30. Bölüm

22. KAYBOLMUŞ YARALI RUHLAR

sadeceSU4
sadecesu4


Merhaba canlarımmm🥳🥳❤️❤️

Nasılsınız? ❤️❤️

İyisinizdir umarım?❤️❤️

Ben iyi değilim. Yazarınızın sınavları başlamış bulunmakta, haber alamazsanız bilin ki sorumlusu sınavlardır. Ölürsem mezar taşıma sınavdan çıkabilseydi gömecektik yazın olur mu🥺🥺 inşllah çıkarım.

Neyse sınav dramamı bir kenara bırakıp sizleri bölümle baş başa bırakıyorum.

Bölüme başlamadan önce mutlaka oylamayı unutmayın.🥲🫠

Satır aralarına yorum bekliyorum bebeklerim.🤗💛❤️

 

Not. Burası sadece kitap pad ahalisi için geçerli. Canlarım ben normalde düzenlemeyi Watpatdan yapıyorum buradan alışkın olmadığım için. Lakin kopyala yapıştır yaptığım da watpatta ki kelime sayısıyla buranın uyuşmadığını fark ettim. Cümleler de bir eksik ya da yarım kalma olduğun da bana lütfen söyleyin. Neden böyle olduğunu maalesef çözemedim. ❤️❤️

🦋Keyifli okumalar efenimmm.🦋

...

Umursanmamış renklerin, bin bir parçaya ayrılmış kalplerin, azat edilmiş ruhların ve terk edilmiş bedenlerin birbirindeki ağır hakları hesaplaşma günü geldiğinde hak sahiplerini bularak tüm suçlarıyla yargılanacaktı.

Umursanmamış renkler sevilen renklerden hesap isteyecek,

Parçaları kaybolmuş kalpler yeniden onarılmak isteyecek,

Özgür bırakılmış ruhlar terk ettikleri bedenden haklarını isteyecekti...

Parçalara ayrılmış ruhumun hesabını kim verecekti peki?

Ruhumu parçalara ayırmış olan şeytanıma baktım. Acımasızca bakıyordu bana üstten üstten. Yüzünde tek bir ifade yok, merhametten yoksundu.

Dimdik karşımda yıkılmaz, devrilmez ve parçalanmaz bir güce sahip olan şeytanım benim içimdeydi.

Lakin aramızda büyük bir fark vardı.

O ayakta duruyordu ben dizlerimin üzerine çökmüştüm... Onun gözünde iki renk vardı, benimkin de sadece kana ait bir kırmızı... Onun teninde kötülüğe dahil hiç bir kanıt yokken benim ellerim kana bulanmıştı...

En büyük farkımız ise şu an onun elinde olmayıp benim elimde olan büyük kanlı hançerdi.

Hançerin keskin ucundan süzülen kan, şu an yerde boydan boya kan gölünün içinde yatan adama aitti.

Arsal'a...

O kanın dökülmesinin sebebi ise bendim.

Titreyen elimin arasındaki hançer kayarak yeri buldu. Düştüğünde yankılanan ses ruhumda ki duvarlara inen ağır darbelerin sesiyle çakıştı.

Kafamı kaldırıp baktım şeytanıma.

O kadar bendi ki... o kadar bana benziyordu ki...

Hiç bir farklılık yoktu onu benden ayrı kılan.

Hiç bir detay yoktu onda olup bende olmayan. Düşüncelerimi okumuşçasına kafasını salladı. Bana ait olan kızıl saçları, benden çalmıştı sanki. Tıpkı şu an bana ait olan irademi çaldığı gibi... Göz pınarlarımdan süzülen kan damlası siyah tişörtümün üstüne damladı. Görüş açımda kızıllık vardı. Renkleri net seçemiyordum. Bana üstünlük taslayan şeytanım yavaşça yanıma eğildi.

Öfkemin vücuduma verdiği sinyaller acılarımı hiçe saymıştı az önce. Şu an öyle değildi. Canım tarifi olmayan bir acıyla büyüyüp bedenime yayılıyordu. Acının ağırlığı kaldıramayacağım kadar büyüktü.

Onun kanı benim elindeydi.

Arsal'ın kanı tenimdeydi.

Kalbimi avuçları arasına alıp sıkıyorlar, ruhuma peş peşe darbe uyguluyorlardı.

Bana güvenmeyi seçmiş bir adamın kanı bir bir damlayıp toprağa karışıyordu gözlerimin önünde.

"İçindeki şeytanın kalbindeki iyiliği istiyor Eva." Kızıl gözlerini benim kan kaplamış gözlerime kaldırdı.

"Kalbimde hiç bir iyilik yok." Dedim titreyen vücuduma rağmen mermerden farksız sesimle.

"Kalbinde iyilik olmasa burada olmazdın." Kafamı iki yana salladım kabul etmezcesine.

"Kalbimde bir iyilik yok! Az önce kalbimi öldürdüm ben," Dedim kan revan içindeki ellerimi kaldırıp ona göstererek. Donuk gözleri hâlâ ifadesizdi. Ayağa kalktı. Gözlerini gözlerimden ayırmadan içinde bulunduğumuz karanlığın aydınlık tarafına doğru değil de zifiri tarafına adımlamaya başladı.

"Ayağa kalk. Yanıma gel." Derman olmayan dizlerimi zorlayarak kendimi kaldırdım. Kanlar içinde yatan adama bakamadım bir kere daha. Kalbimde sonu gelmez bir ağrı varken başka bir tarafım zafer içinde bağırıyordu çığlıklarla.

Zafer insana mutluluk vermez miydi? Bu sefer ki neden vermiyordu...

Vicdanımı geride bırakmak umuduyla şeytanımın peşimden gittim. Karanlığı aydınlığa çıkar sandım ama uçsuz bucaksız bir uçurum karşısında buldum kendimi.

Vücudumun her bir bölgesi ayrı bir sızıyla bana acı verirken uçurumun kenarında beni bekleyen şeytanımın yanına ağır adımlarla ilerledim. Geldiğimde yüzünü bana döndü.

İstemesem de hayret ettim. Bana öyle benziyordu ki bir o kadar da ben değildi...

Emin olduğum bir şey vardı ki göğsüme V damgası basan o kişi şeytanım olamazdı. O an onunda varlığını hissettim. Fakat aynadaki yansımam karşındaki kişi değildi. İçimdeki kötü yanın, yanı sıra birikmiş bir iyi taraf vardı. Şeytan ise bu iki tarafı birbirine denge sağlamasını istiyor değildi. Onun isteği farklı diğerinin isteği farklıydı.

Onların isteği ile yaşam sürdürmüyordum ben. Benim istediğim noktada müdahale edebilme haklarını ben verirsem elde edebilmelilerdi...

Tenimi iğneleyen hücrelerim artık yeter diye isyan çıkartmışlardı vücudumdaki dayanılmaz acıya.

Kalbim mi acıyordu böyle yoksa tenim mi?

Çelişkinin çözülmez düğümünde kaybolmuşken yanımdaki şeytanımdan ses geldi.

"Ateş mi su mu?" Bakışlarımı ondan çekerek ucu bucağı görünmeyen uçurumun dibine, oradan da denizin derin maviliğinde oyalandı kızıllarım. Acı kalbime bir mühür gibi bastırdı lakin diğer tarafım onu dengeledi.

"Su." Onun gözleri benim üzerimdeydi.

"Etrafı yakıp yıkabilecek bir karakterin varken neden su?" Karşımda büyük bir deniz vardı fakat bakışlarım boşluğa daldı.

"İçimdeki ateş bana yeter şeytan... Alev alev yanan, kor olmuş ateşimi ancak okyanuslar dindirir." Engel olamadığım öfke ateşim, şu an karşımda öfkemin neye benzediğini soruyordu.

"Uçurum mu, kayalık mı?" Karşımdaki uçuruma bakarken sorusunu yanıtladım.

"Uçurum." Kızılları hâlâ üzerindeyken dudaklarını araladı.

"İçinde keskin kayalıkların varken neden uçurum?" Karşıya bakmaya devam ettim. Güneş battı batacak, gök yüzünde turuncumsu bir hava vardı. Gökyüzü denize yansıyor, birbirini tamamlıyordu.

"İçimdeki keskin kayalıkları görebilirsin. Fakat yamacımın sonunu, bitimini göremezsin. Ucunu bucağını bilemezsin. Ben bile bilmezken... bilemezsin." Sakin cevaplar veriyordum. Sesimin acı çeker gibi çıkmasına izin vermedim. Ama acıyordu...

"Okyanus mu gece mi?" Soruda ki kelimelerin çelişkisini anlamasam da cevapsız bırakmadım.

"Okyanus." Görmesem de yüzünde ufak bir şaşkınlık geçmişti.

"Gece gibi karanlık ve kestirilemezsin, neden Okyanus?"

"Okyanuslarda gece karanlıktır... Hem okyanuslar geceyi en net, en güzel yansıtan su hacmi. Karanlığıma gelecek olursak, okyanusun dibine ne kadar inersen, o kadar karanlığında boğulursun. Gece zaten karanlık ve bilinmezdir, güneş gök yüzüne çıkınca aydınlanıyor, tüm sırrı o an bozuluyor. Çünkü Gecenin gizlediklerini gündüz açığa döker. Okyanus öyle mi? Gece de gündüz de yüzeyden çözülmesi ve ulaşılması kolay derinliğine indikçe gerçekleriyle karşılaşması zordur." Zorlansam da tek nefeste bunları içim de olmasına rağmen karşımda duran şeytanıma söyledim. Bakışlarım boşluktan çekip ona çevirdim, yüzünde kendinden emin ifadesi şaşkınlığın dehşetiyle değişmişti.

Konuşmaya devam ettim.

"Suyum, çünkü İçimdeki ateşi bastıracak tek çare o. Uçurumum, çünkü kendi içimdeki idamın cezasından o yamaçtan itildim. Sonuna vardığımda ya ölü olacağım ya da deli. Okyanusum, çünkü derinliğime inip bana karışan herkes bilir ki, benim karanlığım derine indikçe artar." Şeytanın şaşkınlığı daha da arttı.

"Sana farklı yollardan sorduğum aynı üç soruya nasıl hepsine aynı cevabı verebilirsin." Bir adım ileri gittim. Uçurumun ucuna yaklaştım. Sonu görülmez uçuruma arkamı dönüp şeytana baktım. "Madem tüm sorularının cevabı Arsal'a çıkıyor, neden öldürdün onu?" Güldüm, ne gerçeklikle bir ilgisi vardı ne de mutlulukla. Sadece güldüm.

"Onu sen öldürdün, ben değil."

"Söylesene o zaman neden benim ellerimde kan yokta seninkinde var?"

"Sen söyle neden sürekli İrade kapımdasın, seni içeriye almadıkça daha çok çalıyorsun, kolunu zorluyorsun?" Bu sefer gülen taraf o oldu.

"içeride olmasam beni göremezdin."

"İçeride olsan karşımda duramazdın." Sesimde ki nefreti hissetmiş gibi kısıldı kızıl gözleri.

"Onun ölümüne sen sebep oldun."

"Hiçbir planında onun ölümü yoktu şeytan, bunu en iyi sen biliyorsun. Kanıma karışma, tenime bulaşma, irademe yanaşma. Eğer ona bir zarar geldiyse senin ölmen uğruna kendimi öldürmekten çekinmem."

"O kadar safsın ki Eva, beni bir bıraksan tüm taşları yerine dizeceğim ama sen kaçak yollar arıyorsun. Oysa çok kolay yerleştirebilirsin hepsini."

"Birinin kanını elime alarak yapmayacağım bunu! Tüm engebeli yolları geçerim gerekirse ama senin kanlı yollarına adım dahi atmam. Evet, ondan intikam istedim ama ölüm değil! Ben kimseyi öldürmem, katil değilim senin aksine. Onu ben öldürmedim, hiç kimseye hançer saplamadım, onu kalbine o ölümü ben işlemedim. Çık irademden rahat bırak beni. Şu an ne buradayım ne elimde bir kan var. Hepsi senin zihnime yansıttığın bir oyun. Senden başka kimse zihnime ulaşıp, kararlarıma karışamadı şeytan." Sakince söylediğim her kelimeme tıpkı benim gibi baktı. Ne umursar gibi ne de üzülür gibi.

"Farkında olmadıklarına farkındalık kazandırıyor oluşum senin kötü tarafın olduğum sonucunu çıkarmaz."

"Niye buradayız o zaman?"

"Aslında burada değiliz, sadece ben senin zihnindeyim. Farkına varamadıklarını varmanı sağlamak için geldim. Ayık artık. Gör gözünün önündekileri. Sen aptal birisi değilsin."

"Ne demek istiyorsun?" Dedim geriye doğru bir adım daha atarak, uçurumun ucuna biraz daha yaklaştım, ya da tam ucundaydım.

Özgür müsünüz, değil misiniz?

Büyü yapıyor musunuz yoksa bilek gücünüze mi güveniyorsunuz?

Silah ve kılıç nasıl aynı yerde bulunur?

Hançer ve büyü aynı kefede nasıl olur! Oturdukları tahta mı güveniyorlardı yoksa göremediğim demokrasiye mi? Nasıl bir yerde burası, neyle işliyordu bu evren?

Şeytan tüm cevapsızlarımı görmüş okuyordu, "İlk geldiğin gün bunu zaten anlamadın mı Eva? Silah ve kılıç aynı ortamda bulunur mu? Büyü ve bilek yarışır mı? İki dünya arasında öyle çok gel git var ki ekolojik denge yerle bir olmak üzere. Kadere hile karıştırdılar, zamana can sundular, lanet sadece bu evrende baki kaldı." Geri adım atmak için ayağın havalanmıştı lakin şeytanımın son söylediği ile arkaya doğru atacağım adımı ileriye attım.

"Ne demek zamana can sundular?"

"Kaderin ipine sarılan hileyi fark edildiğin de her şey başa sardı, tıpkı dört yapraklı yoncanın sana verdiği ikram gibi. Ama öyle kısa bir anı değil, büyük dostlukları, büyük aşkları, savaşları, barışları hepsini bir anda yok saydı. Yaşanmışlık hiçe sayıldı ve kurbanın vesilesiyle herkese yeni bir hayat verildi." Sesinde ki uğultu suyun sesini bastırıp kulaklarımda yankı yaptı. Saliseler saniyeleri kovaladı dakikalar saati. Soluk aldım, soluk verdim fakat karşımda ki şeytan nefes dahi almadı.

"Daha önce buraya geldim, daha önce burada yaşadım ve hepsi benden alındı öyle değil mi?" Kan kırmızısı gözleri yavaşça koyulaşmaya başladı, "Bana yeni bir hayat verildi ama benden ne aldılar, şeytan?" Gözlerinin rengi gittikçe kapanıyordu. Uçlarına doğru turuncuya dönen kızıl saçları diplerinden başlayarak aşağıya doğru koyulaştı, her bir teline bulaşan zifiri karanlık tüm tutamlarını kapladı. Gözleri tamamen zift oldu.

Kara gözleri ve kara saçları beyaz tenine uyum sağladı, her bir teli saniyeler içinde siyahla kucaklaştı. Şimdi rolleri değişmiştik işte.

Siyah gözleri ve parlak siyah saçlarıyla bana bakan şeytanım insan, ben iblistim.

"Dokun kalbine, en çok hangi tarafı acıyorsa oradan kaybetmişsindir demek." Farkında olmadan yokladı hislerim kalbimi. Acımıyordu ya da acıyor muydu? İçime bir hüzün mü kaplamıştı yoksa hep bir burukluk mu vardı?

Düşündüm, aradım, köşelerime baktım ama yoktu. Tek bulduğum, ne olduğunu bilmediğim hatta bu zamana kadar acıdığını bile bilmediğim bir hüzündü.

"Bilmiyorum."

"Bilmiyorsun ama hissedeceksin," kafasını eğerek masum gözlerle baktı bana. Zerre yakışmadı bu ifade ona. "En çok da ben hissettireceğim bunu sana," bir anda başını geriye doğru atıp kahkaha attı." Ha bu arada," Dedi gülüşlerinin arasında. "Ben şeytan, sürekli göreceğin ama deli sanırlar diye kimseye anlatamayacağın şeytan," gözlerinde ki beyaz kısma inen karartıyla tamamen karanlık gözlerle baktı bana. "Senin içinde olan ama asla sen olmayan şeytan." Aniden üzerime gelip ellerini göğsüme bastırdı, dengemi yitirip arkaya doğru düşeceğim esnada elimi tuttu, şimdi vücudumun hepsi uçurumdan sarkıyordu, aşağıya düşmeme engel olan tek şey şeytanımın beni ittiği eliydi.

"Eğer beni serbest bırakırsan seni her şeyin içinden çeker çıkartırım."

"Eğer bir daha beni ittiğin elinle beni tutarsan her şeyin içinde seni çıkarır öldürürüm." Ve bir kere daha ona itaat etmeyen ellerimi onun ellerinden kopardığımda uçurumdan aşağıya doğru savruldu vücudum.

Etraf döndü, taşlar düştü, rüzgar esip geçti ama bana dokunmadı ve tüm vücudum büyük bir sarsıntıyla bir yere çarptığın da aniden gözlerim açıldı nefessiz kalmışım gibi ağzımdan derin bir nefes aldım. Yüzümden süzülen sularla vücudum sırılsıklam oldu.

Nefeslerimi aceleyle düzene sokmaya çalıştığımda daha da düğümlendi soluğum boğazıma. Dudaklarımı araladım, sanki hiç oksijen yoktu ciğerlerime en ufak bir rahatlık verecek. Başımı kaldırdım. Ayakta olduğumu ve bileklerimin yukarıdan zincirlendiğini bile daha yeni anlıyordum. Paslı demirin ve deniz tuzunun geniz yakan kokusunu aynı anda soluduğumda boğazıma yapışan iğrenç tatla öksürmeye başladım. Kafamı güçlükle hareket ettiriyordum, kıpırdasam dahi her bir milimi zonkluyordu.

Etrafımda dönüp duran şeffaf dumana baktım, ayak uçlarımdan yukarıya kadar incelerek artıyor o döndükçe vücudumda ki halsizlik ve ağırlık artıyordu. Nefes bile alamayacak kadar sırtıma ağırlıklar yüklenmiş gibi omuzlarım çöktü.

Çenemi dikip sadece çizmelerini gördüğüm adamın kim olduğuna dahi bakacak gücü kendimde bulamadım anlık lakin arkadan birisi hafifçe dürttü.

"Kafanı dik tut, eğme başını. Pes etmem diyordun ne oldu?" Bu sesi çok iyi tanıyordum. Ondan geliyordu, şeytandan....

Sustum, cevap vermedim.

"Şu an ben olsaydım, bana izin verseydin çoktan elini kırıp diğer eline verirdik bebeğim." Alaysı gülüşünü kulağımda hissettim. Zarif parmakları nazikçe çeneme dokunup başımı kaldırdı.

Elinde ki ölümsü sıcaklığı yadırgadı tenim. Sıcacık teni bile bana zıttı.

Kafamı kaldırdığım da sanki yok olmuş gibi arkamda ki varlığı silindi ve beni süzen adama bakmak zorunda kaldım. Biliyordum ki şeytanımı bir tek ben görüyorum.

Adam az önce üzerime su boca ettiği kovayı kenara fırlattı sakince. O beni ifadesizce incelerken ben de dikkatle süzdüm karşımda ki adamı. Çok uzun bakmama gerek yoktu. Karahan genlerim var diye yırtınıyordu dış görünüşü. Arsal'a yakın bir boy, geniş omuzlar birbirine tamamen benzemese de andıran yüz hatları ve götüne mızrak girmiş gibi kasıla kasıla verdikleri duruş pozları.

İki üç senelik uzaklıktan görsem bilirdim bu herifin Karahanlardan olduğunu. Sandık ve Arsal'ın öfkesini de hatırlayınca kim olduğunu bulmak zor değildi. Hani şu içinde bok olan sandık...

Karşımda baş belası kuzen Ezrak Karahan vardı.

"Kuzenimi köpeği yapan kan gözlü şeytanla tanışma şerefine nail oldum sonunda." Kendinden emin adımlarla bana doğru yürümeye başladı, tepki vermedim. Etrafımı saran şeffaf sis tüm gücümü kendisine çekip beni güçsüz düşürüyordu.

Dolunay geçmemişti ve hala büyülerin etkisine boyun eğiyordum.

Büyü gücüme yetiyordu, dilime değil.

"Yediği bokları sandıkla gönderen kuzenle tanışma şerefine nail olmak kadar değildir, Ezrak." Dediğim de onu tanımama şaşırmadı, tam tersi alaysı kıvrımı daha da büyüdü.

"Normalde gönderdiğim sandıkları dikkate alırdı götelek kuzenim fakat bu sefer dikkatini sikmiş olmaları lazım." Derince soludum.

"Evet biz siktik!"

Alaysı bakışlarına aynı şekilde karşılık verdim. "Benden ne istiyorsun ex Karahan?"

"Seninle hiçbir derdim yok kızıl şeytan, benim derdim sevgilin olacak piçleydi lakin kendisi şu an ölümle cebelleşiyor, belki gebermiş bile olabilir. " Bunu öyle rahat söylüyordu ki sanki bahsettiği kişi kuzeni değilmiş gibi.

"Ama şahsen taktir ettim seni, Kuzenimi bu vakte kadar böyle sırtından vurmaya cesaret eden olmamıştı,” Derin bir soluk verdim.

Şeytanım yine fısıldadı. "Sakin ol, sen doğru olanı yaptın. Seni kışkırtmak istiyor."

"Derdin kuzenin ise işi bitti zaten, benden ne istiyorsun?" Bir kaç adım daha atıp tam dibimde durdu. Yüzümü sabit tuttum.

"Bu Arsal dahi olsa onu hatiflere vurdurmak çok aşağılıkça bir intikam, Şeytan kız."

"Bok gönderip başına iş açmaktan daha iyidir RedZademm." Dedim üstüne basa basa. Sonuçta aileden siktiri ben yememiştim.

"Yemiş kadar oldun Evolisa." İç ses...

Bakışlarını gözlerimden çekmedi, ne bir değişim oldu yüzünde ne de en ufak bir mimik. Sesine yansıttığı bir alay vardı sadece, onun dışında bir robotu andırıyordu yüzü.

İçeriye paldır küldür seslerle gelen iki adamın, kollarından zorla tutup içeriye getirdiği kızı görünce kaşlarım çatıldı. "Bırakın Beni! Ne istiyorsunuz bende-" Demişti ki karşımda ki adamı görünce tüm kanı bir anda çekilmiş gibi yüzü bembeyaz oldu Ravzar'ın.

Onun burada ne işi vardı?

"S-sen?" Diyebildi sadece.

Vücudu bana yüzü Ravzar'a dönük olan Ezrak'ın donuk ifadesine esen buz gibi rüzgarların ürpertisi tüm içeriyi kapladı.

Ravzar'ın gözlerine yerleşen korkuyu titreyen bacaklarını görebiliyordum

"Hayır..." diye fısıldadı Ezrak'a bakarken.

Onun gözlerinde korku Ezrak'ın gözlerinde nefret vardı.

Neler oluyordu?

"Bırak beni lütfen." Ravzar'ın kısık sesi öyle zor çıkmıştı ki zorlukla duymuştum. Ezrak konuşmadan yan tarafa doğru adımladı, metalden yapılma eski bir dolap ve üstünde ne olduğunu bilmediğim şişeler vardı. Dolabı açıp içinden siyah bir poşeti eline aldı.

"Uzun süredir seni görmek istediğimi biliyor muydun küçük upir?" Arkası dönüktü, ne yüzü görünüyordu ne de tepkisi lakin tek cümlesiyle Ravzar'ın bacaklarının bağı çözüldü. Eğer adamlar onu tutmuyor olsa yere düşerdi.

"E-Ezra-" gözlerine dolan yaşlarla titreyen dudaklarını ısırarak durdurdu. İsmini zikredemedi. "Ne olur bırak beni. Benim bir suçum yok. Yalvarırım." Ravzar nazik ve narin bir kızdı lakin birisine yalvaracak biri değildi. Ezrak da onu bu kadar korkutacak ne vardı?

Ezrak elinde ki poşetle birlikte sakin adımlarla yanımıza yaklaştığında bakışlarıyla Ravzar'ı tutan adamları emir verdi. Ezrak'ın işaretiyle adamlar Ravzar'ı bırakıp yanımızdan ayrıldılar.

Ravzar çırpınarak girse de onlardan destek alarak ayakta kaldığı için bir anda yere yığıldı. Titreyen bacaklarını zorladı ama kalkamadı. Ravzar geriye gittikçe Ezrak daha da üzerine gitti. Sürünerek gerileyen kız bacaklarında kalkacak güç bulmuş olmalı ki ayaklanıp benim olduğum tarafa koşacakken Ezrak saçından tuttuğu gibi arka tarafımda kalan duvara öyle sert çarptı ki Ravzar'ı beni öyle yaslasa kemiklerim çoktan kırılırdı lakin Ravzar'da öyle olmadı. Dudaklarından çıkan çığlık eşliğinde teni kendisini yenileyip iyileştirdi lakin Ezrak'ın gözlerine baktıkça daha da çığlık atmaya başladı.

Ezrak iri elinin birisini onun ağzına bastırırken diğerini poşetten çıkardığı bir bitkiyi tutuyordu. Ravzar onu gördüğünde gözleri korkuyla irileşti.

"O orospu çocuğu baban ve Abilerin seni çok da iyi koruyamıyormuş upir kız." Elinde ki bitkiyi Ravzar'ın yüzüne yaklaştırdıkça Ravzar çırpınarak gerilemeye çalıştı ama duvardan başka alan yoktu.

Yüzüne değen o bitki her ne ise bir anda tenini asit gibi yaktığında kızın acı çığlığıyla delirdim. "Bıraksana lan kızı piç kurusu!" Ravzar'ı duymadığı gibi beni de duymadı. Ravzar çırpınıyor kollarına göğsüne vuruyor ama o bitkiyi teninin neresine dokundurursa acı içinde daha çok bağırıyordu.

"Getirin közü!" Diye bağırıp Ravzar'ın bileğini duvarda ki tekli zincire hızlıca zincirledi. Ravzar’ın yüzünde ki yanıklar kendisini yeniledi ama acısının geçtiğini sanmıyordum.

Az önceki iki adam üç ayaklı bir demirin üzerinde metalden olan tepsinin içine sunulmuş közleri getirdi. Elinde ki otu közün üzerine attı ve başka hiçbir şey söylemeden çekip gitti. O gitti ve Ravzar ağlamaya devam etti. Seslendim cevap vermedi, konuştum konuşmadı. Neredeyse on dakika boyunca bir şeyler söyledim büyünün güçsüz düşürdüğü bedenime rağmen ama bana mısın demedi.

Ağladı

Ağladı

Ağladı.

En sonunda dayanamadım. "Ravzar biraz daha anıra anıra ağlamaya devam edersen Allah yarattı demem bir tane çarparım, arkanda ki duvara afiş olursun" Dediğimde daha çok ağlamaya başladı.

Ya arkadaş ben niye planlarımı hayata geçirdiğimde Amerikalı kızlar gibi kıçımı sallaya sallaya olay yerinden hava atarak uzaklaşamıyordum da başıma mutlaka bir iş geliyordu.

Yeter Artık! Yeter buramıza kadar geldi! Nedir bu Bee

Ravzar sonunda cevap verme şükranında bulunup. "Şu an kimin elinde olduğumuzun farkında mısın?" Diye sorduğunda göz devirdim. Elbette farkındaydım bizzat gönderdiği bokla bakıştığım için biliyordum.

"Ya Ravzar onu bunu boş ver de bu it seni niye kaçırdı? Hadi herkes benim mükemmel varlığımın peşinde de sen ne alaka yani?" Ağlamalarının arasında kan beynine sıçradı.

Ölsem de övünmeden ölemezdim.

"Ne diyorsun sen be?" Diye sümüklü sümüklü cırladı. "Ben önemsiz biri miyim yani?" Umursamazca omuz silktim.

"Beni görmek için götünü verip sıraya girenler var be, ne anlatıyorsun?" Anlık bunu ciddiye almış olsa gerek şaşkın şaşkın baktı. Bu kızda Nar'ın salaklığını görüyordum. Salak dediğim Nar tilkinin ininden tavuk çalıyordu ama olsun. Salak olduğu gerçeğini değiştirmezdi.

"Abilerim farkına varır zaten de, beni bu hasta herife bırakmazlar. Yelzar abim fark etmiştir şimdiye, Mirzar abimde." Akzer'den pek umudu yoktu anlaşılan.

O piç Yelzar'ın belasıyla da farklı bir zamanda ilgilenecektim.

O ite güvenmemem gerektiğini biliyordum, belki bir ihtimal dedim, sadece küçük bir ihtimal... eğer dediğimi yapsaydı bile benim ikinci bir planım vardı. O vampir soysuzuna güvenip kendimi riske atacak değildim. Ama böyle olacağını da asla düşünmemiştim. Yapmam gerekenler vardı benim. Bu dalkavuk nereden çıkmıştı şimdi!

Toprakla yüzleşmem gerekiyordu ve en önemlisi ne durumda olduğunu görmem lazımdı. Ölmediğine emindim. Tüm düzeni alt üst edip onu Afran'a bağlamıştım, onu korumanın başka bir yolu yoktu.

"Arsal'ı hiç mi düşünmüyorsun!" Diye haykırdı iç sesim. Diğer tarafımla düşünmeliydim, şu an solumun konuşmasına izin veremezdim.

Onu düşünmeden duramıyorum...

İyi olduğuna emindim. En azından ölmediğine.

Bir şeye daha emindim.

Arsal artık benden nefret edecekti.

Belki de ediyordu.

"Düşmanına açık hedef haline getirdin! Hatiflere mi güveneceksin! Nasıl eminsin iyi olduğuna! Öldü belki, sevdiğin adam nefes bile almıyor olabilir Eva." İç sesimin haklı isyanına ses çıkartamadım.

Rahat sayılmazdım lakin güvendiğim sağlam bir taraf vardı. Asla bu konuda beni şaşırtmayacağını iyi biliyordum ki bu da Arsal'ın yanından ayırmadığı o kişiler.

Hepsinin farklı görevleri ve usta oldukları alan vardı. Akın sarayın tüm yazılı işlerini güvenliğini sağlıyordu. Gizli işlerini bulmakta zorluk çekiyordum bu yüzden. Eğer şemsi olmasa Akın'ın güvenlik duvarını aşamazdım.

Elyesa tüm mimari düzende görevliydi fakat onun da gizliden yürüttüğü bir iş vardı. Askeriyenin arasındaydı. Tüm düzeni kontrol ediyor ve çürük olanı atmakta sakınca görmüyor, konumları belirlemekte zorlanmıyordu. Gördüğüm çoğu yerleşimi doğru yerindeydi.

Mavi; o ise saf görünümlü kurnazdı. İşinin ehli bir hekim, görmeyip duyan bir yarasaydı.

Arsal'a hiçbir şey olmadığına emindim. Çünkü Mavi bana güvenmiyordu, bu benim için inanılmaz bir kozdu.

Elyesa ve Akın tehlikeli olduğumun farkındaydı lakin ikisi de hala bana arkadaş gibi yaklaşmak istediği için tehlikeyi duyamıyorlardı. Her sözümün altında bir gerçek yattığını fark edemiyorlardı.

Gizli mesajları anlayacak zekası olan tek kişi Mavi'ydi o grupta.

Arsal'ın korunmaya ihtiyacı olmadığı halde bile onu korumaya zekası yetecek tek kişi, ne sarayında ki o rütbeli askerleri ne de tüm uhrevi büyüleri bilen büyücüleriydi; sadece Mavi'ydi.

Beni asla şaşırtmayacağına kalıbımı basarım Mavi Sıraç Semdar.

"Sana diyorum!" Diye cırlayan Ravzar'ın sesiyle ona döndüm. Bana oldukça sinirli bakıyordu.

"Ne haltlar yedin?" Diye gayet net bir soru sordu.

"Abinin arkadaşı olacak ateşli prensi dayımı astırma kararına ses çıkarmayınca ben de onu vurdurma kararına ses çıkarmadım diyelim." Gözleri fal taşı gibi açıldı.

"Arsal abiyi vurdurdun mu!"

"Olaylar öyle gelişti diyelim." Adında bir savunmada bulundum. Etrafımda ki sikilesi dumanlar damarlarımda ki kana kadar karışıyordu sanki. Ravzar'ın bakışlarını tarif etmek imkansızdı. Acı içinde bile bana şokla bakıyordu. Bir süre daha başımı yedi. O da ben de acı çekiyorduk ama susacağı da yoktu bu vampir kızın.

"Şu çiçeği neden közün üzerine koydu o herif?" Diye konuyu değiştirdim. Ravzar'ın gözlerine yerleşen ifadeyi ve yutkunuşunu görünce duraksadım.

"Neler oluyor Ravzar? Bu ot da neyin nesi?"

"Kantaron." Dedi kısık sesiyle. "Vampirleri etkileyen bir bitki. Kokusu genzi, dokusu teni yakar." Bakışlarım közün üzerinde koyulaşan bitkiye döndü. Rengi kapanıyor kapandıkça üstünden ince siyah bir duman süzülüyordu.

"Peki bu?"

Bakışları ince ince yukarıya süzülüp havaya karışan dumanı buldu. Yine yutkundu. Çenesinden ödün vermiyordu lakin acı çektiğini görebiliyordum. Az önce o bitki tıpkı bir asit gibi yüzünü yakmıştı. Tenine değmediği sürece ona zarar vermiyordu lakin bu da neyin nesiydi?

"Kantaron köze karıştığında bitkinin içinde ki bizi etkileyen özler mutasyona uğrarlar." Gözlerini dumandan ayıramıyordu. O ince sis havaya karıştıkça kendisini geri çekip duvara daha da yaslandığının farkında değildi. "Kantoryun yandıkça dönüşüme uğrayan özler havaya bir gaz salar, o gaz ise vampirleri bir kaç saat içinde öldürür." Dediğin de suratına baka kaldım.

"Buna izin vermem.” Yüzünde buruk bir tebessüm belirdi. "Bu Ezrak Karahan'ın virana duyuracağı intikamı olacak Eva. Bir gün birimizin başına iş açacağını biliyordum, en azından bu abilerim olmadı."

"Saçmalıyorsun! Öleceksin ne dediğinin farkında mısın?" Gözlerinde yaşlar bir bir düştü. "Ben ölmek istemiyorum..." Dilimi ısırdım. Ölümü normalleştirmek kadar saçma bir şey olamazdı! Benim için normaldi ama nefes alan her varlık için bir korkuydu. Olması gerektiği gibi.

"İzin vermeyeceğim." Diye mırıldandım boğazıma takılan zehir gibi oka rağmen.

⏳️

⏳️

⏳️

⏳️

Dilden dile dolaşan dedikodular kötülüğün bir zamanlar dünyaya bıraktığı küçük bir sırdan bahsederdi. Bu sır parçalanarak bölünmüş, dilden dile yayılmış, kulaktan kulağa duyulmuş, nihayetinde sır olmaktan çıkmıştı.

Kötülüğün havaya fısıldadığı tüm varlıkların soluduğu, sır olarak yalanladığı şeyin adı güvenmiş. Güven toprakta yetişmemiş, kimseden doğmamış, insana sunulmamış soyut bir varlıktı. Ona ulaşanlar muradına ermiş, ulaştığını sananlar arayıştan kurtulamamıştı.

Bir diğer dedikoduda güvenin kötülüğün değil iyiliğin yer yüzüne bıraktığı bir umut olarak nitelendirmiş ama kimse gerçeğin ne olduğunu bilememiş. Güvenenler hayal kırıklığına uğramış, güvendiğini sananlar gerçekleri aramış, kötülük bu duyguyla kendisini yüceltirken iyilik onu yerle bir etmiş.

Dünyanın dengesi hep farklı şekilde değişmiş ama değişmeyen tek şey karşılıklı güvenin gücünü ne iyiliğin ne de kötülüğün yıkabildiği olmuş.

Sarayın prensine ait olan geniş odası derin bir sessizliğe gömülmüştü. Geniş kemerli pencerelerden içeriye dolan ışık bile cılızdı o an. Kalın perdelerin arasından geçen rüzgar usulca odada gezinip çıkıyor dışarıda ki kalabalığın sesini bastırmak ister gibi hafifçe uğulduyordu. Çünkü tüm halk ayaklanmış, krallıkta büyük bir kaos yaşanmıştı. Darbe niteliğinde olan bu olay tüm insanları telaşa düşürmüş devletin sarsılıp çatlamasından korkutmuştu.

Büyük bir olaydı bu. Ateşlinin prensi Arsal Karahan, Ahar topraklarında tam üç kurşunla vurulması devlete yönelik sarsıcı bir darbeydi.

Herkes şok ve korku içinde prenslerinin iyi olup olmadığını, bu suikastın nasıl olduğunu konuşuyordu.

Mavi içeride ki sessizliği bozan seslere daha fazla dayanamadığı için camı sertçe kapatıp yatakta uzanan adamın yanına geldi.

On dakika öncesine kadar içeride kıyamet kadar adamla doluydu, geçmiş olsunlar, tedaviler, yardımlar ve daha bir çok sikko ıvırzıvırlar için odayı işgal etmeleri Mavi’yi deli etmişti ama sesini çıkartamazdı. Koskoca Ateşli prensi Arsal Karahan vurulmuştu ve bu alelade bir olay değildi.

Bakışları verdiği ilaçlar ve zehrin ağırlığı altında uyuyan Arkadaşının yaralarında dolaştı. Yatakta uzanan adamın sol göğsünün ucuna bir kaç milim girmiş olan kurşunu çıkartmış ve gerekli pansumanı yapmıştı Mavi.

Kurşunların ucunda ki mekanizma tamamen ete saplandığında devreye giriyor ve öldürücü zehri vücuda yayıyordu. İki bacağına da aynı anda yayılan zehri vücuttan arındırmak neredeyse bir güne mal olmuştu. Sorun değildi. Eğer göğsüne yediği kurşun tamamen etine saplanıp mekanizma açılsaydı Arsal'ın yaşama şansı sıfırdı. Mavi gerekli olan tüm şifaları ve panzehri zamanında vücuda vermişti. Geriye sadece beklemek kalıyordu.

Uyandığı an kıyametin kopacağını bildiği halde şırıngada ki ilacı serum poşetine enjekte etti.

İlk Kurşun atılmış savaşın nişanesi verilmişti. Bundan sonra büyülerin yok oluşu daha hızlı güçleri daha da etkisiz olacaktı.

Derin bir nefes verip dışarıda ki kalabalığın kaosunu yok saydı.

Ateşli prensi ölümden dönmüştü sonuçta. Kötü haber tez yayılırdı. Geçmiş olsuna gelenlerin hepsinin geçmişini sikerdi. Sanki dostmuş gibi gelip iyi dileklerini diliyorlardı. Mavi oldu bitti sikilesi olduğunu düşünürdü bu hasta ziyaretlerinin.

Sırtını duvara verdi derin düşünceler içinde. Müneccim değildi ama bunların olacağını biliyordu. Arsal'ı uyarmıştı, İkisi de birbirine aynı noktalardan vuruyordu.

Arsal Eva'nın kendisini koruyabileceğini bile bile Tural’e bırakmıştı Eva ise onun ölmeyeceğini bile bile açık hedefe çevirmişti.

Ne şekilde olursa olsun misillemeye misillemeydi ikisinin arasında ki rekabet.

"Ben olsam prensine dikkat ederdim." Diyordu Eva'nın her zaman ki alaycı sesi. Sürekli böyle bir ton takındığı için ciddi mi yoksa değil mi anlamak imkansızdı.

Mavi ise ondan daha alaycıydı. "Laftan başka yolun mu var senin şam şeytanı. Attığın adımlar bile bizim İznimizle."

Güldü Eva. "Bilmem, belki bir gün öğle namazına müteakiben lordunun vücudunda iki delik açılır; biri soluna biri çok güvendiği ortasına." Ortası diye bahsettiği Alnının ortası olduğunu söylemese de anlamıştı...

Mavi, sürekli Eva ile tartışırdı, tehditleri kavgaları bitmezdi ama o gün... Eva'nın sözlerinde farklı bir şey vardı.

Hep bir tehdit savururdu lakin bu sözleri özellikle Mavi'nin kulağına iliştirilmiş gibiydi.

Eğer Mavi kevlar kaplı madalyonu Arsal'ın sol cebine yerleştirmeseydi kurşun belki de madalyona değil de kalbine saplanacaktı.

Arsal şu an hayatta olmayacaktı.

Eva Efnan, Toprak Kırcalı'ya yapılan muamelenin aynısını Arsal Karahan'a yapmıştı. Önce sağ bacağına sonra sol bacağına yemişti darbeyi. Meydanda, tüm halkın ortasında birebir sekmeden olmuştu hepsi.

İçeriye giren kişiyle yaslandığı yerden dikleşip hızla tüm düşüncelerden sıyrıldı Mavi. Asrın Karahan oğlunun yanına bir kere daha geldiğin de yanında iki muhafız Akın ve Elber vardı. Mavi kralının önünde yapılması gereken saygı reveransını gösterdi.

"Oğlum iyi mi Hekim?" Dedi güçlü ve tok bir sesle.

"Gereken bütün müdahaleleri yaptım Efendim. Yakında uyanacaktır." Asrın oğlunun başına geldiğin de gözlerinde tek bir sarsıntı ya da hüzün yoktu. İçinde yaşardı o.

En büyük ve göz önünde olandı. O sarsılırsa halk da sarsılırdı. O dik durmazsa halt da bükülürdü.

"Pusula, labirentin ilk yolunu gösterdi," Dedi, oğlunun uyurken bile olan sert ifadesine bakarken. "Kızımın ruhu ilk defa başka bir tende can buldu." Gözlerine yerleşen ifadeyi herkes bilirdi; Asrın Karahan, ölüm getireceği zaman bu kadar sakin bakardı. "Kırcalı’ların torunu, benim kızımı Kırcalı’ların Veliahdına bağlamış." Gözleri Mavi'yi buldu. "Nasıl olur bu, hekim? Nasıl Arsal'ın eli altında ki bir kız bizim aksimize iş yapabilir? Nasıl düşmanımıza koz verip oğluma zarar verebilir!" Gür sesi çerçeveleri titretti. Muhafızlar, Mavi, Akın ve Elber, kralın karşısında asla dik durma cesaretini gösteremezlerdi. Başlarını eğdiler.

"Arsal o kız yüzünden hata yaptı! Ölüsü dirisi fark etmez, o kızı buraya getireceksin, Mavi!"

Bu demek oluyordu ki Ateşli de Eva’ya ölüm vardı...

"Başım üstüne, Efendim." Diyerek elini ilk önce alnına sonra da alnından aşağıya doğru eğdi. Bu saygının en net gösteriliş biçimiydi krala karşı.

"Emir komuta senin üstüne Akın Barlas, ikinize de oğlum uyanana kadar Mühlet. O şeytanı burada istiyorum, "

"Emriniz başım üstüne, Efendim!" Diyerek gür bir sesle konuşup eğildi Akın'da.

Konuşma bittiğin de Asrın çıktı ve Mavi öfkeyle elini saçlarına geçirdi. Bir kaç saniye sonra ise derim bir nefes verdi "Sikeyim!"

"Orospu Ezrak Ravzar'ı da kaçırmış vampirler kapıya dayanır bir kaç saate, hepimizi sikmeden vampir prensesini istiyorlar." Diyen Akın'la daha da sinirleri tepesine çıktı.

Arsal'ın uyanması gerekiyordu. Eğer o uyanmadan Eva Ateşlinin eline geçerse işte o zaman ölümlerden ölüm beğenmek zorunda kalacaktı.

Halk ayaklanmış şeytanın leşini istiyordu.

"Eva'dan ne istesin ki Ezrak?" Diye sordu Elber.

Sinirle soludu Akın. "O değil ama başkası istiyor."

"Ezrak kimsenin emriyle hareket etmez. Ayrıca Efendimizin işine taş koymaya bu şekilde cesaret edemez." Evet Ezrak'ın ruh hastası bir manyak olduğunu herkes bilirdi lakin o bile o kadar ileriye gidemezdi.

"Sürtük Tekçe'nin oyununa gelirse neden olmasın." Dedi Mavi bakışlarını yere indirerek.

"Tekçe mi?" Dedi Akın. "Arsal Ezrak'ın peşinde dolaşıyor dediğin de onun işini bitirmek için yaptığını sanıyordum." Kendince mantıklı bulduğu bir çıkarım yaptı. "Ezrak onun oyununa gelmez, bu işte başka bir şey olmalı."

"Bence de, o her zaman tek hareket eder. Kimseyle iş birliği yaptığını görmedim bu zamana kadar." Diye Akın'ı haklı bulduğunu belirtti Elber. Mavi ise aksini düşünüyordu. Başını iki tarafa salladı olumsuzca.

Aklına gelen bir kaç düşünce vardı ve doğru olduğuna kalıbını basardı.

“Eğer onun elindeyse bir kaç saate iletişime geçecektir.” Elber’e döndü ela gözleri. “Ne olur ne olmaz arazide her şey hazır olsun, her şey gizli yürütülecek.”

🌬

ARSAL KARAHAN

🌬

Gök yüzünün altında zeminin üstünde bir yerdeydim. Ne tam anlamıyla ayaklarım toprağa basıyordu ne de arafta bırakıyordu.

Uhrevi bir alemin gelip geçici bir yolcusu yoksa kalıcı konaklayanı mıydım bilmiyorum.

Dere aktı, uçurum vardı, deniz taştı gözlerim bir çok şeyi görüp geçirdi ama hiç birisinde takılı kalmadı. Şimdi ise tavanından sivri sarkıtlar sarkan bir odanın kapısındaydım. İçeriye baktığım da gördüğüm tek şey büyük bir piyanonun önünde oturan kadındı. Yüzü piyanoya dönük olduğu için sırtını ve siyaha yakın olan koyu kahve saçları dışında bir şey göremiyordum. Üstünde uzun gök mavisi bir elbise vardı.

Piyanonun melodisi aydınlanmış duvarları bir bir parçalıyordu yerine temiz bir aydınlık alıyordu. Tavanda ki sarkıtlar her ne kadar ölümün habercisi olsa da yükselen aydınlık yaşamı müjdeliyordu.

Piyano çalan kadının yanına doğru yürüdüğümü bir anda önüme ok gibi saplanan sivri sarkıttan anlamıştım. Ayaklarım beni ona götürüyordu. Neredeyse yanına gelmek üzereydim lakin önüme çivi gibi saplanmış dik bir sarkıt vardı. Eğer biraz daha ilerlemiş olsam belki de kafa tasımın ortasına saplanırdı.

Ya da hiç bir şey olmazdı.

"Gelmeyecek misin?" Diyen kadının dupduru akan sesini duyunca içim sıcacık oldu.

"Gelmeli miyim?" Dediğim de önümde ki sarkıta bakıyordum.

"Uzun zamandır beni beklediğini düşünüyordum. Gelmek istemiyor musun?" Güldüm.

"Sence kim uzun zamandır bekliyordur?” Sarkıtı yok sayıp sağ tarafından geçip piyanoyu çalmaya devam eden kadının yanına ilerledim. Yüzünü tamamen gördüğüm de dudaklarımda oluşan tebessüm büyüdü.

Gök gözlü kadın bana ışıl ışıl bakıyordu. Beni en son nasıl bırakıp gittiyse öyleydi. Hiç değişmemişti.

Ölüler değişir miydi?

Cevabını bir kere daha özlemle baktığım kadında buldum.

Değişmezdi.

Sera Karahan hala bana aynı güzellikte bakıyordu.

Üç yıl olmuştu onu rüyam da olsun görmeyeli, Sera Karahan üç yıldır bana rüyalarımda bile yüzünü göstermiyordu.

Özlemle baktım kendi ellerimle gömdüğüm kadına. Oysa gözleri kapalıydı onu toprağa emanet ederken, şimdi ışıl ışıl bakıyordu. Teni kireç gibi beyazdı ama şu an bakışlarına bile renk gelmişti, yüreğim sızladı. Boğazımı dikenli teller sıktı.

"Anne." Dediğim de asla aklımdan silinmeyen güzel gülüşünü bana bir kere daha bahşetti.

"Oğlum." Sesinin titreyişi dahi aklımdaydı. Çocukta olsam onu asla unutamazdım. Hiç kimse annesini unutabilecek kadar sevilemezdi çünkü...

Bakışları sol göğsümde oyalandığın da başımı eğdim istemsizce. Üstümde olan beyaz gömleğin sol üst kısmı tamamen kanlar içindeydi. Şaşkınca baktım. Canım acımıyordu oysa, bu kan da neydi böyle?

Tüm karışık parçalar bir bir yerine yerleştiğin de içimde gürleşip büyüyen öfke damarlarımda kol gezdi.

Eva!

Derin bir soluk verdim. Küçük şeytan bu sefer elimden nasıl kurtulacaktı bakalım

"Öfkelisin." Annemin su gibi nazik olan sesini duyduğum da bakışlarım mavi gözlerini buldu.

"Bu sefer parçalayacağım o şeytanı!" Sinirime karşı annemden küçük bir kahkaha sesi yükseldi. Göğsümden hala oluk oluk akmaya devam eden kana bakmıyordu artık. Sanki acımadığını o da biliyordu.

"Göğsüne delen kurşunları bildiği için mi, oğlum"

"Bana ihanet ettiği için."

Bana bakan güzel gözleri daha da parladı. "Ona zarar verebileceğini sanmıyorum." Derken kendinden oldukça emindi.

Göğsümden akmaya devam eden kana baktım ters ters. "O bana verebiliyorsa ben de ona verebilirim bence." Dediğim de annemin gülüşü tebessümde buluştu. Piyanonun tuşlarında olan elinin birisiyle elimi kavradı.

Minik narin eli kocaman elimin arasında kayboldu. Oysa bir zamanlar benim ellerim onun elleri arasında yok olurdu.

"Hak etmediğini söyleyebilir misin bana yakışıklı prensim benim?" Küçükken de hep böyle severdi. Yakışıklı prensim...

"Anne!" Annemin güzel yüzünde ki gülüş eksilmedi. Kahkaha attı hatta.

"Ona özel çiçek ırkı yapan çocuk mu söylüyor bunu?" Huysuz bakışlarım devamlılığını sürdürdü.

"Böyle bir şey yapmadım." Sanki hiç ölmemiş gibi bir kere daha güldü bana. Yavaşça ayağa kalktı. Bana alttan bakarken özlemle buğulanan gözleri içimi sızlattı.

Elinin birisini kaldırıp sol şakağıma bastırdı. "Kader değiştirildi, geçmiş unutturuldu Oğlum..."

Parmaklarından zihnime doğru süzülen tüm anılar kesik kesikti. Hepsi bir anda gökten boşalır gibi önüme döküldü, şerit gibi geçip gitti gözümün önünden. Önce sesler birbirine girdi sonra görüntüler ve yavaşça bazıları çözüldü.

Eva'nın sert sesi duyuldu ilk önce zihnimde.

"Bırak seni Toprak! Dünyayı karşıma alırım Arsal için." Diyordu tek bir tereddüt olmadan sesi.

"Yüreği olan varsa çıksın karşıma yoksa soksun dilini yatağına. Ben onunla kaldım gerekirse onunla ölürüm!”

Görüntü kayboldu, başkası yerini aldı.

"Herkes karşımda zaten Karahan, Sende çıkmayacak mısın önüme, takıldığım engele destek olmayacak mısın?"

"Ben senin karşında değil yanında olurum ancak, Efnan. Önüme engel olaya çalışanı da ezer geçerim, hiçbir güç beni senin karşına geçiremez." Diyordum elini tuttuğum kadının gözlerine bakarken.

Zihnimde dalgalanan sesler gelip gitti. Görüntüler bir kaybolup bir canlandı. Annem sağ şakağıma da parmağını bastırdığın da gözümün önünde beliren görüntüler netleşti.

Kesik kesik olan her şey durmuş sadece tek bir andaydım şu an.

Onun olduğu bir an...

"Seni seviyorum kralın oğlu, ölümde olsa, sonum da olsa yolun yolumdur." Gözlerime bakan kadının tek yolumun o olduğundan haberi yoktu. "Ne bir adım geri ne bir adım ileri, sadece senin yanın..."

Devamını görmek için canımı ortaya koyabilirdim ama annem parmaklarını şakaklarımdan çektiğin de gözlerinde ki anlamlar bir bir çözüldü.

"Anne..." diyebildim. "O benim gülümdü." Ben onun kan gözlerine bakıp daha çocuk yaşta onun için evrende eşi benzeri olmayan bir gül ırkı yaratmıştım. Tıpkı onun gibi...

Lâl gülü hiçbir zaman Sera Karahan'a ait olmamıştı...

Lâl gülü sadece Eva için var olmuştu.

Lâl gülü hep Eva'nındı. Kan hep oydu, kırmızı hep onda güzeldi...

"İki can sığdıracaksın yüreğine." Dedi Annem benden bir adım uzaklaşarak. "Birisi sana emanet ettiğim, diğeri seni emanet ettiğim." Beni küçücük bir kıza mı emanet ediyordu?

Güldüm, hatta dile de getirdim bunu. "Beni küçücük bir kıza mı emanet edeceksin Sera Karahan." Arkaya doğru yavaşça adımlamaya başladı. Her adımında etrafa saçtığı ışık yavaş yavaş sönüyor, etrafta ki sis dağılıyordu.

Annem gidiyordu...

"Kendisi küçük ama yüreği büyük kızımdan başka kime emanet edeyim seni oğlum." Dedi içli içli. "Eva sana Afran'ı getirecek sen de onun başını yere eğmeyeceksin." Benim girdiğim kapıdan çıkmadan önce son kez baktı kanayan göğsüme. Boğazına oturmuş bir yumruyu yutmak ister gibi yutkundu, gözleri acıyla kısıldı göz bebekleri küçüldü.

Annemin bakışların da ki acı arttıkça göğsümde ki oluk oluk akan yara önce hafifçe sızladı, sonra sanki demirden bir mıh saplamış gibi acıyla yankılandı.

Annemin bakışlarında ki acı daha da arttı.

"Anne," Dedim kesik kesik. "Neden acımaya başladı?"

Annemin mavi gözünden bir damla yaş süzüldü. "Çünkü artık o, senin acın değil..."

👣

👣

👣

👣

👣

👣

👣

Uyuyup uyanmaktan zaman kavramını tamamen yitirmiştim. Her uyuduğunda kendimi farklı bir kâbusta her uyandığımda kendimi farklı bir yerde buluyordum.

Ravzar neredeydi, nasıldı bilmiyorum...

Sanki ağır bir sakinleştiricinin etkisinde gibi sürekli göz kapaklarım beni hüsrana uğratıyor ve kendiliğinden kapanıyordu.

İki günden fazla geçmediğini düşünüyordum. Eğer damardan herhangi bir ilaç vermedilerse büyünün etkisinde olan bedenim işlevini yitirmişti. Her uyandığımda felç bir hasta gibi hiçbir uzvumu hissedemiyordum fakat şu an öyle değildi. Bu sefer bir sandalyenin üzerinde olduğumun farkındaydım. Boynum öne doğru düştüğü için omurgam gerinmekten acıyordu. Sanki bedenine tekrardan dönen bir ruh gibi tüm acıyı iliklerime kadar hissettim. Her yerim sızlıyordu..

"Uyandın demek, sonunda." Diyen tanımadığım kadının sesine doğru başımı kaldırmak istedim ama aynı anda ensemden kafama doğru ilerleyen bir ok, beynimin merkezine girmiş gibi bir acı verdi. İstemsizce inledim. Ağzımda ki safra tadıyla yüzümü buruşturdum.

"Hadi ama sabaha kadar seni mi bekleyeceğiz." Diye söylendi kadın. Bakışlarım onu bulduğunda da kestane rengi saçları ve yuvarlak yüzüyle karşılaştım. Yanaklı bir yüz yapısı vardı, fındık gibi duran burnu tatlı yüzüne özenle yerleştirilmiş gibiydi. Sarıya dönmek üzere olan kehribar gözlerinde ki nefretin sebebini bilmesem de bana son derece tanıdık geliyordu, tıpkı sesi gibi.

"Kimsin." Sesim çıkmış mıydı hiçbir fikrim yoktu. Boğazım çok acıyor, nefes almak hiç bu kadar güç olmamıştı.

Bana üstten bakan gözleri kısa bir an yüzümde dolaştı. "Sence?" Nefreti sesine kadar ulaştığına göre yine birilerine iyi sokmuştum.

Bir süre kafamı kaldırıp simasına baktım. Daha önce yüzünü gördüğümü hatırlıyordum sanki ama nereden olduğunu bir türlü çıkartamıyordu bulanık zihnim. Sadece gözlerinde ki nefreti çok net hatırlıyordum.

Baktım, puslu zihnimden süzülen bir kaç teorinin arasından en makul bulduğumu söyledi dilim.

"Karalı kızsın sen." Dedim boğuk sesimle. "Beni takip edip ortadan kaybolan." Ormanda gördüğüm peçeli, karalar içinde olan kızdı bu. Yanıldığımı sanmıyordum, gözleri lensti ama bakışları aynıydı.

Lensler gözleri gizleyebiliyordu, bakışları değil.

İfadesi çok kısa bir an sekteye uğrar gibi oldu. Ya da uğradı bilmiyorum başımın iki tarafına çivi gibi çakılan ağır odağımı güçleştirdi.

"Hayır." Dedi. Gülmek istedim ama onu bile yapacak hal bulamadım kendimde anlık.

Kahrolası şeytan böyle anlarda başımı kaldırırdı ama yoktu.

"Ezrak'ın yandaşı mısın?" Ezrak'ın benimle bir derdi yoktu.

Arsal'la da olmadığını, bana niye böyle bir şey yaptığımın hesabını sorduğunda anlamıştım. Beni bu kadın için buraya getirmişti. Gözlerimi gözlerinden çekip vücuduma indirdiğim de kanlar içinde olan yeşil tişörtümle burun buruna geldim.

"Hatırlamıyor musun?" Dedi kadının sakin sesi. Yaralarımı yeni fark edişim hoşuna gitmemişti. Ne yani gördüğüm işkenceyi mi unutmuştum.

"Kafana fazla darbe almış olmalısın, unutmana üzüldüm, neyse telafisini yaparız artık." Yüzsüzce söylediklerine karşı bakışlarımda bir değişim olmadı. "Hep böyle boş bakıyorsun." Ses tonunda ki keskin düşmanlığa anlam veremedim. Kimdi bu kadın? "Güçlü duruyorsun, kendini ezdirmiyorsun, yıkılmıyorsun." Gülüşünün samimiyetle yakından uzaktan alakası yoktu. “Dayanağın vardı bu vakte kadar seni ayakta tutan, şimdi kim kalkan olacak sana, Eva Kırcalı?” Son kısmı söylerken ekşi bir şey yemiş gibi yüzünü buruşturdu. Beni bu soy isme layık görmüyordu.

"Yine kılımı bile kıpırdatmadan hangi dağı yerinden oynattım da çakalı gelip beni buldu?"

"Kılını kıpırdatmana gerek yok, senin doğduğun gün bile lanetli. Senin ölmeden yaşaman bile mucize." İyi bir şey mi söylüyor yoksa kötü mü kafamın içinde ki bulanıklıktan pek ayırt edemedim.

"Yine kimin kovanına çomak soktum acaba?" Diye düşündüm.

"Kim olduğunu söyleyecek misin yoksa nefretini kusup asla umursamadığımı izlemeye devam mı edeceksin?" Aynı anda bir çok kişinin nedenini bilmez bir nefretine sahip olunca yaptığım en iyi şey umursamamak oluyordu.

"Tekçe Kırcalı." Bir kaç saniye zihnimde bu isme dair bir arama başlattım. Kırcalı dışında bir sonuç vermedi.

Ta ki beynim de çakan şimşeklere kadar.

Tekçe Kırcalı...

Kanlar içinde yatan kızın sesi tekrardan duyuldu kulağımda. "Tekçe sultan..."

Hipotezlerim doğrusunda bu kadınla saçma bir şekilde kan bağım olduğu varsayımında bulundum.

Mümkün değildi!

"Sakın bana teyzem olduğuna dair saçma sapan bir tezden bahsetme." Tekçe ona teyze dememi bile mide bulandırıcı bulmuş olacak ki gözleri alev ateş saçtı.

"Sakın bir daha bana teyze deme!" Başımı arkaya doğru yatırıp kahkaha attım. Evet bunu cidden yaptım.

Başımda ruh hastası bir teyze eksikti. Onun olduğu yere de çizik atıp sırada ki en saçma mevzumu bekliyordum.

"Bu senin için komik mi?" Dedi kahkahamı yadırgamadan sinirli bir sesle. Anlaşılan beni tanıyor ve lakayt tavrımı biliyordu.

"Bu benim için kayda geçecek bir değer değil Tekçe Kırcalı." Gülüşümü durdurdum ama dalga geçen ifadem değişmedi.

"En az benim kadar." Zırh gibi koruduğu çehresinde ki her bir kas seğirmeseydi, benim gibi sakin konuştuğunu düşünürdüm. "Bir değerin olduğu için değil, bir etiketin olduğu için buradasın. Seni isteyenler var." Duruşumu bozmadan bakışlarımı sürdürdüm. "Birazdan seni asla ciddiye almayan, hatta başlarında ki adam olmasa senin ölüp kalacağın umurlarında bile olmayan adamlarla görüşme yapacağız. Onlar seni mecburiyetten alacaklar, ben ise istediğim kişiyi." Sözleri zoruma giderdi belki, bilmediklerim olsaydı...

Genzimi yakan yoğun nemle yüzümü buruşturdum. Ağır bir nem tabakasına sahiplik yapan, dört duvarla kaplı olan bu oda mağaranın içine oyularak yapıldığını düşünüyordum. Ravzar'a nerede olduğumuzu sorduğum da tahmini olarak Kabuklu ’da olduğumuzu söylemişti. Denizin kenarında ya da altında olan bir mağara olduğunu varsayıyorum çünkü Denizin tuzlu kokusu buram buram insanın suratına vuruyordu.

Dışarıdan bir kaç adam ellerinde büyük bir aynayla içeriye gelip, tam karşıma koydular. İçlerinden birisi aynanın karşısına geçip elinde ki bir avuç siyah tozu üflediğin de gri bir örtü aynanın içinde can buldu. Soluk renk aynayı kapladı ve bir kaç saniye sonra tanıdık iki kişinin siması belirdi.

Mavi ve Akın tam karşımdaydı.

İkisi de ifadelerine yerleştirdikleri maskelerin ardından bana soğuk bir yüzle baktı. Çok kısa bir an Akın'ın gözleri vücudumda gezindi. Yara bere içinde ki halime bir an kaşları çatılacak sandım ama yapmadı.

"Sizleri tekrardan görmek çok güzel beyler." Diyen Tekçe'nin sesine karşılık Mavi, nadir görülür bir ciddiyetle baktı. Alaycılıkla arasında olan büyük mesafe beni şaşırtmıştı doğrusu

"Bizim için aynı şeyi söyleyemeyeceğim Anasır prensesi, neye bulaştığının farkındasındır umarım?" Dedi Mavi.

"Ne yaptın, nasıl yaptın faslına hiç girmeyelim Silvalı. Senin ne yaptığın faslından hiç çıkamayız yoksa." Mavi Silvalı kelimesini duyduğu an tüm yüz kasları kasıldı.

"Derdin ne Tekçe? Bir savaş daha mı çıksın istiyorsun, amacın ne?" Dedi Akın Mavi'nin lafını devralarak. "Elinin altında canı çıkana kadar işkence yaptığın o kız senin öz be öz yeğenin, hiç düşündün mü?"

"Bu kız benim yeğenim falan değil, Akın. Olamaz da" Dedi Anında teyzem. Güldüm.

"Noğlur peşimden koş ,Tekçee." Olayı kimsenin bilmemesinin verdiği saçmalık yüzünden kaliteli esprim havaya karışıp gitmişti.

"Damarını kurutarak mı keseceksin arada ki kan bağını?" Mavi'nin dediklerine göz devirdi.

"Sizi akrabalık ilişkilerimi konuşmak için aramadım. Nur sıfatınıza da hayran değilim, bu yüzden boş yapmayıp beni dinleyeceksiniz." Baskın sesine karşılık kaşlarım hafifçe havalandı.

"Baskın karakterini Teyzenden almışsın resmen." Diyen iç ses şoklardaydı. "Benziyorsunuz Evolisaa."

"Abimi Aklayacaksınız." Tekçe’nin dediklerine Akın hafiften güldü.

"Evren barışını da sağlayalım mı Sultanım? Kuşlar ötsün çiçekler açsın falan-" ifadesini bozdu. "Kelimelerin kulağına varıyor mu prenses? Ne demek Toprak'ı aklayacağız?"
Tekçe dik duruşunu bozmadı.

"Ne dediğimi biliyorum, tıpkı sizin ne yapacağınızı bildiğim gibi. Önce abimi bana getirip işkence çekmekten kurtaracaksınız, sonra da onun adını temize çıkaracaksınız."

"Yoksa?" Diye hırladı Mavi.

"Ölür." Dedi sadece. Kimin ve nasıl öleceğini söyleme gereği duymadı.

"Onun ölüp kalması sence bizim için bir şey değiştirir mi? Aptal olma Tekçe, kim olsa Eva'dan kurtulmak için üstüne para verir." Mavi denen şırfıntıyı bizzat yolmayı kendime görev bilirdim.

Bana yine ölüm yolu gözükmüştü sanırım. Ölümüm hep havalı bir şekilde olsun isterdim, böyle kameralar karşısında herkes derya deniz ağlarken tam kafama dayanan bir silah ve bam bammm Allah’ım çok havalı!

"Bizim ki yine saçma hayaller derneğinden gelen özlü hikayelere bakmış olmalı. Geri zekalı! Öleceksin hem de teyzen tarafından ve bu sefer geçek olma ihtimali var çünkü bu iki it seni asla kurtarmaz. Arsal da yok. Vah halimize vaahh." İç sesimin zırlamalarını umursamadım.

"Eva'yı kimse istemiyor Tekçe, onu karşımıza alarak bizden bir şeyler isteyemezsin." Dedi Akın'da.

Bana müsaade o zaman.

"Yapımda ve kanalda emeği geçen tüm emektarlarımıza canı gönülden teşekkür eder ve iyi seyirler dileri-." Dediğim de teyzem olacak orospu tokadı sol yanağıma bastı.

Mavi'nin gülüşünü duydum. "Böyle bir hastayı almış götürmüşsün, bayram edeceğimize ne diye senden geri alalım Tekçe sultan?"

"Çünkü Arsal onu istiyor." Diyen kadın kendinden emindi lakin bir açık vermişti. Bunu söylerken ki sesine yansıyan tiksintiyi sadece ben duymuş olamam değil mi? "Efendiniz Eva'yı istiyor."

"Adam belki sıcak denizlere de inmek istiyordur teyzecik, niye öyle diyorsu-" Bu sefer de karnıma yediğim yumrukla öne doğru iki büklüm olup öksürmeye başladım.

"Arsal'ın artık onu isteyeceğini sanmıyorum. Onu öldürmeye teşebbüs eden bir kadını neden istesin?" Dedi Akın sakin sesiyle.

"Aşk olsun Akın sen de mi?" Dediğim de Akın bana kızgın gözlerle baktı.

"Adamı öldürüyordun lan!" Kızışına boş gözlerle baktım.

"Aşko onlar milattan önce ki ufak tefek harekatlardı. Arsal benim için devrim" Diyerek laubali bir öpücük attım aynaya doğru. Akın yüzünü buruştururken yanımda ki teyzemin her Arsal dediğim de ne denli gerildiğini izliyordum.

"Tekçe bizi daha fazla meşgul edip görevimize engel olma. Yanında ki şeytanın ölüp kalmasıyla ilgilenmiyoruz." Alayla güldü. "Bu numaralarınız bana sökmez, Semdar. Onu deli gibi istediğinizi biliyorum. Siz istemeseniz de Arsal kardeşi için onun ölmesine izin vermez." Benim için değil de özellikle kardeşi için olduğunu vurgulayışına tepki vermedim.

"Diyelim öyle." Dedi ekranda ki Mavi. "Eva'yı koruyan tek kişi Arsal’ken şu an onu korumaya gönüllü kimse yok. Onun yaşamasını isteyen de. Niye seninle pazarlık masasına oturalım ki başımızdaki bütün dertleri bize musallat eden bu kız için?" Mavi'ye kınayan bir bakış attım.

"Yazıklar olsun verdiğim emeklere. Yazıklar olsun sizinle kan ter demeden ilerlediğim yollara. Kestane kabuğundan çıkmış da bu nasıl kabuk amına koyayım demiş! Benim sayemde medeniyet insanlık görmüşler şimdi beni beğenmiyor" Akın bana inanamıyormuş gibi baktı.

"Sayende gördüğümüz tek şey ebemizin damı oldu." Homurtusuna ters ters baktım. Tekçe ise sürekli olayı kaynatmama sinir olur gibi bana bakıyordu. Daha çok öldürmek ister gibi.

"Canın çıkar da sen Arsalın emrinden çıkmazsın Mavi. Kimi kandırıyorsun sen? O ölürken bile sen ona bağlı kalırsın, bana burada palavra atma." Tekçe'nin sesi kendinden emin ve netti. Mavi'nin Arsal'ı asla satmayacağına emindi. Hatta çok iyi biliyordu.

Mavi ve yanında ki Akın alayla güldü. "Dışarıdan güzel bir imaj bırakmış olmak gururumu okşadı, Kırcalı prensesi. Lakin şu an emir aldığım adam ölüm döşeğinde." Dediğin de kalbime arka arkaya saplanan sancıları kimse fark etmedi. "Senin değil benin pazarlık yapmam gerekiyor."

"Hangi kozla söylüyorsun bunu Sıraç Semdar?" Tekçe şuh bir kahkaha attığın da Mavi'nin dik duruşu değişmedi.

"Seni istesem bitiririm prenses. Ben sadece işi usulünce yapmaya çalışıyorum. Bize istediğimizi verdikten sonra bu olanlar sadece bizim aramızda kalacak."

"Ne istiyormuşsunuz?"

"Ravzar Alakar'ı vereceksin bize. Bizde sana Eva'yı." Tekçe'nin kahkahası bir kere daha yankı buldu. Mavi buna bozulmadı, Akın ile aynı anda birbirlerine bakıp alaysı bir kıvrımda gülümsediler.

"İkisi de benim elimdeyken mi?" Asi bir şekilde başını kaldırıp. "Bana abimi getireceksiniz karşılığında da Ravzar'ı alacaksınız," Muhafızlara elini uzattığında adam konuşmadan küçük düz bir keski uzattı. Bileklerim sandalyenin kenarlarından aşağıya doğru bağlanmış bileğim ortadaydı. Tekçe saniye bile düşünmeden iki bileğime hızlı ve derin iki kesik açtığın da damarımda ki kan hızla akmaya başladı.

Konuşmasına devam etti "Size haber vereceğim yere, yarın abimi getireceksiniz. İstemediğiniz Eva da gözünüzün önünde kan kaybından ölür diye düşünüyorum birazdan." Eline sıçrayan kanıma midesi bulanır gibi baktıktan sonra üstüme sildi. Karşımda ki aynadan yansıyan görüntü kanlı halim değil de şaşkınlık içinde kalan iki adam olunca haliyle ben de şaşırdım.

Oha!

"Teyzen resmen senden kopya gibi!" Diyen iç ses şoktan çıkmamıştı.

Hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp çıkacaktı ki "Tekçe!" Diye bağıran Mavi'nin sesiyle yüzüne yerleşen tatmin olmuş ifadeyle onlara döndü.

"Onu öylece ölüme bırakmayacaksın." Güldü.

"Neden? Neredeyse ölmeme sebep olacak bir kızın ölüşü benim neden umurumda olsun?" Dişlerini sıkmaktan yüzü seğiren iki adama bakarken memnuniyetle güldü teyzem. "Anlaşma için ortaya koyduğumu sundum. Ama siz farklı bir seçenek istediniz ve onu da kabul ediyorum. Sizin için daha ne yapabilirim?"

"Çok büyük iş aldın başına Kırcalı. Vampirler sana ve yardakçına acımayacak. Sana kurtulma şansı sunuyoruz."

"Sunduğunuz her şeyi kabul ettim. Onunla ilgilenmediğinizi söylediniz. Sorun ne?" İkili oynuyordu. Dilinin altından bir şey daha çıkacaktı ama zamanını kolluyordu. Oyunbaz bir sinsiydi.

"Onu öldüremezsin Tekçe!" Diye bağırdı Mavi.

"Buna kim engel olacak? Sen mi?" Histerik bir kahkaha daha attı.

●●İLAHİ BAKIŞ AÇISI●●

Mavi elinden gelse karşısında ki aynaya girer ve hiç yapmadığı bir şey yaparak bu kadını öldürürdü. O kadar ki kan beynindeydi şu an.

Eva'nın bileklerinden boşalan kana baktıkça içine kıymıklar batıyordu. Bu şeytanın acısı ona işlemez sanırdı lakin karşısında ki kızı bu hale getiren herkesi öldürmek istedi o an.

Akınla girişleri elbette blöftü, Tekçe'nin ne kadar ileriye gideceğini görmeleri gerekiyordu ki görmüşlerdi.

Teyzesi Eva'dan onu öldürecek kadar nefret ediyordu.

Kahretsin işler böyle giderse elin de ki kozu ortaya koymak zorunda kalacaktı.

Bir çözüm bulmalıydı. Toprak'ı bir şekilde getirirdi lakin Eva'yı şu an ülkeye sokamazdı. Kralın kesin emri vardı.

Onlardan Eva'yı istiyordu lakin başına ne getireceği meçhuldü. Hele ki halk böyle taşmış bir durumdayken Eva'yı mümkün değil ateşliye sokamazdı. Arsal uyanmış olsaydı kimse sesini çıkartamazdı ama şimdi olmazdı!

Bu yüzden şu an gizli planlarını yaptıkları örgüt arazisindelerdi. Eğer kral Asrın emrine karşı gelindiğini öğrenirse hepsini bitirirdi.

Ravzar ise farklı bir dert olmuştu şu an bunca hengamede.

İki güne aşkındır vampirler kapılarını aşındırıyordu. Yelzar ve diğer abileri aramadık delik bırakmamışlardı. Kardeşlerini bulamadıkları her saniye Ateşliye daha da yükleniyorlardı. Eğer biraz daha Ravzar'ı bulup onlara vermezlerse artı bir de Viranla uğraşmak zorunda kalacaklardı.

Ravzar’ı alıp Eva’yı Tekçe’nin saklamasını sağlama düşüncesindelerdi, lakin Tekçe şu an bunu sikip atıyordu! Evet, Kırcalı’lar dan esir almak kolay olmazdı ama Ravzar’ı alıp Eva’yı Arsal kendine geldikten sonra almak kolay olurdu.

Mavi sinirle soludu. İstese şu an gidip yine çeker alırdı Eva'yı teyzesinin cehenneminden çünkü Eva nerede olduklarını söylemişti.

Dudakları kıvrılmak üzereyken durdu.

Az önce ki boş konuşmalarının hepsinin dolu olduğunu Tekçe bilmiyordu mesela.

Eskiden olsa anlamazdı lakin artık bu şirret şeytanı çözmüştü.

Milat denizinin kıyılarında, kabukludaydılar. Bütün saçmalamalarının arasından en net seçtiği şifreler bunlardı. Çok zeki bir kadındı. Mavi her seferinde nasıl bu kadar zeki ve sinir bozucu olduğuna anlam veremezdi. Ama her türlü hinin var olduğu aklına laf diyemezdi vesselam. Kıvrak bir zekası vardı.

Düşündü. Ne yapması gerektiğini biliyordu lakin aklında ki kozu şu an ortaya koyarsa Arsal'ın planının bir ayağını kırmış gibi olacaktı. Farklı bir şeyler düşünürken geniş toplantı odasının kapısı gürültüyle açıldı.

İçeriye sert adımlarla giren Toprak Kırcalı'yı Eva ve Tekçe henüz görmedi lakin Akın ve Mavi zaten onu bekliyordu.

"Elini kolunu sallayarak şuraya girme amına koyayım birisi takacak bir yerine." Diye homurdandı Akın. Toprak ise son derece çileden çıkıktı. Uğraşamazdı.

Aynanın karşısına geçtiğin de gördükleri ciğerini delip geçse de öfkesinden ödün vermedi.

"Tekçe!" Diye kükremeyi o da beklemiyordu. Tekçe abisi gelmeden önce olan tüm korkusuz ve ifadesiz yüzü bir anda yerle bir olurken yerinden sıçramamak için üstün bir çaba sarf etti.

"Abi..." Dedi içli içli farkında olmadan. Hiç görmediği ama hep sevdiği abisi, onu hiçe sayan kendisini sevmeyen abisi...

Toprak'ın gözleri Eva'nın üzerinde gezindi. Tekçe’nin yüzüne bile bakmadı. Göz bebekleri sızladı. Yara bere, pis pas içinde resmen ölmemek için savaş veriyordu. Bileklerinden ardı ardına sızan kanı görünce sanki kendi derisine kesikler atılmış gibi sızladı. Bu hali neydi kızın!

Tekrardan ağzını açıp bir şey söylemesine gerek kalmadı, tekçe yan tarafta bulduğu herhangi bir bez parçasını Eva'nın bileklerine bağladı.

Eva'nın gözleri ise artık aynaya değil başka tarafa bakıyordu. Her ne olursa olsun kırgındı dayısına, ondan saklanan o kadar sırrın başında olması Eva'yı kahretse de belli etmedi.

Küsülecek ya da kırılacak zaman değildi fakat elinde değildi.

Başı dik, asi duruşundan ödün vermemiş lakin omuzları düşüktü. Canı yanıyordu...

"Ravzar'ı vereceksin Tekçe." Dedi Toprak aynaya yaklaşarak. "Eva'yı da saklayacaksın. Ateşli onun peşinde, Arsal uyanana kadar bu topraklardan onu koruyacaksın, duydun mu beni!"

Tekçe gözlerine dolmak için zorlayan yaşları geri itti. Çenesini kilitleyip bir kaç saniye dudaklarını birbirine bastırdı. "Hala onu düşünüyorsun! Hala onu önemsiyorsun." Dedi, Sertleşen sesiyle. "Ölümden döndün, ölümlere gittin ama hala onu korumaya çalışıyorsun! Bu kız düşmanımızın ruhunu sana bağladı sen hala onu-"

"TEKÇEE!" Adeta gürledi, Toprak. "Yediğin haltı topladığım yetmezmiş gibi kalkıp bana telkinde bulunma! Yarın dediğin yere geleceğiz ve geldiğim de Eva'yı bu halde görürsem, ölümlerden ölüm beğenirsin. Duydun mu beni?"

●●●Eva Efnan●●●

Karşımda ki adama ben bakmasam da Tekçe'nin asıl baktığını tahmin edebiliyordum.

İçinde kopan fırtınalar gözlerine yansıyordu. Kırgınlığını saklamıştı fakat yüreğinin derinlerinde ki çatlaklığın farkındaydım.

Tekçe abisine dargındı, Tekçe Toprak'a çok kırgındı. Yine de sesini çıkarmadı.

Ayna da ki görüntü yok olduğun da ortam derin bir sessizliğe gömüldü. Sadece yumruğunu sıkıp yere baktı. Bakışları bana döndüğünde gözlerinde ki kıskançlık beni şaşırtmadı.

Bana nefret, kıskançlık, tiksinti; ne kadar insanı aşağılar bakış varsa hepsiyle aynı anda bakıyordu. Teyzem benden nefret ediyordu.

Sanki her şeyin suçlusu benmişim, abisini elinden alan kişi benmişim gibi baktı...

Kehribarları bileklerime çok da önemsemeden bağladığı bez parçasında gezindi.

Karanlığa yüz tutmuş mağaranın içerisinde olan sandalyelerden birisini çekip oturdu. Yüzünde ki ifadeyi tamamen silmiş bom boş gözlerle yere bakıyordu. Düşüncelerin arasında nefessiz kaldığını görebiliyordum. Eski ahşap masanın üzerinde olduğunu fark etmediğim, küçük kum saatini eline aldı. Çevirdiğin de içinde ki kum taneleri acelesiz bir şekilde diğer tarafa dökülmeye başladı. Tamamen dökülmesi ise tam üç dakikayı aldı. O üç dakika boyunca hiç konuşmadık. Toprak'ın dedikleri onun için ağırdı bu yüzden bir kaç saniye sustum kendine gelebilmesi için.

Ben susmuş olsam da ortamda ki rahatsız edici sessizliği yine o bozdu "Sana bir masal anlatayım mı?" Bakışlarında ki duygular bir bir buz kestiğin de sesimi çıkarmadan baktım.

Kum saatini çevirdi. Az öncekinin tersi yönüne hızla akın etti zaman bu seferde...

"Bir varmış bir yokmuş teyzesi..." Dedi soğuk bir sesle. "Henüz dağlar konuşurken, denizler yol alırken ve rüzgarın adı dahi yokken iki düşman krallık varmış." Gözleri üstümde ağır ağır gezindi. "Bu iki düşman krallığın yolları kesişirmiş de yüzlere bakılmazmış. İşleri düşermiş de kimse kimsenin eline bir bardak su dökmezmiş, düşmanlık baki, nefret hep sıcakmış." Sanki hikaye anlatır gibi anlattıklarının hepsinin gerçek olduğunu biliyordum

"Zaman sızıp gitmiş, günler birbirine yetişmek uğruna akmış ve her iki krallığın da veliahtları bir bir dünyaya gelmiş." Anasır ve Ateşlinin hikayesini sanki masal dinler gibi dinlerken onun nefretini örtmek için kullandığı duygusuzluğu, benim ise acımı örtmek için çektiğim kalkanları ikimiz de fark ettik ama bakmadık.

"Bu düşmanlık soyun bıraktığı bir mirastı. Tüm mirasçılarda buna sahip çıktı. İki kişi hariç." Geriye yaslandı ve henüz vakti dolmamış kum saatini tekrardan çevirdi. Kum saati yine akmaya başladı.

O iki kişi Arsal Karahan ve Toprak Kırcalı idi.

"Her şeye rağmen küçük yaşta düşmanlığı yok sayan bu iki mirasçı kimsenin sevmediği kan emicilerden birisine bile dost olmuştu..." Yelzar...
"Devran döndü kader güldü, bu düşman veliahtların iki çocuğu da hiçbir düşmanlık yeminine kanmadan dostluklarını sürdürdü." Konuşmadan devam etmesini bekledim. "İki düşman ülke ne yapsa da bu çocuklar birbirinden ayrılmamış düşman olmamış. Anasırın bir prensesi Ateşlinin de bir kraliçesi varmış." Prenses annemdi, kraliçe ise Sera Karahan. Arsal'ın annesi.

"Sera Karahan; temiz kalpli kurnaz. Senem Kırcalı ise temiz ve safmış..." Derin bir nefes alırken oturduğu yerden yavaşça ayaklandı. "Ateşlinin kraliçesine bir müjde gelmiş; Anasırın prensesi ise şeytana kanmış. Senem Kırcalı olmaması gereken bir aşkın kıvılcımında yanmış." Bana doğru her adım attığın da sözlerinde ki ağırlık artıyordu sanki. "Anasır'ın kralı kızını bu aşktan vaz geçirmeye çalışmış ama olmamış. Prenses yolundan bir adım bile geri çekilmemiş."

Annem babamdan vaz geçmemişti...

"Canını bile hiçe sayacak kadar seviyormuş prenses, adamı." Güldü. "Oysa öldüren sevgi değil miydi? Aşkın ikinci ihtimali hep toprağa karışmak değil mi zaten?" Arsal'ın adıyla çırpınan kalbim sinesine çekilip susmak yerine daha da zorladı solumu.

"Kadını vaz geçiren ne olmuş biliyor musun, Eva?" Dedi Tekçe gözlerimin içine bakarak.

"Dökülecek kan..." diye geçirdim içimden. Aynı anda onun dudaklarından da döküldü.
"Dökülecek kan." Sırtını yanımda ki duvara yaslayıp devam etti. "Hikayenin en can alıcı yerleri geliyor iyi dinle." Dedi alay eder gibi. "Kırcalı’lar prensesini bu yoldan döndürmüşler döndürmeye ama ellerinin arasında eriyip gitmesine de göz yumamamışlar. Anasır ve Ahar arasında olan yıllara dayanmış dostluğa güvenen Payidar Kırcalı kızını Ahar kralının en büyük oğlu ile nişanlamaya karar verir." Tekçe'nin her sözünde kelimeler bir bir boğazıma dizildi. Donup kaldım. "Önce gizli bir söz sonra büyük bir nişan ve sonrasında iki dost krallığa yakışır bir düğün." Histerik bir şekilde güldü. "Çok sevimli."

Annem ve babam kan dökülmemesi için ayrılmıştı...

"Hikaye çok güzel ve heyecanlı ilerliyor değil mi? Nasıl olsa imkansız bir aşk hüzünlü bir son, kavuşamayanlar falan." Duvardan ayrılıp karşıma geçti. Üzerime doğru eğilip sandalyenin iki tarafına koydu ellerini.

"Sonra ne oldu biliyor musun?" Dedi sesine sinen zehir gibi bir kinle. "Ana rahmine bir can düştü... ve tüm düzen yerle yeksan oldu. Milyonlarca insanın ölmesine göz yummuş da zerre tanesi kadar olan bir insanın ölümüne göz yumamamış Senem Kırcalı..." Bedenim de ki tüm kan bir anda çekildiğin de yüreğimin ortasına lavdan bir taş düştü. Nefesim ciğerimde asılı kaldı, ne dudaklarımı aralayıp alabildim ne de özgür bırakabildim.

Annem ve babam kan dökülmemesi için birbirlerinden vaz geçmişlerdi...

Ama benden vaz geçememişlerdi...

Tüm bu ölümlerin sebebi sadece annemin rahmine düşen bir damla kan yüzünden olmuştu.

Benim yüzümden...

“Kalbi olmayan bir şeytan doğdu. Tüm ölümler onun için olağan, acılar görmezden gelinebilir, bencil, ruhsuz, vicdansız bir iblis oldu. Tüm savaş onun var oluşuyla başladı. O lanetlenmiş bir bebekti ve kimse onun gözlerine aylarca bakamadı.” Gözlerime nefretle baktı. “Kimse onu o lanetten kurtaramadı...” Sabırsız bir soluk verdi.

“Senin baban katliamın başı ve ölen büyük prensin sebebi!” Önümden çekildi, öfkeyle elini saçlarına daldırdı. Masal burada son bulmuştu. “Kurul her iki yasağa cezasını acımasızca verdi! Bu cezayı çekmesi gereken sen hariç, herkes acımasızca nasibini aldı!” Bana döndü bakışları, fakat katlanamıyormuş gibi aynı hızla tekrar çekti. Masanın üzerindeki kum saatini alıp öfkeyle fırlattı. Yanımdan geçip arkamdaki duvarda paramparça oldu. “Anasır’a ölüm verdin sen! Kurulun önüne başımız eğik çıkardın, senin doğumun her şeyi alt üst etti. Ezip geçilen yasak için aynı kandan olana ölüm verdiler! Ya ben ölecektim kurulun cezasında, ya da senin ruhuna bir şeytan salacaklardı!” Öfkeden elleri titriyordu. “Abim beni seçti, hiç kimse seni seçmedi. Bana verdiğin ölüme rağmen herkes benim yanımda oldu. Yaşamanı isteyen hiç kimse olmadı. Uğruna çırpındığın dayın bile!” Elini kaldırıp aynaya kulak tırmalayan bir ses yaydığında, ayna karanlık görüntüsünü tekrar renklendirdi. Bu sefer karşımda Toprak vardı. Yaşı kaçtı tam bilmiyordum ama on sekiz ya da daha büyük de olabilirdi. Etrafındaki sisten tabakanın arasında yükselen, ardı ardına birbirini tamamlayan harfler vardı. Hepsi birleşiyor, birbirine anlam veriyordu ve Toprak hepsine ifadesiz gözlerle bakıyordu.

"Aşkından öldüğün prensinin seni bir türlü cesaret edip de götüremediği iskebe görüntüsü bunlar. Buyur izle. Konduramadıklarının sana neler verdiğini gör."

Görüntü saniyelik açılıyor ve tekrardan karanlığa gömülüyordu. Sanki bir kabusun içindeymiş gibi binlerce insanın fısıltısı etrafı dolduruyor bulanıklık bir netleşiyor bir puslanıyordu.

“Kabul ediyor musun, Kırcalı!” Yükselen ses, sanki aynanın camından çarpıp dışarıya çıkmak ister gibi yankı yaptı. Toprak’ın gözleri ise sadece harflerin üstünde geziniyordu. “Şeytanın kızına, bir ruhla daha lanet kılınacağını biliyor musun?” Toprak’ın yüzünü tamamen göremiyordum; yan taraftan sadece belirli bir kısmını gördüm. Gözleri bomboş bakıyor, ifadesinde herhangi bir tereddüt yoktu. Ellerimin titreyişine engel olamazken, bakışlarım ayakta durmakta zorlanan bacaklarımı buldu. Öyle çok titriyorlardı ki, bir anda kendimi yere çökmüş olarak bulmayı beklemiyordum.

Bedenimin titremesi geçmiyor, gözlerime yaşlar akın etmek için çırpınıyordu lakin yapmadım. Ağlamadım, artık ağlamayacaktım.

Kanımdan olan herkes bana yüz mü çevirmişti? Ben bunun için bir daha ağlamayacaktım.

Ruhumu sarsan farkındalıkla bir anda ayaklandım. Sandalyeye bağlı olan bedenimin nasıl böyle bir anda serbest kaldığını anlamak için aynadan yüzümü çevirdiğim de vücudum da ki tüm kan aynı anda çekilir gibi damarlarım kasıldı.

Sandalyenin üzerinde oturan bedenim tüm dikkatiyle karşısında ki görüntüye bakıyordu. Kaşlarım çatıldı.

Tekçe gözlerini ayırmadan aynaya bakarken benim gözlerim artık görüntüde değil kendi bedenimdeydi. Başını ölümcül bir yavaşlıkta bana çevirdiğin de kendimle göz göze geldiğimi sandım lakin tamamen yanılgı içindeydim.

Şeytanım bana benim bedenimden bakıyordu.

Her zaman bana kimsenin görmediği şeytan olarak musallat olmuşken bu sefer bedenimi ele geçiren bir iblis olarak bakıyordu gözlerime.

Bana dışarıdan bakan hep o olurdu lakin bu sefer ben onu dışarıdan seyrediyordum.

Aynalardan gözlerime bakan şeytan bana ait olanlarla bakıyordu bana.

"Sen bunu kaldıramazsın Eva..." diyen sesi zihnimde yankı bulduğun da titreyen dizlerimi ayakta tutabilmek için masaya tutundum. "Sen bu sefer tökezledin ve birazdan yıkılacaksın. Kimse görmeyecek... kimse bilmeyecek." Ve devamında aynadan bir ses daha yükseldi.

"Tekçe Kırcalı'nın canı bağışlandı, Kırcalı." Ve Eva Efnan'ın şeytanı ona musallat oldu...”

Tekçe ona bir ölünün bakışından farksız bakan şeytanıma döndü ve şunları söyledi. "Benim abim beni kurtarmak için sana şeytanı verdi ama vicdan azabından kurtulamadığı için hep seni sevmeye çalıştı!" O acımasızca devam etti, şeytan duygusuzca baktı. "Hani dayın senden Vaz geçmez sandın ya! Geçti Eva. Abim sana o şeytanı verirken bir saniye bile düşünmedi.”

●●●ARSAL KARAHAN●●●

Her yerin çıkışı var da düşlerin yok derlerdi de inanmazdım.

Öyleymiş...

Gözlerimin kapalı oluşunu, gerçek ve hayalin ne olduğunu ayırt edebilecek haldeyken bile kendime gelemiyordum. Varla yok arası sesler ulaşıyordu kulağıma. Bu bazen Maviden bazen babamdan, bazen de Akın'dan oluyordu. Çoğu sikilesi ses daha kulağımın dibinde geçmiş olsun dileklerini sunuyordu ama sikimde değildi!

Artık kalkmam lazımdı. Babamın varla yok arası sesi ilişti kulağıma. “Taht benim güç senin oğul, uyan artık.” Diyordu ihtiyar sesi.

Sonra Akın, “Efendim bir yoldayız, doğru mu değil mi bilmiyorum ama siz olmayınca yanlış geliyor. Kalkıp yön gösterin.” Ne zamandır düşlerin içinden çıkamıyordum sahi ben?

Abi...” diye ağlayan ses Elyesa’dan gelmişti sanki bir ara. “Uyan artık, birisi sürekli benimle ama ben değilim sanki. Yanlış bir şey var, ne olur kalk.”

Uyanmam lazımdı, kalkmam lazımdı, Kıyametler kopuyordu belki ama ben hala lanet olası bir rüyanın pençesinden çıkamamıştım.

Kontrol benim elimde olmalıydı ve şu an değildi.

Nefret ettim bundan. Farkında olup da olmamış gibi kalmak çok sikilesiydi.

Ara ara başıma gelenlerin sesini duyuyor ama gözlerimi açamıyordum, dudaklarım aralanmıyor, sözcükler bedenime sıkışıp kalıyordu.

Ne zaman gerçeğe uyanacaktım bilmiyorum ama şu an düşlerde bile düşlediğime bakıyordum.

“Bana hep rüyalarımda mı bu kadar güzel bakacaksın, Efnan?” Dediğim de Kıkırdadı karşımda ki hayali. İçim titretti zalimin kızı.

“Ben sana hep güzel bakıyorum, sen görmüyorsun.” Derken elinin birisini kaldırıp yanağıma koydu. Yine aynı yatakta yatıyordum ve hayali hemen yanımdaydı.

“Sev diye gözlerinin içine bakarken mi? Mümkün değil.”

Yattığım yerden doğruldum. Odamda olduğumu bildiğim için etrafa göz atmadım.

“Niye yaptın bunu?” Diye sorduğum da yatakta bana doğru biraz daha kaydı. Güzel yüzünü bana yaklaştırıp yanağımdan öptü.

“Neyi?” Dedi sanki hiçbir suçta parmağı yokmuş gibi bakan masum gözleri.

“Beni kalbimden vurdun?” Sırıttı.

“Bunu çok önceden yaptığımı düşünüyorum.” Rüyamda bile alaysı bir mizacı vardı. Kaşlarım çatıldı. Burası benim rüyamdı, en azından benim bilinç altımda benim istediğim cevapları verseydi!

“İstediğim cevap bu değil, küçük şeytan.” Bir kere daha kıkırdadı fakat bu sefer yavaşça kucağıma kurularak. Şaşırmadım, sonuçta benim bilinç altım. Daha fazlasını da görmüşlüğüm vardı. Bu yüzden duruma uyum sağlayarak ellerimi beline yerleştirip yerini sağlamlaştırdım.

“İstediğin cevapları vermemi sağlayabilirsin...” Dedi dudaklarıma doğru sıcak nefesiyle.

Gerçekte karşımda olsa bu kadar öfkeyle kim bilir neler yapardım ona ama şu an tek istediğim onu öpmekti.

Sanki istediğimi duymuş gibi bana doğru yanaştı ama ben kendimi geri çektim, ellerimle ince belini okşarken güzel yüzüne baktım. Geri çekildiğim için somurtarak bakıyordu. Güldüm ister istemez.

“Şu an hayalini öpmek beni tatmin etmez küçük şeytan, yeterince sinirliyim sana.” Çocuk gibi omuz silkti.

“Sen hep sinirlisin, ayrıca bunu yapmasaydım bana olan güvenleri artmazdı.” Gözlerini kaçırarak söylediklerine kaşlarım daha da çatıldı.

“Ne demek oluyor bu?”

“Kendi ölümüme bile yer verdiğim kurgumda senin ölümüne yer yok Arsal.”

“Böyle konuşarak canımı sıkıyorsun.”

Dudaklarında cilveli bir gülüş belirdi, gerçekte olsa o güzel gülüşüne bakardım saatlerce ama bana gülümsemezdi o...

Tek bir gamzesini bile benden esirgerdi...

Yaklaştı, “Daha çok canını sıkacağım ama.” Dedi o cilveli gülüşünün arasında.

“Düşmandan aşka oynarız bizde.” Dilini damağına vurarak cıkladı.

“Biz hep düşmandan düşmana oynayacağız, oyunun sonunda aşık olan kaybeder.” Dedi benimle iddialaşarak.

“Ben sana mağlup oldum o zaman şeytanın kızı.”

●●●EVA EFNAN●●●

Dolunay geçmiş büyünün bedenimde ki olan etkisi tamamen son bulmuştu. Bilmiyorum üç gün bilmiyorum üç ay? Ne kadar zamandır zincirlerin bedenime ve ruhuma vurulduğunu hesaplayamıyordum artık.

Tekçe'nin söylediği her kelime, izlediğim her bir görüntü karesi, zihnimin tüm alanını işgal etmiş gitmek bilmiyordu.

Farklı şeyler düşünmeye çalışsam da mümkün değildi. Bedenim de ki yorgunluk bitkinlik artık dertlerimin arasına girmeye fırsat bile bulamıyordu. Her dakika zonklayan beynim artık kulaklarımdan akacaktı.

Büyünün ağırlığını verdiği iki gün nasıl geçmişti neler olmuştu pek hatırladığım söylenemez. Ravzar'ın nerede olduğunu bilmiyordum.

Yaşıyor mu yaşamıyor mu iyi mi kötü mü. Aklımda ki çalkantının arasında sürekli dönen ihtimallerden biriydi.

Kimse gelmiyor sadece adının Zahir olduğunu öğrendiğim sürekli Tekçe'nin etrafında olan adam dudaklarımın arasına zorla şırıngayla bir kaç yudum su ve bilmediğim katı bir sıvı veriyordu. Açlıktan ve kan kaybından ölmemem için olmalıydı. Bileklerim de olan kesiklere dikiş attığını ve Tekçe'yle bir şeyler konuştuklarını hatırlıyordum varla yok arası.

Takasın bu vakte kadar gerçekleşmesi gerekiyordu lakin olmamıştı. Bir şeylerin ters gittiğini biliyordum ama ne?

Saatlere ya da günlere sahiplik yapan sessizlik bir anda birisinin çığlığı ile doldu.

Ahşap kapı itiş kakış açıldığında karga tulumba iki adamın Ravzar’ı sürükleyerek içeriye savurduğunu gördüm. Hızla kaşlarım çatıldı. İçeriye savrulan kadın tir tir titreyen bedenini geri geri sürüklemeye zorladı, ona bile takati yoktu sanki.

Bakışlarım yüzünde gezindi. Üstü başı dağılmış saçları birbirine girmişti ve boynunun belirli kısmında morarmalar vardı. Aklıma gelen ihtimalle olduğum yere çakılı kaldım.

"Yaklaşmayın bana!" Diye attığı çığlık içimi param parça etti. Hayır, olamazdı! Böyle bir şey yapmamış olsunlardı.

Adamların ardından giren Zahir kızın yüzüne bile bakmadan sürüne sürüne yapıştığı duvara bağlı olan iki zincirle bileklerini bağladı.

"Dokunma bana! Dokunmayın, Dokunma!" Ravzar’ın titreyen sesi ve arka arkaya gözlerinden düşen yaşlarla "ZAHİR bırak kızı!" Diye bağırdım. Umursamadı.

"Ravzar!" Dedim bu sefer fakat Ravzar titreyerek bağırmaktan başka hiçbir şey yapmıyordu. Ezrak'ın yaptığı gibi, aynı bitkiyi közün üstüne koyan Zahir tek bir an bile yüzümüze bakmadan adamlarını alıp çekip gitti.

Ravzar atak geçiriyor gibi titriyor bağırıp başını yan tarafta ki duvara amansızca vuruyordu. O vurdukça olduğum yerde daha çok çırpındım.

"Ravzar ne oldu anlat ne olur. Ravzar."

Dakikalar geçti ama Ravzar hıçkıra hıçkıra ağlamaktan başka bir şey yapamadı. Titreyen bedenini bir türlü durmuyor sarsılan omuzlarıyla arkasında ki duvara çarpıyordu.

"İ-İyiyim." Dedi zorlukla ama hıçkırıkları durmuyordu. İçimi kaplayan huzursuzlukla ortama bir ağırlık çöktü. Herhangi bir şey olmadı, Ravzar'ın ağlaması durmadı, kimse içeriye girmedi ya da konumumdan ayrılmadım lakin şeytanım kulağıma bir kaç fısıltı iliştirdi.

"Kıza dokundun mu dokunmadın mı bana onu söyle Ezrak!" Diye bağıran Tekçe'nin sesi çok çok uzaklardan geliyordu ama kulağımdaydı.

Tek bir kelime ise kaskatı kesilmeme sebep oldu. "Evet."

"Kan varisine nasıl dokunursun Ezrak! Sana güvendim ben. O kız üstünden anlaşmaya vardım abimle, bu halde nasıl vampirlere teslim edeceksin onu!"

Ezrak'ın tereddüt dahi etmeden söylediği tek kelimenin ağırlığı vücuduma karabasan gibi çöktüğün de Ravzar'ın hıçkırıklarını tekrardan duydum.

Ona dokunmuştu!

Ezrak ona dokunmuştu!

Kalbim kasıldı. "Ravzar..." Dediğim de etrafa yayılan tütsüde ki duman içeriyi tamamen ele geçirdi. Amansızca titreyen kızın vücudu çöküp kaldı. O gün Ezrak'ın içeriye yakıp gittiği bitkiyle aynı koku burnuma dolduğunda olduğum yerde debelendim .

"Ravzar!" Bu sefer koku daha hızlı ve yoğundu. Lanet olsun kaç saat demişti o orospu çocuğu!

"İ-yiyim ben, sen-" Devamını getiremeyip öksürmeye başladığında bir kere daha bileğim de ki zincirleri çekiştirdim. Gözleri kurumuşçasına çekilen kız zorla araladı gözlerini. Sikeyim! Verdikleri ot her ne ise onu tüketiyordu.

Zincirlere daha da asıldığımda öfkeden aklımı yitirmek üzereydim. Kız gözlerimin önünde ölecekti.

"Ev-eva.." Soluk almaya çalıştı. "Ben..." Başını zorlukla kaldırdı. "Kahretsin Ravzar! Bana ne yapmam gerektiğini söyle." Dediğim de o da zincirlere bağlıydı ama bırak kurtulmayı kalkmaya dahi takati yoktu. "Ka-kan.." Dedi nefes nefese. "Kan lazım," bir kere daha nefes almaya çalıştı ama boğazı tamamen kuruyup geliyormuş gibi hırıltıyla öksürdü.. Kupkuru olan benzi daha da kötüleşiyor teni neredeyse kurumuş bir toprak gibi çatlıyordu.

Hızlı düşünmeliydim. Onun gözlerimin önünde ölüşüne izin veremezdim. Yelzar kardeşimin ölümüne göz yummuştu ama ben, onun kardeşinin cesediyle çıkmayacaktım karşısına.

Tükenmiş olan bedenimi son bir kez daha zorladım. Her bir uzvum küçük küçük parçalanıyor, benden geriye bir şey kalmayacak gibi tükeniyordu.

Dayan Eva. Lütfen dayan..

Ayaklarımda zincir olmayışı yararımaydı. Sağ elimi hızla arkamda ki duvara yaslayıp tüm parmak uçlarımı mum şekline getirdim. Çok sıkıydı. Fazlalık olup zincirden kurtulmamı engelleyen baş parmağımdı.

Dişlerimi sıkıp zincirin el verdiği kadar elimi kafamın arkasına aynı şekilde yaslayıp gözlerimi yumdum, kendimi gelecek olan acıya hazırlamaya bile fırsat vermeden hızla kafamı arkaya çarparak baş parmağımı öyle bir çatırtıyla kırdım ki, sesi çığlığımı bastırdı sandım. Kemiklerimin arasından keskin yakıcı bir acı can bulduğunda, adeta damar gibi zonklayan bir ağrı parmağımdan tüm koluma kadar yayıldı, acıyla inledim.

"Eva!" Dedi Ravzar zar zor çıkan sesiyle. "Ne yap- yapıyorsun?" Endişesi acısını bastırmış gibi sesini zorlukla çıkardığın da elimi zincirden kurtardım. Acıyla önüme düşen elimi kaldıramadığım için diğer zincirli bileğimi de aynı şekilde kafamın arkasına getirdim ve az öncekinden daha hızlı ve daha öfkeli bir şekilde kafamı arkaya çarptığımda diğer parmağım da aynı keskin acıyla kırıldı.

Zincirlerden kurtulup hızla Ravzar'ın yanına ilerledim ama o kısacık mesafedeki hava dahi kırılan kemiklerime dolup sızlattı parmaklarımı. Nefesim acıdan sıklaşırken alnımda biriken ter sol şakağımdan sıyrılıp acıdan zonklayan elime damladı.

Ravzar’ın yanına gelir gelmez kendimi yanına atıp bileğimi dudaklarına doğru uzattım fakat başını zorlukla kaldıran kız bana şaşkın gözlerle bakıyordu. "Ne yaptığını sanıyorsun?"

"Kan demedin mi Ravzar. Al Kan işte!" Dedim acıyla bağırırken. Amına koyduğumun kemikleri sizleri daha öncede kırmıştım idmanlı olmanız gerekiyordu.

"Hayır Eva saçmalama. Durduramam kendimi..." gözlerinden bir bir düşen yaşların aksine yüzü gittikçe kuruyordu. İçinde ki açlık ve acıya rağmen bana zarar vermekten korkuyordu. "Öldürürüm seni..."

"Sen öleceksin!"

"Ne önemi var. Ben neyim sen farkında mısın?" Dedi hırıltıyla karışık bir öfkeyle. "Dişimi bir kere geçirirsem damarın da tek damla kanın kalmaz! Bu riski alamam ben. Uzak dur benden." Diyerek arkasında ki duvara kendisini itip benden kaçtı.

"Ravzar gözlerimin önünde ölmene izin veremem!"

"Ben de seni ellerimle öldürmeme izin vermem!" Gittikçe çatlayan teni ve soldukça solan rengi hiç iyiye işaret değildi.

Sızım sızım sızlayan ellerim ve her tarafıma çiviler çakılır gibi ağrıyan tenime rağmen bağırdım. "Aptal aptal konuşma Ravzar! Ölüyorsun."

"Evet!" Diye bağırdı o da benim gibi fakat sesi benim kadar güçlü çıkmamıştı. "Bu vakte kadar kör bir istekle içimde yanan kan açlığına rağmen kimseyi öldürmedim ben! Beni kurtarmaya çalışan seni, hele ki Arsal abinin emaneti olan seni, Asla!" Morarmaya başlayan elim durmaksızın titrerken ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.

Tenime kesik kesik batan o zonklayış başımın iki tarafına vurdu.

"Ölmene müsaade etmem, ölmeme de. Anlıyor musun? Sadece biraz iç. Kendine gelecek kadar." Başını arkada ki duvara daha da bastırdı acı içinde.

"Yapamam Eva anlamıyorsun! O tarafım bir kere uyandığında asla tekrardan uyutamam. Ben hiçbir zaman damardan kan İçmedim, eğer içmiş olsaydım belki kendimi durdurmayı bilirdim ama şu an imkansız. Karşında vampire yeni çevrilmiş bir iblis belirir ve Ravzar tamamen yok olur. Yapamam." Her cümlede acıyla inliyor, soluğu kesiliyordu. Her geçen saniyede ölüme daha da yaklaşıyordu ve bu kız benden bile inat çıkmıştı!

"Ravza-" böldü beni. "Hayır Eva! Yapmayacağım. Seni ellerimle öldürmeyeceğim. İster ki gözlerinin önünde kuruya kuruya öleyim ama yine de yapmaya- yapmaya-cağ-" Son kelimesini dahi tamamlayamadan başı yan tarafa düştü. Herhangi bir panik dalgası beynimde yankı bulmadı lakin Kalbimin üstünden geçen ince sızıyla elimi kaldırıp Ravzar'a dokunmaya çalıştım. İki elim de kütük gibi şişmişti dakikalar içinde. Ağrıdan dokunamadım. Ravzar'ın teni çekildikçe çekildi çatladıkça çatladı, her şey saniyeler içinde olup biterken artık kendimi ve acıyan canımı düşünecek durumda değildim. Zinciri yere bağladıkları keskin uçlu demir kazığa bileğimi çarpmamla damarlarımın hepsi yırtılmış gibi kan fışkırdı. Vakit kaybedemezdim. O ölüyordu, o ölüyordu, Yelzar'ın şakayığını solduramazdım,

Kesilen yeri Ravzar'ın ağzına bastırdığım da ilk başta tepki vermeyişi beni derin bir şoka soktu lakin sonradan anladım ki dudaklarını aralamamak için bana direniyordu. İnatla dişlerini birbirine kenetlemiş olan kız, ağzına dayadığım kana ne kadar dayanabilirdi ki?

O bir vampirdi ve asla karşı koyamazdı fakat Ravzar Alakar koyuyordu. Dişlerini sıkmaya harcadığı enerjisi yüzünden teni daha da çatladı, tüm iradesiyle direndi direndi... adeta son çırpınışlarını ve son soluklarını alır gibi acıyla kasıldığında. "Ravzar sen ölürsen benim burada yaşamamın bir anlamı olmaz! Bu cehenneme beraber düştük beraber çıkarız. Eğer biraz daha dişlerini kenetlersen seni bağladıkları demir kazığa otururum, sen kurumuş ben de başka tarafı oyulmuş şekilde gideriz öteki tarafa!" Şuursuzca bağırışımla kilitlediği çenesini gevşetti ve dudakları aralandı. Saniyeler içinde acının en uç noktasında olan tenimden, kan bütün damarımdan çekilerek bir yöne döndü.

Damarlarımdan kopup giden her damla kanı hissederken vücudumun direnci artık dayanacak takat bulamadı kendisinde.

Ravzar kanımı içtikçe yüzüne can gelmiş gibi renklendi lakin bu sefer benim benizim soldu. O dikleştikçe benim omuzlarım çöktü. İki elini de bileğime sarıp açlıkla dişlerini daha da etime geçirdi. Gözlerinin etrafına dolan damarlar ve hareketlerine yansıyan vahşilikle kırılan parmağımı tamamen unuttu.

Ravzar kendinden geçmiş bir şekilde vücudumda ki kanı emmeye devam etti. Bileğimi geri çekmeye çalışmama izin vermedi, hatta daha çok kendisine çektiğinde önüne düşmemek için diğer elimi yere koyarak destek almaya çalıştım fakat buz gibi zemine değen, cayır cayır yanan kırık parmağımla acıyla haykırdım. Vampir kız haykırışlarımı umursamadan tüm öfkesiyle bileğimi vakumladı. Göğüs kafesimde ki kalbim hızla çarpmaya başladığın da tüm kaslarım aynı anda çalışmayı bıraktı sanki. Kendimi dik tutacak gücüm her saniye daha da çekilip gitti. Belirli bir süreden sonra gözlerimin önüne karanlık perdeler çekildi ve vücudum yana devrilerek bilincim yerinden kaydı. Gözlerime inen karanlık çekilmedi, son duyduğum ise çığlık atan bir kızın sesiydi....

👣

👣

👣

👣

👣

👣

👣

Bir vardı bir yoktu, zaman geçti ruhum tükendi, tenim daha önce alışkın olduğu ama hiç bu boyutlara çıkmayan işkenceler gördü lakin ayaktaydı.

Saatler önce uyanmış ve apar topar yine bir yerlere sürükleniyordum.

Son hatırladığım şey ise Ravzar'ın kanımı içtiğiydi. Devamı yoktu.

Bomboş hissediyordum, hiçlik hissediyordum. Sanki ölüm vardı ama ben ölümü bile hissedemiyordum.

Tükenmek kelimesini yıllardır anıyordum ama ilk defa bu denli ruhumda yaşıyordum..

Sahi ruhum yaşıyor muydu şu aralar?

İşitmek kolaydı, öğrenmek kolaydı, söylemek kolaydı da sindirmek çok zordu.

Ben ise o sindirme sürecine dahi geçebilmiş değilken başka rüzgarlarda sürüklenmeye başlıyordum.

Şimdi ise şeytanımın bana rüyamda gösterdiği o uçurumdaydık.

En uçta ben vardım, sanki ilk gözden çıkarılmak istenen benmişim gibi...

Öyleydi...

Sağım ve solumda iki adam vardı. Kafamı kaldırıp yüzlerine bile bakmamıştım. Tekçe bir şeyler söylemiş dinlememiştim. Atmosfer boşluğunda yitip gidiyordum, ya kaybolacaktım ya da kara deliğe çekilip gidecektim. Yeterince kaybolmuşluğun içinde savruldum, çekilip gitmek istiyordu bir tarafım...

Ruhumun yarası kalbiminkini bastırır sandım ama günlerdir haber alamadığım adamın acısını da ben yaşadım. Neredeyse öldüreceğim adam için bu denli canımın yanması hangi kitapta yazıyordu! Hepsinin aynı anda üstüme dolup taşışı beni kara deliğe doğru çekiyordu. Hiç olmak istemiyordum artık.

Karşımda benim için gelen yirmiden fazla muhafız, Elyesa, Akın, Mavi ve o vardı. Günler olmuştu, haftalar olmuştu, aylar olmuştu... Ayırmışlardı, her anı her saniyesi birlikte geçen Yosun ve kızılı ayırmışlardı.

Bizi kim ayırmıştı sahi?

Yalanlar mı? Gerçekler mi? Söylenenler mi? Duyulanlar mı?

Söylesene Toprak Eva'yı yosunundan kim ayırdı?

Kırık olan iki parmağım yüzünden iki elimde bileğime kadar morarmış, tüm eklemlerim işlevini yitirmek üzereymiş gibi vücudum tir tir titriyordu lakin ayakta kaldım.

Ne de olsa bunu öğretmemiş miydi bana?

Evet, kimse yaralarımı sarmamıştı...

Yosun gözleri ne zaman beni görse parlardı, bu öfkeden olurdu, genelde onu deli ederdim. Gülmekten olurdu, sürekli birbirimize şakalar yapardık. Şefkatten olurdu, birbirimizin sırtını sıvazlardık.

Ama ilk defa onun gözlerinde bana bakarken olan bir utanma, acı ve hüzün gördüm. Toprak Kırcalı şu an karşımdaydı. Etrafımız da askerler, komutanlar ve bildiğim tüm simalar vardı. Herkesin gözü neredeyse yere yığılmak üzere olan bendeydi lakin o sadece bir kaç saniye baktı gözlerime, sonra başını eğdi. Toprak Kırcalı kanlar içinde ki vücuduma, acı içinde ki ruhuma bakmaya cesaret edemedi. Utandı.

"Yüzüme bakmayacak mısın dayı?" Sesim bile titrememişti çektiğim acıdan. Çok acıyordu... tarifi imkansız bir şekilde acıyordu. Bana yaramı, izimi, acımı gizlemeyi de o öğretmişti. Şimdi başını kaldırıp bana bakamayan dayım öğretmişti.

Tüm herkes kilitlenmiş belki de aylar sonra kavuşacak olan iki insanı merakla izliyorlardı.

Bana hasretle bakıyordu, bana hüzünle bakıyordu, bana daha önce benim yosunumun bakmadığı tüm gözlerle bakıyordu.

Sızladı. Ciğerim adeta delinir gibi sızım sızım sızladı. Bakışlarım nasıldı bilmiyordum ama onun yeşil gözleri üzerimde gezindikçe sanki kendi canı acır gibi yüzünü buruşturdu.

Elimde ki kırıklar, yüzümde ki yaralar, morarmaya yüz tutmuş kızarıklıklar, toz, kir pas... hepsine rağmen, acıyla zonklayan her karışıma rağmen ona bakarken hiçbir ifade oynamadı yüzümde.

İlk günlerde onu arayan Eva olsaydı koşar sarılırdı ona.

Aylar sonra gerçekleri öğrenen Eva olsa yine koşar sarılırdı ona.

Yıllar sonra bile tüm işkencelerin içinden çıkan Eva olsa yine ona sarılırdı.

Ama ben sarılmadım.

Ben ne o ilk günlerde ki Eva'ydım ne de aylar sonraki.

"Öğrenebilmiş miyim dayı?" Dedim gülümseyerek. Yosun demedim, dilim varmadı... Acıyla kasıldı yüzünün her bir kası. "Askerin istediğin gibi yetişmiş mi?"

Öyle bir sarsıldı ki, neredeyse gözleri dolacak sandım. "Kızılım." Dedi can çekişen sesi.

"Boşuna öğretmemişsin bana kemiklerime kadar kırmayı." Kocaman bir gülümseme daha bahşettim ona. "Bak," Dedim iki kırık parmağımın cayır cayır yandığı ellerimi havaya kaldırarak. "Öğrettiğin gibi kırdım dayı, nasıl olmuş? Yapabilmiş miyim?" Dediğim de yosun yeşili gözlerinde ki ifadeyi görüyordum. Dağılıyordu, parçalanıyordu, ufalanıyordu...

"Yapma.." Dedi kesik kesik. Oysa benim dayım hep net konuşur kendinden emin dururdu. Neden omuzları çöküktü?

“Ben bir şey yapmadım ki?” dedim tatlı tatlı. Sesim acı çekiyordu oysa; bas bas bağırıyordu, kanıyorum diye. Onun duyduğunu bile bile aynı şekilde konuşmaya devam ettim. “Ne öğretiysen onu yaptım. Sen, benim hayatımı korumam gerektiğini bildiğin için bana tüm bunları öğrettin; ama ben bu denli hayatta kalmam gerektiği için öğrendiğimi asla bilemedim, dayı.” Her konuşmamda titremediğini düşündüğüm sesim daha da zorlanıyordu güçlü çıkmak için. Ona ilerleyemedim, o da bana gelemedi; tıpkı şeytanımın bana gösterdiği gibi, uçurumun en ucundaydım. Bakışları pişmanlık ve acıyla kıvranıyordu. Durmadım. “Gerçekten annem ve babamla oturup bulduğunuz dahiyane çözümünüz bu muydu?” Güldüm, hatta kahkaha attım. “Biz bu kızı hayvan gibi eğitelim ama canımız gibi de sevelim; hem diğer dünyaya idmanlı olur hem de gerçekleri öğrendiğinde bize minnet duyar, onu bu seviyeye getirdiğimiz için. Bunu mu söylediniz?”

"Hayır, Kızıl hayır. Yanlış düşünüyorsun-"

"Kes sesini!" Diye belki de hayatımda ilk defa ciddi anlamda Toprak'a bağırdım.

“Bu sefer sen susacaksın, ben konuşacağım, duydun mu beni? Annem susacak, babam susacak ve ben konuşacağım! Benim hayatım hakkında nasıl benden izinsiz kararlar aldığınızı, benim tüm hayatımın yalandan ibaret olduğunu bana ne zaman söyleyecektiniz, Toprak!” Yüksek sesim uçurumun dibinde yankı yaptı. “İçimdeki beni delip geçen sıkıntıyı sana anlattıktan sonra mı? Ansızın bizi dünyamızdan çekip aldıklarından sonra mı? Babamın beni bir şık olarak görmeyişinden sonra mı, yoksa bilmediğim bu topraklarda sürgün yedikten sonra mı!”

Boğazım parçalanırcasına bağırdım. “Beni burada öldürmeye kalktılar, seninle tehdit ettiler, bana senin acını hissettirdiler! Tüm bunlardan sonra mı? Yoksa it gibi zindan köşelerine atılıp, daha ömrümde görmediğim iki kızı kurtarmam için alnıma namluyu dayadıklarında mı? Tüm ülkede sürtük olarak bilinip, şeytan olarak anıldıktan sonra mı? Ne zaman, Toprak. Ne zaman! KONUŞSANA!” Nefes dahi almadım; alacağım soluğu bile haram kılmışlardı.

“Hiçbir şey bilmiyordum ben! Burada ne işim var, siz ne yaptınız, ben ne yaptım? Herkesin öfkesi benim üstümde ama benim tek yaptığım, neden burada olduğumu dahi anlayamamak oldu.” Her kelimemde daha da omuzları düştü. Her harfin altında adeta ezildi. Bacaklarına kadar acıyla titredi ama benim gözlerimde ifade dahi yoktu. Hesap sorarken, öfkemi kusarken bile bir ifade edinmeyi unutmuştum. Öyle ki, hissizleştirilmiştim. “Özür dilerim Eva’m, özür dilerim.” Yosun gözlerinden süzülen yaşlar bir bir elmacıklarına düştü ama sanki benim kalbime damladı. Her şeye rağmen tek bir damla yaşı bile içimi yakıp kavurdu. Tüm yaptıklarına rağmen, ona bağlı olan bağı kopartıp atamadım, kesemedim, sökemedim! Gitmedi, gitmedi! Beni ben yapan, beni büyüten o iken, onun yerini içimden silip atamadım.

Titreyen dizleri büküldüğün de dizlerinin üzerinde çöktü. Tüm kalabalığın, herkesin önünde gözünden yaşlar akarak önümde diz çöküp boynunu eğdi. Omuzları sarsılarak karşımda tamamen yerle bir oldu.

Tüm işkencelere rağmen kimsenin önünde boyun eğmeyip diz çökmeyen Toprak Kırcalı tüm pişmanlığı ile önümde diz çökmüştü.

"Özür dilerim Eva’m, özür dilerim Kızılım, özür dilerim, özür dilerim, bilmiyorsun..." sona doğru sesi hırıltıdan kısıldı, ne dediğini anlayamadım. Tüm vücudum hayal kırıklığı ile yanıp kavruldu.

Bu şeytanımın rolü müydü yoksa hissettiğim bir sarsıntı mı...

"Benim tek yaptığım neydi biliyor musun? Sanki hiç canım yanmıyormuş gibi, kalbi olmayan, nefes almayan bir ceset gibi davranmak."

"Herkes beni güçlü sandı ama ben gün geçtikçe tükendim, herkes beni köpürüp çoğaldı sandı ama ben her gün daha da taşıp azaldım." Artık bağırıp çağırmanın bile bir anlamı yoktu gözümde.

Canımı vereceğimin değeri kalmadı nezdimde.

Dudakları aralandı, bir şeyler söylemek istedi ama ağzından tek kelime bile çıkmadı. Bana söyleyebileceği en ufak bir açıklaması yok muydu? O kadar hazırdım ki onun tarafından gelecek bir aydınlığa... ama yoktu, küçük bir ışık bile yakmadı ondan tarafa bakmam için.

Herkes ölüm sessizliğine boğulmuştu. Artık takasın gerçekleşmesi gerekiyordu. Toprak Kırcalı’yı istiyorlardı, kardeşi ve diğer herkes onu istiyordu. Alsınlar o zaman...

Bu güne kadar ayrı kalmışlardı, birleşsinler...

Abisi için ölüp biten Teyzem yoktu şu an. Ya da Kuzenimi öldürüyordun nidaları atan Ezrak'da.

Hangi deliğe saklanacaklardı çok merak ediyordum.

Onlardan nasıl kaçacaklardı?

Beni kaçırdığı için ölümlerden ölüm beğendirecek olan Arsal’dan mı? Kardeşine zorla dokunduğu için onu diri diri mezara sokacak olan Yelzar'dan mı? Yoksa başına buyruk iş yaptığı için öfkeden kuduran Topraktan mı?

Bu üç canavardan nasıl kaçacaklardı?

Ya da asıl soru, benden ve içimde ki şeytanımdan nasıl kurtulacaklardı.

"Efendimizi almak için komutan Terisi göndereceğim Mavi Sıraç Semdar, sen de gönder adamını." Diye bağırdı Tekçe’nin yardakçısı Zahir. Toprak'ın bakışları benden sonra ona döndü. "Sana zindanda söylediklerimi biliyordun, ona rağmen yaptın..." dediğin de Zahirin dik duran başı farkında olmadan yere eğildi.

"Efendi-"

"Ölümün bin bir türü var Zahir, seç birisini ben gelene kadar." Burnundan soluyordu. Zahir yutkundu. Tekrardan bir şeyler söyledi lakin gelen tanıdık sese kaymıştı tüm odağım.

"Görünmemek kolay mı sence, Eva?" Diyen sakin sesin sahibine dönüp bakmadım. Sesinin tınısına kadar tanıyordum, bir kere duymuştum sadece ama hilebazlığı fısıltısına kadar mesken tutmuştu.

Bana verdiği gün çoktan geçmişti, kaç gün oldu bilmiyorum ama benden istediği adamı bırak dediği yere bile gitmemiştim.

"Bilmem, şu an görünmeyen sensin ben değilim Osiris." Dediğim de güldü. Onu şu an benden başkasının görmediğini düşünüyordum ki etrafıma baktığım da yanılmadığıma kanaat getirdim.

Gülmemem lazımdı ama güldüm. Tam da sen lazımdın şu kadar tasanın içinde.

"Görünmeyen ben olabilirim, merkezde olan sesin." Bakışlarının ağırlığını sol tarafımda hissediyordum.

"Görünmemek için hep ortada dururum, Hileci yaratık."

"Saklansan da kimse görmüyor seni zaten, bak yine seçilen kişi oldun. Hiç tercih edilmeyen taraf olmak kötü hissettiriyor olmalı." Bakışlarım sesin olduğu tarafa kaymak istese de yapmadım. Bana doğru gelen Elyesa ve arkasında duran Batın'a baktım sadece.

"İstediğini alamayınca psikolojik baskı yapıp bana kendimi kötü mü hissettireceksin?" Dedim gülerek.

"Kendini bundan daha fazla kötü hissedebilir misin?"

"Hiç sanmıyorum."

"Ben de öyle düşünmüştüm." Bize doğru gelen Elyesa'ya kaydı gözlerim.

"Niye hiç üzülüp seni suçlamadı düşündün mü?" Osiris’in sol tarafımdan kulağıma ulaşan fısıltısı kaşlarımı çatmama sebep oldu. Gözlerimin odağı Elyesa idi. Bana bakarken hem üzgün hem de mutlu görünüyordu. Yara içinde oluşum kalbini sızlatırken bulunmama mutlu olduğunu gözlerinden anlıyordum.

"Sen onun elinden hayalini aldın Eva. Hiç üzülmedi, sana kızmadı ya da suçlamadı. Düşündün mü sebebini?"

"Bunu bilmiyor." Gözlerim Elyesa'dan kopup sol tarafımda olan karanlık bakışlara döndü. Onaylamaz gözleri bendeydi.

"Ya da umurunda değildir?" Hilebaz bakışlarına dokunan o sinsiliği gördüm. "Ya da birisi ona şu anlık üzülme zamanı olmadığını söylemiştir?" Dişlerimi sıkarak gözlerimi kapattım. Kafamı arkaya attı doğru düştü istemsizce. Düşündüğüm şeyi yapmıştı...

"Onu etkiledin..." Beni de etkilemişti Kasırgayı ona getirmem için ama bana ulaşamazdı. Osiris zihin oyuncusuydu ve bana ulaşamadı.

Benden yana koz bulamadığı için Elyesa'yı şartlamıştı!

Bedenime çöken ağırlık ve acı her şeyin farkına geç varmamı sağladı, beni tutan bacaklarım artık isyan etmekten bile yorulmuştu. Her şey bir kaç saniye içinde oldu.

Bana gülerek gelen kızı saniyeler içinde karşımda buluverdim.

"EVAAAA!" Toprak'ın haykırışı arkamızda ki büyük su kütlesine kadar vardı... o da geç kalmıştı.

Elinde beliren demirden mıhı gözlerime baka baka sol göğsüme sapladığın da yapabildiğim tek ani refleks elimi kaldırıp kalbimin üstünü korumak oldu lakin mıh elimden geçip etime saplandı.

Tüm bu olan her şey sadece bir kaç saniyeye sığdı ve elimin ortasını delip geçen keskin mıhın acısını kalbimin üstünde hissettim.

"EVAAAAA!" Diye bağırdı Toprak bir kere daha canı gitmişçesine. Duymadım, bağırdılar, çağırdılar, koştular, düştüler ama hiç birisini fark edemedim.

Bedenim iki tarafa bölünüyor gibi damarlarım gerilmeye başladı ve o an tüm ipler inceldiği yerden koptu. Tüm ateş sadece sol göğsümde toplandı, delip geçti. İlerledikçe acısı hem ruhuma işlendi hem tenime. Yakıp kavurdu.

Elyesa ne yaptığının farkındaydı ama yapmıştı, Elyesa zihnine verilen bir emri yerine getirmek zorunda kalmıştı ama vicdanı acıyordu. Gözünden arka arkaya düşen yaşlarla eline yayılmış kanıma bakarken hıçkırdı ve Osiris'in ona emrettiği son şeyi yerine getirdi.

Bize doğru koşan muhafızlar, Mavi, Akın, Toprak yetişmeden göğsüme batırdığı mıhın üzerine uyguladığı baskıyla her şey çatladı sanki benim için. Son anda kolunu tutan Batın bile geç kaldı bana...

Geriye doğru sendeleyen adımlarım basacak zemin bulamadı ve boşluk beni içine çekti.

Tıpkı rüyamda olduğu gibi...

Uçurumdan aşağıya doğru kaybettiğim dengemle kulağımda ki uğultuyu delip geçen tek ses dayımın sesi olmuştu.

"EVA' HAYIR! EVA'M" Toprak'ın acı dolu sesini ve aşağıya doğru düşen beni bildi bir tek bilincim.

👣BÖLÜM SONU👣

 

Merhaba canlarım yine bir bölüm sonuyla sizlerleyiz.

 

Siz söylemeden ben söyleyeyim bölüm boyu zaman geçişleri biraz karışıktı evet, günler saatler birbirine girmişti. Bunu belirtemedim çünkü karakterin bilmediğini ben orada belirtemiyorum.

 

Eva büyünün yoğunluğunu oldukça ağır bir şekilde vücudunda taşıdığı için zaman dilimlerini birbirine karıştırması olağan maalesef.

 

Bölümü nasıl buldunuz?

Bölüm hakkında ki yorumlarınızı mutlaka buraya yazın.

Arsal gebersin diyenler mutlu mu öncelikle onu çok merek ediyorum dkdkdkkd

Eva intikamını aldı Arsal bunu hak etmişti diyenleri buraya

Bu çok fazla oldu çocuğumuza diyenleri de buraya alalım.

 

Mutlaka oylayıp yorum yapmayı unutmayın olur muuuuuu🤗🤗

 

Diğer bölüme kadar görüşmek dileğiyle sağlıcakla kalın bebeklerim.

 

❤️Sizi çok seviyorum❤️

 

❤️❤️Çokça kalppp❤️❤️❤️

 

Bölüm : 16.11.2025 11:10 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...