyduğuna göre.
"Bu ülke de insanından ağacına kadar herkeste dedikodu ağı olmalı? Yoksa bu kadar çabuk yayılması normal değil." Diye homurdandım.
"Çok yazık olacak senin gibi küçük bir kıza." Kaşlarımı çattım
"Bana bak, bana bir daha küçük kız dersen yapraklarını tek tek yolarım senin." İkide bir küçük kız demekten vaz geçmeliydi.
"Başımıza bunca şey gelmiş senin takıldığın tek nokta insanoğlu ve küçük kız mı Eva? Gerçekten mi?" İç ses haklı olabilirdi ama bende her gün tanımadığım bir yere düşüp garip insanlarla muhatap olmuyordum herhalde. Beni de anlamalıydı.
Bakışalarım etrafta gezindi ama ağaçtan, ottan ve bitkiden başka bir şey yoktu. Burayı tanımıyordum. Ve derhal buradan gitmek istiyorum.
"Burası neresi, neredeyim ben?" Dedim daha ılımlı yaklaşmaya çalışarak. Belki bu kütük çıkmam konusunda bana yardım ederdi.
"Ateş ülkesindesin." Dediğinde şaşkın bakışlarımı saklamadım.
"Saçmalama istersen, dünyada ateş ülkesi diye bir ülke yok." Gürgen ağacı garip bir ses çıkartarak güldü.
"Hâlâ kendi dünyanda olduğunu mu sanıyorsun, küçük kız?" Dedi.
Bu da ne demek oluyordu?
Neler olduğunu doğru düzgün anlayamamak dahada sinirlenmeme sebep oluyordu.
"Sinirlenmeye başlıyorum haberin olsun, dal kırığı. Ne saçmalıyorsun sen?" Bu kadar kısa sürede ülke değiştirmek imkansızdı ve bu ağaç bırak ülkeyi kendi dünyamda bile olmadığımı söylüyordu.
"Burası senin evrenin değil. Burada işlerde kurallarda senin dünyanda olduğu gibi yürümez. Eğer farklı bir ülkeden sürgün edilmişsen sana biçilen tek son ölümdür." Esen rüzgar kızıl saçlarımı yüzüme savurunca kulağımın arkasına sıkıştırdım. Bu odun doğru söylüyor olabilir miydi? Başka bir evrenden olma ihtimalim çok uçuk bir düşünceydi. Hadi ama böyle bir şey olması imkansızdı. Buradan çıkıp ailemi bulmalıydım. Anneme ve babama ne yaptıklarını bilmiyorum. Toprak ise ortada bile yoktu!
"Buradan nasıl çıkabilirim? Toprak'ı bulmam lazım." Ona ne olduğunu bilmiyordum. Ayrıca bu saçmalığa daha fazla katlanmak istemiyordum.
Sanki komik bir şey söylemişim gibi tekrardan güldü karşımdaki ağaç, kaşlarım çatıldı.
"Gerçekten buradan çıkabileceğini mi sanıyorsun?" Bir kere daha kahkaha attı, ağaçlığına bakmadan bana mı gülüyordu bu kütük!
"Tek çıkışın ölüm küçük kız. Şimdi burada konuşuyorsun ama onun karşısında korkudan dilin boğazına kaçacak. O vakit ne yapacaksın?" Öyle bir kahkaha attı ki cinlerim tepeme çıktı. Ani bir hareketle yanında bittiğimde öfkeyle kalın bir dalını büktüğüm gibi çatırt diye bir ses çıktı. Kırdığım dalıyla acı içinde bağırdı, zalimce gülümseyip "Yanılıyorsun sayın balta sapı, daha öyle birisi doğmadı." Dedikten sonra elimde ki dalı kenara fırlatıp yanından geçip gittim.
"Hale bak ya! Önce bilmediğim bir kaç insan kılıklı varlıkla dövüşüp ardına tam iki kere boynumun arkasına demir bir sopa yedim. Annem ve babam bir anda buhar olup ortalıktan kayboldu, Toprak meydanda bile yok ve az önce de resmen bir ağaçla tartışıp sonra intikam almak için dalını kırdım inanamıyorum, hepsinide geçtim burası neresi lan." Ağaçlara bakmamaya özen göstererek ilerlemeye devam ettim, biriyle daha mülakaşaya giremezdim. İlerlerken elim istemsizce kotumun cebine gitti, elime gelen küçük çakıyla dudaklarım kıvrıldı. Her zaman cebimde bıçak olurdu. Birilerini deşmek için değil, zevk meselesiydi.
Ama bu birilerini deşmeyeceğim anlamına gelmezdi
Ordan burdan bana laf atan ağaçların içinden cinnet geçirmeden çıkmam imkansızdı! Bu ormanın bir çıkışı olmalıydı, değil mi?
İllaki vardır.
Saatler sonra
"Bu lanet olasıca ormanın ağaçlarını kim üşenmeden tek tek dikti! Hadi diktin nasıl çıktın?" Hava kararmaya başlamıştı ve ben bu ormanın içinden çıkmamıştım!
Adımımı attığımda ayağıma bulaşan cıvık hisle bakışlarım yere indi. Kafam kadar olan bok yığınını görünce artık gerçekten tepine tepine ağlamak istiyordum. Beyaz spor ayakkabım mahvolmuştu!
Rezil kepaze bir haldeydim!
Dışkıdan uzaklaşıp ayakkabımı öfkeyle çıkarıp savurdum. Gerçekten rezillikti.
"Ahh." Bir ağaçtan inleme sesi gelince göz devirdim. Ayakkabım kafasına gelmiş olmalıydı. Bir an ne düşündüğümü düşünüp kendim kendime de göz devirdim.
"Ağacın kafası mı olur ya." Diye Söylenerek diğer ayakkabıyı da aynı şekil gelişi güzel savurdum.
"Hem ormanı kirletiyor hem de kafamızı yarıyor!" Öfkeli gelen başka bir ağacın sesi umrumda olmadı.
İnsanlar yeterince beynimi işgal etmiyormuş gibi otun bokun bile konuşmalarını duyabiliyordum nasıl oluyordu bu!
"Sus da oksijen üret, dal kırığı! Cenabi rabbim sizleri neden duymamamızı istediğini anladım, susmuyorsunuz ki iki dakika amına koyayım." Bakışlarım tırnaklarıma indiğinde mahvolan ojelerime yıkılmış gibi baktım.
"Kafam kopsaydı da sizi bu halde görmeseydim bebeklerim." Dedim tırnaklarıma doğru içli içli.
"Yakında o da olur inşallah merak etme." Etrafta boş boş konuşan ağacın kafasını yaracak bir şey aradım ama yoktu.
"Gidim oksijeninizi üretin bana bulaşmayın." Yoksa küfredecektim, zor tutuyordum kendimi.
Arkamdaki taşa bakarken aklıma gelen şey umarım başıma gelmezdi. "İnşallah bu da dile gelmez" dedim kendi kendime, birde sen kimisinde benim üzerime oturuyorsun diyen bir taşla tartışamazdım. Kaç saattir yürüdüğümü bilmiyordum ama çok yorulmuştum kendimi yere bırakıp sırtımı taşa yasladım. Biraz dinlendikten sonra devam edebilirdim. Fakat gözlerim buna pek müsade etmedi. Çok fazla uyuyan bir insan değildim ama beni içine çeken uykuya da direnmedim.
Kendiliğinden kapanan gözlerimle kendimi bu ıssız ormanın içinde uykunun kollarına teslim ettim.
...
Yine gözlerimi kapattığım yer ile açtığım yer aynı değildi. Tenime temas eden yumuşak doku ve burnuma dolan o eşsiz kokuyla gözlerimi araladım. Ne bekliyordum bilmiyorum ama büyük bir odada ve oldukça geniş bir yatakta kendimi bulmayı beklemiyordum. Ay ışığının parlaklığıyla aydınlanan odanın kime ait olduğu hakkında pek bir fikrim yoktu.
Hava kararmıştı.
Doğrulduğumda nerede olduğum hakkında pek bir fikrim yoktu açıkçası. Odanın içi o kadar geniş ve görkemliydi ki gözlerimle incelemek bir kaç saniyeden fazlasını almıştı. Eski değildi, ama modern de değildi. Nasıl anlatsam sanki modernizmin içindeki tarihti. Sade ve şıktı. Ve kesinlikle bir erkek odasıydı. Yataktan kalkarak etrafı incelemeye devam ettim. Duvarın köşesinde tüm ihtişamıyla duran kılıç bana bulunduğum yılı sorgulattı. Nereye düşmüştüm ben böyle. Odayı karıştırmaya devam ederken pek bir çekincem yoktu. Beni buraya kim getirdi bilmiyorum. Sadece bu değil bunların neden olduğunu ve neden benim başıma geldiğini de bilmiyorum.
Gözlerim ve ellerim rahat durmazken altın kaplama olduğunu düşündüğüm bir çekmece dikkatimi çekti. Yavaşca yanına ilerleyip çekmeceyi açtığımda kaşlarım çatıldı.
Silah vardı.
Evet Silah. Hemde dünyada görmediğim bir tasarımda.
Dikkatle incelerken elim istemsizce silahın kabzasına dokundu. Tüm ince detaylarıyla düşünülen gül figüründe dolaştı baş parmağım. El işlemesimi bilmiyorum ama o kadar ustaca yapılmıştı ki gülün tüm detayları silahın kabzanına aktarılmıştı.
Elimdeki silaha ve duvara asılmış olan kılıca baktım.
Böyle bir çelişki nasıl olabilirdi?
Hem kılıç hem silah nasıl aynı yerde olurdu? Hem tarihi hem yeniyi gösteren her şey bu odaya toplanmış ve hepsinin birleşimi gibi olmuştu. O kadar kafa karıştırıcıydı ki daha buradan çıkmadan herşeyin birbirine zıt olduğunu anlamıştım.
Elimdeki silahı incelerken küçük harflerle yazılmış olan yazıyı okuyabilmek adına gözlerimi kısarak baktım
Karahan... Yazıyordu
Padişahın bahsettiği, ismini bile duyunca annemin tir tir titremesine sebep olan Karahan mı?
Umrumda değildi. Her şey birbirine girmişken şu an bu adamın kim olduğuyla ilgilenmiyordum. Çekmecede silahın yanında duran küçük hançeri gözüme kestirdim. Hançeri kotumun kenarına sıkıştırdım
Mahalle serserisi gibi emanetsiz dolaşmaz olmuştum.
"Onlardan farklı olduğunu mu düşünüyorsun?" Diyen iç sesime de kulak asmadım.
Kapıyı aralayıp kendimi dışarıya attığımda neyle karşılaşacağım hakkında pek bir fikrim yoktu. Sadece fikrim değil ayağımda ayakkabı da yoktu!
Rezillik yakamı bırakmıyordu!
Karanlık koridorda salına salına ilerlerken nereye varacağımı ancak Allah bilirdi.
Az gittim uz gittim dere tepe düz gittim, dağları aştım nehirleri geçtim vara vara bir yere vardım ama nere vardım kim bilir desem yalan olmaz çünkü kos koca bir evin içinde kaybolmuştum!
Hatta ne evi Burası ev değil saray yavrusuydu mübarek ne girişi vardı ne çıkışı!
Bu ara girdiğim hiç bir delikten çıkamaz olmuştum. Etrafta gezinen bir kaç adamı ve temizlikçi olduğunu düşündüğüm bir kaç kadını atlatmak benim için zor değildi. Aşağı giden büyük bir merdiven ve koridora bir bakış attım. Merdiven zemin kata iniyordu büyük ihtimal. Koridordan düz devam etme kararı almışken ellerinde çelenkle çıkan üç muhafız görünce zemin kata inen merdivene hızlı adımlar atarak saklanabilecek kadar indim.
Kendi çapımda bir karar verdikten sonra hayatın bana sunduğu cilve.
"Adamın babasını öldürüp sonra da çelenk yollamak nedir abi ya?" Adım sesleriyle birlikte konuşmalarıda duyuluyordu.
"Sen kartta yazanı gör asıl. 'Ateş krallığı ve prensi sizlere gönülden baş sağlığı diler. Başınız sağ olsun." Adamdan minik bir kıkırtı kaçtı. Gerçekten bu yapılmış mıydı?
"Tam prens Arsalın yapacağı bir hareket. Aslında o yaptığı hiçbir şeyi gizlemezdi ama bu işte bir iş var yakında çıkar kokusu." Dedi birisi daha. Artık gitmeleri gerekiyordu.
"Oğlum zemin katı neden kapatmadınız?" Hassiktir. Hızlı adımlarla biraz daha aşağı inmeye başladığımda kapının kilitlenme sesi geldi.
"Hayy sikeceğim sizin yapacağınız işi ya! Defolup çelenginizi verinsene kime verecekseniz alt katın kapısıyla ne işiniz var sizin!" Çılgın olup çıkacaktım buradan! El mecbur aşağı kata inmeye başladığımda nemin ve ıslaklığın iğrenç kokusu burnuma doldu. Etrafıma baktığımda mahzeni andırıyordu ama daha boğuk ve basıktı. Ayağının altına batan iğrenç dokuyla etrafa iğrenen bakışlar attım. Yalın ayak dolaştığım yerlere baktı!
Ayağımın üstünden geçerek kaçan fareye basmam an meselesiydi. Madem benden kaçıyorsun ne diye üstümden geçiyorsun hayvan!
"Ağğğğğ elim yok, elim kırıldııı!" Ayağımın altından gelen cıyaklama sesine baktım. Hah, buyur gerçekten de üstüne basmıştım.
"Ayağımın altında ne işiniz olduğunu sorabilir miyim sayın, sıçan?"
"Senin neden benim üstümde olduğunu düşün bence?" Diye ağlamaya başladı. Cırtlak sesine bakarsak kızdı. Ve sesi çok çirkindi "Ayrıca fareyim ben sensin sıçan!"
"Aynı şey." Dedim umursamazca.
"Değil!"
"Farkı ne, söyler misin?"
"Biz onlardan daha güzeliz." Derince ofladım. Gerçekten hiç derdim yokmuş gibi şu an sıçan ve farenin farklarıyla uğraşamazdım Ayağımı kaldırıp parmağımın ucuyla kendimden uzağa ittim onu nazikçe. Ayrıca eline tam anlamıyla basmamıştım bile öyle drama yapıyordu.
Elini yalarken bir anda aklına ne geldiyse irice açtığı gözlerini korkuyla bana çevirdi.
"Sen? Sen az önce benimle konuştun mu?" Akıl karı bir iş değildi ama evet öyle olmuştu biraz.
"Buradakiler büyü olmadan asla hayvanlarla konuşamazlar? Sen Sen- Sen yoksa beni büyüledin mi!" Diye ciyak ciyak bağırdı.
"Lütfen sıçan bayanı önce o sesinizi kısın çünkü son derece boktan bir ses ortaya çıkıyor. Ayrıca bende bu konuda şaşkınım çünkü delirdiğimi düşünüyorum." Evet delirmeme çok az kalmıştı. Tabi şimdiye delirmediysem.
Etrafımda göz gezdirdim. Her yer birbirine benziyordu. Bir kaç geçit vardı ama kimin nereye çıktığı hakkında bir fikrim yoktu.
"Buradan nasıl çıkabilirim?" Dedim ellerini ovuşturup duran fareye bakarak. Fare tam ağzını açmış bir şeyler diyecekken duyulan acı cığlıkla yerinde dikleşti. Korkuyla titrediğini görebiliyordum.
"Aman tanrım." Dedi titreyen sesiyle. Aynı acı çığlık daha da yüksek bir sesle duyuldu bu sefer.
"Neler oluyor?" Dedim çünkü gelen seste büyük bir yakarış vardı. Fare bir kere daha korkuyla titreyip bana baktı.
"Kaç. Nereye kaçarsan kaç ama o burada. Kaç! O çok zalim, o çok korkunç eğer canını biraz seviyorsan kaç." Ve öyle hızlı bir şekilde arkasını dönüp koşarak kaçtı ki hiç bir halt anlamadım.
Yönümü sesin geldiği yöne çevirdiğimde adımlarım o tarafa ilerledi. Her zaman dediğim gibi, ben korkmak için doğmamıştım bu dünyaya. Bünyeme ulaşamamış korku bende kademe kademe azalmıyordu.
Çünkü bana daha önce hiç uğramamıştı.
Bana hiç dokunmamıştı.
Adımlarım sakin ve yavaştı. Cehennemden yükselen feryatları andıran bu acı seslere doğru giderken fazla sakindim. Yaşananlar normal değildi ama bende normal değildim.
Geçtiğim yerlerde adam yoktu ama ne olduğunu bilmediğim ışınlar vardı. Onlara dokunmam ise hiç bir şey etki etmiyordu. Bunları öylesine koyduklarını düşünmüyordum. İllaki bir şeye yarıyor olmalıydılar.
Çıplak ayaklarımla ilerledim. Ne karanlık ne de iğrenç koku beni durdurmadı. Ayaklarıma dokunan yosunsu ıslak his ve böcekler de benim için bir şey ifade etmedi. Duvarda asılı duran bir kaç yarasa, kafam kadar büyük olan örümcek ağları ve iğrenç sümüklü böceklerin çizdiği yollar, karanlık olmasına rağmen bazı şeyler seçiliyordu. Ve Burası çok iğrençti.
Çoğu insanı ürküten bu etkenler beni ilgilendirmedi bile. Sadece midemi bulandırıyordu.
Devam ettim. Ta ki acı çığlıkların çoğalıp rutubet kokusunun yerine kan kokusunu duyana kadar ilerledim. Nemli ve ıslak duvara elimi koymak istemediğim için kafamı ileriye uzatarak etrafta neler olduğuna bakmaya çalıştım. Acı çığlıkların altından normal bir görüntü beklenmezdi ama bu kadarıda akla hayale zarardı.
Görüş açıma ilk giren adam tavanda bağlı olan kancayı dilinden geçirilerek asılmıştı. O kanca diliyle nasıl tüm vücudunu taşıyordu bilmiyorum ama yırtılmış ağzından sızan kanların boğazından vücudunu kadar yol almıştı. Elleri arkadan bağlanmış ama normal bir ip yardımıyla değil, iki elini birbirine mıhlayan bir bıçakla birleştirilmişti. Yeni yıkanmış kıyafetten damlayan su gibi adamın ayaklarının ucundan yere kan az az damlıyordu. Ayak bilekleri kesilmiş ve kanının tamamını boşaltmışlardı. Öyle ki adamın teni bembeyaz kireç gibi olmuştu. Suyu sıkılmış süngere çevirmişlerdi herifi.
Bir adım daha attım içeriye. Bir çığlık daha duyuldu ama o tarafa bakmadım. Bu sefer gördüğüm işkence kazalisine döndü kızıllarım. Çarmıha gerdikleri adamın ayakları altında duran metalden olan kutunun içindeki sıvıya baktım. Mide bulandıran kokusu ve yükselen buhari insanda öğürme hissi yaratıyordu. Kendimi tutup bu hissi bastırdım.
Adamın bedeninin yarısı yoktu. Vardı ama sadece erimiş kemikten oluşuyordu. Gövdesinden altı olmayan adama bakarken fazla sakin ve duygusuzdum. Korku filmlerinde işkenceyle öldürülen adamlardan bir farkı yoktu, ki öyleydi. Sıvının erittiği eti metal kutunun içine akmış ve çarmıhın metallerine bulaşmıştı. Kafamı kaldırıp baktım adama.
Göğsünün ortasından geçen keskin mızrak göğüs kafesini delerek diğer taraftan çıkmıştı. Akıtacak kanı kalmayan zavallı adam diğeri gibi bembeyaz kesilmişti.
Öldüğü aşıkardı.
"Yok ölmedi dile gelir birazdan Eva bekle. Kızım salak mısın sen! Adamı delik deşik etmişler görmüyor musun?" İç sesimin dehşet içinde olanlara bakarken ben hâlâ ifadesizce cesedi inceliylordum.
İstemsizce bu kadar işkenceye maruz kalacak kadar ne suçları olduğunu düşündüm.
Ya da bunu yapacak kadar kalpsiz olan kişinin kim olduğunu. Acı bir feryat daha kopup kulaklarıma ulaştığında çığlığın geldiği tarafa doğru döndüm.
Ve her cesede emaresini bırak, onları insanlıktan çıkarana kadar işkence eden katili işinin başında gördüm.
Her kimse bilmiyordum ama arkasını bana döndüğü için beni görmüyordu. Ben ise onun heybetli vücudu ve geniş omuzlarıyla bakışıyordum. Arkadan görünen siyah saçları ve sırtı dışında gördüğüm pek bir şey yoktu. Aynı şekilde sırtı bana dönük olan iki adam ve bir de kadın vardı. Onların sırtı tam bana dönük değildi. Yüzlerini seçebileceğim bir konumdaydılar. Yan profilleri görüş açımda net şekilde görünüyordu.
Beline kadar uzanan uzun kumral saçlı kadın sanki burada olanlardan memnun değil gibiydi. Koyu kahve irisleri ve kalkık minik bir buruna sahipti. Şu an bulunduğu konumu saymazsak tatlı bir yüz şekli varıdı. İfadesine bakılırsa da bu olanlar midesini bulandırıyor olmalıydı fakat bir tarafı da bunları gördüğüne mutlu olmuş gibi dudakları kıvrılmıştı.
Yanında dikilen adam ise sarışındı. Buradan gördüğüm kadarıyla gözleri ela ve sert yüz hatları olmasına rağmen sert de gözükmüyordu. Alnı biraz genişti ama alnın dökülmüş sarı saçları bunu gizliyordu. Omuzları dik ve kendinden emin bir duruşu vardı. İfadesi ise kızın aksine bu olanlardan zevk alır gibiydi.
Diğerinin ise yüzünü göremiyordum çünkü siyah saçlı olan adamın yanında dikilmişti. Karşılarındaki adamı göremiyordum çünkü ikisininde heybetli vücudu önlerinde dikiliyordu.
Çığlık sesine bakılırsa adama pek nazik davrandıkları söylenemezdi.
"Biraz daha bağırmaya devam edersen dişlerini boğazına doldururum sesini çıkartamazsın. Kulaklarım çizildi cırtlak sesinden." Kızın huysuz sesiyle yanındaki adam güldü.
"Adama işkence ediyorlar Elyesa, kahkaha atmasını mı bekliyorsun?" Adının Elyesa olduğunu öğrendiğim kız tip tip baktı yanındaki sarışına.
"Herkes senin gibi ruh hastası mı ki kahkaha atsın, Mavi?" Sarışın olmasına rağmen adı Mavi miydi? Lakabı falan da olabilirdi.
"Onu kurtarmaya mağaraya gittiğimde adamların beynini diliyle sikmişti." Arkası dönük olanın omzu hafifçe sallandığında güldüğünü anladım. Sarışın olanın kaşları çatıldı.
"Sözlerimle onları manipüle etmem beni zeki biri olarak gösterir Akın cığıım." Cığım ekinin altını çizmesine neredeyse gülecektim.
"Aynen o yüzden adamlar 'şunu buradan alın da ister ki bizi öldürün. Ama lütfen şunu buradan alın, daha fazla dayanamayacağım bu şeye' demişti değil mi?" Akın'ın Söyledikleriyle Elyesa kahkaha attı. Mavinin açık ten rengi kendisini çabucak ele verdiği için sinirden kızardığı hemen belli oldu.
"Siz ne anlarsınız savaş stratejisinden!" Dedi tirpli tirpli. Elindeki ve üstünde ki kanı görmesem tatlı ve şapşal bir tip olduğunu düşünürdüm ama o yakışıklı yüzünün arkasında bir katil saklıyor olmalıydı. Tıpkı çok güzel gülmesine rağmen acılar içinde bağıran adama acımasız bakışlar atması gibi.
Üçü de konuşuyor, gülüşüyordu ama içlerinden birisinin ne sesi çıkıyordu ne de hareket ediyordu. Sadece onları dinliyor ve karşısındaki adama bakıyordu.
"Arsal sen de şunu öldüreceksen öldür de gidelim ya. Adamların şaftını siktin attın zaten. Sık kafasına da gidelim." Mavinin huysuz sesini umursamadı bile adam.
Elim birden kot şortumun kenarına sıkıştırdığım hançere gidince kas katı kesildim.
ARSAL KARAHAN.
Bu oydu.
Herkesin dilinde dolaştırdığı, ismini ağzına almaya korkutuğu Arsal Karahan bu adamdı. Elimi hançerden çekerek rahat bıraktım. Herkese korku salan bu adamla bir de ben tanışmak isterim.
Kahkaha attı derinlerimden gelen alaysı ses. Korkunun adını bile duymak ona komik geliyormuş gibi bir his yayıldı bedenime. Sakinliğin her tonu üzerimdeyken az önceki korku filmlerini aratmayan o sahne bende hiç bir etki uyandırmamıştı.
Kadın veya erkek farketmeksizin şurunu kaybedecek kadar dehşet verici olan o görüntüler çoğu kişiyi korkudan bayıltabilirdi. Bana etkisi ise sadece iğrenç bir koku ve mide bulantısıydı.
Gerçekten iğrençlerdi.
Yüzünü göremedim adamın iki eli de ağır ağır havaya kalkmaya başladığında yanındakiler birbirlerine sadece kendilerinin anladığı bir bakış atıp bir kaç adım gerilediler. Arsalın ağır bir yavaşlıkta yükselen eliyle ününde duran adamda ağır ağır yükseldi. Adam görebileceğim kadar yükseldiğinde yüzündeki o korku ve dehşet elbette okunurdu.
Gördüğünü düşünmüyordum çünkü gözleri oyulmuş ve yanaklarına sızan kan ağzına kadar dolmuştu. Çarmıha gerilir gibi adamın kolları ve bacakları gerinerek açıldı. Bunu yapan ise şüphesiz Arsaldı. Adamın zor çıkan sesi boş yakarışlarla doluydu.
"Efendim öldürecekseniz artık öldürün lütfen daha fazla dayanacak gücüm kalmadı. Lütfen." Adam Ölmek için Arsala yalvarıyordu. Onu öyle bir hale getirmiştik ki adam artık kurtulmak için değil ölmek için yalvarıyordu.
Bu nasıl bir vahşetti?
Bu nasıl bir katliamdı?
Arsalın ağır ağır açılan kollarıyla adamın vücudu daha fazla geriniyordu. Sanki kollarını ve bacaklarını tutmuş ve ondan koparmak ister gibi çeken birisi vardı. Ama kimse yoktu, adama dokunanda onu çekiştiren de kimse yoktu. Akıl alınası iş değildi ama oluyordu.
Tek duygum iğrenti değildi. Yoğun bir şaşkınlık vardı üzerimde.
Adamın kolları ve bacakları daha da gerildi. Boğazından gelen hırıltılı sesle ağzından akan kanlarla titremeye başladı. Mosmor olan yüzüyle tüm vücudu çatladı, kısılmış sesi artık çıkmaz olmuş bağırtısı titremeli iniltilere dönüşmüştü. Yerden bir hayli yükselen adamın titremeleri artarken kulaklarından akan kan gözlerimin daha da irileşmesine sebep oldu. Adama ne yapıyordu!
Patlama derecesinde gibi görünen yüzü daha da kızardı. Kulaklarının yanınsıra burnundan akan kanlarla artık son noktaya geldiğini belli eden sesler eşiğinde öyle bir şey oldu ki ağzımın açık kalmasına engel olamadım.
Fışkıran kanlar eşiğinde adamın kolları bacakları ve kafası vücudundan koparak farklı yerlere fırladı. Dehşet içinde bu görüntüyü izlerken kopan kafa üzerime doğru geldi. Şoka girmiş olsamda hızlı reflekslerim beni hiç bir zaman bırakmazdı. Bana çarpacak olan kafayı havada yakaladığımda artık kan sadece onlara değil bana da bulaşmıştı. İlk defa bir insanın kopmuş kafasıyla bakışırken bakabileceğim bir gözü bile yoktu. Onu da oyarak çıkartmışlardı.
Şaşkınlık ve dehşeti üzerimden atıp bu vahşete sebep olan adama döndü bakışlarım. Onun gözleri ise zaten burada olduğumu biliyormuş gibi bana ifesizce bakıyordu. Kopmuş bir insan kafası elimde değilmiş gibi baktım ifadesizce gözlerine. Ne elime bulaşan kandan ne de az önce yaşadığını bildiğim bir adamın kafasını tutmaktan korktum. Elim bile titremedi. Kızıl gözlerim ifadesiz yüzüm donuktu. En az onun kadar.
Pür dikkat beni izleyen adamın Mavi gözlerine ben de odaklandım. İnsanı içine çeken gözleri öyle bir tondaydı ki mavinin bu tonunu daha önce gördüğümü sanmazdım. Sağ gözünde kaşından başlayıp gözünün içinden devam edip elmacık kemiğine hafif gelen bir kesik izi vardı. Gözünün içinden geçip irisşerini tam ikiye bölen kesik izi maviliklerinin arasına kırmızılık katmıştı. Mavi irislerinin arasına kan uğramıştı. Hayret verici olan ise bunun ona yakıştığını düşünebilmemdi. Sert yüz hatları ve belirgin çene kemiğinin yanı sıra boynunda tik tik atan damar buradan görünüyordu. Öfkesi neyeydi bu adamın?
Heybetli vücudu ve dik duruşu kendinden eminliğinden ödün vermezcesineydi. Ben onu incelerken o da tüm dikkatiyle beni inceliylordu.
Mavi irisleri önce gözlerimde sonra da elimde tuttuğum kafada oyalandı. Aramızda olan on adımı beş adım ileri atarak yarıya düşürdü. Bize dikkatle bana Elyesa, Akın ve Mavinin farkındaydım ama gözlerimi onun maviliklerinden ayırmadım. Düz çizgi halindeki dudakları kıpırdadığında ondan bana düşen ilk cümle şunlar oldu.
"Hayat böyledir işte şeytanın kızı. Bir bakmışsın başkalarının kellesi elinde bir bakmışsın kendi kellen önünde yuvarlanıyor." Sarf ettiği sözlere karşı öfkemi gizledim. Duygularımı gizlemek benim için zor değildi. Aradaki beş adıma karşılık iki adım ben de yaklaştım ve mesafemizi üç adıma düşürdüm. Alaysı bakışlarını elimdeki kafaya düştü, dudağımın kenarında oluşan o sadist kıvrımı engelleyemedim.
Ne diyebilidm ki?
O manyaksa ben daha manyaktım.
Gözlerine bakmak için başımı kaldırdım. Boyu benden o kadar uzundu ki başımı kaldırarak bakmak sinirlerimi bozdu. Gözlerine baka baka kafayı yere doğru yuvarlanıp bizi tüm dikkatiyle izleyen Mavinin bacakları arasından geçirdim. Bir an yerinden sıçrayan Mavi bacaklarının arasından geçen kelleyi ve bana dehşetle baktı. Dudağımdaki kıvrım büyüdü.
"Gol oldu, gördün mü?" Dedim saf alayın yuva tuttuğu sesimle. İfadesiz mavi gözleri buz tutmuş bir soğuklukta bana bakmaya devam etti.
"Ama dikkat et, her gol senin tarafına artı olarak gelmez." Alaysı sesimin altında yatan ince tehdidi sezdiğine emindim. Bakışlarından ne hissettiğini okunması zor hatta imkansızdı. Ne düşündüğünü anlayamıyor ifadesinden onu çözemiyordum. Oysa bir insanın ne olduğu anlamak için bir kaç dakika gözlerine bakmam yeterliydi benim için ama o düşüncelerini öyle bir örtbas etmişti ki mavi gözleriyle, hiçbir çıkarım yapamadım.
"Artılarını ve eksiklerini hesaplayabilecek kadar yaşayacağını sanmıyorum, kızıl şeytan." İstifimi bozmadım, ne alaysı kıvrımım bozuldu ne de dünya yansa şeyimde değil ifadem. Arkadaşlarının şaşkın bakışlarının aksine donuk ifadesi sakindi. Gözleri gözlerimdeyken kot şortuma sıkıştırdığım hançeri tek seferde çırtıp bana arkadan saldırmak üzere olan adamın eline saplamam bir kaç saniyemi almıştı. Muhafızın acemi olduğunu düşünmüyordum ama düşmanından gelecek olan hareketi hesap edemeyecek kadar aptal olduğu aşikardı. Hançeri yerinden aynı hızla çıkartıp arkamı dönme gereği duymadan hançeri tam şah damarına yasladım.
"Eğer hareket edersen seni de arkadaşlarının yanına yolcu ederim." Bakışlarım Arsalın üzerindeyken yaptığım hareket ifadesizliğini kırmıştı. Bu sefer bakışlarında gizleyemediği bir şaşkınlık vardı.
"Onlar benim arkadaşım değil." Boğazına hançer yasladığım adamın sesiyle göz devirdim. Konu bu mu sence geri zekalı?
"Onların arkadaşı olup olmaman ne kadar şeyimde sence? Elimi biraz bastırsam geberir gidersin, sesini kes ve uzaklaş." Hançerin keskin olmayan tarafını çevirip boğazına bastırarak sertçe kendimden uzaklaştırıp ittiğimde yere düştü. Adının Mavi olduğunu öğrendiğim adam düşen muhafıza ters ters bakarken,
"Ulan dalyarak, küçücük kız parmağıyla yere serdi seni! Sen de hâlâ muhafızım diye ortalıkta mı dolaşıyorsun?" Öfkeden kuduran sesine karşılık arkadaki muhafız. "Efendim ben bayan diye şey etmek istemedim." Dedi. TDK kan ağlıyor şu an! Türkçene sıçayım senin.
"Bayan değil geri zekalı, kadın o!" Diye çıkıştı Elyesa.
"Tek derdimiz şu an bu mu Elysa?" Dedi Akın ters ters. Gerçekten zır delilerin arasına düşmüştüm!
Arsalın bakışları benim ve elimdeki hançeri üzerinde gezindi. Dudağının köşesi kıvrılacak sandım ama ifadesini bozmadı. Aramızdaki iki adımı kapatarak başını eğmeden üstten baktı kızıllarıma. Alaysı gözleri elimdeki hançere kayarken konuştu.
"Benim hançerimle benim adamlarımı yaralıyorsun. Bu cüretinin altında yatana aptal cesareti mi demeliyim?" Kaşlarım çatılırken ona bakmak için boynumu geriye doğru attım. Bir adım geri çekilirken en az onun kadar iyi gizleyebiliyordum kendimi.
"Eğer beni bırakmazsan sana ait olanlarla sana neler yaparım, bilsen aklın hayalin şaşar." Ona dik dik konuşmamla kaşları çatıldı.
"Sen kimsin ki bir prensi tehtit ediyorsun, sürgün kızı!' Elyesa bana bağırdığında ruhsuz bakışlarımın hedefi oldu. Gözlerindeki öfkenin yanı sıra büyük bir hayret vardı. Anlaşılan prensleriyle böyle konuşmaya cesaret eden kimse yoktu. Sorun değil, ben vardım.
"Eva Efnanım, yeterli bir sebep mi?" Rahat tavrıma karşılık dudaklarından hayret nidaları döküldü.
"Dünyadaki insanlarda böyle aptal cesareti olduğunu bilmiyordum." Mavi denilen adamın beni henüz tanımadığı o kadar belliydiki.
"İnsanların olduğu topraklardan geldiğini sanmıyorum." Elyesanın aşağılayıcı sesi devam etti, "İnsan soyunda böyle bir şeytan ırkı yoktur." Sınırı ilk aşan Elyesa değildi ama öfkem ona patladı. Her şey üç saniye içinde gerçekleşti, öfkeyle soluklanmamın ardından elimdeki Arsala ait olduğunu bildiğim hançeri Elyesaya fırlatmak için bir saniye bile beklemedim. Herşey o kadar hızlı gelişti ki, dikime dikime konuşan kız bir anda hançerle burun buruna gelmeyi beklemiyormuş gibi çığlık attı. Evet, hançeri direkt Elyesanın yüzüne fırlatmıştım, hiç bir zaman ıskalamadığım gibi bu mesafeden de ıskalamadım. Elyesanın tam alnının ortasına saplanacak olan hançer Arsalın tek bir el hareketiyle havada asılı kaldı. Diğer asalaklar şok içinde kaldığı için hiçbir şey yapamamışalardı. Arsal son anda bıçağı durdurmasaydı arkadaşının alnı ona ait olan bir hançerle süslenecekti.
Elyesa bunu o kadar beklemiyordu ki burun buruna olduğu hançere kocaman açtığı koyu kahveleriyle dehşet içinde baktı. Asılı kalan hançer yere düştüğünde öfkenin ateşleri kahve gözlerinde harlandı.
"Sen kim oluyorsun da bizim hançerimizle bize saldırıyorsun sürgün sürtüğü!" Elini kaldırıp yaptığı hareketle parmak uçlarında oluşan duman bana doğru gelip etrafımı sarmaya başladı.
Sakinliğimi korumak zordu. Genelde koruyabilen biri değilim ama zordu işte. Sinirlerim tepemde, öfkem hat safhada iken imkansız da diyebilirdim. Etrafımı saran dumandan çıkarak Elyesaya saldıracaktım ki bir anda kolumdan tutulup geri çekilmemle sırtım nemli duvara çakıldı. Ben daha ne olduğunu anlayamadan boynuma saplanan sızıyla görüş açım bulanıklaştı. Ayağımın altındaki zemin hereker edercesine beni içine çekti sanki.
Ya da ben öyle hissediyordum.
Arsal boynuma sapladığı İğnenin içindeki tüm sıvıyı vücuduma aktarınca bulanıklaşan her şey kararmaya başaldı, duyduğum sesler kulağıma yankı olarak geliyor ve azalarak uzaklaşıyordu.
"Bu kıza büyü işlemiyor." Elyesa'nın öfkeyle karışık şaşkın sesini seçebildim aralarından. "Nasıl olabilir bu? O bir insan."
Dizlerim titrerken görüş açımda artık kimse yoktu. Bilincim var ile yok arasıyken sesler artık kime ait çözemiyordum
"Böyle insan mı olur Elya? Şeytandan farksız, canavar o! Görmedin mi el çabukluğunu?"
Yere doğru yığıldığımda zemine çakılmadan beni kolları arasına alan bedeni hissetmek zordu. Bilincim beni terk etmek için zorluyordu.
"Kızın el çabukluğu mu yoksa bizim ayakta uyumamız mı!" Dedi biri sertçe "Eğer Arsal onu son anda durdurmasa Elyesanın alnının ortasından kocaman bir delik olurdu Mavi." Endişeli ses Akına mı aitti? Bilmiyordum.
Sesler bulanıklaşıp benden uzaklaşırken aralarından tek seçebildiğim ve son duyduğum ses ona aitti. Emindim
"Hepiniz sesinizi kesiyorsunuz, onun icabına yarın bakacağım, bizzat." Sesler tamamen kesildi karartı koca bir zifiriye dönüştü ve gitmek için çabalayan bilincim beni terk etti.
Tamamen karanlığa teslim olduğumda bana ne yapacaklarını bilmiyordum.
🤍Bölüm sonu🤍 En sevdiğiniz sahne hangisi? Bölümü nasıl buldunuz? Eva hakkında ne düşünüyorsunuz? Arsal hakkında ne düşünüyorsunuz? En çok üzüldüğünüz sahne hangisi? Elyesa, Mavi ve Akın hakkındaki düşünceleriniz neler? Eva ve Toprak arasındaki bağı nasıl buldunuz? Beni Instagram hesabım sadecesu4_ den beni takip edebilirsiniz🦋🤍 🦋 Oylamayı unutmayın canlarım. Bölüm hakkındaki düşünce ve fikirlerinizi mutlaka yorumlarda bekliyorum❤
🦋Hepinizi çok seviyorum🦋
|
0% |